İşadamı,
turizmci, şair (D. 16 Ocak 1954, Silvan / Diyarbakır – Ö. 3 Aralık 2019,
İstanbul). Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde, ilçenin tanınmış tüccar
terzilerinden Teyfik Dabakaoğlu’nun (Teyfik Usta) 12 çocuğundan üçüncüsü ve ilk
erkek çocuğu olarak dünyaya geldi. İlkokulu Gazi İlkokulunda, orta ve liseyi
Silvan Lisesinde bitirdi. Silvan Lisesinin ilk mezunlarındandır. İlkokuldan
liseyi bitirene kadar geçen zamanda, ilçenin ünlü terzisi ve kumaşçısı olan babası
Terzi Tevfik Dabakoğlu (Tevfik Usta)’nun dükkânında çalıştı.
Lise
eğitiminden sonra iki yıl Silvan ve çevre köylerinde yedek öğretmenlik yaptı. Aynı
dönemlerde Silvan’da ilk sivil toplum kuruluşu olan Silvan Yardımlaşma ve
Dayanışma Derneğini kurup ilk başkanlığını üstlendi 1990’ların sonlarında aynı
düşünceyle İstanbul’da Silvanlıları bir araya getirmek için dernek çatısı
oluşturma amaçlı onlarca yemekli toplantılar düzenledi. 1992’de babasının
yaşlılık, hastalık ve vefatıyla başlayan süreçte kendisini artık tümüyle ailesi
ve kardeşlerinin yaşamına sahip çıkmaya adadı. Bu yıllarda yüksek öğrenimini İstanbul
Marmara Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatında tamamladı.
Turizm
hayatına 1978 tarihinde TURBAN Akçay Tatil Köyünde başlayıp Kilyos Tatil
Köyünde devam etti. 1982 yılında kısa dönem askerliğini Isparta’da
tamamladıktan sonra 1983-1987 yılları arasında özel bir kurumda İngilizce
öğretmenliği yaptı. Bu sürede yabancılara Türkçe Dil Dersleri verdi. 1988
yılında Turizm hayatına tekrar döndü ve Kültür ve Turizm Bakanlığından A Belgeli
Turizm ve Seyahat Acentalığı belgesiyle turizmcilik yaşamına devam etti.
Acentanın kuruluşundan sonra altı ay Anadolu’nun tüm bölgelerini turizm, kültür
ve sosyal yaşamı tanıma amaçlı gezdi.
1993-97
yılları arasında TÜRSAB (Türkiye Seyahat Acentaları Birliği) Asya Bölgesel
Yürütme Kurulunda iki dönem 2. Başkanlık görevini üstlendi. Aynı dönemlerde
üniversitelerde kurulmaya başlanan “Turizm ve Seyahat Acentacılığı Bölümleri”nde
derslerin isimleri ve konuları konusunda Marmara Üniversitesi aynı isimle
anılan bölümde danışmalık yaptı. Yine aynı zaman diliminde Eskişehir Anadolu
Üniversitesi Turizm ve Seyahat İşletmeciliği bölümünün açılmasında TÜRSAB adına
konferanslara katılıp seminerler verdi. Kültür ve Turizm Bakanlığının
yurtdışından gelen basın mensubu misafirlerinin tanıtım organizasyonlarını gerçekleştirdi.
Silvanlı
ilk turizmci olan Mücahit Dabakoğlu, Diyarbakır ve bölgesinin ilk Tur
Operatörüdür. Aynı zamanda İstanbul Anadolu Yakasına ilk turist grubunu
organize eden turizmci olarak bilinir. Her ortamda kendini “Sosyo-Politik Biri”
olarak tarif eden, çeşitli gazete ve dergilerde turizm ile ilgili makaleler
yazmış olan Dabakoğlu’nun sosyal medyada sosyal ve siyasal mesajlar içeren
makaleleri de bulunmaktadır.
