Can Yücel

Çevirmen, Şair

Doğum
Ölüm
12 Ağustos, 1999
Eğitim
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Klâsik Filoloji Bölümü, Cambridge Üniversitesi

Şair, çevirmen (D. 1926, İstanbul - Ö. 12 Ağustos 1999, İzmir). Eski milletvekili ve Milli Eğitim Bakanlarından Hasan Ali Yücel’in oğlu, Canan Yücel Eronat’ın ikiz kardeşi, ressam Su Yücel’in babasıdır. Ankara Atatürk Lisesi (1934) mezunu. Yükseköğrenimini Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Klâsik Filoloji Bölümü ile Cambridge Üniversitesinde tamamladı. Uzun yıllar Fransa ve İngiltere’de yaşadı.  Askerliğini Kore Türk Tugayında (1953) yaptı. Londra’da BBC Radyosu Türkçe Yayınlar Bölümünde spiker olarak çalıştı. Türkiye’ye döndükten sonra (1963) Marmaris ve Bodrum’da turist rehberliği yaptı. İstanbul’a yerleştikten sonra çeviriyle uğraştı. Türkiye İşçi Partisi (TİP)’nin çalışmalarına katıldı. 12 Mart 1971 askeri müdahalesi döneminde iki çevirisinden dolayı on beş yıl hüküm giydi, Adana’da iki buçuk yıl hapis yattı, 1974 Af Yasası’ndan yararlanarak serbest kaldı. 1994’te, Atatürk’ü küçültücü ifadeler kullandığı gerekçesiyle, 1997 yılında “Kadın Diye Bir Şiir” adlı şiirinden dolayı yargılandı. 1998’de adına düzenlenen bir etkinlikte Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e hakaret ettiği gerekçesiyle, Ankara 14. Asliye Ceza Mahkemesinde yargılandı ve bir yıl iki ay hapis cezasına mahkûm edildi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, bu hükmü, “cezanın ertelenmesi gerektiği” görüşüyle bozdu. 1999 genel seçimlerde İzmir’den Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) milletvekili adayı olduysa da seçilemedi.

İstanbul Kuzguncuk ve son yıllarında Datça (Muğla)’da yaşadı. İzmir’de Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastahanesinde bademcik kanseri tedavisi görürken öldü ve Datça’da toprağa verildi. Ölümünden sonra Datça Belediyesi ile ailesi tarafından anısına her yıl yapılan bir edebiyat ve kültür-sanat şenlikleri düzenlendi. Datça’daki evi müze olarak düzenlendi.

Can Yücel’in ilk şiiri, henüz on iki yaşındayken yayımlanmıştı. Üniversitede öğrenciyken de dergilerde şiirleri yayımladı. Ancak, edebiyat dünyasına girişindeki ilk önemli adımı, 1944 yılında Ovidius’tan yaptığı ve Tercüme Dergisi’nde yayımlanan bir şiir çevirisiyle attı. Şiir, yazı ve çevirileri 1944 yılından itibaren Yenilik, Seçilmiş Hikâyeler, Dost, Şiir Sanatı, Yön, Papirüs, Yeni Dergi, Yazko-Edebiyat, Yeni Düşün, Evrensel Kültür, Vatan, Demokrat gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. 1962 yılında İngiltere’de, 1709’da Latin harfleriyle yapılmış taşbaskısı bir Türkçe dilbilgisi kitabını bulması büyük yankılar yaratmıştı. Şiirlerinden seçmeler, Feyyaz Kayacan tarafından çevrilerek “The Poetry of Can Yücel” (1992) adıyla İngilizce olarak da yayımlandı. 1999 yılında, ölümünden sonra Genco Erkal, şiirlerinden yola çıkarak hazırladığı ve Can Yücel’in yaşamını şiirlerle anlatan “Can” adlı oyunu sahneledi. Ölümünden bir yıl önce doldurduğu şiir albümü, ölümününden sonra Ağustos 1999’da, Kendi Sesinden Şiirleriyle Can Yücel adıyla yayınlandı.

Can Yücel; ironik yönü ağır basan şiirlerinde halk ağzına, halk türkülerinin deyişlerine olduğu kadar argo ve müstehcen sözlere de sık yer veren, bu nedenle zaman zaman koğuşturmaya uğrayan Yücel, aynı zamanda toplumcu bir bakış açısından yola çıkarak daha iyi bir dünyanın kurulması amacını da savundu. Üslûp olarak Garip şiir hareketinin süreği olan şiirlerinde sözcük oyunlarıyla ulaştığı dil ustalığı, şiirini yeni anlam boyutlarıyla donatarak etkili kıldı. Özgürlük ve Dayanışma Partisi ve Türkiye Yazarlar Sendikası üyesiydi.

Can Yücel İçin Ne Dediler?

“Can Yücel’in şiiri, ister başlangıç dönemi, Yazma ve Sevgi Duvarı olsun, isterse son şiirleri, daima ‘zor’ bir şiir olmuştur. Bir çelik çekirdeğin etrafında örüldüğü izlenimini sürek canlı tutar bu şiir. Okurdan iki şeyi bekler: Önce şiiri kuran ana ögenin saptanmasını ardından onun bir şiir olarak okunmasını. Kısacası, Can Yücel, şiirini kesin ve keskin bir gerçekliğin çevresinde kurar ama okura o gerçeklik içinde teslim etmez onu. Okurun şiiri özgül gerçekliğiyle algılamasını ister. Bu, Yücel’in belli bir sahne durumunu en çok zorladığı ve genellikle birisinin ölümünden sonra yazdığı şiirlerde öyledir.” (Hasan Bülent Kahraman)

***

“Can Yücel, bir izleğin varoluş durumunu sorun edinen bir şairden çok, bir tavır (alışın) şairidir. Onun şiirlerine ait tinsel evrende, bireyin varoluş probleminin, yaşam sorunlarının dışavurumundan çok, dünyada olup bitene, bu olup bitendeki ideolojik, olgusal ve tarihsel tutarsızlık ve çelişkiye, bu çelişkiyi gölgeleyen yaşama tarzına karşı bir tavır alışın dışavurumu sözkonusudur. Bu nedenle, Can Yücel şiirini çözümlemeye yönelik her çalışmanın çıkış noktası, bu tavrı koyan anlatıcıbenin kimliğini, bulunduğu düzlemi irdelemek olmalıdır.” (Yücel Kayıran)

ESERLERİ:

ŞİİR: Yazma (1950), Her Boydan (dünya şiirinden çeviri ve derleme, 1959), Sevgi Duvarı (1973), Bir Siyasinin Şiirleri (1974), Ölüm ve Oğlum (1976), Şiir Alayı (1981), Rengahenk (1982), Gökyokuş (1984), Beşibiryerde (toplu şiirleri, 1985), Canfeda (1987), Çok Bi Çocuk (1988), Altısıbiryerde (1988), Kısa Devre (1990), Kuzgunun Yavrusu (1990), Sekizibiryerde (1990), Gece Vardiyası (1991), Güle Güle - Seslerin Sessizliği (1993), Gezintiler (1994), Maaile (1995), Seke Seke (1997), Mekânım Datça Olsun (1999), Alavara (1999).

DENEME: Düzünden (1994), Can’dan Yazılar (1995).

