Elektrik
mühendisi, şair ve yazar. 28 Ağustos 1955, Pınaryolu / Refahiye / Erzincan
doğumlu. Yazar Cihan Aktaş‘ın ağabeyidir. Ortaöğrenimini tamamladıktan sonra
İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi Kadıköy Elektrik Mühendisliği
Bölümünü bitirdi (1978). Elektrik mühendisi olarak Elazığ ve İstanbul‘daki
resmî kurumlarda çalışıp emekli oldu.
Üniversite
yılları içerisinde şiir yazmaya başladı. Şiir ve denemeleri, çeşitli gazete ve
dergilerde yayınlandı. Makale, şiir ve makaleleri 1989 yılından itibaren Yeni
Devir, Aylık Dergi, Yeni Yorum, Girişim, Bu Meydan, Yeni Zemin, Kitap Dergisi,
Nehir, Bilgi ve Hikmet, Değişim, Harman, Kaknüs gazete ve
dergilerinde yayımlandı. Özgün Düşünce Dergisinin yayın yönetmenliğini ve Özgün
Duruş Gazetesinin yayın koordinatörlüğünü yaptı.
ESERLERİ:
ARAŞTIRMA-DENEME:
Toplumsal Hareketlerde Yöntem (1989),
Anarşizm (1992), Tarihin Devrimci Yüzü ve İslâmi Devrim (1996), Düşünsel
Yöntemler ve Toplumsal Hareketler (1996), İslâmî Hareketin Vasıfları (1996),
İslâmî Hareket ve Yöntem (1996), Akıl, Aşk ve İslâm (1997),
Osmanlı Çağı ve Sonrası (1998), Okuma Serüveni (1997), İslamî
Hareket -Etik Estetik Politik, Toplumsal Hareketler ve Devrimler, İnsan ve
İslam, Bir Kriz Sürecinde Strateji Arayışları, Edebiyat İdeoloji ve Poetika,
Çağımızın Tanıkları, Yüzyıl ve Gelecek, Yolda Olmak, Yeni Bir Dünya Üzerinde
Düşünmek, Cihad ve Şiddet Dışı Direniş ve Toplumun Kuruluşu: Etik İktisat ve
Siyaset.
ŞİİR:
Cennetten Düşüş (1998), Şehri
Terketmeden Önce.
ROMAN:
Âdem (2000), Rüya, Yeşil Vadi, Musa ve Yol Arkadaşı, Kitabevi, Gemi.
KAYNAKÇA: TBE Ansiklopedisi (2001), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü
(1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) - Resimli ve Metin
Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2.
bas. 2007).
KARDEŞLERİM
ÜMİT AKTAŞ
Kardeşlerim
Yüzünüz
ne kadar da yorgun
Ne
kadar eskimiş sözcükler dilinizde
Baksam,
bir umut var sanki kalbinizde
Ama
aklınız nasıl da karışık
Yalımlanmış
bir su gibi öfkeniz
Çaresizliğinizi
gizleyen bir düş gibi bakışınız yerlerde gezinmekte
Yağmura
tutulmuş bir kuş gibi, ağırlaşan kanatları yüzünden
Uçmaya
cesaretini yitiren
Yüzünüz
nasıl da uzak bana kardeşlerim
Kaybedilmiş
bir yurt gibi arayan toprağını
Toprağını
dedimse varın kitabı anlayın
Kitapta
yurtlanmayı nasıl da unutuvermiş
Hani
o gizli saklı geceleri birlikte terennüm ettiğimiz
Uzaktan
sanırsınız ki sıra geceleri
Öylesine
geçmiş Tanrı’yla iç içe, meşkiyle
Ayetlerin.
