Şair ve yazar, gazeteci. 3 Ağustos 1947 tarihinde Konya’nın
Beyşehir ilçesine bağlı Yeşildağ kasabasında doğdu. Varsıl dedelerinin
kol-kanat gerdiği oylumlu bir aile içerisinde, düşlerini; masalların, bilmecelerin,
ocak başı sohbetlerinin, eski bir radyo ve gramofon ile ilginç kitapların bezediği mutlu bir çocukluk evresinde Yeşildağ
İlkokulu'nu bitirdi (1957).
Varlığını kuşatan okumak, sürekli bir öğrenim görmek tutkusu; babası ile
çelişen dramatik çatışmalar yarattığından evini terk etti. Atıldığı yeni okullar serüveninde acılı
yıllar yaşadı. Anasının özverili desteği yanında, çoğu İzmir’de geçen yaz tatillerini, bulabildiği değişik
işlerde çalışıp değerlendirerek Beyşehir Ortaokulu ve Lisesi'nden mezun oldu
(1964).
Üniversite yaşamına; İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazanarak
başladı ise de, sorunlarıyla savaşım içinde kaldığından, sürdüremedi. Edebiyat
Fakültesi’ne geçti. Türkoloji bölümünde okudu. Bir yandan da, bu fakülte
değiştirme olayının gerçek amacı bilerek hazırlanıp girdiği; pedagojik uzmanlık eğitimi veren Çapa
Yüksek Öğretmen Okulu’nun ‘parasız
yatılı’ sınavlarını kazanıp ekonomik sorunlarından kurtulmayı başardı.
Çapa’nın ileri kültür ve
paylaşım ortamı içerisinde mutluluğu yeniden yakalayan Şanal; edindiği sağlam
birikimle sanatçı kişiliğini de özgürce geliştirip yetkin kılan üniversite öğrenimini, aynı yıl
içinde aldığı 'Türkoloji' ve 'YÖO' diplomaları ile tamamladı (1968).
Türk Dili ve
Edebiyatı öğretmeni olarak İstanbul, Rize ve -Tuzla/Balmumcu hattında yaptığı
yedek subaylık dönüşü- Artvin Öğretmen Okullarında çalıştı.1972 yılında atandığı Antalya'da, İmam-Hatip Lisesi'nden,
Antalya Lisesi'ne geçti. Uzun yıllarını verdiği ve adeta özdeşleştiği Antalya
Lisesi'nden, Şubat 1994'te emekliye ayrılıp; bilgi, inanç ve coşkuyla yaşanılır
kıldığı resmi görevini noktaladı. Şanal, evlenip yerleştiği Antalya’da yaşıyor;
Evrim ve Emre adlarında iki oğul, Güneş adında bir torunu var…
Üniversite yıllarından beri 'yazmak eylemi'ni kesintisiz
sürdüren sanatçı; 12 Eylül faşizmine karşı çıkarak Dil Derneği, Atatürkçü
Düşünce Derneği (ADD), Antalya Sanatçılar Derneği (ANSAN) gibi demokratik kitle
örgütlerinde aktif görevler aldı. Kırkmerdiven, Atatürkçü Düşünce, ANSAN Sanat
dergilerini çıkarıp yazınımıza kazandıranlardan birisi oldu. Düşünsel
planda 'üretken bir eylem adamı’ olarak
3 yıl kadar da gazeteciliği denedi; bölgesel 'Akdeniz Atılım' gazetesinde 'köşe yazarlığı ve düzeltmenlik' yaptı (1995-1997).
Yazın dünyamıza, sıcaklığını yaşadığı gerçeklerden alan
sağlam, etkileyici, zengin duyarlıklı imgelerden örülmüş şiirleriyle giren
şair; adını, 70'li yıllarda duyurdu.
Evrim, Türkiye
Yazıları, Yapıt, Öğrenci Yazıları, Varlık, Olgu, Dönemeç, Yeni Olgu, Sanat
Edebiyat 81, Dönem, Kıyı, Yaba, Gerçek Sanat, Karşı Edebiyat, Temmuz, İmece,
Kırkmerdiven, Eşik, ANSAN Sanat, İnsancıl, Mavi Portakal, Yeni Biçem, Morca,
Öğretmen Dünyası, Çalı, Çağdaş Türk Dili, Müdafaa-i Hukuk, Ardıçkuşu, Berfin
Bahar, Beşparmak,
Damar, Mavi Ada, Beyaz Gemi, Kar, Çıtlık, Şehir; Poyraz,
Mavi Yeşil,Tay, Afrodisyas Sanat, Çağdaş Yaşam, Kasaba’dan Esinti, Tmolos
Edebiyat, Yaşam Sanat vb. dergiler ile
bazı gazetelerde yayınladığı şiir, deneme, araştırma-inceleme, eleştiri ve
güncel yazıları yanında; görsel ve işitsel medyamızda yaptığı söyleşileriyle de
dikkatleri çekti, kendinden söz ettirdi. Ne acı ki, 'çağdaş düşünceleri
yüzünden' soruşturma, kovuşturma, kitaplarının toplanması, öldürüm kastıyla
saldırı gibi çirkin, baskıcı 'susturma girişimleri' ni de sıkça görüp yaşadı!
Abdullah Şanal, halk türkülerinin lirik damarından yola
çıkarak, Promete'den Mustafa Kemal'e, Mevlana'dan Anadolu insanına değin geniş
bir insan coğrafyasına gerçekçi bir perspektifle işleyip yaydığı ilginç bir
şiir dünyası yarattı. Kendisi, yurdu, siyasal-politik, güncel olayların
ışığında insanlığın tarihi; bazen duygulu, bazen ironik, çoğun da isyancı bir
sese dönüşüyor şiirinde. Toplumcu sanatımızda vurucu, sarsıcı, teşhir ederek
eleştirici 'tavrıyla' öne çıkan zengin çağrışımlı bu şiir; paylaşılır bir
dünyayı yaratma özleminin düşünsel kaynağını aşarak 'evrensel olanı' kucaklar.
Şükran Kurdakul'a göre:"Şanal'ın ürünlerinde, insanı
ve gerçeğini kavrayarak sıcaklaşan öfkeli bir içtenliğin ağır bastığı kabul
edilir." Bu içtenlik, çeşitli denemelerini de 'şairce' kılar bir
bakıma. O, coğrafyası alabildiğine geniş düşünce yazılarında da işlev ve
değiştirime inanmıştır. İnsanlığa faydasız güzelliği yüceltmez. Sanatına kan
veren Türkçeyi ise bayrak edinir.
Çoğu TRT’de olmak üzere, diğer radyo ve TV’lerde yaptığı
konuşmalar; yurt içinde ve bazı Avrupa ülkeleri ile Gürcistan’da katıldığı
söyleşi, panel, imza günü etkinlikleri şairin adını yaygınlaştırmış; Asım
Bezirci’nin saptamasıyla: “Kurtuluş Savaşı gerçekliğimizi, devrimci yaptırımı
oylumunda, farklı vurgulayabilen birkaç ozanımızdan birisi olarak görülmüştür.”
Onuruna verilen çeşitli şükran plaketi, şilt, katılım
belgesi vb. alan sanatçının ‘hakkında yazılanlar kaynakçası’ da zengindir.
Abdullah Şanal; T.Y.S., Edebiyatçılar Derneği, ANSAN, BESAM, Antalya Kent
Konseyi ve Altın Portakal Film Festivali jüri üyesi vb. olarak; profesyonel
anlamdaki bir dergide çıkan ilk şiiri "Ruhi Su'yu Dinlerken" (Evrim,
Ağustos1975) günlerinden beri, aydın olmak bilinciyle yüklendiği 'çağının tanığı olmak' görevini
kesintisiz sürdürüyor. Uğraşıları arasında kitap tanıtımı ve dağıtımı,
editörlük, sergi işletmeciliği de var.
“Bilinçlidir.
Neyin, niçin ve nasıl yazılacağını bilen bir şairdir. Bu işlevin bağlamında,
çürüyeni, aksayanı göstermekle, yansıtmakla kalmaz; dünya görüşünün
değiştirici, dönüştürücü tavrını da açıkça koyar ortaya. Dolayısıyla özünde,
söyleyişi açıktır, durudur. Onun kaygısı, tanıklığını yaptığı topluma ve çağına
karşı, bilinçlendirici işlevi, mesajı doğrudan vermektir. 70’li Kuşak içinde,
toplumcu gerçekçi sanatın bilinçlendirici, öğretici işlevi, Şanal’ın
şiirlerinde en açık biçimde yansır. Hatta daha da ileri giderek eleştirici bir
tavır getirir şiirine. Öfkenin bilinçle örtüştüğü sarsıcı, vurucu ve teşhir
edici bu eleştirel tavır; yaşadığı ortamdan, kişisel ilişkilerden, toplumsal
sorunlara değin uzar.” (Mehmet.