ÇEVİRİ: Hatırladıklarım (E. Roosevelt’ten, 1953), Yeni Türkiye: Bir Garp Devleti (G. Duhamel’den, 1956), Her Boydan (Dünya şiirinden çeviriler, 1957), Anne Frank’ın Hatıra Defteri (A. Frank’ten, 1958), Lord Stratford’un Türkiye Hatıra­ları (S. Lane-Poole’den, 1959), Muhteşem Gatsby (S. Fitzgerald’dan, 1964), Sırça Kümes (T. Williams’tan, 1964), Gerilla Harbi (Mao Tsetung’dan, 1967), Küba’da Sosyalizm ve İnsan (E. Che Guevara’dan, 1967), Lenin Petrograd’da (E. Wilson’dan, 1967), Siyah İktidar (S. Carmichael’dan, 1968), Saloz’un Mavalı (P. Weiss’ten, 1972), Yeni Başlayanlar İçin Marks (Rius’tan, 1977), Bahar Noktası (1981) - Fırtına (1991) - Hamlet (1992) (W. Shakespeare’den), Şvayk Hitler’e Karşı (B. Brecht’ten, 1982), Don Cristobita ile Dona Rosita (F.G. Lorca’dan, 1983), Batı Yakasının Hi­kâyesi (A. Laurents’ten, 1988), Kar Kokusu (C.M. Schulz’dan, 1991), Define Adası (R.L. Stevenson’dan, 1992), Oliver Twist (C. Dickens’tan, 1992).

KAYNAKÇA: TDE Ansiklopedisi (c. 8, 1976-98), Atilla Özkırımlı / Türk Edebiyatı Ansiklopedisi (1982), Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (1982), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), Hikmet Altınkaynak / Dünyayı Paylaşan Yazarlar (2001), TBE Ansiklopedisi (2001), Mehmet Başaran / Can Yücel’in Yayımlanmamış İki Şiiri (Adam Sanat, Temmuz 2004).

AL BİR UZUN HAVA

Çekirgeydi Raşko’nun elindeki güvercin
Raşko’da mengeneydi, bu beynimizde kalsın!
Çekmişler ıstor diye muhribin dumanını
Böyle aşk, böyle barış, Allah belamı versin!

Bugün kitabım verdim tek pedal matbaaya
Bu yol beni götürür sağlam Selimiye’ye
Ağlıyorsam gözyaşım iki gözüme dursun
Vermişim ben canımı al-uzun bir havaya

BEN HAYATTA EN ÇOK BABAMI SEVDİM...


Hayatta ben en çok babamı sevdim 
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk 
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek- 
Nasıl koşarsa ardından bir devin 
O çapkın babamı ben öyle sevdim 

Bilmezdi ki oturduğumuz semti 
Geldi mi de gidici-hep, hep acele işi! 
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi 
Atlastan bakardım nereye gitti 
Öyle öyle ezberledim gurbeti 

Sevinçten uçardım hasta oldum mu 
40'ı geçerse ateş, çağrırlar İstanbul'a 
Bir helalleşmek ister elbet, diğ'mi, oğluyla! 
Tifoyken başardım bu aşk oyununu 
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu 

En son teftişine çıkana değin 
Koştururken ardından o uçmaktaki devin 
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için 
Açıldı nefesim, fikrim, canevim 
Hayatta ben en çok babamı sevdim... 

SABAHATTİN EMMİ İÇİN

 

Akşamüstü

Beş buçuk altı sularında

Arabam kırılmış, yatıyordum betonda

Çekirdek yiyerek efkârımdan,

Dalmışım mavinin avarasına...

Bir uçurtma çıkıverdi.

Bir uçurtma... aman! aman

Avlu duvarlarının telli objektifine

Salına salına onur verdi…

Mahkemeye son anda yetişmiş,

Yine de telaşsız

Ve alabildiğine ciddi

Bir görgü tanığı gibi...

Ve çayırların, çocukların, gelinciklerin

Dünyada hâlâ var olduğuna dair

Yeminli (yani üç kez kuyruk attırarak)

Ve de allı yeşilli

İfadesini verip

Yine geldiği gibi salına salına

 

Ve alabildiğine ciddi,

Avlu duvarlarının telli objektifinden

Çıkıp gitti…

 

Arabanın atları deh deh aman da!..

Uçurtmanın aşkına ayağa kalktığımda

Sabahattin Emmi’nin öldüğü geldi aklıma,

Bir volta da onun için attım, sonra bir volta daha...

Arabamın atlan tıkıtak tıkıtak betonda..

 

SEVGİ DUVARI

Sen miydin o, yalnızlığım mıydı yoksa

Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi

Dilimizde akşamdan kalma bir küfür

Salonlar piyasalar sanat-sevicileri

Derdim günüm insan arasına çıkarmaktı seni

Yakanda bir amonyak çiçeği

Yalnızlığım benim sidikli kontesim

Ne kadar rezil olursak o kadar iyi

 

Kumkapı meyhanelerine dadandık

Önümüzde Altınbaş, Alan Zincir, fasulye pilakisi

Ardımızda görevliler, ekipler, Hızır Paşalar

Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi

Öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri

Çöpçülerin elleriyle okşardım seni

Yalnızlığım benim süpürge saçlım

Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi

 

Baktım gökte bir kırmızı bir uçak

Bol çelik bol yıldız bol insan

Bir gece Sevgi Duvarını aştık

Düştüğüm yer öyle açık öyle seçik ki

Başucumda bi sen varsın bi de evren

Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi

Yalnızlığım benim çoğul türkülerim

Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

SAHİL KASABASI

SAHİL KASABASI

 

CAN YÜCEL

 

Bu günlerde herkes gitmek istiyor.

Küçük bir sahil kasabasına,

Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...

Hayatından memnun olan yok.

Kiminle konuşsam aynı şey...

Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.

 

Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.

Bir kendisi...

Bu yeter zaten.

Herşeyi, herkesi götürdün demektir.

Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.

Ama olmuyor.

Hadi kendimize razıyız diyelim,

Öteki de olmuyor;

Yani herşeyi yüzsütü bırakmak göze alınmıyor.

 

Böyle gidiyoruz işte.

Bir yanımız "kalk gidelim",

Öbür yanımız "otur" diyor.

"O"tur" diyen kazanıyor.

O yan kalabalık zira...

İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,

Güvende olma duygusu...

En kötüsü alışkanlık...

Alışkanlığın verdiği rahatlık,

Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.

Kalıyoruz...

Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.

 

Evlenmeler,

Bir çocuk daha doğurmalar,

Borçlara girmeler,

İşi büyütmeler...

Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

 

Misal ben;

Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.

Değil bu şehirden gitmek,

İki sokak öteye taşınamıyorum.

Alıp götürsem gelmez ki...

Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında.

Herkes onu, o herkesi seviyor.

Hangi birimizle gitsin?

 

"Sırtında yumurta küfesi taşımak" diye bir deyim vardır.

Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin.

Kendi imalatımız küfeler...

 

Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.

Ölüm var zira!

Ölüme inat tutunmak lazım,

İnadına kök salmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek.

Var tabi yapanlar, ama az.

Sadece kaymak tabakası.

Hepimiz kaçabilsek...

Bütçe, zaman, keyif denk olsa...

Gün içinde mesela;

Küçücük gitmeler yapabilsek.

 

Ne mümkün?

Sabah 9 akşam 18...

Sonra başka mecburiyetler...

Sıkışıp kaldık...

Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli bu kadar ağır olmamalı.

 

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.

Bir ömür karşılığı bir ömür yani...

Ne saçma...

Bahar mıdır bizi bu hale getiren?

Galiba..

 

Ben her bahar aşık olmam

Ama her bahar gitmek isterim.

Gittiğim olmadı hiç, ama olsun...

İstemek de güzel.