Meşk dedimse havalanan bir ruh sayın gökyüzüne
Ruh
dedimse, yeni bir insan olmalı bu kanatlanan içimizde
Ettiği
bir sözle ya da yerinde bir eylemle ardına koymadığı
Her
cehdiyle yeryüzü biraz daha aydınlanan, biraz daha ışıyan
Tanrısal
bir kayra gibi içimizde
Kardeşlerim
yüzünüz nasıl da belirsizleşmekte
Savrulan
bir duman gibi ateşini bırakarak geride
Bir
kül gibi rüzgârlara karışan, aşkını gömerek korların içersine
Saklamayı
bir erdem sayan, tutunan elindeki nimetlere
Nimetler
dedimse kitabın oyun oyuncak diye andığı
Eskil
bir giysi gibi dar gelen gövdesine
Yine
de umut bağlayan ocağındaki sönmüş ateşe
Atalarının
ocağından taşıyabildiği o soğuk küle
-çağımızın
bir bilgesinin zikrettiği gibi-
Korları
tutamadığı için avuçlarında; üstelik, yine onun deyişiyle
Bilemediğinden
bir ırmağın kaynağına sadık kalmak için ancak denizlere doğru akması
gerektiğini
Unutarak
gitgide temel tezlerini, yüzünü parçalayan
-Adalet
gibi-, iktidar aynasında
Bir
hakikat gibi belleğine kazıdığı hırslara adayan tüm umutlarını
Kardeşlerim
yüzünüz ne kadar da yabancı
Sanki
boğulmuş gibi çok uzak sularında geçmişin
Çınlayan
kulaklarda bitevî yaban sözcükler gibi
Anlaşılmaz,
fetişleştirilmiş bir mask gibi yapışmış derinize
(Dergâh
dergisi)
TAHAYYÜLLERİMİZİN
MEDİNE’Sİ / MÜMİNLERİN YURDU
ÜMİTAKTAŞ
Babadan
kalan gecekondunun tapu sorunlarını çözeyim derken, ciddi bir borçla
karşılaştım. Meğerse ev, vakti zamanında kamu arazisi üzerinde yapıldığı için,
hem arsa bedeli, hem de işgal ettiğim(iz) yıllar için ceza ödemem gerekirmiş.
Gecekonduyu iade edeyim desem de, bu bile borcumu karşılamaya yetmemekteydi.
Köydeki arazileri bırakayım dedim, karşılık olarak. O da olmadı. Düşünürken
aklıma eski bir dost geldi. Son yıllarda inşaat işleriyle epeyce
zenginleştiğini duymuştum. Çaresiz kapısını çalayım dedim. Adresini
ararken, devasa bir gökdelen dikildi
karşıma: Country Plaza. Her tarafı camla kaplıydı ve neredeydi girişi, bir
türlü bulamamaktaydım. Telefonla arayıp sorayım derken, kaldırıma park etmiş
araçların arasından küçük bir çocuk çıktı karşıma, muhtemelen Suriyeli bir
dilenci. Ona çarpmamak için yana doğru bir hamle yapınca, açılmış bir çukura
doğru kapaklanmaktan kurtulamadım. Gözlerimi açtığımda üstüm başım toz
içindeydi ve başucumda bir çocuk, elindeki maşrapadan başıma su dökmekteydi.
Yavaşça doğruldum ama bu kez de şaşkınlıktan bayıldım. Gözlerimi yeniden
açtığımda çocuk ellerindeki hurmaları bana uzattı. Birkaç tanesini yiyerek
biraz olsun kendime geldim. Issız, toprak bir yoldu burası. Çaresiz, bana, hadi
gel yabancı, korkma, diyen çocuğu izledim. Ama birden aklıma geldi. Borcum ne
kadar, dedim. Gülümsedi çocuk: Ne borcu? Su, hurmalar, tedavi… Bunların borcu
mu olur? Hem misafirsin sen. Yabancısın. Biz de biliriz yabancılığın ne olduğunu.
Kimsin sen? Muhacirlerdenim. Ensar’ın dostluk ellerini uzattıklarından. Sen
nereden gelmektesin? Şaşkınlıkla baktım çocuğa, ne söyleyeceğimi bilmeksizin.
Var mıdır çocuğun? Çocuk mu? Evli değilim ki? Ne, dedi şaşkınlıkla. Ben bile
evleneceğim neredeyse. Bir çocuksun sen daha. Allah Resulü öyle demez ama.
Gerçi o, her işini istişare ile yapar. Her daim birlikte olduğu bir şurası
vardır. Ama özellikle gençlerle ilgili meselelerde bize de danışır, sorar
fikirlerimizi, sorumluluklar yükler omuzlarımıza. Gençlerin feraseti
büyüklerinden keskindir der. Ama doğru düzgün bir evim, bir işim bile yok daha.