Mücahit
Dabakoğlu, kitap okumayı, gezmeyi, sosyolojik konularla ilgilenmeyi seven
Edebiyatçı olma iddiasıyla ortaya çıkmasa da çocukluk yıllarından beri şiirle
iç içe yaşamayı sürdürmektedir. Oldukça güçlü şiirlerin şairidir. Şiire devam
etmenin yanı sıra diğer ilgi alanı felsefeyle de bağlarını sürdürmekteydi.
Vefatı:
Mücahit
Dabakoğlu, yakalandığı kanser hastalığından kurtulamayarak 3 Aralık 2019 günü İstanbul’da
tedavi gördüğü hastanede vefat etti. Cenazesi, doğum yeri olan Diyarbakır’ın
Silvan ilçesine götürülerek Karabehlülbey Mezarlığında toprağa verildi.
Dabakoğlu,
Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Almanca ve biraz da Farsça biliyordu.
KAYNAK:
Mücahit Dabakaoğlu (17.05.2018), Ailesinden alınan bilgiler (03.12.2019).
Kasırgalar kurşunluyor ruhumu
Beynim
Delikdeşik.
Tartaklıyor gönlüm bilincimi
Usulsuzca…
Yıpranıyor benliğim
Çakan
şimşeklerin
Maytaplarında…
Sağanak,
Çiselemeye
başlıyor…
Güneşin meltem esintisinde
Bir el!
Ayna tutuyor,
Rengimi anlatıyor
Zarifçe
Taşıyor duygularım
Gözyaşlarımda
Dost
omuzlarına
Sevinçle…
Kasırgalar kurşunluyor ruhumu
Çeliğe
su verilmeyeceğini unutarak…
29.03.06
Yoksa…
Duray gibi mi olsam diyorum kendime,
Gülücüklerime mi versem
insanlığımı
“merhaba” “günaydın” mı desem
Değer değmez herkese
İçtenlikle ve candan
insan olmam sıfatıyla
Zelal gibi mi olsam,
Diyorum acaba,
Derinliklerine mi dalsam
tüm gizemlerin
iyiliklerini ayıklamak için
Sahip mi çıksam sevgisizlere,
kimsesizlerin tümüne
bir yudum sevgi içmek için kaynağından
Nagehan mı olsam
Diyorum,
Söylensem,
Karşı çıksam yanlışlıklara
Bağırıp çağırsam,
Yakınlarımı korumak için
Pembe dünyamın duygusal körlüğünde…
değerimin anlaşılmadığından yakınarak
Yoksa
Medeni gibi
Pazarlık mı yapsam kendimle,
“hangisi insanlık adına beni daha iyi tanımlar”
karmaşasıyla
Kapasam feleğin tüm kavşaklarını
Kötülüklere
size ulaşmasın diye
Veya jıyan gibi
Gözlerimin feri mi dönse
Kanatma korkusuyla bir kez daha
Hayat damarlarımı…
Sarılsam mı kavaga mı etsem
Kendimle ve herkesle
“nedir bu kendimde insanlardan çektiğim?”
İkileminde
İnsan olmam bütünlüğüyle
Gözde mi olsam
Diyorum bazen
Ürkek ve temiz
Dünyayı öğrensem
Dostlar sıcaklığında
Olduğum gibi davranarak
Varlığımı hissedip…
Acaba diyorum
Sonra kendime
Kanallar mı kuruldu aramızda
Biribirimize kan dağıtan
Damlalarımı ben mi sizden aldım
zerreleri siz mi bana damlattınız
Doğrusu,
Kendim olmam bana zulüm
Anlatamazsam sevgiliye
İnsanlığım eksik kalmasın diye…
09.02.2006
Gönüldür…
Kalbi yoran.