 

BİR HERCAİ MENEKŞE

 

BİR HERCAİ MENEKŞE

 

CAN YÜCEL

 

Molla yi ilkin şair olarak değil, molla olarak tanıdım. öyle bir molla ki, sanki ,,Ağır ol, molla desinler" lafını ömründe işitmemiş! Bir kaldırımdan bir kaldırıma seğirtiyor, bir daldan bir dala atlıyor. Öğretmen, sosyal danışman, turizmci, radyo yayıncısı, fotoğrafçı... Bu kitabıyla önüme dikilene dek bilmediğim son marifeti de şiir... Tek bir işte yoğunlaşmanın başarıda şart olduğu söylenir ya, o, bizim kıpır kıpır Molla’ya göre değil... Coşkunun, heyecanın derinleşmeyi nasıl solladığını, aşkın meşki nasıl çalımladığını onu tanıdıkça daha iyi anlıyorsunuz. Hercai belki ama, bağı, bahçeyi 3abâd eden bir hercai menekşe..”

(Mayıs 1994, Sevdanın Rengi, Toplum yayınları , Ankara  1995)

CAN YÜCEL’DEN SEÇKİLER

CAN YÜCEL’DEN  SEÇKİLER

 

KİBRİT ÇAKIYORSUN KARANLIKTA 


Kibrit çakıyorsun karanlıkta 
badem çiçeklerini görmek için 
Ve mart denizlerinde tedirgin bir çift 
sarnıç gemisi gözlerin 
Bir iş açacaksın sen başımıza 
yangın mı olur artık, bahar mı?

 

NEŞEYE SONE

Yakın gözlüğümü yitirdim 
Yitirince seni kadın- 
Doğumun ardından 
Çatladı kapı sanki 

Öyle uzak bir doğu ki her şey 
Görünmüyor burnumun ucundan 

Çiğnenecekmiş gibi geliyor hep 
Geçerken kıtadan kıtaya 

Ters bir dizeye rastladım demin 
Taburcuymuş, öyle dedi 
Çıkışını yaptırıyormuş acundan 

Lâf! 

Ne sen ne ben sevgilim 
Öldükse ölümden değil 
Sevişmenin acısından

 

ELLERİMDE BİR GÖZTAŞI

Ellerimde bir göztaşı, gözlerim boş gidiyordum 
Ne bileyim, bir damlanın böyle deniz olduğunu 
Şaştım, mavi bir fal gibi açılınca önümde 
Giritli bir ölümüm varmış, bir balıkçı fitil gibi 
Patlayacakmış avucunda otuz çubuklu gençliğim 
Üç günde mi desem, üç gökte, üç kulaçta mi 
Ben ki, o camgöbeği çiçekler açan ağaç 
Kırılmaz bardaklar gibi tuzla buz olacakmış 
Ne zaman boğulsam böyle yosun kokuyordu ışık 
Sabahçı kahvelerde bir çiroz ötüyordu 
Ve dalgalarımı geçen o deniz şoförleri 
Böyle uyur düşlere bindirmiş gemiler 
Uyuklar gibi üstünde mermer masaların 
Bir tahta parçasıydım, osmanlı bir kazadan kalmış 
Yüzüyordum, islam kaptanın ahşap ayağında 
Öbür tahtalara öbür insanlara doğru 
Cumhurdu mürekkep balığı, simsiyah yüzüyordum 
Ne bileyim, bir korkunun böyle destan olduğunu 
Ağardım, nişanlayınca gece ve yavrulayan yalnızlık 
Ya da ilk insanın doğdugu, öldüğü dağdi Moby Dick 
Nefes aldıkça filbahriler köpürüyordu sulardan 
çanlar çalıyor kulaklarımda, yunuslar yarışıyordu 
Alyuvarlar, dolkuşları ve rüzgar midyeleri 
Dedim, dünya gibi bulut yok dünya üstünde 
Ellerimde bir göztaşı, gözlerim boş gidiyordum 
Ne bileyim, bir türkünün böyle Veysel olduğunu 
Açıldım, çıkmaz bir sokak gibi, kapanınca denizde.

 

CAN YÜCEL

 

Gülümseten öfkenin şairi

Can Yücel 1950'lerde "Yazma" ile başlayan şiir serüvenini çağdaş Türk şiirinin zenginleştirici bir boyutu olarak değerlendirmek gerekiyor.

Onun şiiri kısa bir sürede evrilme gösterir. Bu ilk kitap, bir bakıma, Can Yücel'in kültürel/düşünsel kaynaklarının yansılarını getirir. Ama onun asıl şiir ibresi, bugüne ulaşan soluklu sesi, ilk kez "Sevgi Duvarı" (1973) ile ortaya çıkar. "İkinci Yeni"nin etkin olduğu dönemde yeni, farklı bir ses olarak hemence belirir Can Yücel şiiri.

1960'lar, hapisli yıllar Can Yücel şiirinde bir değişim değil, bir açılım yaratır. Bunu kendisi şöyle dile getirir: "Şairlik patlamam orada (hapisane, F.A.) oldu.

Cepheler açık. Seni bir yere koymuşlar. Seni koyanlar var. Yalın bir çelişki var. Yalın bir çelişkinin içinde bir de insanlarla sıkı-fıkı bir ilişki var hapishanede. Sade siyasiler değil. Gerçi öbür koğuşlarla ilişkiyi kısıtlamışlardı ama, yine de onları izleyebiliyorduk. İşte bu çelişkinin yalınlığı da doğrudan sonuçlar almama yardım etti. Siyasetti, içkiydi, kendimi dağıtacak olanaklar da yoktu. Bundan dolayı yoğun olarak şiirle baş başa kaldım. Yoğun olarak şiir yazmaya başladım ve bunu iş haline getirdim. İki-üç günde bir şiir çıkarıyorum."

Şiiri bu süreçte bir yazma, hayata bakış disiplini haline getiren Can Yücel; bir yüzleşmeyi de yaşar, bence. Toplumla, her kesimden insanla alışverişin sorgulanışıdır bu, biraz da.

"Bir Siyasinin Şiirleri" (1974), Can Yücel şiiri için bir başlangıç noktası olmasa da; bugünkü sesinin, şiirinin renginin/dokusunun izlerini getirir. Bundan böyle, onun şiirinin kulvarı bellidir artık. "Ölüm ve Oğlum" (1976), "Rengahenk" (1982), "Gökyokuş" (1984), "Canfeda" (1986) Can Yücel şiirinin, poetik yolculuğunun/tavrının bütün ögelerini getirir: humour, yergi taşlama, ironi, slogan, devrimci söylem, başkaldırı, sevgi, öfke, "müstehcen"lik, tanıklık, güncellik, tarihsellik, yaşama soluğu, sosyalizme inanç, çeşitleme, renklilik, aykırılık, romantizm, düşünsel öz, uslamlama, imge, biçim ve söz oyunları, mizahi boyut, argo, tumturaklı üslup, tersinlemeler, toplumsal eleştiri, muhalif kimliği...

Can Yücel'in poetikasını oluşturan ögeler, çağdaş Türk şiirine bir zenginlik getirmiştir.

Evet, "çeşitleme"nin şairidir o; sözcükler onun şiirinde bir başka anlam kazanır. Kışkırtıcıdır onun şiiri. O bilinçle, aykırılıkla yazar. Çünkü, onun için şiir:

"bir gerilladır. Dağda dolaşır,
şehirde dolaşır. Vurup kaçar.",
bir öfkedir",
"bir umutsuzluktur",
"bir çalar-saattir",
"bir tanıktır."
Hayata, yaşanılanlara tanıklık ve tavır almadır onun için şiir. Güncelliğinin tarihsel boyutunu da burada aramak gerektiği kanısındayım.

Şiirde belirleyeni, belirleneni iç içe verir. Bir avcı gibi arayışlara düşmez Can Yücel... Hayatın akışı içindeki rastlaşma an'larından, devinimlerden çeker alır şiirsel özü. Sonrasında sözün imbiğinden geçirir. Yani, o; şiiri arayan değil, bulandır. Dünya görüşü bir bakışım an'ında, devinimde şiiri bulmaya yeter. Sonrası sözcüklerin çakışmasına kalıyor.