İş mi, ev mi? Vakti gelen evlenir buralarda. Kimse sormaz bunları. Hem Allah’ın
Resulü yardımcı olur evlenene. Bekârlarınızı evlendirin, der. Seni görse bu
halinle, şaşırır o da.
Hurmalıkların
kenarından doğru ilerlemekteydik. Küçük bir kulübeyle karşılaştık aniden;
ağaçlar arasına gömülmüş. Öyle ki benim gecekondu bunun yanında saray
sayılırdı. Gel, bak işte bizim evimiz bu. Şu da mescit. Sen Kuba Mescidinde
dinlen biraz. Sonra gideriz Medine’ye. Aman Allah’ım, dedim kendi kendime. Rüya
mı görüyorum? Neler konuşmakta bu çocuk. Allah Resulünün karşılandığı yer
burası mı? Kime söylesem inanmazdı bu yaşadıklarıma. Hava oldukça sıcaktı ve
tuhaf bir yorgunluk vardı üstümde. Oturdum bir kenara. Çocuk elindeki
maşrapayla su getirdi yeniden; biraz da ekmek. Hatırladım birden öğle namazını
kılmadığımı. O suyla abdest alarak namaz kıldım. Çocuk garip bir biçimde
bakmaktaydı bana. Ama bir şey söylemedi. Yeniden koyulduk yola. Uzaklarda
yıkılmakta olan bir suru gördüm ilk önce. Orası nedir? Beni Kurayza’nın terk
ettiği kaleleri. Allah Resulü onların yıkılmasını buyurdu. Birden aklıma
kapısını bulamadığım devasa Plaza geldi. Neden ki? Hiç kimse imtiyazlı
değildir, dedi. Herkesin evleri aynı hizada olmalı. Medine surlarıyla değil de
emniyetiyle kendini korumalı. Onlar katledilmediler mi peki? Hayır! Sadece
savaş suçlularıydı katledilenler. Geriye kalanlar ise taşıyabildikleri
eşyalarını alıp terk ettiler Medine’yi. İsteyen ise Medine’nin şartlarına
riayet edeceklerine söz vererek kaldı yerinde. Nedir bu şartlar? Bir kitapta
yazılıdır. Sen okudun mu bunları? Birden parıldadı gözleri. Elbette. Allah
Resulü savaş esirlerinden okuma bilenleri bize okumayı öğretmekle görevlendirdi.
Okumak müminin cihadıdır der hep ve bizi teşvik eder. Müminler de en az ehli
kitap kadar ilimde derinleşmeli der her gördüğünde. Çocuk (artık büyümeye
başlamıştı gözümde) yanından geçtiğimiz bir yaşlıya selam verdi. Sırtındaki
odunları alarak taşımaya başladı. Neden onları merkebine yüklememiş ki? Allah
resulü hayvanlarınıza eziyet etmeyin, taşıyabileceklerinden fazla yük
yüklemeyin dedi. Her yer ağaçlık, neden uzağa gider ki bu yaşlı haliyle? Allah
Resulü Medine’nin ağaçlarından zorunlu olmadıkça bir dal bile kesmeyin,
hayvanlarını öldürmeyin der. Ancak onun belirlediği sınırların dışından ve
sadece kurumuş dallar getirilir yakacak için. Sen de savaştın mı Kurayza
karşısında. Ben mi? Bana ihtiyaç yoktu ki. Hendek müdafaasında bile çok istedim
ama Allah Resulü senin cihadın anne ve babanın hizmetidir, dedi. Onlar yaşlı ve
ben onların bakımıyla meşgulüm. Nasıl yani? Hurmaları toplarım. Sularını
getiririm. Hayvanlara bakarım… Uzak mı suyolu? Uzaktı ama daha yakın bir kuyuyu
satın aldı Allah Resulü. Şimdi oradan taşırız. Hem de oraya inmemizi engelleyen
bir tarla sahibine, arazisinden bir yol açtırdı. Bakışlarımda bir soru işareti
mi yakalamıştı, bilemem. Hakkını verdi elbette, diyerek devam etti. Kimse
kimsenin su hakkını engellemesin. Otlaklara el koymasın, dedi. Bilmem sizin
şehriniz nasıldır? Eskiden burası da öyleydi çünkü. Güçlü olan yapardı her
aklına eseni. Kimse kimsenin güneşini, rüzgârını engellemesin, evlerini
yükseltmesin dedi. Bak, şurayı görüyor musun, diyerek hurmalıklar arasından bir
kulübeyi işaret etti. Oradaki evin sahibi, evinin üzerine bir dam daha çıkmaya
kalktı ama Allah Resulü onu yıktırdı. Çünkü komşusunun evini güneşten mahrum
bırakmıştı.