Y. Bilen)
Aldığı Ödüller: 1996
T.G.C. Anadolu Basını Tashih Ödülü (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nce)/ 1998
İbrahim Yıldız Şiir Ödülü ( Uçurum Kokan Okyanus ile)/ 1998 Antalya'ya İz
Bırakanlar Ödülü ( Antalya Altın Portakal Vakfı tarafından) / 2005 Ruşen Hakkı
Ulusal Şiir Ödülü (Kocaeli Yüksek Öğretim Derneği tarafından).ESERLERİ:
ŞİİR: Yorgun Sevi
Çıkmazı (1973), Bir Hüznün Sancısı (1980), Sorum
Var Rüzgârlara (1984), Adın
Türkülerimde (1989), Uçurum Kokan
Okyanus (1997), Milenyum Şarkıları
(2004), Aşkın Yedi Rengi (2005), Derbeder Söylenişler (2009), Çılgın Türk’ün Destanı (2012), Sesime Kor Düşürdün (2015), Duraksız Bir Koşuda / Toplu Şiirler-1 (2015), Sevdalı Bir Seüven /Toplu Şiirler-2
(2015).
DENEME: Yaşasın
Edebiyat (1997), Afrika'ya Yolculuk
(1997), Narçiçeği Antalyam (2012).
ANI-ANLATI: Yıldızlar Sevgilimdi.
KAYNAKÇA: Ruşen Hakkı (Kocaeli,
11.6.1980), Oktay Akbal (Cumhuriyet, 26.6.1983), Kemal Sülker (Gösteri, Haziran
1985), M. Yaşar Bilen (Önsöz, 24.2.1987), Ruşen Hakkı (Kocaeli, 18.2.1985 ve
30.6.1989), İbrahim Dizman (Kıyı, Şubat 1990 ve Haziran 1988), ETV (Sanat İnsan
İçindir, 20 Ekim 1994), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6.
bas. 1999), Sinemagazin (7,8,9,10,11 sayılar/ Ekim 99- Ocak 2000), Tanzimat’tan
Günümüze Edebiyatçılar Ansiklopedisi (2001), Hasan Akarsu (Ardıçkuşu, Şubat
2001), İhsan Işık (Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi, 2001), Yasemin Göksoy / Bir
Portre (Sabah - Akdeniz, 4.12.2004), TRT (Bu Toprağın Sesi, 1 Mayıs 2005), VTV
(Geçmiş Zaman Olur Ki, 25 Mayıs 2008), Damar (Aralık
2005, Sayı:177),TRT (Yayın Dünyası, 6 Kasım 2012), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Ben suskusu
çığlıklarda bir tohum
Karanlığa hep
üşüdüm, hep korktum
Usumda her gece
bir balta büyür
Yeryüzüne sığmaz
olur düşlerim
Saklı sular
baharında düşlerim
Ağaç mıyım orman
mıyım ben neyim
Hasretlere düşmüş
acılı tenim
Allı turnam haber
saldım tez ilet
Toprağım kıraçta
yağmura barışığım
Serin bir yel
bulut salsa üstüme
Çırpınan yüreğim
sürgüne başlar
Ve çekirdek
çatlar altın sarısı
Çekirdek dediğim
sabır ağısı
İşi gücü direnme,
yıkılmak bilmiyor ne
Ağıyı “bal
eyleyip” doluyor türkülere
Her yanım sıyrık
içre yüzümde gülümseme
AH ŞİİR AH
çocuk günlerimden beri
uzatmalı tek sevgilimsin şiir,
evlendik ya seninle kapanıp kaldım işte.
dışarı çıksam bile
güneş uğramıyor yörüngemize.
nasıl bağladın bilmem
iyi davranan bir eş de değilsin hani,
nirvana’ya erdi ya bekleyen budha
sorular yanıtsız yıkanır suda...
senle benim sevişmemiz
nakışlanmış taşlara gör,
dalından koparılmış ham meyveler gibiyiz
yere düşsek çiğneniriz
bağrımızdan kanı damlar imgelerin.
suçu sabit birine yargıç ne der bilirsin,
başıma işler getirdin:
‘kırk katır mı, kırk satır mı!?’ dediler
senden vazgeçemedim
tapınırcasına sevmek suçunu hep işledim...
kendini doğurdun bana ve seni ben doğurdum,
zayıf düştü bedenim:
etimi, kanımı, ruhumu yiyip bitirdin
boşayacağım seni göreceksin
ne ki şimdilik arada çocuklar var.
ne dişi şeysin öyle, adın saklı, tanımın yok,
yaşıyorsun bende işte
derdime dert katıp ummana döktün,
söktün ciğerimi şiir;
gece gündüz demedin hep istedin.
(15 Haziran 2008-Babalar Günü)
AŞKI YAŞAMALISIN
aşk, ölüme bayrak açan isyanıdır
insanın
ve apansız sarsılması yerin,
göğün, dağların
susuzluğu kışkırtan tuz, kum
çölündeki vaha
zincir kıran o vahşi at, alıp
başını giden
gözlerine kan oturmuş annesiz bir
tay bazen
bazen bir güvercinin sesinde
çınlayan tel..
kırılanı onaran el; pamuk ektim
diken tarla
deli bahar yağmuru aşk, sürüklüyor
ne varsa,
kutuptaki aysberg gibi suskun
balık şaşkınlığı.
aşk, tanımsız şiir işte; etinde
yangınlar dili
yaşamayan anlamaz ki kendine tapan
şeytan
balçıkta kirlenen kan,
küllendikçe kor kesilen ateşlerin
cehennemi.
ölüyü dirilten gizem, karanlığın
efendisi
mağarada su likeni, kına girmesiz
bıçak,
aşk düşmandan daha alçak belaların
büyüğü.
ama çelişkisi güzel sevenin
bulunmasa da
kendini doğuran melek aşkın
cennetindedir
kasırgalar ırmağında bir çöp gibi
yüzmek aşk.
ey aldanışlar pervanesi, ışığına
düşen kuğu
içinde titreyen mumu yak eritsin
yüreğini,
dönüşümsüz taşlar gibi yerinde
durmaktansa
koş geçmeye eleğimsağmaların
altından
o çocuksu ütopyan bir ömür sürse
değer
aşk koşudur hiç yorulmaz
kapıları kilitlemek bil / sen
ölümden beter.
aşk yaşamı emzirendir, sen de
yaşamalısın
rahminde büyütür o binlerce yosma
gülü.
kırılan buz çatırdar, toprağı
sarar çayırlar
sarnıçlar ormanında gökyüzü
boncuklanır,
öpsen tohumun döner bir ceylanı ağzından.
aklı bırakacaksın; deli gibi
seveceksin her şeyi
saçların uçuşurken soluğun lâv kesilmeli...
9 Temmuz 2004- Antalya
(Damar, Aralık 2005. Sayı:177).
AŞKIMIN BAŞKENTİ SENSİN
seni can evimde duydum, kendimde yaşadım seni
bakışın girdi çıktı kuşkonmaz bir karanlık
akdeniz’den geldim ki... karaya vurdum artık.
karlı kışta yaşamak/kentin kente karışması
yolculuğuna başlamak çözülen saçlarından
tenin tene yapışması, sonrasız bir çoğalmak.
öyle suskun ne güzel; yüzün türkü çiçeği
boynum uzuyor sende, al yüreğimi sakla
gülün olsun soldurma, sıcak öpüşünle sar.
göğsün, göğsümde bahar, kışı cemre karşılar
sakla gülü koynunda, sevginde büyüt beni
adını koyma şimdi daha zamanımız var.
bu rüzgârın nesi var/böyle esmeyecekti
kentim çağırıyor ki bak ezinç duyuyorum
sarılıp soyuyorum tansık güzelliğini!...
git desem kalıyorsun, gizemli gülüyorsun
boşaltıp-doluyorsun, goncan hareleniyor
müthiş karışıyoruz ayrı duramıyoruz.
iki kent birleşince başkentim oluyorsun
tenin yıldız kokuyor ve kayıp gidiyorsun
nasıl bir sevmektir bu esmerim biliyorsun!..
(Küçük İskender:‘Aşk
Şiirleri Kolonisi’ /Ocak 2004)
DÜNYA ŞİİR GÜNÜ
şeytan
üçgeninde kaldım;
şiire,
aşka, ölüme inandım
ezilenler
içindir isyanım.
doğaya
eklemledim insanı
girmeyip
tarihi yapanların buyruğuna
örsümde
sözcükleri dövdükçe
bir uslu
güzellendim.
aklı
yadsıyan da benim,
çekimine
tutulup imgelerin
kanımdan
güller emzirdim.
aşka sınır
çizemedim,
akıl dışı
bir aklın
çılgın akan o lirik ırmağında
acılar
damıtır terim.
tufanları
koparır ölüp dirilmelerim.
yorgunum
ey şiir
bırakma beni ölürüm,
yurdun
gökyüzü diye
ipekten
merdivenler örüp durdum.
bilirim tanrıların dilisin
ve şeytanın
şarabısın bir de
toprağıma
düştün işte
gülden ince
bir yaprağın sesinde.
