Gazeteci-yazar.
10 Ekim 1946, Yozgat doğumlu. Yozgat Gazipaşa İlkokulu, Yozgat Lisesi (1963) ve
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi (1968) mezunu. 1973–78 yılları arasında
Yozgat’ta avukatlık yaptıktan sonra Ankara’ya taşınarak Hergün gazetesinde köşe
yazarlığına başladı.
Milliyetçi
Hareket Partisi Yönetim Kurulu üyesi olduğu 12 Eylül (1980) döneminde tutuklandı.
Bir süre Mamak Cezaevi’nde kaldıktan sonra askeri mahkemede yargılanarak beraat
etti. Tutukluluğunun ardından Yankı dergisinde başyazar olarak çalıştı. Tercüman
gazetesinde köşe yazarlığı ve genel yayın yönetmenliği (1986–90), Meydan,
Milliyet, Hürriyet gazetelerinde köşe
yazarlığı yaptı. 1998’de CNN Türk televizyonu genel müdürü oldu. Halen köşe
yazarlığını Hürriyet Gazetesinde sürdürmekte, aynı zamanda CNN TÜRK
televizyonunda siyasi ve kültürel konularda “Eğrisi Doğrusu” programını
hazırlayıp sunmaktadır.
İlk
yazıları 1976 yılında Hergün
gazetesinde yayımlanmıştı. Onun dışında yazıları Yankı, Türk
Edebiyatı, Töre, Hamle ve Türkiye Günlüğü dergilerinde yer aldı. Politika
ve Şiddet adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği Ödülünü (1980), CNN
Türk’te yaptığı Eğrisiyle Doğrusuyla adlı
programla aynı kuruluşun tartışma dalındaki ödülünü (2003) ve Prof. Dr. Mehmet
Kaplan Sosyal Bilimler Lisesi Yılın Gazeteci Ödülü’nü (2007) aldı. İstanbul
Gazeteciler Cemiyeti üyesi ve TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Mütevelli
Heyeti üyesidir. Evli ve iki çocuk babasıdır, İngilizce bilmektedir.
ESERLERİ:
ARAŞTIRMA-İNCELEME:
Sovyet Stratejisi ve Türkiye (2 cilt, 1967), Leninsiz Komünizm (1979),
Politikada Şiddet (1980, 2005), 1980‘lerde Türkiye (1980),
Tarihten Geleceğe (1982), Haricilik ve Şia (1988), Hayat Yolunda
Gençler İçin Anılar ve Öneriler (1998), Osmanlı‘da ve İran‘da Mezhep ve
Devlet (1999), Hariciler ve Hizbullah - İslâm Toplumlarında Terörün
Kökleri (2000), Kitaplar Arasında (2002), Medine’den Lozan’a (2004), Azerbaycan
Sovyetler ve Ötesi (2005), Eğrisiyle
Doğrusuyla Avrupa (2006), Ters Lale
(Ortak kitap, 2006), Türban (2008), Ama Hangi Atatürk (2008), Ortak Acı 1915 Ermeniler ve Türkler
(2009), Bilim ve Yanılgı (2010), Osmanlı ve İran’da Mezhep ve Devlet
(2010), Kayıp Tarihimiz (2011), Tarihin Dönüşü (2011), Demokrasiden Darbeye Babam Adnan Menderes
(Aydın Menderes’in anıları, 2011), Atatürk’ün
İhtilal Hukuku (2012), Rumeli’ye Elveda (2014), 101 Kitap (2015), Türkiye’nin Hukuk Serüveni (2015), Türkler ve Ermeniler (2015), 1914-1915
Felaket Yıllarında Osmanlı ve Ermeniler (2015), 1919 - 1920 Mondros, Sevr ve Kuva-yı Milliye (2016), Bilinmeyen Lozan (2017).
SÖYLEŞİ:
Osmanlı Mirasından Cumhuriyet Türkiyesi‘ne - İlber Ortaylı ile Konuşmalar (2002).
KAYNAKÇA: İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) -
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
(2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri
Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Tufan
Gündüz / Osmanlıda ve İran‘da Mezhep ve Devlet (Virgül, sayı: 25, Aralık
1999), Nuray Mert / Adam Olacak Gençlere Hayat Bilgisi Din ve Tarih
Dersleri (Virgül, sayı: 31, Haziran 2000), Yeşim Topraksız / Taha Akyol’un
“Sağ” Duyusu (Virgül, sayı: 29, Nisan 2000), Son Dönem Tarih Araştırmalarına
Bir Bakış (Cumhuriyet Kitap, 11.01.2001), Aslı Örnek / Kitaplar Arasında (Radikal
Kitap, 5.7.2002), Kitaplar Arasında (Milliyet Kültür-Sanat, 14.7.2002), Taha
Akyol (internet kitapçıları, 06.09.2017).