Can Yücel'in şiiri gökkuşağının renklerini taşır. Başkaldırının rengidir ana renk. Sözcükleri isyan bayrağı gibi dalgalandırır o renk arenasında. Hayatı kuşatan bütün "şey"ler onun şiir evreninde yerini bulur.

Can Yücel, hayatın devinimini dert edinir. Şiirsel bakışımını da devinimler üzerine kurar. Asi, atak, gürül gürül bir sestir onunkisi. Yer yer duygu tonu, duyarlık düzeyinin de yükseldiğini görürüz. Bu anlarda duygu tufanına kapılmış bir Can Yücel vardır: Dünyaya meydan okuyan sesi çocuk masumiyetine bürünür. Ama o içlilikte yine de ataktır. Deyim yerindeyse; sözü gediğine koyar. Gürül gürül yağan yağmur, çakan şimşektir. Bulutlandırır gözleri. Kaçıramazsınız gözlerinizi gözlerinden.

Evet, o; hayata şiirin yedi rengi, o renk deryasıyla oluşan şiirsel gözle bakar. İmlediğim gibi, bu bakışta arayışın değil, bekleyişin tözleri vardır.

Şiiri tasarlamaz. Hayatın akışı ona getirir şiiri. Bir çırpıda yazılmış gibi de görülse; birikimin ağması, yansısı gözlenir hemen. Yansıyanların dönüşme biçimlerinin kurgulanışı, söze, imgeye, şiirsel öze ağışmasında bu vardır. Bir şairin şiirsel/imgesel belleğinin, kendine özgü şiir yapım/üretim bilincinin (atölyesinin) süremini gösterir bu da.

Can Yücel şiiri, işte böylesi bir durakta/yapıda/oylumda yer alır çağdaş şiirimizde.

An'lar, sözler, resimler, görüntüler, gezintiler, zamanın bütün renkleri ve durumları onun şiirinin düşünsel özünü oluşturur aynı zamanda, Çağcıl, öfkeli, asi bir sesle şiirsel öze döndürür her bir kımıldanışı. Bilinçlilik durumları yaratır. Bunu da güçlü bir imgelemle yapar. Türkçe'nin keşfine çıkarız onunla. Dile yeni anlamlar katması, tersinlemelerdeki bilinç ışıltısı; onun, ne denli, yaşamın soluklandığı yerdeki bir şair olduğunu gösterir bize.

Yaşamın diyalektik özü Can Yücel şiirinin çıkış kaynağıdır. Daha doğrusu konusu, izlekleri bu devinim ve çatışmadan doğar. "Söz"e yüklediği anlam ise yeni ve yan anlamlarıyla şiirsel özünü, imge dünyasını oluşturur. Bir anlamda Can Yücel şiirine "protest" şiir de denilebilir.

Aykırıdır, asidir, kışkırtıcıdır onun şiiri. Aynı zamanda bilgece bir bakışın yansımasıdır da. Yaşamı, düşünce tarzı ile örtüşen bir şiir evreni kurar, Can Yücel şiirimizin "Neyzen Tevfik"idir.

Çatışma, değişme, dönüşme odaklarında var olur onun şiiri, gülümseten öfkeyi barındırır. Can Yücel şiiri, "dünyaya gelmiş en iyi haberdir". Okudukça neden,niçin yazdı diye sorarak-düşünürsünüz.

Nasıl mı? İşte onun şiirinin yediveren gülnamesi de buradadır. Her dem yeniden okudukça yenileşme, çağıltılı bir ses duyarsınız. Hayatın nabzını dinlersiniz. İşte o an bilin ki; Can Yücel şiirinin yedi rengi kuşatmıştır sizi.

Yaşamın arka planında olup bitenleri "yeniden görmek/yeniden göstermek için", o; şiirin barometresini hep yüksek tutar. Alanlara alanlara yürür; şiirin kalbine yani öfkenin, umutsuzluğun, tanıklığın, gerillanın... Onun öfkesi de, sevinci de, sevgisi de, acısı da şiirinin rengine yansır. Sözcüklerle ağışarak kurulan renklerin başkalaşımını en çok Can Yücel şiirinde buluruz. Onun ironisi de, yergi ve taşlaması da bu başkalaşım çizgisi üzerine kurulur. Evet, Can Yücel şiiri aykırıdır. Aykırılıkları, sevgisizlikleri, tarümar olmuşlukları, yitimleri, umutları, sevinçleri göstermek için aykırıdır. Bazen sesi bir tenor gibidir, bazen de basbaritondur. Esen yelin fırtınaya dönüşme durumudur, bazen.

İmlediğim gibi, "çeşitleme"nin şairidir Can Yücel. Sözcükler onun şiirinde bir başka anlam, boyut kazanır. Adeta seslerin rengini buluruz onda.

Ses ve ritm. Onun bu renk ahenginin, onun deyimiyle "rengahenk"inin serdümencisidir adeta.

Can Yücel şiiri kılavuz istemez. Çünkü o şiirimizin ilk ve tek kılavuzsuz kaptanıdır: Derya denizlerde özgürce dolaşır durur. Ne bir liman ister, ne de barınak. "Dalgalarla dalga" geçe geçe yedi deryaya ulaşır. Yeryüzünün yedi rengini verir şiire. Onun duygu teline dokundukça, hâlâ şiir yazdığını, şiirle hayatı soluduğunu görürsünüz.

Şiirin güneşine, göğün yedi rengine onun bu tok, duru, içli sesiyle ulaşırız:

"Ben senden öğrendim deniz yazmayı
Elimden düşmüyor mavi kalem
Bir tirandil çıkar gibi sefere
Okula gidiyor öğretmenim
Ben de ardından açılıyorum
Bir poyraz çizip deftere
Bir ada var sırf ebabil
Dönüyor dönüyor başımda
Senle yaşadığım günler
Gümüş bir çevre oldu ömrüm
Değince güneşine."
(Akdeniz Yaraşıyor Sana" / Sevgi Duvarı)
Akdeniz'in bu güzel, anlamlı, yürekli sesini sevgiyle, coşkuyla kucaklayalım. O her dem yanıbaşımızda, omuz omuza bizimle, her dem soluğumuzu ısıtacak, yönümüzü ışıtacaktır. 

Yazar: FERİDUN ANDAÇ

Şaşırtıcılık

Can Yücel, şiiriyle bir damar açmış, kendinden sonraki şiiri etkilemiş bir şair. Bunda, kendinden önceki bir şiiri daha yetkinlikle, hicve ait olanı, şiirin yasalarıyla yeniden yaratmasının önemli payı olsa gerek. Başkaları, bu olguyu başka nedenselliklerle açıklayabilir. Ama, ben böyle düşünüyorum. Nitekim, küfür bile onda, iyi güzel olan açısından bir yargılama haline dönüşüyor. Özellikle Can Yücel'in hicivden yola çıkıp şiire ulaşan şiirlerinden bir örnek verirsek sorunu daha iyi somutlayabiliriz. "Gezintiler" adlı kitabından İSKİ Yolluğuna bir bakalım: "Para su gibi akıyor deriz a/ Meğer su, para gibi akıyormuş/ Bir kanalizasyon şebekesine" Bu şiiri, İSKİ skandalını bilenler gerçekle ilinti kurabilir, böylece daha iyi yorumlayabilirler. Ama, paranın kanalizasyon şebekesine su gibi akması, bu gerçeklikten özgürleşip başka anlamlar ediniyor. Kapitalizmin iç yüzü, bu denli vurucu başka türlü anlatılamaz herhalde. Kanalizasyon, İSKİ skandalından habersiz olanlar tarafından haksız kazanç kazananların, artık değeri cebe cukka edenlerin, kısaca, burjuvaların midesi olarak algılanabilir çünkü. Ve şiir böylece, hem çirkin, hem mizahi ögeleri güzel ve iyi olan açısından sonsuzca yargılıyor.