(21 Mart
2014-
FEYLESOFÇA SÖYLENİŞLER
1- Krallığım
şiirim, krallıktır benim desem hani yeri var
gökkuşağı’na taht kurdum puşt yanında yerim dar.
2- Yüzümdeki
yüzümdeki yalnızlık ve hüzün sevdalı açıyor hiyeroglifini
sürüp dehlizlerinden kendini, aşmış gecenin kirli eşiğini.
3- Olta Meselesi
sığ sulara olta atmam, derin sulardadır balığım,
sıradanlık sarmıyor beni aşkımla artıyor varlığım.
4-Aşk
Nedir
aşk, öpüşlerle ısındıkça katmerlenişidir gülün
damıtır imbiğinde ayrılık altın rengini hüznün..
5-Bitmeyen
Şey
sular mı çürüyor ne, akan kan hiç durmuyor?
bir duvarı yıkıyoruz bir başkası çıkıyor!
6-Yoksuluz
Ya
evet yoksuluz dostlar ama neyin yoksuluyuz?
yitirmişiz kendimizi sen, ben, o çıkmazlarında.
7-Paradan
Yana
bir yılbaşı düşüne yattım milyarın biri bana çıktı,
hesabı görmeye gittim ki kör salih, kavağa çıktı!...
8-Beklediğim
canım karışmış benim, göğsümde yara derin
esme rüzgâr, yağma kar yollarda cerenim var...
9-Sığınağımda
şair, sen neyi güdersin bir karanlık ormanda?
ayıptır söylemesi; ışık, doğuracak odamda!
10-Anla Melâlimi
ah haşim’im, vah yetimim sen ne büyük şairmişsin,
sevisiz hıyar tarlasında yapayalnız, çaresizmişsin!...
11-Ah Fikret Ah
ey gençliğimin şairi, ata’nın özsuyu fikret,
dilsiz devrim ağacın baltalara yonga şimdi.
12-Gecelerce
el ayak çekildi, it uludu ve sular aktı köprüler altından
bir mecnun kaldı bir de ben zorum mu var ki aklımdan?!..
GİTME ANNE
gölgem yansıyınca sulara
ıslığıma doluyorsa hasretin,
harelenir yüzün gelir
yüzün, güllerden incedir.
gitme anne, sesin senin
mızrabıma düşmüş destan,
saldım sert esen yellere
gözyaşım dinmez nicedir.
saçlarında kekik-yavşan
geçitsiz dağlara varsam;
yansam, yakılsam,arasam
yıldızım kaymış, gecedir.
gittin anne, küs bıraktın
kimsem yok, öksüz bıraktın!..
(24 Şubat 2008/Yeşildağ)
-Beşparmak,
Mayıs/Haziran 2009,Sayı:151-
(Edebiyat Galerisi, Nisan 2011).
HÜZNÜNDE KUŞLAR
artık kırlangıçları göremiyorum
baharı yok mu ne bu kentin
saçaklar altında yuvaya dururlardı
kirletilmiş kokusu iğdelerin.
hani yağmur çiselese bıldırcın tufanı
sığırcıklar da yok çil tüylü uçarı
ağacı beton kentlerde
in kendi çığlığına-çık yukarı!
üveyikler nerdesiniz göremiyorum
bir çiğnem et için ağzında tüfeğin
gık'ı bile çıkmıyor serçelerin
balıklarsa göçer olmuş sularımızdan.
susam yüzlü kuş sesinde çocuklar
seherin kavşağında büyültür ekmeği
hepimizin gözlerinde martı leşleri
artık kırlangıçları göremiyorum..
(Cumhuriyet Dergi, Sayı:27( 24 Ağst.1986)
KİTAPLAR BENİM KRALLIĞIM
Dünya edebiyatının öncü şair ve yazarlarından V.Hügo’nun duyarlı saptamasıyla; “Kitap basımının icadı, dünyanın en önemli olayıdır”. Bu görüşe katılmamak olası mı? Evet, rotatifler döneliden beri dünyamız artık eskisi kadar karanlık değil. Ve kitaplar, zorlu çağları aşıp da gelmiş insanlığımızın meş’aleleri! Churchill’in; “Kitap yazmak bir maceradır” sözü ise, bir başka boyuta parantez açıyor.Bu söz, belki İngiltere için doğrudur. Ama bizde, kitabın asıl macerası yazıldıktan sonra başlıyor!..
1967’den beri kesintisiz yazıyorum. En büyük tutkum okumak ve yazmak. Kitaplar benim krallığım! Özgür ve güçlüyüm sevdiğim bir kitabın içindeysem. Kendi egemenliğimi kurmuşumdur kitaplığımda. Bu bilinç ve öz doyuma eriştiği için olsa gerek; “ Yasalar ölür, kitaplar kalır” diyebilmiş Bulwer Lytton...
Evde bulunduğum zamanlar hayatım daha çok kitaplığımda geçer. 9 m2’lik odamda bir şu kitabı, bir bu dergiyi karıştırırım. Bunlar, krallığımın, kendine özel saatleri...Kitaplığım ve odam toplumun hayhuyundan da, yararsız geleneklerinden de kendimi uzak tutmaya çalıştığım sığınağım!..
Niye ki yalnız bırakmazlar insanı? Böylesi demlerimde sıkça çalan telefon sesinden de, eşim ya da çocuklarımın yemeğe çağırmasından da irkilirim. Bozulur büyü...Hele de yazıyorsam iyiden rahatım kaçar...
“Ben kitaplarımı yaratmadan onlar beni yarattı” der Montaigne. Bu yargısı, bana da uyuyor. İlkokul günlerimden beri kitapların kurduydum. Sahaflara dadandım İstanbullu yıllarda. Kitaba karşı içimde, beni, zorluklarla kazanabildiğim paradan çıkartan aşırı bir sevgi var. Üç koca valizle gitmiştim Rize’ye. Birkaç gömlek ve çorap dışındakiler, özenle biriktirdiğim kitaplarımdı...
J. Swift; “Kitaplar aklın çocuklarıdır” diyor ya, eğer doğruysa söyledikleri; Rize Öğretmen Okulu’ndaki o tertemiz çocuklara, usumdaki yüzlerce çocuğu da arkadaş olarak götürmüştüm!..
Yıllar geçti aradan, Antalyalıyım. Antalya’nın doğası harika bir kitap, oku oku bitmiyor...
Gittikçe çoğaldı kitaplarım. Tuttum beş-on tane de ben yazdım. ‘Polisiye maceralar’ yaşadı yazdıklarım!..Ve tabi sahibine de yaşattılar! Alman yazarı Henrich Böll’ün tespit ettiği gibi;
“Aklın, bir tehlike sayıldığı yerlerde, ilkin kitapların yasaklanması rastlantı değildir”...Oysa ki; “ Kitaplar aklın ilacı!” (Ovidius)...
Bir atasözümüz; “Kalem, kılıçtan keskindir” der. İki ‘keskin’ söz beni o denli etkiledi ki, kitaplığımı kurabileceğim fazladan bir oda edinmek uğruna, bir daire ile arabamdan oldum!
Beni kurgulara sürükleyerek koşullarımızı zorlatan sözlerden birisi, Çiçeron’un; “Kitapsız bir ev, ruhsuz bir vücuttur” deyişidir. Montaigne ise; o doyulmaz ‘Denemeler’inden birindeki; “Evinde kendi kendisiyle baş başa kalacak, kendi kendine övgüler söyleyecek, şundan bundan kaçıp gizlenecek bir yeri olmayan kişi benim gözümde zavallının biridir” sözüyle, daha bir acımasız çıktı!..Neyse ki çalıştım ve başardım. Kitaplarım ve ben sanırım mutluyuz...
Basımı 1900’lere uzanan ilginç kitaplarım var.180 yıllık bir ‘Osmanlıca Sözlük’ de cabası.
Seçmesini bilene, kitap en iyi dost. Benim kitaplarım ise değerli...Ödünç vermekten korkuyorum başlarına ‘bir iş!’ gelmesin diye. Ve nitekim geliyor da. Epiktetos’un ‘felsefi aforizmaları’ ile Atatürk’e ilişkin ‘görüş ve hatıraları’ gitti gider ki hâlâ yanarım...Yeni basımları da yok... “Ödünç verilen kitap ya kaybolur ya da parçalanarak geri döner” diyen İspanyol atasözü haklı...Öte yandan olaya, La Fontaine’in o pek meşhur “Horoz ile İnci” fabll’ını anımsattığı için üzülüyorum...Bilirsiniz nesneler (eşya), değerini bilenlerin elinde anlam kazanır...