YİNE LOZAN
TAHA AKYOL
TARİHİ tarihçilere bırakmak doğru bir ilkedir; fakat tarih hakkında tabii ki tarihçi olmayanlar da konuşur.
Ben tarihçi değilim ama tarih üzerine yazıp duruyorum işte. Çok mutlu değilim, belki de sıkıcı oluyor... Ama tarih günlük siyasette öyle çok yer tutuyor ki, ben de ikide bir yazıyorum.
Sayın Cumhurbaşkanı dün adaları “Lozan’da verdiğimizi” söyledi ya, adeta soru yağmuruna tutuldum: Adaları Lozan’da mı kaybettik? İzmir’e giren ordu adaları da alamaz mıydı?...
Sayın Cumhurbaşkanı’nı danışmanları yanlış bilgilendirmiş olmalı. 12 Adaları 1911’de İtalya, Ege adalarını 1912 Balkan Harbi’nde Yunanistan almıştı; çünkü Osmanlı feci bir mağlubiyete uğramıştı.
Benim “Bilinmeyen Lozan” adlı belgesel ve kitabımda ayrıntılar vardır, buraları geri almak Lozan görüşmelerinde söz konusu bile olmadı. Niye mi?
MİSAK-I MİLLİ
Mondros Mütarekesi’nden sonra, Osmanlı Meclisi’nin ilan ettiği Misak-ı Milli’de Musul ve Kerkük vardır ama adalar yoktur! Çünkü Misak-ı Milli, Birinci Dünya Savaşı’nın ateşkesle bittiği sırada Türk ordusunun bulunduğu yerleri “vatan” olarak tanımlıyordu.
12 Adalar’da İtalyan ordusu, Ege adalarında Yunan ordusu vardı.
Balkan Harbi’nden sonra imzalanan Atina Antlaşması’nda Ege adalarının geleceğine “büyük devletlerin karar vermesini” Osmanlı kabul etmişti. Çünkü Edirne’yi zor kurtarmıştık, yeni bir savaşı müttefiksiz göze alamazdık.
Büyük devletler 14 Şubat 1914’te adaları zaten almış olan Yunanistan’da bıraktı, İmroz ve Bozcaada ile Meis Türkiye’nin oldu. Misak-ı Milli ve Lozan bunun teyididir. Meis mi?...
Lozan’da İsmet Paşa 14 Haziran 1923 günlü konuşmasında Meis yüzünden barışın tıkanmaması için kendi deyimiyle “ağır bir fedakârlık” yaptı. Zira asıl amaç kapitülasyon zincirinden kurtulmaktı, Lozan’da bu sağlanmıştır.
ADALARI GERİ ALMAK!
9 Eylül 1922’de İzmir’i kurtaran muzaffer ordu, adaları da alıp Lozan’da masaya öyle oturamaz mıydık?
Ne dersiniz? Böyle yapamaz mıydık?
Fakat Türk ordusu büyük bir zaferle İzmir’e girdiğinde, limanda bekleyen İngiliz ve Fransız harp gemilerine karşı elinde bir tanecik tekne var mıydı?!
Balkan Harbi’nde Selanik’i kaybetmemizin de önemli sebeplerinden biri Yunanistan’ın elindeki Averof adlı dretnota karşı Osmanlı’nın bir tek dretnotunun olmaması, bu sebeple İzmir’den Selanik’e asker ve mühimmat sevk edememesiydi. Hamidiye zırhlımız Lübnan’dan kömür almak zorunda kalmıştı!
Musul’u niye alamadığımızı da saygın devlet adamlarımızdan Başbakan Rauf Bey, Meclis’in 28 Ocak 1923 günlü gizli oturumunda anlatmıştı: Musul’da İngiliz harp tayyareleri var, bizim değil tayyare, benzinimiz bile yok!
Kazım Karabekir Paşa da eklemişti: Orduyu İzmir’den çekip (tabii yürüterek) Musul’a götürürsek, Mudanya mütarekesi ile kurtardığımız Trakya’yı Yunanistan yeniden işgal edebilir!