Ciğerlere oksijen gönderen,
Gözlere neşe veren,
Duymayı engelleyen,
Dili ağırlaştıran,
Gönüldür…
Burnu sulandıran,
Kaşları çatan,
Gamze yaptıran,
Cildi yumuşatan,
Saçları dağıtan,
Kirpikleri ıslatan da
Gönül…
Hayatın tomurcuğu,
Ruhun tılsımı da,
Gönüldür…
Varlığın kendisi de…
Diken tehdit olmaz benim
gülüme
Tırsmam yarimle uçurum
kenarında
Ölüm kardeştir bu dünyaya
Yeter ki sevgi bende ben
sevgi olayım
04.04.2011
Omurga, omurlardan oluşmuş,
içinde omuriliği barındıran kemik yapısıdır.
Omurga,
kemikten, kıkırdaktan ya da her ikisinden oluşan iskeletin en önemli bölümü ve
de temel eksenidir. Sırt boyunca uzanır ve vücuda destek sağlar.
İnsanların
ve hayvanların çatısını, duruşunu, destek yapısını meydana getiren temel
sistemdir. Kasların tutunduğu, başın, gövdenin göğüs ve karın boşluğundaki iç
organların muhafaza edildiği hareketli veya hareketsiz organik yapıdır.
Omurgasız, bir omurgası olmayan hayvanlara verilen genel bir addır. Omurgasız olarak adlandırılan canlıların yapılarında hiçbir iskelet bulunmaz. Omurgasız hayvanların vücudunun dış kısmını örten ve destekleyen bir dış yapı ya da kabuk bulunur.
Hazır besinle beslenirler. Akciğerleri yoktur.
Omurgasız hayvanlardan bazıları; sivrisinek, çekirge, kene, örümcek, sinek, solucan, hamam böceği, ahtapot vb.
Bu
açıklamaların nedeni;
Mecazi
olarak insanlar aleminde, bunların kişisel, toplumsal, kültürel yansımalarını
açıklamak ve siyasi dönüşümlerini benzeştirmektir. Yoksa doğadaki varlıklarının
gerekli olduğu bilinçsiz hayvanları, düşünebilme yetisine sahip “omurgasız”
insanlarla karşılaştırmak değildir.
Çevremizde
bulunan insanlara bir bakalım; davranışları, düşünceleri, insan ilişkileri
temel bir yapıyla örtüşüyorsa “omurgalı bir insan” diye tanımlarız.
Tutarsızlıkları, davranış bozuklukları, düşünce ve davranışlarında sürekli bir
değişim varsa “ omurgasız biri” diye adlandırırız.
Canlıların
oluşum süreçlerine, yani milyarlarca yıla dönüp antropolojik açıklama yapacak
değilim. Gelinen noktaları yorumlamakla zaten bunlar anlaşılmış olacak.
Gerek
geçmiş tarihlerini gerekse aile kan bağlarını bilmeyen ya da bilmek istemeyen
insanlar, doğal olarak onları sarmalayan kabuğun altına ya da içine girip
saklanmayı tercih ederler. Bu onlar gibi “ omurgasız”ların yaşama şansı veya
kurtulma yoludur. Hamamböceği bunlara güzel bir örnektir.
Diğer
bir kısmını sivrisineklere benzetirim. Yaşamak için mutlaka birilerinin
kanlarını emerler. Başka yolları da yoktur. “omugalı”lar bunları sevmez ve
onları imha etmek için ellerinden geleni yaparlar.
Solucanlar
vardır, kendilerine yer altında da olsa bir yol bulur. Ya da çekirgeler zıp zıp
zıplarlar… Veya keneler, yapışıp kalır insan vücuduna.
Ama
en tehlikeli olanları örümcek ve ahtapotlardır. Bu “omurgasız” lar herkesi
kendilerine benzetmek ve onları sarmalamak için ağlarını ve kollarını çok iyi
kullanırlar. Bir süre sonra onların hegemonyasındadırlar ve onlarsız yaşam
düşünemezler. Böylece geçmişleri yoktur artık. Hatta geçmişlerini inkâr eder ve
belleklerinden bunu silmeye uğraşır.