Şimdi
nereye gidiyoruz? Bilmez misin, bugün Cuma. Peygamber mescidine gitmekteyim.
Babam ve anam gidemez. Onların yerine ben giderim ve Allah Resulünün
söylediklerini o mescitte toplanan yaşlılara anlatırım. Ama ben öğle namazımı
kıldım az önce. Olsun, Cuma geç kılınır biraz. Benim gibi uzaklarda olanlar
yetişsin diye. Bu arada Medine’nin sokaklarına girmiştik. Topraktı yollar ve
tertemizdi. En güzeli de kuş seslerinden başka bir sesin duyulmamasıydı. Senin
kazancınla nasıl geçinmektesiniz diye bir söz çıktı ağzımdan birden; daha
söyler söylemez beni pişman kılan ve nereden geldiğimi de belli eden. Bariz bir
tuhaflıkla baktı yüzüme çocuk. Geçinmek de nedir ki? Neye ihtiyacımız ola ki?
Biraz gerildi yüzü. Bir merkebim olsa iyi olurdu gerçi. Hurmalarımı pazara
getirirken zorluk çekmekteyim ama komşular yardım eder. Pazar mı, dedim. Birden
büyümüştü çocuk gözümde, bir gençti artık. Pazar yeri, bak şurada diye
uzaklardaki bir alana işaret etti. Müslümanların pazarı. Bir de Yahudilerin
vardı ama şimdi orası eskisi gibi değil. Neden? Müslümanların pazarı herkese
açıktır. Kimsenin belli yeri olmaz. Kim malını getirirse bir köşesinde yapar
işini. Yer parası vermez misiniz? Yer parası mı? Biz kendi yerimizde kendi
malımızı satarız. Niye birine para verelim ki? Durdu birden. Anladım, dedi.
Yahudiler yapar bunu. Onların pazarına girmek için yer sahiplerine para verilir.
Zaten onların pazarında dükkânlar vardır. Ama onlar daha çok altın ticareti
yaparlar. Allah Resulü ise bunu istemez. Altını biriktirmeyin, der. Ya
kimsesizler? Kimsesizler mi? Kimsesizlerin kimsesidir o. Her yetimin hamisi.
Birinin evi yoksa ona yer açar ve müminleri toplayarak o evi tamamlar. Tarlası
olmayana da tarla açmak için yardımcı olur. Kendi elleriyle hurma diker. Evsiz
barksızlar? Onların yeri mescittir. Mescit mi? Kapıları kapanmaz mı? Kapı mı?
Burada sadece Yahudi bezirgânların kapısı vardır. Hırsızlık? Neyimiz vardır ki
çalınacak? Hem neden çalınsın ki? İhtiyacı olan, darda konulmaz ki. Hiçbir şeyi
olmayan Resulün mescidinde kalır. Allah Resulünün bile evi orasıdır. Nerede
mescit? Orada işte, hurmalıkların arkasında.
İşte
bak. Bilal’in sesi de gelmekte. Acele etmeli, diyerek yürüdü önümden. Durdum
birden, Bilal’in sesine kulak kesilerek. Gerçek ve içtenlikli bir ibadete
çağrıydı; cızırtılı bir gürültü değil. Bir meydanlığın ortasındaydı mescit.