Bu günlerde yeni kitaplarımı basıma hazırlıyorum. İçim kıpır kıpır. Kitaplarım basılınca yeni serüvenleri de başlayacak. ‘Kitaplarım krallığım’ demiştim ya kuşkulu bir egemenlik benimki. Ne kadar süreceği de belirsiz. Hem bir şairin, bir yazarın duygularını kendinden başka kim anlayabilir ki? Aldık sazı elimize içimizi döküyoruz işte. Dünya’yı, mitolojideki Atlas gibi, omuzlarımız üzerinde yukarı kaldırmaya çabalayan çelimsiz zavallılarız aslında.
Gücümüz, belki de yüreğimizden geliyor.İçtenliğimiz, her şeyimiz bizim. İçimizdekini dışa vurmaktan kaçınmıyoruz yazarak..Kutsuyoruz sözümüzü...Sisysp gibi, o tılsımlı, ağır kayayı kan-ter içinde kalarak yuvarlayıp duruyoruz tepeye!..
“Okumaktan kesilmek, biraz da ölmektir” diyor ya Suut Kemal Yetkin; insanlar ölmesin istiyoruz.İnsanlar, ışık içinde yaşasın!...
“Kitaplardan önce kendimizi okumaya çalışalım” diye düşünen Mevlâna’ya kulak verirsek, benim de diyeceğim şu: “Kitaplar insandır! İnsanlar kitapları okudukça kendini de okur ve değiştirir..” .Bu değişim herhalde iyiye, güzele, doğruya evrilişi içerir. Öyle olmasaydı; “İnsanlık, yalanı ve adaletsizliği kılıçla değil, kitapla yenecektir” demezdi Emile Zola. Bir bildiği olmalı bu dünya güzeli yazarın da...
“İnsanın hayvanlığı yemekle, insanlığı okumakladır” diyen vatan şairi Namık Kemal’i ulusça severiz. Cemil Meriç ise; “Kâinatın anahtarı” olarak görüyor kitabı. Voltaire’in şu savını; “Vahşiler dışında tüm bilinen dünya kitaplarla yönetilir” savını, kabullenmekte biraz zorlanıyorum doğrusu. Acaba öyle mi? Vahşi olmayan toplumları da nice kara vicdanlı ‘kitapsızlar!’ yönetmeye kalkıştıkça kararıyor dünyamız...
Tanrı’nın ilk emri: “Oku!”.. Adı görklü Muhammet ise; “Bilgiyi yazın da yitirmeyin” dermiş. Ümmeti, kulak asmışa benzemiyor pek! İslam ülkelerinin durumu ortada. Thomas Aquinas’ın da vurguladığı gibi; “Tek kitaplık adamlardan korkunuz”!...
Yazımı, Hz. Ali’nin;
“Çocuklarımızın yarın söz sahibi olmasını istiyorsanız, bugün onlara kitap
hediye ediniz” sözleriyle noktalıyorum. Çağdışı birileri, onların söz sahibi
olmasını istemese de.....(Akdeniz Atılım,7 Aralık 1996/ Ege Haber,Sayı:1/1
Şubat 1997/ Poyraz, Mart 2011, Sayı:16).
KIYAMET GÜNÜDÜR
rüzgâr
delirmiş gibi
saldı ordularını
ve açıldı bayraklar
ürküp
kişnedi
atlar
toz dumandır gidiyor.
kuş
düştü yuvasından
çatlayıp kırıldı dal
uçtu
yalın
çatılar,
andız/ belverdi gökdelene.
köpürdü denizler
toprak
karıştı göğe
ayakları yerden kesildi
bir çocuğun
kuş, hıçkırdı boşlukta..
apansız
vurdu
dolu
sulu sepken/ kar
karaya oturdu bir gemi
hışmında
kış
cadısı
çekti çizmelerini.
her şey
karıştı birden
mezardan çıktı ölü.,
güneş
örttü
yüzünü
yarıldı...dağ
açtı ağ zı nı krater!..
(Bana Şiirden Ellerini
Uzat,
Antoloji, Ocak-2012,
Sivas)
KURTULUŞ’U YAZANLAR
yıkımların ortasında terkedilmiş
bir halktılar
'devrim' çiçeği gibi yaprak açtılar onlar.,
ne parkaları vardı, ne postalları
bir somun ekmekleri bile yoktu
onların,
kızgın güneş indiğinde dağlara,
bayrağın gölgesinde dimdik
ayaktaydılar!..
sarılıp yoksul silahlarına her
cephede
vuruşanlar onlardı: ana, vatan,
yâr diyerek.
toprağı işleyerek bakırı, tunç
kılan canlardı,
derin siperlerini kazdılar
cumhuriyet'in.
külleri anka doğuran o garip
atalarımız
alnımıza, kanlarıyla 'kurtuluş'u
yazdılar!....
29 Ekim 2000
(Beşparmak, Mart-Nisan 2007.
Sayı:138).
LEYLEKLER DÜŞÜNDÜ
ateşten ağzı suyun
akardı yorgun..
döndüler
şenlendi sokak
ve kişnedi at,
dal verdi zaman
sarktı kapılardan
bir kadının hıçkırığı
leylekler
düşündü,
tüfekli atlılar
karanfil acılarda
gülümsediler.
ve sırtları rengârenk
boyunları al
ispinozlar
sürdü afrikalardan,
atından, avradından
koptu bir adam
ve saatler
saatleri,
çanlar
çanları çaldı
zembereğin çarkında
her şey gecedir.
kadın,
açtı mor bohçasını
kuytu suların
karanlık kuyuların
varıp indi dibine
karıştı yüzlerine
yetim çocuklarının
okşanmış saçlarının
kesti beliklerini
yakıldı oy ağıtlar
ve yandı
ağıtlardan.
buzlaştı ağzı suyun
akmıyor durgun.....
(Sanat Edebiyat 81 ,
Sayı:?..)
SARI BAŞAK ÇİKİTA
tavansız gökyüzünde avare gezinen
ay
saklanacak yer m'ararsın benim
gibi kendine,
o yumuşak kollarına atılıp
sonsuzluğun
kayan bir yıldız olsaydım, nerede
çocukluğum?
beyazperdemde gülen sarı başak
'çikitam'
kimin koynundasın şimdi, mavi
düşlerin hani?
ister miydim dümdüz olsun aşklara
yürünen yol
serüvenci huyum benim, hüzünlüyüm
sevdiğim.
sizin olsun yeni kentler, eşya
dolu evleriniz
ben bir aztek beyiyim, tuz kokmalı
terimden,
taşların yarığında akrep
kovalıyorsam
zehirinin panzehiri okuma
sürülecek!....
yanıyor çöl; kayalar vadisi uzakta
değil, serin
izimizi silmeliyim, kucağımda
sesin var,
ışık sızmış mağaraya postumuzu
sermeliyim
gir içime/sen çikitam, kurumaz bir
içdeniz bu.
boş odalarda yanan ölgün lambalar
gibi
ak derili, kara yürekli eller
biz vahşi masumları neden
anlasınlar ki
şeytanımsı yüzlerinde kum çiziği
heykeller!..
Zürich / Mayıs l999
SES BAYRAĞI DİL
Dilimizin önemi ve işlevi konusunda düşünenler azaldı. Eğitim ve öğretimde bir karmaşadır gidiyor. Darda kaldıkça birlik ve bütünlük söylevleri çekenler de halkımızın öz dilini yeterince bilmiyor, kullanamıyor. Medya ise bir başka alem! İnsanımız, komşusuyla, hatta dostlarıyla bile anlaşamıyor. Ayrı tellerden çalan yoz bir müziğin gürültüsü içinde şaşkın ve yorgunuz. Yaşamanın gülden ince anlamını, kokusunu kardeş coşkular içinde duyumsayamıyoruz. Biraz tatsızız kısacası...
Oysa dil; insanların duygu, düşünce ve dileklerini anlatmak için kullandıkları ses işaretleri dizgesidir. Ortak anlaşma aracıdır. Sözlükteki kelimelerinin “dilbilgisi” denilen bilimin yasaları çerçevesinde doğru ve düzgün kullanımı eylemidir. Yaşayan, gelişen, değişen canlı bir varlıktır. İnsan topluluğunun kültür ve uygarlığı “Dil olgunluğu” ile ölçülür. O yalnızca bir im’ler topluluğu, bir iletişim aracı değil, kültür, ahlâk, hukuk (tüze) gibi toplumun kuruluşunu yaratan en önemli öğedir. Heideger’e göre; “Düşüncenin evi” olan dil; kendimce açımlarsam “insanlığın kendisidir”. Kültürdür, uygarlıktır, bilimdir, sanattır, şiirdir, sevdadır, yaşama sevincidir...
“Türkleşmek, Türkçeleşmektir!” diyen M.Kemal de; “Yönetici seçilseydim, işe, dili düzeltmekten başlardım!” diyen Konfüçyüs de sözlerini boşuna söylememişler. Ziya Paşa, atasözü gibi kullanılagelen bir dizesinde; “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” dese de “söz önemsenmeli!”, özü sözü bir insanlar yaratılmalı. Sözcüklerin doğru seçilerek yerinde kullanılması, sağlıklı bir tavrın-davranışın da işaretidir çünkü. Mevlâna; “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol” demiyor mu? Bir başka yönden bakarsak; “Dervişin fikri neyse zikri odur!” olmalı.
