Hikâyeleri 1955'ten itibaren Yeni Ufuklar, Pazar Postası Yelken, 1960'dan sonra Türk Dili, Antalya, Ataç, kendi çıkardığı Edebiyat Cephesi (1979-80) dergilerinde yayımlandı. Demirtaş Ceyhun'u pek çok sanatçıdan ve edebiyatçıdan
ayıran özellik; edebiyatı başından itibaren, bilinçli olarak hem akıl ve
mantıkla hem de duygu, düşlem ve sezinlemeyle birdlikte ele almasıdır. Bir
yandan öykü ve romanlarıyla, bir yandan da araştırma, inceleme ve
denemeleriyle, yazınsal türlerde ortak bir imgelem yaratmış ve edebiyatı
toplumbilim ve siyaset bilimle, kültür bilimle, kuramsal düşünceyle
beslemiştir. Tarih çerçeveli araştırma ve incelemelerinde, tarihi deneme
tadında okutmayı başarmıştır.
Demirtaş
Ceyhun, Asya romanı ile TRT 1970 Sanat Ödülleri
yarışmasında başarı ödülü, Çamasan
adlı hikâye kitabıyla 1973 Sait Faik Hikâye Armağanını, Apartman
kitabıyla da 1975 Türk Dil Kurumu Hikâye
Ödülünü kazandı.
ESERLERİ:
HİKÂYE: Tanrıgillerden Biri (1961), Sansaryan Hanı (1967), Çamasan (1972), Apartman (uzun öyküleri, 1974), Babam
ve Oğlum (1985), Eylül Hikâyeleri (1987,
yeniden yazılmış bas., Ayı İzi adıyla, 1997), Belki Yarın
Anlarlar (seçme öyküler, 2004).
ROMAN: Asya (1970),
Yağmur Sıcağı (1976), Cadı Fırtınası (1982).
ÇOCUK KİTAPLARI: Avşalı
Çocuk (1978), Savaş ve Küçük Barış
(1979), Ada'nın Kuşu (1979), Horozlu Ayna (1989).
DENEME-İNCELEME: Haçlı
Emperyalizm (1967), Yağma Edilen
Türkiye (1968), Bir Yeni Dev
(1977), Yüz Yaşındaki Delikanlı
Bulgaristan (1978), 20. Yüzyıl ve
Edebiyat (1979), Babıâli'nin Şu Son
Kırk Yılı (1984), Can Çekişen Kitap (1985), Bütün Dünyadan Özür Diliyorum (1989), Entellektüelden Entele (1989), Ah Şu Biz Karabıyıklı Türkler (1992), Türk Edebiyatındaki Anadolu (1996), Osmanlılarda Aydın Kavramı (1997), Kod Adı: ''Ulu Hakan'' 1 / Türk Aydınının
Dramı: Medrese'den İmam Hatip'e (1998), Aydınlanma
ve Laisizm (2000), “Eksilmedi Bendeki
Umutsuz Umut" Çünkü Ben Edebiyatçıyım... (2000), "Soğuk Savaş" Yazıları (2001), Erikler Çiçek
Açtı mı? (2004), Edebiyatımı Geri
İstiyorum (2005).
ANI: Çağımızın
Nasrettin Hocası Aziz Nesin (anı, 1984), Yaşasın Aziz Nesin (anı, 1995).
KAYNAKÇA. İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007, 2009), Necati Güngör / Demirtaş Ceyhun'la "Kod Adı: Ulu Hakan" üzerine: 'Ulu Hakan, Osmanlı'nın gerçek tarihinin şifre anahtarı' - Deniz Çalışkan / Bitmeyen Kavga (Cumhuriyet Kitap, 6.5.1999), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), Tuncer Urarol / Demirtaş Ceyhun ve Adana (söyleşi, Söylem, Haziran 1999),Yüksel Pazarkaya / Ceyhun, 'Ben Edebiyatçıyım'da edebiyatın dünden gelen sürecini irdeliyor (Cumhuriyet Kitap, 13.1.2000) – Aydınlanma ve Laisizm / Cumhuriyet Kitap, 16.11.2000), Feridun Andaç / Edebiyatımızın Yol Haritası (2000), "Soğuk Savaş" Yazıları / Demirtaş Ceyhun (Cumhuriyet Kitap, 15.11.2001), Tanzimet’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi 1 (2001), Türkiye Kültür ve Sanat 2010 Yıllığı (2010).