Kapısız, damsız bir dört duvar. Tabanda ise sıkıştırılmış kum vardı. Mescidin
kapısında biri uzanmıştı yere, tam kapının önüne. Siyahî, uzun boylu birine, şu
toprak olası yüzüme basmadan geçersen bırakmam seni diye tutmaktaydı ayağından.
Nedir bu, dedim gence. Ebuzer, Bilal’e öfkelenmiş bir meseleden, “zencinin
oğlu” demiş. Allah Resulü bunu duyunca, sende cahiliye emareleri görmekteyim ey
Ebuzer, kalbini temizle bundan, demiş. Bu yüzden de şimdi Ebuzer, herkesin
içerisinde zelil olmak ister. Bildiğimiz şu tevazu ehli, yiğit ve sözünü
sakınmayan Ebuzer mi? Evet, o işte. Neden ki? O bir beşer değil mi? Âdem de bir
beşer değil miydi? Genç birden daha da büyüdü gözümde, kocaman bir delikanlı
oldu ve hatta neredeyse benden bile daha büyüktü. Dolayısıyla usulca onu
izleyerek, özrü kabul edilen Ebuzer’in ardından girdik biz de mescide. İçeri
adımımı atarken birden ayakkabılarım geldi aklıma; yerin kum oluşunu unutarak.
Çıkarmaya çalışırken engel oldu genç, tuhaf bir biçimde ayakkabılarıma bakarak.
Ben de o zaman farkına vardım, daha dün indirimden aldığım gcır gıcır
ayakkabılarımın. Oysa diğerlerinin giydikleri basit nalinlerden ibaretti.
Utandım birden. Çıkarmak istedim yeniden.
Tuva vadisindeki Musa gibi. Ama onları koyabileceğim bir yer yoktu.
Bağları açılı olarak girdim içeri ve kadınların saflarını geçerek bir duvarın
kenarına oturdum; ayakkabılarımı altımda saklayarak.
Bir
ses gelmekteydi ileriden. Hutbe sesiydi zahir. Ürperdim birden. Yoksa gerçekten
Allah Resulünün mescidinde miydim? Konuşan o muydu sahiden? Kime bir
haksızlığım olmuş ise işte sırtım, gelsin acısını hafifletsin. Kimin de bir
alacağı varsa, ihmal etmesin, namazdan sonra uğrasın yanıma. Kimse sözünü
söylemekten, hakkını istemekten korkmasın. Bilsin ki bu yüzden kimseye kin
tutmam. Kimse de işte bu sebeplerden ötürü kimseye kin tutmasın. Bir
haksızlığın giderilmemesinin neticesini bilseydiniz, bir hakkın ortaya
çıkmasının utancı size sıcak çöldeki suyun serinliği gibi gelirdi. O yüzden ne
hakkınızdan vaz geçin, ne de kimseye haksızlık edin. Kim de bir yetimi
incitirse yüzü benden uzak olsun. Yetimin yüzünde ışıyan Allah’ın bize bakan
yüzüdür. Kim de komşusuna haksızlık ederse, cehennem ateşine komşu olsun. Hatta
komşusunun bir ağacına zarar verirse, bir hayvanına. Kim de susuz birisine su
verirse, cennet ırmakları onun komşusu olsun. Bir borçlunun borcunu gideren ise
şu iki parmağımın yakınlığı kadar yakındır bana. Var mı içinize borçlu olan?
Yukarıya yükselen iki parmağı görünce heyecanlandım birden. Benim ey Allah’ın
Resulü, ödeyemediğim bir borcum var devlete. Devlet de ne ola ki? İnsanı kendine
borçlu kılan? Secdeden sonra gel yanıma. Ey müminler, güçten sakının. Gücün
kibrinden. Korkarım ki bugün zulme karşı kalkan elleriniz, alışırsa bu güce,
yarın birbirinize karşı da kalkabilir. Toprak veya şehir değil, mümindir
müminin yurdu. Para veya mal değil, mümindir müminin dostu. Birbirinizi
sevdikçe çoğalır, birbirinize tahakküm etmeye kalkınca azalırsınız...