Dilin bir ayna olduğunu düşünüyorum. Bu aynadan yansıyan yüzümüze çeki-düzen vermekle, kendimizi denetleyip güzelleştirmekle, içinde yaşadığımız toplumu da önemsemiş, sevmiş, saygı göstermiş ve yüceltmiş oluruz ki kendimiz de önemseniriz. Değer ve saygı görmeyi hak ederiz. Farklılığımızı fark ettiririz! Aydın bir insan olarak benimsenir, toplumdan dışlanmayız. Yalnız kalmayız. Gönül anlamına da gelen dil, Yunus’leyin arı-duru kullanılınca “Gönlümüzün aynasıdır”. Gir gönlüme gör kendini gibilerden aşk dolu bir görevi de yüklenir.
Türkçemiz köklü ve zengin bir dildir. Geniş açılımlı deyimleri, terimleri, mecazları, türeyişe elverişli sıcak im’leriyle etkin bir işlevi var. Dil sözcüğü bile çağrıştırım gücünü örneklemeye yeterli: (Dillenmek, dillenici, dile kolay, dili yatkın, dile getirmek, dili uzun, dile dolamak, dil yarası, dile düşmek, dili sürçmek vb.). Görülüyor ki yabancı sözcüklerin “istilasını” hak etmiyor Türkçemiz.. O’nu yalnız bırakıyoruz. Sevip korumuyoruz. Dilim varmasa da söyleyeceğim ‘dilimizi bilmiyoruz!’. Oysa bilmek zorundayız. Çünkü O, kimliğimizdir, onurumuzdur, sorumluluğumuzdur...
Tarih, dilin kavramlar dizgesi olduğunu bilmeyen, umursamayan toplumlarla gerekli kültür birikiminin yaratılamayacağını göstermiştir. Türkçemizin ise geniş bir Dünya coğrafyasını kucaklayan anıtsal birikimleri var. Dilimizin bu soylu ürünleri bizleri gönendiriyor, övünç veriyor. Bu övüncü, F.Hüsnü Dağlarca’nın; “Türkçem benim ses Bayrağım!” dizelerindeki o kutsal coşku ile ulusça, birlikte yaşamalıyız. Ziya Gökalp; “Güzel dil Türkçe bize/Başka dil gece bize..” diyerek önemli bir gerçeği ve tehlikeyi vurguladığı halde O’nu gecelerin tutsağı kılmak üzereyiz. Bilisizce harcıyoruz dilimizi. Hem de harcandığımızın ayrımına varmadan.
Dilimizin kendine özgü varlığı, canlılığı ve diğer Türk Cumhuriyetleriyle bütünleşmesi gereken açılımı yaşamsal gerçeğimizdir ve bağımsızlığı içerir. O halde; “Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk Ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” (M.Kemal Atatürk)...( Akdeniz Atılım, 21 Eylül 1995 / Güncel Sanat, Eyl-Ekim 2010, Sayı:8).
SESİME KOR DÜŞÜRDÜN
dikenleri kana batan bir gülü sevdim
kokladıkça esriklendim
dumanı sardı başımı
dağlara, yıldızlara yazdım adını
ışığına koştum pervane gibi
ateşinde külü sevdim.
kökü toprağıma gülmez bir çalı gibi
uzadıkça göğsüme battı elleri,
ısırganım oldu bazen
vurup dağladı etimi.
hasret dokuyan geceler
ağladım, acının rengini sevdim..
sürgün düşlerinin rengini sevdim
varım yoğum,
kutsadığım her şey o.
ne yaptımsa anlamadı halimden
çocuk gibi azarladı, suçladı
ondan vazgeçemedim hep zoru sevdim.
kandan açan gülü sevdim koynunda
dert anası garip ülkem,
bülbül gibi feryat etsem
sesime kor düşürdün.
söndürecek su beklerken
çöllerine atıp yaktın savurdun külümü..
( Ekim 2012 / Antalya- Konyaaltı)
(Çağdaş Yaşam, Şubat 2014,
Sayı:31).
SEVDİĞİM TEZ GELESİN
-Zeynep’e-
senden haber gelmeyince
uykuyu, tüneği yitirdim
dönüp durdum sırılsıklam bu gece.
sol yanımda yastığına sarıldım
yağmur yağdı ince ince içime..
liseli aşıklar gibi
elin ilk değdiğinde elime
fırtınada çapa tutmaz gemiydim.
sürüklendim, vurgun yedim
sevdim seni ölümüne, bilirsin.
bu kentin yaz sıcağında
suya inmiş ceylan gibi gülüşün.
bu yaşta bu sevda belâ,
cennet’teki huri misin
varıp gitme dayanamam leylim yâr.
gün saymaktan usandım bak
kafeste aç arslan gibi bıraktın.
biraz vahşi, biraz ürkek
biraz mahzun yola dönmüş gözlerim,
yüreğimi ısıran ne, tez gelesin güzelim…
(18 Ağustos 2013-Antalya)
SUSUŞU DERİN
-"Kızılırmak" şairine-
göllerden esen yel o hani bileceksiniz
hasreti dağlaradır
uykusuz bir akdeniz’dir mavi türkü çağırır
dinmez yürek yarası sızım sızım ağırır,
eli avuçlamış okyanusları
içiyor desem değil /içmiyor desem değil
ela gözlerinde ceylan sürüsü
ağlatır şahinimi avcının ürküntüsü...
bungu dağı sarmış, başı efkârlı
karlı, yüklü dalları ağaçların
uça uça vardığını kuşların
biliyor dağlara, bulutlu doruklara
dalıp gitmiş dipsiz sonsuz sulara.
öfkesi kınındadır bileceksiniz,
kıraçta sevdalı yaşayandır o
dudakları çatlamıştır o’nun
duruşunda isyanım var; susuşu derin.....
-1973/ Ankara-
TARATOR AMCAMIZ
Abdullah Şanal
Anı-Anlatı
Karlı bir kış günüydü. Köyümüze çıkagelen gezgin bir taratoracı (!) , yönetimin izniyle,
ilkokulun koridoruna gerdiği beyaz perdesine, mum ışıklarından yansıyan garip gölgeler düşürdü! Sopalara çivilenmiş deri şekiller canlanıp hareketlendi...Olaylar, görüntü ve sese dönüştü. İstiklal Savaşımızı konu edinen, ‘Kahraman Çocuk’ isimli bu büyülü gösterim; hüzünlü duygular sağanağı halinde gözlerden-kulaklardan yüreklerimize akıp, düşlerimizi ısıtarak, hepimizi bir güzel ağlattı!..
Serüvenin bittiğine inanamadım! Sürükleyip giden şey, sinema mıydı desem? Halkımın diliyle: ‘Taratora’ mıydı ki? Kukla mı, Karagöz mü? Ortaoyunu, tulûat, meddah mı?... Adı,ne olursa olsundu. Salt bir gölge oyunu değildi izlediklerim.Esiniyle, içimde yurtsever yangınlar tutuşturan soylu ve gerçek bir sanat şöleniydi o.. Sanat, benliğime saklanmış bir özge tohumdu belki de!?..Okuldaki eylem, ruhumu tetikleyince, narın kabuğu çatladı!..Taştı cevherdeki lâv!.. Şanslıymışım diyorum.Taratorcu amcamıza, zanaatının adı yitik o güzel ustasına selam ve saygılar olsun.....
Kim, nereden getirmişse arkadaşların eline oyuncak bir ‘film makinesi’ geçmişti o sıralar. İyi anımsıyorum. Şeridinden kesilmiş küçük film karelerinden birini takıp da Güneş’e tutarsan, içinde resimler gülümseten ilginç bir mercekler kutusuydu bu. Sonraları Beyşehir’de okurken; çark kolunu çevirdikçe hareket edenini de, dolmakalem yerine ‘pornokalem’ olanını da gördük, edindik, inceledik. Merak ettik, sorguladık, düşünmeyi öğrendik. Öğrendikçe değiştik, geliştik, insan olduk! Bilimsel gelişimler ışığında kardeşçe yaşanası şu güzelim dünyada, değerler üretip bölüşmek varken; niye sürer ki zulüm, yıkım, kan revan? Cehaletin kör gözleri, nasıl da zindan ediyor yaşamı!..
Oyuncak film makinesinin şanslı sahibi, delikli 2,5 kuruşa veya 1 yumurta karşılığı satışa sunduğu(!) gösterimini, biz gariban çocuklara itiş-kakış içinde-bazen para ve sıra yüzünden küfürler ettirip dövüştürerek-izletirken; nihayet gerçek bir sinema filmiyle de tanıştırıldı köylülerimiz!..