Yine aynı şiirden kalkarak, günlük olanın, çirkinden yola çıkarak tuhaf bir şekilde kalıcılaştığını da görüyoruz. Doğrusu, şiirde ağır basan, bu kalıcı yan oluyor. Bir şey geleceğe doğru akıyor, o günlük olanı yayıyor zamana. Şaşırtıcı olan da bu işte Can Yücel şiirinde. Sürekli taze kalan da. Yine aynı kitabın Gezi Notları bölümünden rasgele bir şiir alalım. Şiirin ilk dört dizesini. "Yaldızdan bir ruhun cesediyim/ Atina'dan bakıyor bana bir uskumru/ W.B. Yeats gelmiş de sanki/ Çözülmez harfler masasına" Daha ilk dize, şaşırtıcı olanı yakalıyor. Ama zorlanmıyor şair. Başka bir şairle düşsel olan bir işi gerçekleştirmek istiyorlar, alıntı yapmadığım, beşinci dizede dile getirileni, "Eski Bizans'ı diriltiyoruz". Yani Yeats ile eski Bizansa can verme işini gerçekleştiriyorlar. Burada aslolan şiirin kendisi. Şaşırtıcı olanda şair kentini, kozmik olanı ve çiçeği vb., yani hayatı yeniden yaratıyor. Ama, şaşırtıcılık devam ediyor. Şiir böylece sürekli bir yenilik kazanıyor. Her okuyuşta başka bir çağrışım. Tazelik. Zamana kalan şiirin yarattığı. Şiirsel olan, haz veren şiirsel nesne. Peki şaşırtıcı olanı sağlayansa şiirin imgeye dayanması. İmgede can bulması ve imgenin hayatla olan yaratıcı ilişkisi. Ancak... Evet, ancak, kimi şiirlerinde, çok üretmenin, hayatla içli dışlı olmanın getirdiği bir sorunsal var ki, bu da şairin umurunda değil gözüküyor.

Can Yücel şiirinin diğer özellikleri de politik olandan yola çıkıyor olması. Cinsellik, hayatı buradan algılamaya çalışması. Bu iki özellikle şairin şiir özellikleri tamamlanıyor. Ancak, her şiirde bu özelliklerin bazen biri, bazen bir veya ikisi görülür. Yani, Can Yücel şiirini bu özellikleriyle ele aldığımızda, bazı şiirleri için politik, bazıları için günlük, bazıları için hiciv şiirleri diyebiliriz. Ama, bence şairin şiirini ele aldığımızda, asıl belirleyici olan, imgeye dayanarak yazdığı ve bu özelliklerden birine sahip olan şiiridir. Ama, işte ister politik, ister cinsellik, ister hiciv ağır bassın... Şair yaşamdan, yaşanmıştan yola çıkıyor. Kendiyle barışık ve içten, samimi. Şairin Gezintiler adlı kitabından yapacağımız şu iki alıntı bu dediklerimiz için oldukça somutlayıcı. İlk önce 'Kadının Coğrafyası' adlı şiirinden, "....Sökemedim bitürlü tarihinizi/ Asıl asıl coğrafyanızı/ Hâlâ hâlâ meçhul bir kıta/ Kırk yıllık kadınımın bacakları arasından/ Avuçladığım o Atlanta" Şimdi de, 'Bir Yoldaşın Ölümü Üzerine' adlı kısa şiiri, "Patriyot Hayati ölmüş fötür şapkasıyla yatağında/ Her zamanki gibi harekete hazır/ Bir kadehMarx içtikten sonra". Şairin benzetmeleri, görüldüğü gibi şiiri her zaman taze tutabilecek denli güçlü. Kimi şiirlerse, değineceğimiz gibi çapaklı, fire verir.

Şairin 'Seke Seke' adlı, en son çıkan kitabına şiirinin özelliklerinden sonra, artık gelebiliriz. Kitap Kasım 1997'de yayımlanmış. Üç bölümden oluşan kitapta, "Seke Seke Ben Geldim" adlı birinci bölümde 101, "Papatyanın Patagonyası" adlı bölümde, biri eşi Güler Yücel'e ait olmak üzere 56 ve "Eklem" adlı üçüncü bölümde 33 olmak üzere toplam 200 şiir var.

Şair, bu şiirlerinde de şiirinin bütün özelliklerini devam ettirir. Yalnızca, bir şey daha eklemiştir şiirlerine: hikmet söylemek. Evet, şair, daha önceki şiirlerinde de gözüken, veciz söz niteliğini taşıyan şiirlerinehikmeti katıyor. Veciz sözle hikmeti birbirine kararak. Kitabın en sonundan iki örnek vermek istiyorum: "Ümmîlik" adlı şiiri şöyle, "Cümlemiz cümle değildir,/ Çoğumuz bir kelime bile etmez,/ Ümmîdirler kendileri,/ Bakmayın aydından saydıklarına!" Diğer şiir ise şöyle, "Ölmek toplu suçumuzdur topumuzun/ Cezası ölüm." (Suç ve Ceza) İlk şiirde eleştiri benzetmenin doruğunda gerçekleşiyor. İkincide ise insanî bir gerçek, bir toplu suç gibi niteleniyor. İlk şiirdeki ilk iki dize ise hikmet söylemenin, sezgiyle gerçeğe varmanın güzel örneği. Her iki alıntı da veciz söz ile hikmet arasında gidip gelmekte ayrıca. Bu dizelerde hikmetle varılan dizelerin zamanla veciz söz değeri kazanma özelliğini görüyoruz, ayrıca. Kısa şiirlerini özellikle bu tadla okuyabiliriz.

Can Yücel'in kimi şiirlerinin çapaklı olduğunu, çok üretmenin, hayatla içli dışlı olmanın sorunsalını taşıdığını yazmıştık ve şiirindeki bu çapağın, şiiri çok iyi bilen şairin pek umurunda olmadığını söyledik. Gerçekten de, kimi şiirler var ki, günlük bir eylemi övmek için, ya da bir sevdiğini, sevmediğini övgü-yergi için yazılmışlardır. Ancak, bu şiirimsilerdeki tat da unutulmamalı. Gününün tanığı olan bir şairin, bu tür şiirleri de olmalı, gelecekte geçmişi öğrenmek isteyenler için. Bu tür şiirlerin tadının da ustaca söylenmiş olmalarında, yazılanların kişilikleriyle kurduğumuz ilişkide aranmalı. Elbetteki şairin söyleyiş özelliğinin verdiği incelik, benzetme, imgesel haz da unutulmamalı.

Şairin artık alıştığımız kişiliğinden kaynaklanan, verdiği imajı ayyuka çıkartan, küfürün ağır basıyor gibi gözüktüğü, şiirlerini ise, yine aynı hazla okuyabiliriz. Çünkü küfür, başta da söylediğimiz gibi, eleştirilmesi gereken düzene, kişiye şairin okkalı bir eleştirisi sayılmak gerekir. Etik olan adına çirkinin yeniden göreve çağrılması şeklinde de anlaşılabilir bu şiirler. "Bir osuruk ağacıyım ben/ Yellendikçe şiirler açan" (Bereket adlı şiiri). Bu dizeleri de, örneğin. Ancak, kendinden sonraki şairleri toptan yadsıyan dizelerini ise... Yalnızca, bu tür eleştirilerin her dönemde yapıldığını anımsatarak kendisine geçelim. Bu kitabını okuduğumda aklıma ilk gelen ise şairin yaşlandıkça çiçek açtığıydı. Gerçekten yaşlanmıyor şair. Gençlerin arasına karışmış saçı sakalı dağınık bir badem ağacı o. Üzerine kar yağdırsa da arada bir, güneşin dallarından açtığı.