Namazdan
sonra insanlar sevgiyle kucaklaşmaya başladılar. Bir köşede kadınlar
toplanmışlardı. Birkaç öbek de erkek vardı. Çocuklar da dolaşmaktaydılar
aralarda. Ben ise kalmıştım öylece; yalnız ve uzak. Birden delikanlı geldi
yanıma. Borçluyum demedin mi? Bak Allah Resulü orada. Bekler seni. Hangisi?
Orada işte, kadınların yanında, onların sorularını cevaplandırmakta,
müşküllerini çözmekte. Nedir ki bu kadar müşkülleri. Kocalarından eziyet görür
kimi, kimi de el emeğinin karşılığını alamaz. Nasıl yani. Evlerine bakar,
çocuklarını büyütürler. Buna karşı bazı kocalar onları bir köle yerine koyar,
bu emeklerinin karşılığını vermez. Oysa Allah Resulü köleleri bile kardeş kıldı
bize ve hoş görmez yeni köle edinmeyi de. Yok mu kimsenin kölesi? Bazıları,
münafıklar ve Yahudiler tutarlar yanlarında kölelerini. Ama müminler onları ev
halkından biri gibi bilirler artık. İsteyeni ise bırakırlar. Birçoğunun gidecek
yeri yoktur çünkü; bu yüzden kalırlar yerlerinde.
O
zaman işte ayakkabılarımı ve yere düşünce bazı kısımları parçalanmış olan
ceketimi çıkardım ve çıplak ayaklarımla mescidin kumdan zeminine basarak Allah
Resulüne doğru ilerledim. Birden unutmuştum her şeyi; sanki üzerimden bir yük
kalkmıştı, hafiflemiştim. Ayağımdan başıma doğru bir ferahlık yükselmekteydi.
Yüzüme serpilen suyun serinliğiyle uyanınca, Suriyeli kızın yüzüyle
karşılaştım. Ben evsizdim, o ise yurtsuz. Ama artık bilmekteydim ki mümin
müminin yurduydu. Bir yetimin yüzünde ışıyan ise, Allah’ın bize bakan yüzüydü.
ÜMİT AKTAŞ’LA
SÖYLEŞİ
-Doğrusu
“Yolda Olmak” da, bir tür yol anlatısı. Ama düşünsel, manevi ve hatta deruni
bir yol. İnsan, iktidar, kurban, cemaat, estetik, hakikat, özgürlük gibi alt
başlıklara baktığımızda, önümüzde nasıl bir yol haritası olduğu hakkında bir
fikre de sahip olabiliriz. Bu açıdan ise, aslında “Okuma Serüveni”nin farklı
bir biçimde derinleştirilmesi de sayılabilir. Okumanın hayatı ve kendini anlama
ve değiştirme çabası olduğundan hareketle, Yolda Olmak, doğru tutumun bu
hususta sürekli bir dikkatlilik gerektirdiğine dair bir uyarı. Okumaların ve bu
okumalar üzerindeki tefekkürün, düşünsel ve manevi bir yolculuğun, arayışların,
hesaplaşmaların ve sorgulamaların bir paylaşımı. Tabi sadece okurla değil,
kitapta bahsi edilen isimlerle de bir paylaşımı.
-Yol imgesi,
birçok çağrışımı olan bir imge. Kitaptaki çağrışımı hangi yönde?
-Evet!
Tao’dan tarikata, kitaptan kalbe dek çeşitlendirilebilecek zenginlikteki bir
imge. Ama belki de asıl kastedilen, Jaspers’in “felsefe, yolda olmaktır”
tanımı. Gerçi üzerinde olduğumuz her yolun da kendine özgü bir felsefesi
vardır, üzerinde hiç düşünmesek de. Tasavvuf ise temelde bir hakikati arayış
olarak o felsefi güzergâhın pek de dışında değildir. Ama kurumsallaştıkça bu
temel vasfını oldukça yitirir. Arayıştan çok bulmayı öne çıkarır. Bir ırmak
olmaktansa göl olmaya karar veriştir. Oysa Yolda Olmak, önemli olanın bulmaktan
çok aramak olduğunu, insanın yaşamsal yolculuğunun bir arama faaliyeti üzerinde
yoğunlaştırması gerektiğini anlatmakta. Arayışın amacın yerine ikamesi, her
bulma halinin bir ikametten çok yolculuğu kışkırtan yeni bir başlangıç noktası
olması gerektiğini yani.