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın, kaymakamlıkça, muhtarı harekete geçirip tellal çağırtarak hepimizi köy meydanına toplamayı başardığı bu yarı belgesel eğitim filmini, jandarma nezaretinde izledik!.Hiç unutmam, sıcak bir yaz gecesi, Cemeller Yüzü’nün Kırkköprü mevkiindeki kavun tarlası bekçiliğimden, çardağımı terk edip de gelmiştim. Meydan; kadın-erkek, çoluk-çocukla tıka basa dolu..Bir kaynaşma, bir cümbüş ki sorma gitsin!
Yeşildağ bu, ağaç bol. Sazlığı var, otlağı var, ormanı var, dağı var. Koca meydan, kalasların sıra sıra dizilerek oturmalık yapıldığı açık hava sinemasına çevrilmiş. Salonun perdesi de, Rafet Dayının camıs ahırlı evinin, sırtını meydana dönmüş taş duvarı!...
Kocaman akülere birtakım kordonlar bağladılar. Askeri jeepin üstündeki makineye fişler geçirdiler. Işıklar ‘rap’ diye yandı: Elektrikmiş! Ve kasnak döndü, şeritler hışırdadı... “Jenarötör çalışıyor, tamaaam!”.dediler. ..Herkes sustu..Hayret!..Pala Duranların duvarı
konuşuyordu!.....
16 mm’lik bu gezici köy filminde, doğa felaketleri ve toprak kaybımız işleniyordu. Kızıl dilli canavarın ağaçları yutuşu ürküttü beni. İçime korlar düştü ağaçlarım düştükçe!..Ormanı cennet kılan kuşların, ceylanların, porsukların, kirpilerin, börtü böceğin cayır cayır yanışını izledik. Gariban hayvanların gözlerine çöken o ölüm korkusu, çaresizlik ve tükeniş tarifsiz acıydı.... Zalim bir savaştı bu, korunmasız tarafın hiç bir silahı yoktu!..
Baltanın,yangının, selin, keçinin; özetle, hırsın ve çıkarcılığın hızla çölleştirdiği sancılı bir dünyada yalnızlaşan insanlığımızı sorguladım kendimce..İç açıcı gidişatta değildik. Kesiyor, söküyor, yakıyorduk ama yerine yenisini dikmiyorduk..Barbar mıydık, bilisiz mi?.. Doğa ana bir küserse felaketti sonumuz!. Ve hepimiz suçluyduk! ‘Babam bile suçlu’ dedim, içimden. Hızar makinemiz biçti, keçi sürümüz kemirdi, ev ahır derdine bitirdik Anamasları...
Ben ‘7. Sanat’ı etkin faydası nedeniyle sevdim! Yangına düşen her fidan bir garip candır; umutsuz çırpınır, çığlık atar belleğimde. Doğa ana kül içinde ağıt yakıp ağladıkça; duman basar yüreğimi de kötülere kızar, kargışlarım. Bağışlayamam.Ve, isyan kokar şiirim:
“dün, tellalların ünü dağları tuttu - yanıyor
cayır cayır yeşil ormanlar, - anamaslar
kıpkızıl yılan dili - ağızlarda o dikilmemiş sövgü - omuzlar kazma kürek - yandı.,bitti dağlarım
- camiye koşarken halk!” (Sıla Günlüğü).
Yangına, yıkıma nasıl tepki vermeyeyim. Ağacı kutsamışım ben..Nobel Ödüllü Amerikalı yazar John Steınbeck’i ve eserlerini çok severim. Halkının sarsılmaz yanını kuran tinsel güçlerin ve belirsiz bir Tanrıya bağlanan umutların işlendiği o metafizik-mistik ‘Bilinmeyen Bir Tanrıya’ romanı, beni büyüleyip şok etmiştir adeta!..Kitaptaki; eşini yitiren kahramanın, çiftliklerindeki karanlık bir ormana çekilerek, gece boyunca sarılıp kaldığı ulu bir ağaçla bütünleştiği ve trans halinde kaynaşıp adeta gizil bir güçle ‘seviştiği’ izlenimini veren son sahne usumdan hiç çıkmaz!..Yaramı hüzün sarmışsa; bir koruya, ormana, parka dalıp gizemli ağaçların dilinde ararım teselliyi. Çocukluğumdan kalan bu sığınma refleksi, Şamanca bir tapınmayı içeriyor belki de?!..
Ah Tarator Amca ah! Bak nereden alıp nerelere götürdün beni? Gönlüm uslanmaz, deliydim: Düşlerime geçit veren sinemayı hep sevdim!...
UFO'LARI
BEKLİYORUM
burdan gitmek istiyorum
ey UFO'lar alın beni.
dün gece de göğe baktım
sessiz, derin
ve tanrısal bir şeydi
sanrı gibi bir şeydi
kapıldığım melânkoli.
laciverdi uykusunda
gülüyordu ay,
topaç gibi dönüyordu
çevrenimde yıldızlar
etim çözüldü birden
gökler emdi sanki beni
uzaklaştım dünyanızdan
dostlarım
uzaylara götürüyor bir gemi.
bu geminin dönüşü yok
gölgesi yok bir alevin
yelesinde gidiyorum insanlar,
tüyler gibi uçuyorum
yalnızlıklara.
sizlerle de yalnızdım ya
dolup taştım benden bana,
gözüm yapışmış camlara
halinizi görüyorum insanlar!
hasret yandım gecelerce
savaş-kıyım geldiniz
siz sevgisiz değildiniz
nasıl oldu dersiniz?!.
hoşçakal hüzünlü dünyam
yorgun-yıkık savaşçı
yıldızlara dikeceğim bayrağı...
her gün sizi bekliyorum
ey UFO'lar alın beni!.....
(8.GÜN, Şubat 99,
Sayı:7)
YAĞMUR HAVASI
bu gece yağmur yağacak.
kanı çekilmiş göklerin
çivisinden çıkmış yıldız,
kuşlar suskun, kıpırtısız
sazlık pusuda sanki;
bulutlar,
sarkıtmış memelerini
bu gece yağmur yağacak.
rüzgâr bir kırık esiyor
göl şaşırgın, dağ kara
gıcırdıyor kağnılar da.
keçinin kuyruğu dikeldi
sürttü burnunu kedi,
çadırlı yıllardan bilirim
dolu yağacak belki de!?.
yaz gidiyor, sular çekti
güzlük döktü bostanımız,
hasadımız
ambarlara girdi ya
tarhanalar ıslanacak;
salçayı,
ocaktan alın komşular
bu gece, yağmur yağacak.
ninem dizini ovuyor;
gümüş dalı toz içinde
etlenecek zeytinim.
yıkanacak;
kara gözlü sevdiğim!..
gök üzüme ala düşmüş
tavuklar: 'gıt, gıt, gıdak!'
bu gece yağmur yağacak.
Yeşildağ / Eylül 2000
YALNIZIZ
susuz kuyu ki yalnızlık
ben her zaman içindeydim,
çırpındıkça dibe vurdum,
kana bulandı bedenim.
demek, onlar da yalnızdı
ayrı ayrı baktılar, görmediler.
sırça bir köşktü yalnızlık
yumrukladım kırılmadı kapısı,
içindeydim gezdim durdum;
ne açıldı, ne kapandı...
tükenmedi odaları
yorgun düşüp sızdım kaldım.
sonsuz stepti yalnızlık
at koştursan da bitmiyor,
kuş uçmuyor ki üstünden
el sallayıp haber salsam
ne bir rüzgâr, ne bir bulut,
bir ağaç bulup sarılsam!
ağaç zaten benden garip;
suyu kesik, dalı dargın.
yalnızlık metropol bir kent
için ezik caddelerde...
gülümseme yok yüzlerde,
insan; yaşamın düşmanı.
sis içinde dağın başı;
iz silinmiş, azığın yok,
görülecek ne kalmış ki
sürgit çocuk ağlayışı.
insan, insanın düşmanı
yalnızlık, insan icadı!.....
Mart 2000
(Edebiyat Galerisi, Nisan 2011)
YAŞAMAK VE ÖLMEK
‘Ölüm ve yaşam’ üstüne çok düşünmüş insanlar. Ozanlar, şiire dökmüş işi. İlginç yorumlar getirmiş filozoflar. ‘Varlık ve yokluk’ zıtların birlikteliği içinde akraba! Her şey, iç içe geçmiş bir zincirin halkalarında dönüyor. Gizemli bir oyun ki sonu yok, başlangıcı belli değil... Sürgit bir devinim içinde yerini almışsın...
“Evrende hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan hiçbir şey de yok olmaz” ise eğer; niyedir buncası ürküntü, tedirgi, isyan, yakarış?..Sıçrama tahtasının ucuna basmışsın bir kere, rolünü iyi oynasana...Halikarnas Balıkçısı; “Yaşamın tanımı yoktur” dese de; yaşamak, özel bir görev yüklemiş sana. “Ölümü göze almazsan adam gibi yaşayamazsın”. Hamlet’in söylemiyle: “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bunda!”...