ÖZETİN ÖZETİ
Balkan ve Birinci Dünya savaşlarındaki ağır kayıplar üzerine, Kurtuluş Savaşı’nda nasıl yokluklar içinde ve nasıl dikkatli stratejilerle zafer kazanıldı, görüyor musunuz?
Büyük zaferi Lozan’da heba etmediler; bazı eksikler olsa da yapılabilecek olanı yaptılar. En önemlisi de Osmanlı bütçesinin üçte ikisini alıp götüren Düyun-u Umumiye ve kapitülasyonları kaldırarak bağımsız Türkiye’yi kurdular.
23 Temmuz 1923 günlü Tevhid-i Efkar gazetesinde muhafazakâr gazeteci Ebuzziya Zade Velid Bey, imparatorluk topraklarının kaybından üzüntüsünü belirtirken, Lozan’ı şöyle tanımlamıştı:
“Delegelerimiz siyasi ve iktisadi istiklalimiz açısından mevcudiyetimizi ve milli inkişafımızı sağlayacak bütün esasları kurtarmaya muvaffak oldular.”
Doğrusu ve özetin özeti budur.
Not: Bu akşam saat 19.30’da CNN Türk’te ‘Eğrisi Doğrusu’ programında konuğum CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu. Kendisine OHAL, AYM’deki davalar ve yargı bağımsızlığı konularını soracağım.
KAYNAK: Taha Akyol / Yine Lozan (hurriyet.com.tr, 30.09.2016).
BAŞBAKAN
Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasında vurgulu bir şekilde
Selahaddin Eyyubi’den bahsetmesine sevindim. Bugün ben de bu büyük kahraman
üzerine yazmak istiyorum. Amacım, tarihin bugünkü tasavvurlarımızdan farklı
olduğunu, Selahaddin’i bir milliyetçilik sembolü haline getirmenin yanlışlığını
anlatmaktır.
1137 yılında Tikrit’te doğan Selahaddin, Kürt’tür, zira babası Necmeddin
Eyyubi’nin Kürt olduğu tartışmasız bir gerçektir. Fakat hepsi bu kadar değil.
Necmeddin Eyyubi,
Selçuklu emirlerinden İmadeddin Zengi’nin
ordusunda görevlidir. Ordu Türkmen ağırlıklıdır
fakat Kürt ve Arap da vardır. Selahaddin’in
kardeşlerinden ikisinin adı Tuğtekin ve Turanşah’tır. Bu durum Selahaddin’in
annesinin Türk olduğu rivayetini kuvvetlendirmekten öteye, modern “millet”
olgusunun teşekkül etmediği o çağlarda kavim ve kültürlerin ne kadar iç içe
geçtiğini ve İslam potasında yoğrulduğunu gösterir.
Selahaddin’in ordusu ve devleti de böyle bir Müslüman kavimler karmasıydı. Selahaddin’in
Ahlat komutanı
Beğtimur’du mesela...
Eyyubi devleti kavmi nitelikli olmadığı gibi, coğrafyası da Suriye ve Mısır ağırlıklıydı ki bugün buralar ne
‘Türk’tür ne de ‘Kürt.’
Eyyubi devleti
Tarihçi Claude
Cahen, Selahaddin zamanında Doğu Anadolu’ya göçebe Kürt nüfus göçü
olduğunu anlatır. Aynı şekilde göçebe Türkmen göçü de oluyordu.
12. yüzyılda Antakya-Urfa-Mardin bölgesinde yerli Hıristiyan nüfusa dayalı Urfa Haçlı
Kontluğu kurulmuştu. Mısır’a kadar sahil şeridinde Haçlı kontluk ve krallıkları
da kurulmuştu. Bu durum bin yıl önceki Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da nüfus kompozisyo-nunun
bugünkü tasavvurları-mızdan çok farklı olduğunu ve önemli oranlarda otantik
Ermenilerle Süryanilerin bulunduğunu gösterir.
Üç ciltlik Haçlı
Seferleri’nin büyük tarihçisi Steven Runciman’ın belirttiği gibi, Eyyubi
devleti, “Selahaddin’in şahsiyetinin kudreti sayesinde” kurulmuş, onun ölümüyle
yıkılışa geçmişti. Yine Runciman’ın belirttiği gibi, o çağlardaki İslam
devletlerinin büyük zaafı, devamlılık sağlayacak kurumların henüz oluşmamasıydı.