Ta
ki bir “omurgalı” gelip ağları ve kolları parçalayana kadar. O zaman
“omurgasız” ların dengeleri bozulur. Zaten artık “omurgalı” bir hale gelemezler
ama sarmalayan kollar yıkılmış olur ve başkalarına zarar vermeleri engellenir.
O
halde etrafımıza şöyle bir bakalım; çevremizdeki insanları bu gözle
değerlendirip “ omurgalı” ve “omurgasız” olarak ayrıştıralım. Göreceğiz ki çoğu
omurgalarını ya ahtapotun zehirli tükürüğünü almış ve onun kollarına bırakmış
ya da örümceğin ağlarına yani “omurgasız” lığı tercih etmişlerdir.
Elbette onların da ahtapot ve örümcek olma
hayalleri oluşmuştur.
Ama
düşünmezler ki bir serçe kuşu örümceği mahvedebilir. “deniz bukalemunları” da
denilen ahtapotların ne kadar korkak olduklarını, tehlike hissettiklerinde en
küçük bir kaya aralığına sığındıklarını...
“omurgasız”
laşıp tek hücreli canlılara dönüşen insanların artık insan fıtratında bulunan
vahşet ve zulüm gibi şeyleri savunmaya başlarlar. Karakterleri bozulmuştur.
Güce taparlar. Yalan söylemek normalleşir. Evrensel değer yargıları ya bozulur
ya da tersi durumuna dönüşür. En yakınlarının aleyhine entrikalar çevirmeye
başlarlar. Ve buna şahsi ve uydurma felsefeler yaratırlar. Böylece çevrelerine
ahtapot zehrini verip örümceğin kollarına atarlar.
Artık
onlar için doğru budur.
Toplumlarda
ve milletlerde “toplumsal algı yönetme” şekline dönüştürülebilen bu yöntem; bir
üst kültüre hayranlıkla özenti şeklinde kendini gösterebilir. Veya ait olmadığı
bir millete aitmiş gibi asimile edilmeye hazır kültürel erozyonuna da
uğrayabilir.
Güç
ve Kudret’ e tapım o denli toplumsal değişimler yaratır ki, milletleri
diğerlerinden ayıran en önemli faktörler de inkâr edilmiş ve savunmasız halde
bırakılmış olur. Doğruları savunanlar azınlık hale getirilip
marjinalleştirilir. Çünkü Güc’e tapmayı reddetmişlerdir.
Halk
artık başlıklara bakıp, gazete resimleriyle düşünmeye başlamıştır.
Derinlemesine düşünmesi için sebebi yoktur. Onlar yerine birileri düşünüyordur
zaten. Kendilerini yormaya gerek görmezler.
Öyle
kalın kabuklarla kapatılmışlar ki üzerlerinden geçen ağırlığı, kendi güçlerinin
kaldırdığına inanırlar.
Daha
da ileri giderler. “Tanrı” kavramını yeryüzündeki temsilciliklerine dahi
indirgeyebilirler. Biraz daha akıllıları kendilerinin kerametli bir “peygamber”
olduğunu satır aralarında birilerine söyletebilirler.
Böylece
oluşan toplumsal katmanlara yanaşabilmenin “becerisi” ni elde edebilenler yani
“omurgasızlar” a gün doğar. Çoğunluktadırlar. Koyun olmanın keyfiyle
şarlatanlıklar yaparlar. Elbette bu hem ahtapotların hem de örümceklerin işine
gelir ve arada onları sınava tabi tutup bir üst sınıfa taşırlar.
Tabaka
değiştirdiklerinde sıyrılmışlardır. Alttakilerle tenezzülen iletişim kurarlar.
Halk onlar için “avam” durumuna düşmüştür. Kendilerine enjekte edilen zehrin
bir kısmını etrafa saçmaya başlamışlardır.
Bu
uyuşturmanın sersemliği onları keyiflendirir. Kral olma hayal dünyasına geçmek
isteyenlerden çok daha fazlasını “kralcı” yalakalar oluşturur.