RÜŞVET
Böyle bir şeyi kesinlikle beklemiyordu o gün. Üstelik
avukatı da, böyle bir olasılıktan söz etmemişti sabah, mahkemede.
Bu kaçıncı duruşma... Artık bıkmış. Usanmış. Kaç yıldır, bu
birbirinin benzeri, tekdüze duruşmalardan öylesine umudunu kesmişti ki...
Avukatı da, aylar var ki şöyle doğru dürüst arayıp sormuyor, uğramıyor mu ne?
Gene dalmış gitmişti ıvır zıvır anılara. Meğer duruşma
bitmiş. Askerler, sanıkları tekrardan zincirlerle bağlamak üzereydiler. Birden
nasıl oldu? Avukatı, ilerden koştu geldi, üzerine atıldı, boynuna sarıldı,
yanaklarından şapur şupur öpmeye başladı.
- Geçmiş olsun ağam,
diyordu bir yandan da çığlık çığlığa. Haydi, gözümüz aydın, geçmiş olsun
artık!...
- Efendim?
Anlamadım?
- Gözümüz aydın
ağam, gözümüz aydın!... Tahliye olduk!...
- Anlamadım. Tahliye
mi olduk?
- Tahliye olduk
yaaa!... Tahliye olduk artık. Artık serbestiz!
Avukatın gözlerine şöyle bir an, kuşkulu kuşkulu baktı Ağa.
Bir türlü anlamlandıramıyordu duyduklarını.
- Niçin? dedi sonra
da öfkeyle. Niçin tahliye ettiler bizi? Niçin tutuklarını bilmiyorlar mı ki,
niçin bıraktıklarını bilebilsinler? Sen de...
- Ama niçin?
Ne garip... Tahliye olacağını duyduğu an ne çok
sevineceğini sanırdı oysa. Ama şimdi... Tıpkı ilk günkü gibi... Tıpkı ilk tutuklandığı
günkü gibi. Beyninin içini, bir burgu gibi habire oyup duruyor aynı soru;
Niçin? Niçin? Niçin?
İnsan, aradan geçen bunca yıldan sonra, bunca olan bitenden
sonra, tutuklandığı o i!k güne, sanki hiçbir şey olmamış gibi tekrardan geri
dönebilir miymiş gerçekten? Tahliye olurken, her şeyini alıp da mı çıkarmış
dışarıya? Hıh... Her şey öylesine anlamsızdı ki şu an... Tahliye olmak bile...
İşlemler tamamlanmış. Yazılmış. Çizilmiş. Kayıt defterinden
düşülmüş. Zimmet defterinden düşülmüş. Niçin? Hep; Niçin? Niçin? Niçin?
Sanki bir düş görüyordu. Ya da, yıllar boyu düşlemenin
doğa! sanrısıydı belki de bu... önde bir davul bir zurna, iki çingene. Ardında
atlar, arabalar, faytonlar, yaylılar... Hısım akraba, konu komşu, dost
arkadaş, kimi atına atlamış, kimi arabasına koşmuş... İki yanında soylu Arap
atlarına kurulmuş, çevre aşiretlerin ağaları, beyleri... Say ki, bir düğün
alayı. Tozu dumana katarak, ala ala hey'lerle dört nala köye gidiyorlardı. Ne
zaman haber almış bunca insan, Yarabbi?... Oysa, artık duruşmalara bile ayıp
olmasın diye nöbetleşe, şöyle bir uğruyordu çoğu hısım akraba. Hapishaneden
artık anca cesedinin çıkacağından hiç kuşkuları yoktu, çünkü.
Niçin? Öyleyse, bütün bunlar niçin? Niçin? Niçin?
Tıpkı bir düşteymiş gibi dalmış gitmişken, birden nasıl
oldu? Tanıdık bir sesin uyarısıyla mı? Yoksa iki yandan akıp giden bu bildik
yoksul görüntülerin bilincine varmanın çağrıştırmasıyla mı? Bu düşsel
yanılgıdan sıyrılıverdi, öfkeyle fırladı ayağa. Arabacının elinden dizgini
kaptığı gibi kastı, faytonu durdurdu.
- Yeteeer!... diye bağırdı. Yeter be!... Neyin sevinci bu?
Ne bayramını kutluyorsunuz böyle? Ne şenliği bu?... Kesin!...