Üzerindeki karlar da hayatı şiirle yaratma, karşılama isteğinden bu badem ağacının. Her mevsim varolmak, çiçek açmak, her yerde yeşermek isteğinden. Bunu yapıp yapamayacağını ise pek düşünmüyor. Onun istediği başka. Çiçeklerini güneşe yaymak. Dallarıyla çocuklara gülümsemek. İnsan olan insanların içini ısıtmak..

Şairlerin, şiir severlerin, gerçek şiir okurlarının, Can babası o artık. 

Yazar: METİN CENGİZ

CAN YÜCEL'İN ŞİİR ÇEVİRİLERİ

Şiir başka dile çevrilebilir mi, çevrilmez mi? Bu soruyu ortaya atanların çoğu çevrilemez deyip keserler. Şiir sanatı üstüne eğilmiş en keskin zekalardan biri, Paul Valery, daha da ileri gidip şiiri çevrilmeyen, başka türlü söylenemeyen şey olarak tanımlar. Bir şiirin güzelliği söylediği kadar belki ondan da çok söyleyişinde, seslerin, seslere bağlı anlam ve çağrışımların belli bir düzene sokulmasından olduğuna göre onu bozup bir başka dilde yeniden kurmak olacak iş değildir. (...)

Bir garip gerçek de şu ki milletlerin şiir tarihlerinde en verimli devirler şiir çevirilerinin en çok yapıldığı devirler oluyor. Sözü uzatmamak için hemen kendi edebiyatımıza geçip yeni şiirimizin en bereketli yıllarına bakarsak çevirilerin ne büyük bir yer tuttuğunu görürürüz. Kalburüstü şairlerimizin hemen hepsi, hatta Cahit Sıtkı gibi şiirin çevrilmezliğine inananlar bile sevdikleri şiirleri Türkçeye çevirmezlik edemediler. (...) Can Yücel'in çeviride yaptığı da bu işte: Dünya insanına seslenen şiirleri bizim Ali Veli'lerin diliyle söylüyor. Bir ucu Eluard'ın yüreğinde olan şiir kuşağının öbür ucunu Mehmetçik'in diline dayıyor. Mehmetçik ne anlar Eluard'dan diyecek şimdi bana bir mutlu aydın; sanki Mehmetçik anlamaz diye şairin Hacivat'ın diliyle konuşması gerekirmiş gibi. Herhangi bir Fransız Eluard'ı, herhangi bir İngiliz Shakespeare'i anlamaz ona bakarsanız, ama bu şairler yine de herhangilerin diliyle söylemişler bütün düşündüklerini, hem en çapraşıklarını. (...)

Can Yücel pek mi kendinden yana çekmiş çevirdiği şairleri? Hep bir ağızdan mı konuşturmuş değişik şairleri? Kaldırım, meyhane Türkçesi -ki tadına doyamaz oluşumuzun bir hikmeti vardır elbet bu yıllarda- fazla mı ağır basıyor yer yer? Kalem efendilerinin inadınalık, meleğe karşı çöpçüden, öğretmene karşı öğrenciden, padişaha karşı Keloğlan'dan, kasabın kendine karşı sokak kedisinden yanalık, sözün biberlisini, küfürün sunturlusunu tutarlık tutamıyor mu kendini bazı şiirlerde? Olabilir, olabilir ama bir başkasını ezecek olan bu aşırılılklar Can Yücel'de uçurtmayı havalandıran rüzgar oluyor; dili varmıyor insanın bunlara dokunmaya. Neden derseniz Can Yücel en aşırı duygularını en soğukkanlı düzene sokmasını biliyor, düşünce coşkunluğunu biçimle, biçim düşkünüğünü cana sesleniş, ciğere gidişle, dil sarkıntılığını kafa olgunluğuyla gideriveriyor. O kadar ki insan sonunda Can Yücel'in biçim ustalığını mı yoksa gönül cömertliğini, doğrudan yana dolu dizgin gidişini mi öveceğini şaşırıyor. Merhaba biçim ve merhaba düşünce! 

Can Yücel, kendi şiirini söyler gibi çevirmiş bu "Her Boydan" şiirleri. Cömertçe canını komuş başkalarının söylediklerine.Ha sen söylemişsin ha ben der gibi. İnsanın insanla kaynaşması her zaman güzeldir, şairin şairle kaynaşmasında bir başka sıcaklık, bir başka aydınlık oluyor: bir dille iki dilin tadını almak, bir canla iki canın sevincini duymak gibi bir şey. Bu cömert kaynaşma, bu dünyanın türküsünü benimseme gücü yok mu -ki Can Yücel'de var o- şairi şair eden tılsımı onda aramalı. (...)

Yazar: SABAHATTİN EYUBOĞLU

CAN YÜCEL ÜZERİNE

(...) Can'ın şiirinde doğa, nesneler, canlılar, insanlar, olaylar, ilişkiler, bilgiler, düşünceler, kavramlar, tasarımlar, imgeler, duygular, heyecanlar, duyumlar; şiirsel imge dünyasının ku­rulmasını sağlayan bir kaynak ve bir vesile. Bu şiirde, her günkü sözcükler ve taşıdıkları imgeler, varlığını kendinden alan ve kendinde bulunan şeylere dönüşüyor. Şiirsel imge, tasarımın ya da doğrudan verilmiş ve işlenmemiş ruhsal im­genin karşıtıdır. Çünkü tasarım ya da doğal imge, belirttiği nesneye doğrudan bir gönderimden başka şey değildir, yani yalnızca bir imdir (göstergedir). Bunları, saydam ol­malarından ötürü cama benzetebiliriz. Nitekim, bunları gör­meyiz, ama içlerinden, nesneyi görürüz. Böylece tasarımlarla ve doğal imgelerle, dünyanın bir resmi, bir tasviri, bir sureti oluşur zihnimizde. Şiirsel imge dünyasının oluşmasında ise, bunun tersi bir yol izlenir. Yani tasarımlar ve doğal im­gelerinin dönüşüme uğratılmasıyla, dünya varlıkları saydamlaşır ve cam haline gelir ve şiirsel dünya varlıklarını gös­terir. Başka bir deyişle, tasarımın, imgenin ve sözcüğün nesne haline dönüşmesidir bu;  dünyanın daha önce var ol­mayan şiirsel resminin (suretinin) çıkarılmasıdır. Örneğin, "Gümüş bir çevre oldu ömrüm  / Değince güneşine" de, bildiğimiz doğal varlıklar olarak "gümüş", "çevre" ve "güneş" somut varlıklarından sıyrılmış ve dolaylı olarak anlatılan aşk da, sayısız örneklerine rastladığımız rastlantısal, zamansal ve tekil varlığından kurtarılarak zorunluk ve zamandışılık alanına kaydırılmıştır. Yani burada, şiir dünyasının imgesel nesneleri arasında, genelgeçer, öncesiz sonrasız ama yine de şiirsel so­mutluk taşıyan yepyeni bir bağıntı kurulmuştur. Bilinçdışının karanlık, karmakarışık ve başıboş dünyasının nesnemsi imgelerinin, dille ve dilde aydınlığa kavuşup açık seçik ve belirgin bir biçimde insansal dünya içine sokulması ve bi­linç içinin genişletilmesi de, aynı şiir işleminin (praksisinin) sonucudur. Çağdaş şiirin temeli olan ve özellikle gerçeküstücülerin üzerinde önemle durdukları bilinçdışını özgürleştirme ve imgeyi dönüştürme işlemi, Can'ın şiirinde, Türk ede­biyatında az gördüğümüz bir ataklık ve isabetle uygulanır. (...)