Tebaa
“yeni kral sen çok yaşa” travmasını yaşamaya başlamıştır. Hayali doğrular,
gerçeklerle yer değiştirmiştir.
Toplumsal
psikolojide açılan gedikler magazin dünyasıyla kapatılmaya çalışılır. Gidişatı
görenler, düşünenler, inançlılar ya sinerler ya da isyan bayrağı açarlar.
Tabi
ki bu arada afyon verilmesi ihmal edilmez.
Bu
denge bozukluğunun en güzel örneği 1999 olan deprem travmasıdır. O dönemlerde sosyal psikolojinin düzeltilmesi
için seferber olmak isteyen toplum bilimcilerin dikkate alınmadığını
hatırlayalım.
Siyaset
bilimi ( politikacıları kastetmiyorum) bütün bu keşmekeşlikleri, bozuklukları,
dengesizlikleri, toplumsal ayrışmaları, çatışmaları hatta düşmanlıkları
engellemek veya körüklemek için siyasi projeler geliştirirler.
Bunların
bir kısmı “demokratik” olabileceği gibi diğer bir kısmı “imha etme” ye
yöneliktik.
Bunları
bir mekanizma halinde düzenlemek için de bir devlete ihtiyaç duyarlar. Devleti
ele geçirenler “muktedir” olacakları için her yolu mubah görmeye hakları
olduğunu düşünürler ve öyle davranırlar.
Devlette
kurdukları düzen ya bir sömürü düzenidir ya da eşitlik ve huzur…
Toplumdaki
her kesim, taraf oldukları tercihlerini dile getirmek için siyasi partiler
kurar veya kendilerine en uygun siyasi yapılara yönelir.
İşte
devlet bu noktada ne olduğunu gösterir: Cumhuriyetçi mi, Demokrat mı? Ezen mi,
Eşitlikçi mi? Halkın hizmetine mi geçer, Halkı hizmetine mi alır?
Sadece
devletlerin “omurgalı” “omurgasız” larını kastetmek eksik kalır. Bu arada
siyasi partilerin ne kadar “omurgalı” oldukları da gelişen olaylardaki “dik
duruş” ları ile anlaşılır.
Bu
“dik duruş” lar demokrasiye mi hizmet ediyor yoksa imha etmeye mi? Kısır parti
çıkarlar mı, toplumsal huzur mu? Hazır besinle besleniyorlar yoksa kendileri mi
üretiyor? Topluma nefes verecek akciğerleri var mıdır, yok mudur?
Savaş
mı, Barış mı?
Sorularımın
cevapları elbette bende bulunuyor. Ben bunu okuyanlara soruyorum. İster
kendileri düşünsün ister çevrelerine sorsunlar.
“omurgasız”
lar hiçbirine zahmet etmeyecek zaten.
Son
sözüm bu “omurgasızlar” olmasaydı, biz, “omurgalılar” ın değerini nasıl
anlayacaktık.
Tüm
çiçekleri gezip bize bal yapan ARI’yı yazdıklarımdan muaf tutuyorum…
Üç gündür
bir sis var üstümde,
Karanlık
bir toz,
Yangınlardayım…
Tutturamıyorum
beynimden geçenle,
Ağzımdan
çıkanı,
Yazıya
dökülenle…
Ruhumun
ezikliği
Kalbimle
eşitlenmiyor.
Gözlerim
dudaklarımı titretiyor.
Can pazarı
yaşıyorum benliğimde.