Sebebi Müslüman kavimlerin yerleşik medeniyete geçişi tamamlamamış olmalarıydı.
Bu Osmanlı’ya nasip olacak, altı yüzyıl devam edecek ve Osmanlı kurumlarının
birçoğunu Cumhuriyet devralacaktı.
İslam’ın kahraman ve adaletli serdarı Selahaddin ve Haçlı Seferleri hakkında
Runciman’ın belirttiğim kitabıyla Prof. Ramazan Şeşen’in Selahattin Eyyubi ve
Devlet adlı kitabını tavsiye ederim.
Rönesans’ın kaynakları
12. yüzyılda Antakya ve Urfa çevresinden başlayarak Mısır’a kadar Doğu Akdeniz’in Haçlıların eline geçmesi, akıl almaz sonuçlar doğurdu. Tarihçi Braudel’e göre, yüz elli yıl devam eden bu Haçlı hâkimiyeti yüzünden Müslümanlar karalara çekilip içe kapanmış, zihinler daralmış, İslam medeniyeti gerileme sürecine girmişti; tabii başka sebeplerin de eklenmesiyle...
Ve Haçlıların
eline geçen Doğu Akdeniz ticareti sayesinde İtalyan şehir devletleri muazzam
zengin olmuş, atılgan bir girişimci sınıf yetişmişti. 15. yüzyıldaki İtalyan Rönesansı’nın
ve sonraki Galileo devriminin altındaki ‘dip dalgası’ bu kadar derindir.
Özetle, tarih okurken önce tarihçiliğin bilimsel metotları hakkında bir ön
bilgimiz olmalıdır. Dostum Şerafettin Elçi ile sohbet imkânım olursa ‘metot
üzerine’ söyleşmeyi düşünüyorum.
KAYMAK: Türk müydü, Kürt müydü? (Milliyet. 3.6.2011)
14 MAYIS 1950,
TARİHİN DERSLERİ
Taha AKYOL
14
Mayıs 1950 bütün tarihimizde ilk “hür ve âdil” seçimlerinin yapıldığı, Demokrat
Parti’nin hür seçimlerle iktidara geldiği gündür.
Fakat
iyi niyetlerle başlayan dönem, muhalefetin de iktidarın da uzlaşmaz kavgaları
sonunda maalesef darbeyle noktalandı. Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve
Hasan Polatkan düzmece ihtilal mahkemesi eliyle idam edildi.
Bu
feci akıbetin duygularda yarattığı haklı infial, yaşananların objektif gözle
değerlendirmesini engelledi.
Üzerinden
yarım asır geçti, artık 1950-60 dönemini “tarih” gözlüğüyle okumalıyız.
EKONOMİ
ANADOLU’YA GİRİYOR
DP
döneminde halk üzerindeki baskılar kalktı. İktisadi kalkınma Anadolu’ya girdi,
halkta nispi bir özgüven yarattı.
Yazar
Şevket Süreyya Aydemir, Menderes dönemindeki “sıçrayan rakamlar”ı anlatır:
*
1950’de 130.000 ton olan şeker üretimi 1960’ta 643.000 tona ve fabrika sayısı
4’ten 15-16’ya çıkarılmıştır.
*
Çimento üretimi on yılda 400.000 tondan 1.750.000 tona ulaştırıldı.
*
Tekstil sanayii kapasitesi 1948’e bakarak 1950’de 105 iken 1960’ta 3.015’e
ulaştı.
*
Enerji üretimi indeksi 100’den 375’e yükseldi.
*
Sanayi genel indeksi 100’den 270’e çıktı.
İlkokullar
yüzde 42, ortaokullar yüzde 81, liseler yüzde 115 arttı. Üniversite sayısı
3’ten 6’ya çıktı.
Muhalif
gazeteci Metin Toker, “DP yöneticilerinin özellikle Adnan Menderes’in
CHP’lilere nazaran daha büyük düşündükleri, daha geniş ufka sahip bulundukları
reddedilemez” diye yazar. (DP’nin Altın Yılları, s. 241)
TEK
PARTİ KÜLTÜRÜ
Metin
Toker’in dediği gibi Bayar, Menderes ve arkadaşları Tek Parti içinden gelmişti,
iktidarda Tek Parti gibi davranmaya yöneleceklerdi. Bu doğru tespitte eksik
olan, CHP’nin de muhalefette Tek Parti alışkanlıklarıyla davranmasıdır.