Sonra da, yorgun, bitik, çöküverdi koltuğa, büzüldü kaldı.
Kendisini hâlâ eski kendisi mi sanıyorlardı ne?
Davul zurna susunca, kalabalık da beş on dakika içinde
kendiliğinden dağılıvermişti homurdanarak. Yakın akraba, birkaç bey, sesizce
girildi köye. Eve varılır varılmaz da, daha avluda, merdivenin başında durdu.
Konuklara yüzünü de dönüp bakmadan;
- Sağ olun, dedi yarım
ağız. Sırtımı değiştireceğim şimdi, artık kusura bakmazsınız.
Sözü biter bitmez de, taş merdivenleri hışımla, bir solukta
çıktı. Odada da karısına;
- Bu gece kimseyi
görecek, dinleyecek hâlim yok, anlaşıldı mı? Bu gece kafamı dinleyeceğim, dedi buyurur.
Gerçekten de kimseyle görüşmedi. Ne karısının bir şeyler
anlatmasına izin verdi. Ne hesap vermeye hazırlanmış yarıcıları, marabaları,
kâhyayı yanına kabul etti. Ne de kendisi bir şey sordu. Onca çok sevdiği
çocuklarıyla bile ilgilenmedi. Hatta, oğlunun niçin kendisini karşılamaya
gelmediğini, şimdi nerede olduğunu bile sormadı. Geçmiş olsun gelmek isteyen
ağaları beyleri de, özürler dileyerek, incelikle geri çevirdi. Kapandı kaldı
odaya. Kapıyı pencereyi sıkı sıkı örttü.
Kimse akıl erdirememiş, bir anlam veremişti bütün bunlara.
Ama fazla da üzerinde durmadılar, çekip gittiler birazdan. Ev halkı, ırgatlar,
marabalar, uşaklar da olan biteni tam kavrayamadıklarından, suspus
çekilmişlerdi köşelerine. Karısı, ne yapacağını şaşırmış yapayalnız, öyle
kalakalmıştı ortalıkta.
Yemeğe de inmedi kocası. Çaresiz, bir siniye dizdi
yemekleri, yukarı çıkardı, sessizce süzülüp odaya, yere bıraktı döndü.
Gerçekten de öyle güzel kokuyordu ki hâlâ buğulanan bol
kuru naneli yayla çorbası. Ama, yemeye de bir türlü karar veremiyordu ki...
Acaba yese mi? Yiyebilir mi acaba? Ev yemeği bu, ev yemeği... Özel yapılmış...
Bir, odanın içinde sinirli sinirli dolanıyordu. Bir, gelip dikiliyordu sininin
başına. Karar verebilmek olanaksız. Ama öte yandan da içindeki yemek yeme
içtepisi artık öyle azgınlaşmıştı ki... Ne garip... İnsanoğlu, kendisine de tam
egemen değil galiba. Örneğin, şu an kendisi iştahına söz geçiremiyor. Acıkma
diyemiyor vücuduna. Gerçekten de, düşünmeden diz çöküverdi sininin başına,
kaşığa sarıldı. Acele acele bir yudum aldı çorbadan, yutuverdi. Bir kaşık daha.
Gene acele yuttu. Bir kaşık daha... Olanaksız. Üçüncü kaşık kaşık çorba,
ağzında büyüdükçe büyüyordu. Yutamıyordu bir türlü. Öte yandan, midesi
bulanıyordu, içi kabarıyordu. Neredeyse çıkardı çıkaracak... Baktı olacak gibi
değil, daha fazla dayanamdı, fırladı evin arka avluya bakan pencerelerinden birinin
önüne, tahta kepenkleri zor açtı ve böğürtüyle uzandı dışarıya. İçinde ne var
ne yok, kustu. İçi almıyordu...
Böğürtüyü duyar duymaz, zaten yüreği tıp tıp, kulağı
kirişte, öyle tetikte bekleyen karısı koştu geldi yukarıya ya, kapı içerden
kilitlenmişti. Yığıldı kaldı kapının önüne.
- Bre kurban olduğumun... dedi, komşular da duysun istemediği
için, usul usul. Neyin var? Hele gadasını aldığınım, neyin var, de bir...
Derdini demeyen derman bulabilir miymiş bre kurbaaan? Hele aç kapıyı...
Yalvardı, yakardı. Ama boşuna... (...)