Ölümü aşmak, yaşama tutunmak olası mı? Ölümlü olduğunun bilinciyle aklını devreye sokup ‘yaratmaya soyunması’ değil midir insanları yücelten?!. Hayatı kaybetmekten daha acı bir şey var: Yaşamanın anlamını kaybetmesi...Şu dünyaya gelişim, anlamını yitirmesin diyedir yaşamsal değerlere sarılması insanlığın. Ölümün ayak izlerinde ürüne durmasaydık ‘sanat’ da, ‘uygarlık’ da olmazdı. Dünya güzel olmazdı kısacası...
Sanat söz konusu olunca ölümü de, yaşamı da, acıyı da cesaretle karşılayıp ‘dönüştürme’ gücünü buluyorsun. Ölümsüzlüğe tutunuyorsun belki de?!. Boşa geçmiş bir ömür, daha doğar doğmaz ölmeye başlamak değil de nedir ki! “Ey yaşam, senin bunca değerli oluşun ölüm sayesindedir” demiş Seneca. Ölüm ve yaşam eskiden beri vardı ve var olacak. Bilinmesi gereken, hayatın bir kez yaşanabildiği. Korkaklarsa her gün ölür zaten!...
İnsan, çoğu şeylere alışabilir ama alışmak, sıradanlaştırıyorsa yaşamı ‘iyi ölmeyi hak etmeli’ diye düşünürüm ben. Epikür de çok düşünmüş bunu. “Ölümün hiç bir şey olmadığı fikrine kendini alıştır; çünkü iyi de, kötü de ancak bizdeki izlenimleriyle vardır” diyesi. Bilgemiz hoş söylemiş sözünü de üstün toplumlarda geçerli bu sözü. Algılama özürlü, yıkıcı topluluklarda kime, hangi izlenimi bırakacaksın? İyilerin ipine sarılmazlar ne fayda!...
Oylumlu düşününce ölüm korkunç gelmiyor insana. Sorun, olayları ve kavramları nasıl algıladığımıza bağlı. C.Sıtkı gibi; “Koşun çocuklar, koşun komşu kızlar / Avuçlarıma sığmıyor yıldızlar!” diyebilmenin şaşkınlık veren ürpertisini yaşamak varken; La Fontaine gibi; “Açmamak olmaz ölüm kapıyı çalınca!” tevekkülüne sığınamıyorum doğrusu. Olasıysa, biraz ertelenmeli ölüm.Daha bitirilmemiş önemli işlerim var!...
Montaigne’nin dingin bir yaşamı
vardı ki hayranıyım. ‘Denemeler’ isimli o ölümsüz kitabından iki sözünü
alıyorum; “Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek, ne büyük
budalalık” demiş, birinde. Diğer sözü daha bir ışıltılı: “Ölüm, başka bir
yaşamın kaynağıdır”. C. Sıtkı Tarancı da, Montaigne gibi düşünüyor olmalı ki,
dizelerin sıcağında kucaklamış ölümü: “Kabrime çiçek getirenlere gülerim
/Gafil kişilermiş şu insanlar vesselam/ Bilmezler ki bu kabirle yoktur alâkam /
Ben o çiçeklerdeyim, ben o çiçeklerim”...
İşin başka boyutları da var. Ölüm
eşitlikçidir aslında. Victor Hügo’ya göre; “Ne hükümdar tanır ne soytarı;
herkesi aynı iştahla yutar!” .. Kim ne derse desin, ölümün gizil gücü kendinde
saklı. Ve biz o limana günü gelir sığınırız. İnanmış, kavuşmayı düşlediği
cennet’inin peşindedir. Pirimiz Yunus Emre’nin amacı ise ölümlerden bile ötede:
“Cennet Cennet dedikleri/ Birkaç
huri, birkaç melek / İsteyene ver sen anı / Bana seni gerek seni”...
Yahya Kemal Beyatlı; “Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde” diye düşünür. Ben; “bir yolun başlangıcı sonunda vardığımız!” demişim, yıllar öncesimin bir şiirinde. Şu ya da bu, her neyse. “Ölüm gelmiş Cihan’e, baş ağrısı bahane” bilisizliğiyle oturup da ağlaşamayız. Yaşam için verilen savaşta, Dadaloğlu gibi; “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” diyebilmek belki de en iyisi. Evet, direnmektir bu. Ve zor olan ‘ölmek değil’ ; alçakça öldürümlere duyarsız, bakar-kör kalıp da ‘sürüngen-leş-mek’tir...Değer mi ha, söyleyiniz!...
(Akdeniz Atılım,19 Ekim 1996/
Beşparmak , Eylül-Ekim 2007. Sayı:141).
YILDIZLAR SEVGİLİMDİ
Abdullah Şanal
Bir zamanlar çobandım. Anamas Dağları’na vuran çan seslerinde yankılanır türkülerim. Geceleri, gökyüzünü tutuşturan yıldızlardı beni alıp götüren. Hele de bulutsuz yaz geceleri...
Sürülerin göçerinde Koca Osman Yaylası’na kurduğumuz kıl çadırın tavanı silme yıldız keserdi. Onlarla konuşur-dertleşirdim; düşlerime sağılırdı göz kırpan sevecen gülüşleri.
Gün erişti dağlardan ovalara, ovalardan kentlere indim. Kente aralanan o zorlu kapıda; albenili kitaplar, sinema salonları, film kareleri girdi serüvenime. Sahnenin perdesini gizli bir el açarken, havaya tapınç sessizliği çöker, o güne dek bilmediğim ‘esrarengiz dünyalar’a kanatlanmış bulurdum kendimi! Yıldızlar, sevgilim olurdu benim. Ve ben yıldız olurdum.
Düşlerime geçit veren sinemayı hep sevdim!..
Urumelihisarı’na oturmuşum;
Oturmuş da, bir türkü tutturmuşum:
“İstanbul’un mermer taşları;
Başıma da konuyor, konuyor aman martı kuşları,
Gözlerimden boşanır hicran yaşları;
Edalı’m
Senin yüzünden bu halım”
“İstanbul’un orta yeri sinema;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;
El konuşur, sevişirmiş; bana ne?
Sevdalı’m
Boynuna vebâlım!”
Orhan Veli, 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği çeşitli yoksunluklar, enflasyon, pahalılık,
vurgun ve karaborsa ortamında bunca şiirini ucun ucun halkçılığa, toplumculuğa, dahası
tarifsiz kederler içinde; İstanbul Sinemaları’nın kadife perdeli sığınağına kaydırırken ben henüz doğmamıştım. Ne ki, Göller Yöresi çocuğu olarak doğup da, 14-15 yaşlarına dek yaşadığım sılamda çeliğime su yürüyünce; tabular dayatılmış, olanakları kısıtlanmış,
yaşama sevinci bastırılmış, fotoğraf çektirirken bile gülmesi ayıp sayılmış çoğu Anadolu insanı gibi, ben de düştüm o kaçınılmaz melankoliye!..Garipliği, mahzunluğu, fakirliği duyumsayıp yaşadım. Doymak bilmez bir açlığın koynunda yaşadım aşkları da...İçimdeki 'yalnızlık' dinmek nedir bilmeyen fırtınalı bir şeydi!...
‘İyi ki yaşadım’ diyorum. Yüreğimin gel-git’lerine ışıklı yıldızlar düşüren o gizemli günlerimi; renk bahçesi afişlerin ışıltısında hayallerimize sokulan bir dünya güzeli ile
göz göze gelinmiş loş sinema fuayelerinin o kutsanmış soylu sıcaklığını hiç unutmadım,
unutamıyorum...
Meraklı bir çocuktum, yeni şeyler arıyordum. Farkını fark ettiren ‘benliğimi’ arıyordum
belki de? Gecikmeden buldum o’nu!..Okudukça bilinçlendim, edebiyatın, sanatın güzelliğine ve dönüştüren gücüne erdim. ‘Yazmak’ dedim kendime, ‘yazmak senin kaderin!’...
Lise 1’de dağıtmıştım, inadına avareydim. Deniz gözlü sarışın ufak tefek bir kız girdi usuma ki şiirine sevdalandım! Ve şiire vurdum kendimi. Vuran mıydım, vuruldum mu anlamış değildim ya, şiir belam oldu benim.Yakamı hiç bırakmadı!..“işte o gün bugündür şairim, şiir yazarım”.... Sanatı ‘iş’ edinerek yaşamak cinneti içindeyim hâlâ. Kaderimi ben çizdim! Elimle çekmişim ipimi yani!..Ülkem garip, ben garip...Sorumluluklar içinde, eğilip bükülmeden adam gibi yürüyorum işte kendimce.
Öğretmendim; öğrencilerimi, Leonarda Da Vinci gibi: “Sevgi, bilgiden doğar” diyerek sevdim. Özgüvenli bir ‘Şair, yazar, gazeteci ve türkolog ’ olmasaydım; ‘türkücü’ ya da ‘sinemacı’ olmayı isterdim... ‘Olamasam’ demiyorum; sanatçıysan olacaksın, yoktan var edeceksin! Yaratmaya sevdalı özgür ve asi varlığımı seviyorum. İnsanlığın mimarı olabilmiş bütün sanatçıları önemsiyor ve saygıya değer buluyorum...Onlar, karanlığı aydınlatan yıldızlar gibidir. Dünyamızı değiştirir, yaşanılır kılarlar. Bu kendini aşarak seçilmiş insanlara; bilgelere, bilginlere, aydınlara öyle içten imrenir, öyle özenirdim ki:
Düşlerim yıldız açardı ve yıldızlar sevgilim olurdu benim!....