Menderes
hükümeti, iktidarın ikinci ayında özgürlükçü bir basın kanunu, fakat kavgalar
kızışınca 1956’da baskıcı bir basın kanunu çıkaracaktı.
Osman
Bölükbaşı 6 Haziran 1956 günü Meclis’te yaptığı ayrıntılı konuşmada 1956 kanunu
ile Tek Parti basın kanunları arasındaki benzerlikleri anlattı.
Prof.
Ali Fuat Başgil kitap, yazı ve konferanslarında DP’nin de güç tutkusuyla Tek
Parti gibi baskıcı davrandığını belirterek eleştirdi.
Öbür
yanda CHP lideri İsmet İnönü seçimlerde iktidarı gönül rızasıyla devrettiği
halde kısa bir süre sonra tahammülsüz hale gelmiş, çok sert ve kışkırtıcı
muhalefet yapmıştır.
İnönü’nün
yakın arkadaşı Faik Ahmet Barutçu, DP iktidarına karşı İnönü’nün “kompleksli”
davrandığını anlatır. CHP’li Nihat
Erim’in anılarında İnhönü’nün darbeyi kışkırttığını yazar. Sosyal Demokrat
araştırmacı Tevfik Çavdar CHP’nin çok sert muhalefetinin “doğal oyarak DP’yi de
sertleştirdiğini” belirtir. (Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, II, s. 41-76)
‘OLAĞANÜSTÜ
TEDBİR’
1958’de
Irak’ta kanlı bir askeri darbe oldu. Aşırı derecede kutuplaşmış olan Türkiye’de
iktidar da muhalefet de bundan aksi yönde etkilendiler. Metin Toker yazıyor:
“Bağdat’ta
olup bitenler bunları (iktidarı) fena halde korkutmuş, asaplarını fena halde
bozmuş, hepsini olağanüstü güvenlik tedbirlerine sevk etmişti. Muhalefet bunu
hissetmişti ve damarlarına basmaktan sadist bir zevk alıyordu.” (İsmet Paşayla
On Yıl, 1957,1960, s. 105)
Sadist
bir zevk!
DP
iktidarının “olağanüstü güvenlik tedbirleri”nden biri, CHP hakkında Meclis
Tahkikat Komisyonu kurmasıydı.
Fakat
“tedbir” olmadı, darbeyi ateşledi!
Prof.
Başgil 1960 Nisan’ında Bayar ve Menderes’e tansiyonu düşürme, Tahkikat
Komisyonu’nu derhal kapatma ve muhalefetle uzlaşarak seçim hükümeti kurma
tavsiyesini yaptı. Sertlik yanlısı Bayar kabul etmedi, Menderes de ona uymak
zorunda kaldı… Feci akıbet geldi, çattı.
TARİHİN
DERSİ
Araştıran
herkes müttefiktir ki, ülkede kökleşmiş bir anayasal düzen ve siyasetten
etkilenmeyecek kadar güçlü ve bağımsız bir yargı olsaydı kutuplaşma o kadar
olmaz, 27 Mayıs darbesinin zemini de oluşmazdı.
Fakat
Tek Parti’den böyle bir anayasal miras devralınmamıştı.
Düşünün
ki, anayasayı tek başına değiştirme gücüne fazlasıyla sahip olan DP, içinde
altı ok bulunan 1924 anayasasına dokunmadı!
İnönü
daha 1949’da “anayasayı değiştirelim” dediği halde DP yanaşmadı.
DP
iktidarı hiçbir zaman “kuvvetler ayrılığı”ndan bahsetmedi.
Netice:
Siyasi kavgalar gelir geçer, ülkede mutlaka kuvvetler ayrılığına dayalı,
bağımsız yargıya sahip, özgürlükleri kurumlar eliyle koruyan bir anayasal düzen
şarttır. O olmadan olmuyor.
KAYNAK:
Taha Akyol / 14 Mayıs 1950, tarihin dersleri (karar.com, 14.05.2019).
İNÖNÜ YUNANA
NELER BAĞIŞLAMIŞ?
Taha AKYOL
BAZI
okurlarım gönderdi, bir konferansın YouTube’daki yayını... Lozan’da İsmet Paşa
Yunanistan’a milyonlarca altın bağışlamış!
Lozan’da
Yunanistan’dan Anadolu’da yaptığı tahribat ve katliam için tazminat istemiştik.
Fakat “Yunanistan’ın ödeme gücü yok” denilince İsmet Paşa vazgeçmiş,
milyonlarca altını Yunanistan’a bağışlamıştı.