Ekmek
arası kömür mü yesem bu öğlen yemeğinde,
Yirmi dört
saat nefes mi almasam,
Kör bir
kuyunun içinde mi kalsam
Üstünü
kapatıp,
Versem
gazı
Alevleri
çeksem içime…
Varsa
vicdan,
Ne Türk,
Kürt, Alevi, Suni
Orda
insan…
Varsa hem
şehri,
Ne
Manisalı, Karadenizli, Diyarbakırlı,
Orda
herkes SOMA’lı…
Bir
süre önceydi. İhsan Işık’a “Türkiye Yazarlar, Şairler Ansiklopedisi” ve
internetteki BİYOGRAFYA “Türkiye Ünlüleri İnternet Ansiklopedisi’ndeki
bilgilerimin güncellenmesi, yeni kitap ve etkinliklerimin de yer alması için
bir e-posta göndermiştim. Her zaman olduğu gibi zarif ve olumlu ifadeleriyle
geri dönüşler aldım kendisinden. Daha sonra da “Bir ara görüşelim..” notu
geldi. Ancak bu kadar kısa bir sürede bir araya gelebileceğimizi düşünmemiştim.
Notun iletilmesinden yalnızca 2 gün sonra…
…
15/12/2018
Cumartesi…Telefonum çalıyor. Arayan İhsan Işık.
“Kadıköy’deyim
Nusret Karaca.14.00 gibi sahile yakın bir yerde olacağım, müsaitsen gel. Şair
bir kaç arkadaşla toplanacağız.”
“Çok
isterim. Gelebilirsem.” diye karşılık veriyorum davetine.
Bir
kaç dakika sonra telefonuma bir mesaj. Bulunacağı mekan. Ve ben dayanamayıp bu
nazik davet için yola çıkıyorum.14.00 gibi Reşitefendi sokakta Mücahit
Dabakoğlu‘nun bürosundayım
Dabakoğlu
Turizmci. Ancak bir eğitimci, şair, yazar…
Alçakgönüllü.”Kendime
göre..”diye kısa kesiyor şair kimliği üzerine yorumumu.
İhsan
Işık gelene kadar eğitim, edebiyat, eğitim, edebiyat ve de hayata dair
söyleşiyoruz. Sonra İhsan Işık geliyor.
Yanında
Beşiktaş’tan şair Sabri Galip Nakipler. Beni yine besleyen dakikalar…
Birlikte
beslendiğimiz yeni konular… zaman su gibi…
Ben
bir yandan belleğime kaydediyorum bazı söz ve cümleleri…bir kaç tane de olsa
yazmak, paylaşmak, edebiyat tarihine İhsan Işık’tan bir fotoğraf ve birkaç
satır yazı bırakmak…Daha önce Gazete Kadıköy‘de “Kuğulu Parktaki Kuşlardan
Biri” adlı şiir kitabının tanıtımını yapmış,
Moda’da
ki imza günleri’nden birine katılmıştım.
…
Sair,
Yazar, Gazeteci, Yazar, Filolog, Bürokrat, Başbakanlık eski danışmanlarından,
Çocuk Esirgeme Kurumu eski başkanları’ndan
Diyarbakırlı,
Mayıs 1952 doğumlu. Ciklet satıcılığı, garsonluk, otel ve matbaa işçiliği’nden
bir çok farklı işten tutun gazetelerde köşe yazarlığından bugünlere… Erzurum
Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunu. Çok sayıda esere imza
atmış. En çok “Ansiklopedileri” ile biliniyor.
…
İşte
Kadıköy’de kısa bir zaman diliminde İhsan Işık’tan…
…
-Şiir
de Nazım Hikmet okudum önce. Babamın kitapları arasındaydı. Sonra Necip Fazıl
Şiirleriyle…Cemal Süreya ve diğerleri geldi sonra. Nazım ve Necip Fazıl ..ikisi
de bu ülkenin şairi. Farklılıklar olacak.
-Bir
arkadaşa halk ozanı olduğunu söyleyen biri çok sayıda şiir getirmiş.1000 kadar.
“Bir o kadar daha var.” demiş. Arkadaş birazını okumuş ve iade etmiş. Yani
önemli olan sayı değil. Nitelik, içerik. Bazen bir söz bir dize çok şey
anlatır. Bana hitap etmeli, benim yüreğime dokunmalı şiir.