  Can, Breton'un dediği gibi "sözcüğü köpürtmekle", şiiri sözcükten fışkırtmak, en uzun ve karşıt imgeleri çar­pıştırmakla ya da yan yana getirmekle kalmıyor. Çağrışımsal olanaklarını sonuna kadar kullandığı ve kimi zaman "kelime oyunlarıyla, cinaslarla bir başka yaşama kavuşturduğu sözcüğü, fiziksel olarak değişime de uğratıyor; hece ve harf dü­zenini altüst ediyor; bildiklerimize benzeyen ama bir bakıma yepyeni ve etkileyici sözcükler yaratıyor. Dilin ve sözcüğün bu biçimde kullanılması, kurulu düzenin taşıyıcısı ve ko­ruyucusu olan belli bir söylemin yıkıma uğratılmasıdır ve şa­irin devrimci olabilmesi için, dilde ve deyişte kendi şiir dev­rimini gerçekleştirme zorunluğunu hem ortaya koyar, hemde bu zorunluğun nasıl aşıldığını gösterir. (...)

  İnsanoğlunun bütün yaşantıları, deneyimleri, anıları, öz­lemleri, başkaldırmaları, eleştirileri, kendi kaynağını unut­muş, üstü örtülmüş ve yabancılaşmış olarak dilde yatar. Üs­telik, belli bir toplumsal düzenin hem temeli, hem sonucu olan resmi ideoloji, dili, gerçekleri saklamak ya da çarpıtarak göstermek için kullanır. Böylece iki katmanlı (saklayan / saklanan) bir toplum ve birey yaşamı çıkar karşımıza. Oysa şi­irde, dil, saklama, aldatma ve yalan gibi işlevlerinden çekip çı­karılarak; kendisine yabancı bir başkasıyla içine sokulmuş ol­duğu bağlardan, başkasındalık’tan kurtarılarak kendinde ve kendi için ele alınır; özgür varlığına ve işlevine yeniden ka­vuşur. Bundan ötürü, gerçek şairler, dili azat edenlerdir, di­yebiliriz. Nitekim Can'da, tutsaklıktan kurtularak yaşamın iç yüzünü ortaya döken ve özündeki gizli hakikatleri de gös­teren bir dille karşı karşıyayız. 

(Can Yücel Şiir Gecesi Tanıtım Broşürü, Ankara, 2 Mayıs 1994)

Yazar: SELÂHATTİN HİLAV

"Pasaportu şiir, Kimliği şair" biri

Can Yücel, üniversite yıllarında şiire başladı. "Yazma" adını taşıyan ilk kitabı 1951 yılında yayımlandı. Son kitabı "Seke Seke" ise 1997 tarihini taşıyor. Kırk altı yıllık bu zaman diliminde 13 şiir kitabı yayımladı Can Yücel. Çevirileri de göz önüne alınırsa inanılmaz bir Can Yücel birikimi çıkar karşımıza. Bu günlerde 73. doğum yıldönümünü kutlayan Can Yücel'e ya da genel söylenişiyle "Can Baba"ya uzun ve sağlıklı yıllar diliyoruz. Sayfalarımızda yer alan yazılarda Can Yücel'i bir kez daha edebiyatseverlerin önüne getirmeye çalıştık.

Can Yücel'in şiirlerini açıklamak, onu dönemi içinde belli bir akıma yerleştirmek zor iş. Onun şiirinin sevilişi, gereğince anlaşıldığının kanıtı da değil bence. Türk ve dünya şiirine nazireleri, geçmiş olaylara ya da yaşanmakta olanlara yaptığı göndermeler; tarihsel, kutsal ya da yaşamakta olan önemli kişilere sataşmaları kavranıyor diyelim. Bir de sözcüklerle oynaması var, kimi zaman yepyeni sözcükler uyduruyor: Zamokrasi.. Kimi zaman sözcükleri gülünç bir biçime sokuyor, örneğin "kötümser"in "k" harfini, bir dizgi yanlışı gibi "g" harfiyle değiştiriyor.. (Kötümserlik denen duygu için neler düşündüğünü belli ediyor böylece).. Kimi zaman şöyle bir şiir de çıkıyor ortaya bu değiştirmelerle:

Zazatelere Zakarak
Cevat Şakir Bey'in serçe parmağının yavru
ağzından bidaha, bida, bidaha öperim.Zenerji, ve Zabii Kelzaynaklar
Büyükbaş Bakanı,
Cova'da zermik zantıral zurmakla
Zalabalıkların zıplayacağını
Zaçakçılığın zönleneceğini
Zurizmin zoplanacağını
Büyükbaşlar züretiminin zartacağını
Yeşil'le Mavi'nin zok zedileceğini
Zütfen zifade zetmişler
(Canfeda)
Güncel bir olayın "tiye alınması" diyelim yukardaki metne.. Yalnızca gülümsetmiyor ki.. O gizli şiir nereden kaynaklanıyor peki.

Orhan Veli'nin "Garip" dönemini, Metin Eloğlu'nun "Odun, Horozdan Korkan Oğlan, Sultan Palamut, Düdüklü Tencere" kitaplarını hatırlatan, ama bütünüyle onlara bağlanamayan bir şiiri var Can Yücel'in. Biraz ağzı bozuk, biraz hüzünlü ve yaşadığına memnun olsa da yaşadığı çağdan şikayetçi bir şiir diyebilir miyiz buna? Belki.

Dünya ozanlarının neredeyse hepsini tanıyıp, dilediğini Türkçe söyleyen, halk şiirinin, Türk edebiyatının ezbere bileni Can Yücel, beslendiği tüm kaynakları bir Can Yücel şiirine dönüştürüyor. Onun yalın gibi görünen söyleyişinin değişik katmanları var. Bir kristal gibi duru görünüyor ama ışığı rengahenk yansıtıyor. (Can Yücel bu benzetmeyi beğense de beğenmese de sövecek. Onun hangi sövgüsünün övgü, hangisinin küfür olduğunu anlamak da kolay değildir). Sıradan okurun onun şiiri karşısındaki duyguları da kristal bir avize sarkacını ilk kez görenden farklı değil: Şaşkınlık ve hayranlık. Sıradan olmayan okur mu.. O fizik kurallarını bilip, kristalin gökkuşağı yaratmasına şaşmayan, ama beğenisini de saklayamayan bir seyirci gibi.. Sözün özü Can Yücel'in şiiri her seferinde öyle allak bullak ediyor ki sözü çözümlemeler, açıklamalar yetersiz kalıyor. Ben ne zamandır yeni kitabı Seke Seke ile boğuşuyorum.

Seke Seke, ölümle oyuna çıkmış bir çocuğun afacanlığını taşıyor bir yanıyla, bir yanıyla da ölümün bir son değil yaşamın bir aşaması olduğunu söyleyen bilgeliği yansıtıyor:

(...)