Böyle
diyor.
Peki
bu doğru mu?
Evet
tazminat istedik, İsmet Paşa sonunda vazgeçti.
Fakat
gerçek bundan ibaret midir?
ZİHNİYET
MESELESİ
Mesele
fevkalade önemli bir zihniyet sorununu yansıtıyor: Filin neresinden tutarsanız,
tuttuğunuz yer gerçektir ama ona göre fil tanımı yapmak yanlıştır!
Muhafazakârların
bir kısmı, karmaşık gerçekliği araştırmadan, siyasi propaganda için işlerine
gelen birkaç olayı seçip ona göre “bütün” hakkında hüküm veriyor.
Tabii
sadece onlar değil, hemen bütün ana akımlarımızda bu yaygındır: Atatürk’ü,
İnönü’yü, Menderes’i... Yahut Tanzimatçıları, Abdülhamid’i, İttihat ve
Terakki’yi araştırmak yerine övmek veya yermek için birkaç olayı ya da vecizeyi
seçerek kocaman hükümler inşa ederiz.
Son
yıllarda Lozan’ı akademik nitelikte müzakere etmek yerine, böyle siyasi
amaçlarla karalamak moda oldu.
LOZAN’DA
TAZMİNAT SORUNU
Evet,
Türkiye Lozan’da Yunanistan’dan tazminat istedi; miktarı 160 milyon altın
liradır. Bugün için milyarlarca dolar.
Fakat,
Venizelos da Türkiye’den tazminat istemişti! Ne için mi? Birinci Dünya Savaşı
öncesinde ve savaş sırasında Anadolu ve Trakya’dan 450 bin Rum’un Yunanistan’a
göç ettirildiğini...
Milli
Mücadele sırasında da 950 bin Rum’un göç ettirildiğini söylüyor, bunların
taşınmazlarının Türkiye’de kaldığını, Yunan devletinin bunları Yunanistan’a götürmek,
yerleştirmek ve işgal sırasında geri getirmek için masraflar yaptığını ifade
ederek 223 milyon altın lira tazminat istiyordu!
Dahası,
İtilaf devletleri de “Türkiye bize harp ilan etti, masraf
yaptırdı” diyerek 30 milyon altın “harp tazminatı” istiyordu.
AÇIN
OKUYUN
Günlerce
tartışıldı, İsmet Paşa hepsini reddetti, Türk talebi konusunda dosyalar dolusu
belge sundu. Neticede küçük Karaağaç mıntıkasının Türkiye’ye verilmesi
karşılığında, bütün tarafların tazminat istekleri sıfırlandı, dosyalar kapatıldı.
Başbakan
Rauf Bey, Karaağaç’ın yetersiz olduğunu, Türkiye’ye adli ve mali konularda daha
fazla taviz verilmesi gerektiğini yazmıştı. Ankara’dan bakınca Rauf Bey
haklıdır.
Lozan’da
ise sorun, yeniden bir savaşı göze alıp almamak diye görünüyordu.
Bütün
bunlar akademik düzeyde tartışılır elbette.
Ama “İsmet
İnönü milyonlarca altını Yunan’a bağışladı” demek ancak cehalet ve kör
fanatizmle mümkündür!
Rahmetli
Seha Meray’ın yayınladığı Lozan Tutanakları’nın 4. cildi bu konudadır, açın
okuyun.
NE
ZAMAN KAYBETTİK
Adam
devam ediyor, ülke adları sayıyor, Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya,
Mısır, Filistin, Suriye, Adalar falan.
Ama
bunların bir kısmını Abdülhamid zamanında, bir kısmın İttihat ve Terakki
zamanında kaybettik; Lozan’da değil.
Onları
da suçlamak yanlıştır. Osmanlı, çokuluslu ve ‘patrimonyal’ yapısıyla
hayatiyetini kaybetmiş; tarihçi Şükrü Hanioğlu’nun
deyişiyle “anakronik” hale gelmişti.
Bunu
anlamak için de iktisat tarihi, askeri tarih, siyasi tarih, düşünceler tarihi,
hukuk tarihi falan okumak lazım.
Dahası,
Abdülhamid’e muhalefet etti diye Mehmet Âkif’e düşmanlık edenler bile türemiş,
biliyor muydunuz?!
KAYNAK:
Taha Akyol / İnönü Yunana Neler Bağışlamış? (Hürriyet Haber, 30 Ocak 2018)