-Ya diğer alt
başlıklar?
-Bir
açıdan yol üzerindeki konaklama alanlarıdır bunlar, başka açılardan ise
insanı/yolcuyu yoldan çıkaran konaklar. Sözgelimi iktidar gibi. Yolda oluşumuz
elbette ki bir yoldaşlar topluluğuyla sürdürülebilecektir. Cemaattir bu. Ama
çoğuleyin cemaatler de “konak”ı bir konuklama mekânından bir iktidar konağına,
saraya dönüştürebilirler. Veya yolculuğumuzun amacı olan Hakikat arayışı, bir
yerden sonra bir hakikat(e erme) iddiasıyla, insanı yolundan çıkaran bir vehme
de dönüşebilir. Oysa Hakikate doğru yönelmiş olan bir yolculuk süreklidir. Yolculuğumuz
esnasında Hakikate dair edindiklerimiz ise artık bir Hakikat olma vasfını
yitirerek, gerçekliğe dönüşürler. Hakikat ise kutup yıldızı gibi hep durur
ufkumuzda. Erişimsizdir. Ama edindiklerimizle birlikte bu yolculuk, bizi
özgürleştirir. Gerçi özgürleşmek, yolculuktan istiğnaya dönüştüğünde de yoldan
çıkmış oluruz. Risklidir çünkü yolda olmak. Yol verili değildir ve bizzat
yolculuğun kendisi, yol kadar güzergâhları da belirler.
-Bu kitabınızda
da hep bir hesaplaşma içindesiniz. Nasıl ve kiminle?
-Aslında
insanın temel hesaplaşması kendisiyledir, kendi nefsiyle. Bu, temel cehdimiz,
varlık koşulumuzdur. Ancak bu hesaplaşmalar içerisinde bir insan oluruz.
Beşeriliğimizin bizi aşağılara doğru çeken girdabından ancak bu hesaplaşmalarla
çıkar ve insanlaşırız. Her insanlaşma edimi, bir tür yeni doğumdur veya doğumun
yenilenmesi. Annemiz bizi bir beşer olarak doğurur. Oradan insanı doğuracak
olan kendimiziz. Bu insanlaşma çabası ise temel yolda olma edimimizdir. Tevrat’ta
da ifade edildiği gibi: “İster babanız İbrahim olsun, isterse on yedi atanız
olsun, çabayı göze almayan kişinin kulağına küpe olsun; çünkü o ancak yel
doğurur. Ama çalışmayı göze alan kişi kendi babasını da doğurur.”
İnsanın
babasını doğurması, aslında kendi insanlaşma çabasına bir kinayedir. Bu çabanın
sürekliliği, bir elbirliğini de gerektirir. Ve elbette yol azıklarını. Bu
azıklardan en önemlisi ise kitaplardır. Kutsal metinler veya felsefi metinler
ve hatta bilimsel metinler. Ama kimi de bir dosttur, bir yoldaş ya da yoldaki
bir ağaç ve belki de bir hayvanın yüzündeki kendisini anlatma çabasının
sessizliği. Kâinatın bir yerlerinde tıkanmış kalmış olan bir soluklanma ya da
dillenme çabası. Dil, insandır ve de sözcü. Ama bu da bir yolculuk içerisinde
terennüm eder varlığı. Bunun içinse yola çıkmak gerekir, yolda olmak ve yoldan
çıkmamak. Yolda olmak bir imtihandır elbette. İnsan, imtihanda öğrenir
gerçekliği, sorar ve arar. Soru, cevaba doğru bir yola çıkıştır ve bir açıdan
da cevaptır. Çünkü sorma biçiminiz cevabı çağırmakta ya da cevap tarafından
çağrılmaktadır. Tıpkı yolda olmanın amaçtan önemliliği gibi, soru da cevaptan
önemlidir. Bir yolculuk faaliyeti içerisinde iken ancak, “insan” üstlenir bu
imtihanın sorumluluğunu ve de yolun. Düşer ve kalkar. Ama her halükârda, yolda
olmak bizatihi asaletidir insan oluşun.
(dunyabizim.com)