Yaşamın öteki boyutlarına düşünsel sıçramalar getiren çocukluk evremde; toprak damlı evimize nasılsa girebilen lambalı, külüstür bir radyonun; arabesk işlemeli kitapların, dedemlerin büyük evinde başına toplandığımız ‘sahibinin sesi’ marka plaklar döndüren uzun ve kıvrık huni kulaklı gramofonun, küçük teyzemin dilinde ballanan masalların, köyümün düğünlerinde sahne bulmuş birkaç ortaoyunu düzenlemesinin yanı sıra; o zamanlar ‘müsamere’ denilen ve birkaçında benim de rol kestiğim(!) okul tiyatrosunun ayrıcalıklı birer yeri var...
Ramazan ayları, Hayali Küçük Ali’nin, nazar boncuklu radyomuzdan yansıyan sesinde; biz bastıbacaklar kadar büyükler de kendini bulur; ‘Karagöz ve Hacivat’ ile adeta özdeşleşirdi.
Komik ses taklitleri yapar, gülüşürdük!.. Acans saatlerini iple çeken babama göre: “Bu radyo her şeyimiz” idi. İyi de bana yetmiyordu ‘bu her şeyimiz!’...Tiryakisi olduğum mikrofonda tiyatro, arkası yarın programları, Orhan Boran’ın Yuki’si, opera aryaları vb. -rüzgârıyla düş yüklü yelkenimi iyice şişirdiğinden- içimdeki; uzak ülkelere koşmak, ilginç serüvenlere atılmak isteğini kamçılıyordu!..
Asıl derdim; kapağı büyük kentlere atıp okumak, iyi bir öğrenim görmekti. Varsıl ata ocağımın harmanı hasadı, koyun, keçi, öküz derdi; bağ, bostan, tarla edinme hevesi beni bağlamıyordu. ‘Kızıl İle Kara’ nın Julien’i gibi kol işçiliğini sevmeyip kaytarışım, babamı çileden çıkarsa da faydasız, usum başka dünyalardaydı. Ayrıksı bir ozandım ve düşlemimde yarattığım tanımı oldukça zor kocaman bir evrende yaşıyordum!..Değil o güzelim Yeşildağ’ın sazlıklarına, Beyşehir Gölü’ne bile sığmıyordum artık. Sonsuz, mavi ve derin okyanuslar hasretimdi...
Kavuşmaya can attığım yıldızlar sevgilimdi benim. Parlayan bir yıldız olmaktı ereğim!?...
ŞANAL’IN SANATI İÇİN YORUMLAR
“ Gür ve sağlıklı bir çıkış yaparak bugün çağdaş yazınımızda yerini alan Abdullah Şanal, toplumsal kavganın bağrında yeşerttiği şiirini, militan bir duyarlılıkla oluşturur.” (REMZİ İNANÇ)
***
“ Şanal’da, paylaşılır bir dünyayı yaratma özleminin düşünsel eylemi ön plandadır. Şiirinde, eleştirel tavırlı bir orman uğultusu var.” (HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL)
***
“
‘ozansam/ susmak yasak/ sesim kısılmayacak/ölüm yiğitçe gelsin/ apansız
gideceğim/ yaramı göstermeyeceğim’ gibi dizelerini okuyunca anladım şair
öğretmen ŞANAL’ın gerçeğini… Ne mutlu böyle öğretmenleri olanlara!” (OKTAY AKBAL)
***
“Akdeniz’in yumuşak lirizmine
karşı, gür ve tok sesiyle şiire; direncin,umudun, sancılı hüzünlerin öfkesini
getiren Abdullah Şanal, kabaran asi yüreğiyle ovaların, denizlerin dinginliğini
dalgalandıran ve boralara dönüştüren bir şairdir. Kişiliği gibi, şiiri de sınır
tanımaz bir bağımsızlığı içerir.” (MEHMET YAŞAR BİLEN)
***
“ ‘Bir Hüznün Sancısı’nda, şair;
öfkesini dizginleyebildiği dizelerde daha bir başarıyı yakaladığı yepyeni ve değişik imgelerden örülmüş şiirler üreterek dikkatleri çekiyor.” (MUZAFFER UYGUNER)
***
“ Şanal’ın şiire yatkın dili, ozan
olmak sorumluluğu, şiirimize söylenmedik, ama söylenmesi gerekli nice ürünler
taşıyacaktır; buna yürekten inanıyorum.”
(RUŞEN HAKKI)
***
“ Şanal’ın ürünlerinde, insanı ve
gerçeğini kavramada sıcaklaşan öfkeli bir içtenliğin ağır bastığı kabul
edilir.” (ŞÜKRAN KURDAKUL)
***
“ Halk türkülerinin lirik
damarından yola çıkarak, Promete’den Mustafa Kemal’e, Mevlana’dan Anadolu
insanına değin geniş bir insan coğrafyasına gerçekçi bir perspektifle işleyerek
yaydığı ilginç bir şiir dünyası var ozanın. Kendisi, yurdu, siyasal-politik,
güncel olayların ışığında insanlığın tarihi; bazen duygulu, bazen ironik, çoğun
da isyancı bir sese dönüşüyor şiirinde.”
(İBRAHİM DİZMAN)
***
“ Abdullah Şanal’ı, Kurtuluş
Savaşı gerçekliğimizi, devrimci yaptırımı oylumunda, -sarsarak düşündürücü
etkileşimi içinde- farklı vurgulayabilen birkaç ozanımızdan biri olarak
görüyoruz.” (ASIM BEZİRCİ)
***
“ Şanal’ın dizelerinde yazın
denen, sanat denen güç’ü sevmek; acıları duymak, duyurmak, yaygınlaştırmak ve
böylece de o acıların yitip gitmesini istemek çabasının gerçek temsilciliğini,
sözcülüğünü buluruz.” (OKTAY AKBAL)
***
“ Yıllarını şiirinin buyruğuna
vermiş kesintisiz yazan, yazdıklarını da sıcak ve yaşanır kılmayı başaran Abdullah Şanal; her eseri ile kendini sürekli
aşarak toplumcu sanatımızın güçlü adlarından birisi oldu.” (KEMAL SÜLKER)
***
“Toplumcu gerçekçi sanatın
bilinçlendirici, öğretici işlevi, Şanal’ın şiirlerinde en açık biçimde yansır.
Coşkusuyla, sıcak duyarlığıyla birden etkiler okurunu.” (M. YAŞAR BİLEN)
***
“ Ereği; ‘göğün sonsuzluğuna nar
çiçekleri ekmek’ olan ve 70’li yıllarda başladığı şiir yürüyüşünü hiç düşüp
kalkmadan sürdüren şairin, insana, Akdeniz maviliğini duyumsatıp yaşatan o
serin dalgalı sesini; kentlere, ülkelere sığmayan derin hasretini çok seviyorum
ben.” (RUŞEN HAKKI)
***
“Milenyum Şarkıları” kitabında,
şairin Avrupa’da iken yazdığı şiirler de var. Hasret kokan bu dizeleri okurken;
iç burkan bir gülüş çiziliyor yüzünüze... Şanal, diğer kitabı “Aşkın Yedi
Rengi” ile de, 77 binlik aşk ikliminin imgeler kilimini dokuyor yüreğinden:
“sen ateş hırsızı gibi-tanrılara
kafa tutup-gökten dehayı çaldın- ve sürüldün çağdan çağa-tuz basıp derin
yarana- karanlıklarla dövüştün” (Aşkın Yedi Rengi). Şairin dili, içtenliği, estetik bilinci ve sağlam
kurgulu dizeleri adeta çarpıyor okuru. Şanal’ın şiirleri, yaşayan, seven, acı
çeken; insanı içtenliğine sarıp götüren karasevdalı şiirlerdir!... (RUŞEN
HAKKI)
***
“ Şiir sevdamdır benim. Ben hayatı seviyorum, çeliğe su veriyorum! Adımın ‘şiir delisi’ne çıkması bile övüncümdür. O, kural ve tanımlara sıkışıp kalmaz, ödün vermez; hep kendisi olmayı isteyen savaşımcı bir asidir. Her anına tutkuyla sarıldığım bunca yılın özgün akışı içinde, eyleme uymayıp hep önünde yürüyen şiire adadım kendimi. Varlığına yürekten bağlanıp vazgeçemediğim tek belalı sevgilim oldu şiir! Bildiğim ve yaşadığım şiir; akıl dışı bir aklın sınır tanımaz serüvenidir.” (ABDULLAH ŞANAL)