-Şiir
toplantıları yapılıyor. Birçok kişi kendi şiiri dinlensin istiyor, okunanların
ise çoğunu dinlemiyor.
-Dost
ahbap ilişkisi de bazen kitap için belirleyici oluyor. Hatta bazen kitap
çıkmadan övgüler başlıyor. Tanıdıkların her biri bir kaç farklı yerde olumlu
yorumlar yaptıysa tamam. Ancak bu, gerçek şiir ve şairin ortaya çıkmasına engel
oluyor.
-Gençlerimiz
tablet, bilgisayar, telefon başında sosyal.. sanal alemde. Çoğu yalnız, mutsuz,
umutsuz.
-İngiltere’de
( Oxford ta sanırım) bu sosyal medya bağımlılığı ve bunun olumsuz sonuçlarıyla
ilgili bir bölüm bile açıldığını duydum.
-Bana
Ansiklopediler ve Biyografya çalışmalarımla ilgili bilgiler geliyor yazar ve
şairlerden, bilim insanları’ndan. Ancak çoğu eksik bilgi. Doğum tarihi,
kitaplarının konuları, yayın tarihleri gibi bir çok eksiklikler var…Kitapların
adları var da, deneme mi? ,şiir mi? ,roman mı?, Hikaye mi?….Belirteceksin.
-Herkes
eskiden çok şeyimiz yoktu ancak mutluyduk diyor. Evet. Benim annem dışarda
çalışmıyordu, ev kadınıydı. Şimdi düşünüyorum. Ben ve kardeşlerim ne yapardık
tersi olsaydı. O ortam da biz sevginin sıcaklığını aldık, bazı duyguları. Bu
bir kazanç. Simdi şartlar değişik. Anne baba çalışıyor, bu duyguların yaşanması
için aile ortamı önemli Mücahid Dabakoğlu’nun da değindiği gibi. Birey olmak
evet, ancak bu aile ortamından uzak anlamda değil .Yorgun gelen anne baba,
teknoloji’nin yeni getirdikleri ile ilgilenen çocukla ilgilenmezse, sessizlik,
dinlenme olsun düşüncesiyle bir arada bulunup aile ortamı oluşmuyorsa ve
çocukların, gençlerin çoğu böyle yetişirse…
-Sadece
şiirle de yetinmemeli insan, başka şeyler de yazmalı. Deneme, öykü vs
Aziz
Nesin ‘in sözü sanırım.”Ülkede her beş kişiden altısı şair.
-Seninle
buluştuğumuza sevindim Nusret Karaca umarım daha sık karşılaşırız.
…….
Evet!
Arada Mücahid Dabakoğlu, Sabri Galip Nakipler ve benim de katıldığım bu sohbet
aslında kendiliğinden bir edebiyat toplantısına dönüştü. Güzel olan da buydu.
İhsan Işık koltuktan kalkmadan izin isteyerek bir kare de fotoğrafını çektim
yazıma ek olur diye.
Sonra
oradan ayrılıp Bahariye’ye doğru yola koyuldum. Halk Eğitim Merkezi‘nde bir
bardak çay içerken bu yazının içeriğini düşündüm.
…
Bugün
06 Mayıs 2021
Kısa
ya da uzun hiç önemli değil, yaşanmışlıklar ve “an” lar önemli.
Notlarımı
toparlayıp bu yazıyı kaleme aldım. Başka bir fotoğrafı ile, kitaplarından bir
kaçının kapaklarını da bu yazıya ekleyerek epeydir aklımda olanı
gerçekleştirmenin huzuru ile rahatladım.
Bizde
böyle…
Bir
işe başladın mı eninde sonunda bitireceksin…
Yazmak
böyle bir şey!
KAYNAK:
İhsan Işık İle Kadıköy’de Bir Cumartesi (Söyleşi: Nusret Karaca, sanattasarimgazetesi.com,
10 Mayıs 2021).