Tekrar ölümdür zaten yaşamak
Ne erken ne geç doğumdur her şey

Tehlike zamanında ölmesidir
Sanki bir utanca açmış fazladan
Sıkılmış gibi morundan
Ellerini göğe açacaklar açelyalar
Eşref saatinde uyumak için,
Yürüyen başka adamlar var
Hepsi de ölerek yaşatmak için herkesi,
Yaşam yeşil yaş yaprak
Ben ölsem de ayaklarım
Ki şiirlerimdir
Hepsi yeni bir abeceyi okuyup üfleyecek

Hiç sevgi bitmiyor elma suyu tükenmez
Üstüne can suyu koydukça çoğalıyor
İşte bu yeni yıl için yazılmış bir şiir
Kendi şiirdir ama korkarım değildir,
Nâzım'ım'ın o güzel benzeştirmesiyle
Ben de ölümü yaşamla karıştırıyorum
Ölmek ölmek değildir, yok olmaktır bir ara(...)
(Yeni Yıl)

Yeni Yıl, uzun bir şiir. "Yedi uyuyanlar" söylencesine yapılan göndermelerle başlıyor. Yüzyıllarca uyumuşsunuz ve hiçbir şey değişmemiş. "Derhal karar veriyorum yaşamaya/ Aynı şeyleri yaşamamak için".. Düşgörüsüyle görüyor ozan: "Altı aylık bir bebe/ Ölümü dışlıyor dışkısıyla/ .../ Ölüm bir yeşildir/ Sonbaharda düşen yapraklar kadar/ Her orman kendini yeniler gibidir/ Ki öyledir/ Ölmeyen şey orman mı acaba". Sonra yüzyıllar süren serüvenini anımsıyor bir uçurtmayı andıran.. Zamanında ölme üstüne düşünceler zamanı saptayarak sona eriyor: "İsa-doğdu-gecesi,/ Bir çocuğu germişler çarmıha/ Ölüyor ama heylicanı yaşıyor".

Yeni Yıl şiirinin alıntıladığım dizelerindeki iki sözcüğe dikkat çekmek istiyorum. Biri "tükenmez". Tükenmezin fiil olarak anlamını açıklamanın yeri yok. Ancak bu sözcüğün, meyvelerin şıralaştırıldığı ve içildikçe su eklenerek çoğaltılıp yenilendiği bir ev içkisinin adı olduğunu biliyor musunuz? Günümüzde unutulmaya yüz tutmuş bu şıra/meyve suyunu düşünün, imgesini de. Cennetten kovulmaya, ya da dünyada yaşamaya başlangıç olan "elma"nın suyu can suyu ile çoğalıyor: Sevgi. Ya da Can Yücel'in anlattığı: "Hiç sevgi bitmiyor elma suyu tükenmez/ Üstüne can suyu koydukça çoğalıyor."

(Yücel, bir şiirine de gelincik şurubunu yerleştirmişti anımsayacaksınız. Dökülen kanlarla benzeştirip. Gelincik şurubu da unutulmuş bir içecekti..)

Dikkat çekmek istediğim ikinci sözcük "heylican". Bu sözcük heyecan sözcüğünün ya da hevl-i can sözcüğünün biçim değiştirmişi gibi görünüyor önce. Bence ozan, heyecan sözcüğü ile can korkusu anlamına gelen hevl-i can'ı birleştirip deformasyona uğratmış. Canhıraş bir sözcük.. Can Yücel'in sözcükleri, sözcüklerdeki ses değiştirimleri, ardlarındaki tarihle bir başka görüntü oluşturuyor. Altbellekteki çağrışımlarla dizeleri yeniliyor.

Suç Ve Ceza adlı şiirin adından başlayarak yarattığı çağrışımlar gibi:

Ölmek toplu suçumuzdur topumuzun
Cezası ölüm.

Can Yücel şiirindeki özel adların da, bilindiği zaman, getireceği görüntüler vardır: Tisbe örneğin. Sevgilisiyle buluşacağı ormanda bir aslanın saldırısına uğrayıp, gömleği yırtılan bu mitoloji kişisi, bizim masallarımızda salkımsöğüt söylencesi olarak karşımıza çıkar. Sevgilisi Tisbe'nin yırtık ve kanlı gömleğini gören sevgilisi onun öldürüldüğünü sanarak canına kıyar. Eski bir Romeo-Jülyet kurgusu, Picasso'nun sevişme resimlerinin yanına eklenir. Pembe Kalem şiiri bir coşku şiiridir. Son dize olan: "Burcunu bellemişler libidoşlar" dizesi şiirin görüntüsünü değiştirir. "Beyaz gömleği paramparça, Tisbe/ Paralanmış bir aslan tarafından/ Burcunu bellemişler libidoşlar" dizeleri, liberallerin saldırısına uğramış bir kavramı ya da varlığı yansıtır (bence).

Ölümün Yinelenişi
Can Yücel, Seke Seke'de ölümle sek sek oynuyor. Ölümü evcilleştiriyor. Kimi zaman cenazeler üstüne oynanan oyunları taşlayarak, kimi zaman insanın ardından kalacak dünyanın güzelliğini lirik bir edayla anlatarak: "Aynada bakma yüzüme/ Başkalarının gözlerinin içine bak/ Köpeklerin gözlerine bak/ Kedilerin gözlerine bak/ Ne kadar masum/ Ne kadar mahzun/ Ama birden birebire rüzgâr esiyor/ Sardunyalar açıyor/ Kekikler kokuyor/ Aynada bakma yüzüne/ Ağaçların gözüne bak/ Duvarların gözüne bak/ Manavgat'a/ Gözlerime gözlerime bak/ Dünyanın gözlerine bak/ Kendine aynada bakma/ Sen öleceksin sonunda/ Dünyanın gözleri kalacak" (Bakış)

Yücel'in ölümden gülerek söz ettiği şiirler, kendi ölümünden söz ettikleri. Bu şiirlerde yaşamını da özetliyor çoğunlukla, daha doğrusu yaşamının anlamını: "Yürü bre halk/ .../ Yürü, yürü tanyellerine doğru/ Senin alınyazın karayazın değil/ Bu işte/ Aynı zamanda alnını ağırtmak için/ Kararın.../ İşte bundan başka hiçbir şey beklemiyorum hayattan"

Ölümden sözederken yapamadıkları için hayıflanır, hayıflanır gibi olmaktan utanıp suçu tarihsel koşullara, beceriksizliğine yükler: "Birdenbire uyuyacağım/ Bunca uykulu uykusuzluktan sonra/ Sanki papatyalar açacak balkonun önünde/ Kediler gelip içine sıçacaklar/ Gübre.../ Uyuyacağım, herkesi uyutmak için değil/ Uyandırmak için/ Ben hep böyle yaşadım/ Herkesi uyandırmak için/ Vakti saati değildi belki/ Belki de ben/ Beceremedim"

"Pasaportu şiir/Kimliği şair" biri ölümden söz ediyorsa, özellikle bu ölüm kendi ölümüyse, mezartaşı yazısını da cenaze türküsünü de getirecektir gündeme:

Kitabe-i Seng-i Mezar
Badem çırparcasına olacak ölümüm
Âzalarım dökülecek toprağa
Yine ben toplayacağım sepete.

Cenaze Türküsü
Kendi kendimi sakınıyorum
Sıkılıyorum
Ömür, uzun ömürlü bir kutu süt
Tezelden gitmeli bari
Kalafatsız bir kayık içre
Çaparide tutulmuş yetmişinci izmarit olarak
Bu kültabağına bastırılmak üzre

"Ecel değil, ölendir kazanan" diye yazan bir ozanın ölümden hüzünle söz etmesi beklenemez elbet. Can Yücel, gülümseyerek söz ediyor ölmekten. Kitabın düzenlenmesinde de, ölüm şiirlerinin karşısına onu dengeleyecek bir "keyf" şiiri yerleştiriyor genellikle. Ya da bir siyasal taşlama. Bazen de Eşber Yağmurdereli'ye ya da Yılmaz Güney'e bir selam. Ölüm bir Marksist için yaşamın bir parçası çünkü. "Aksi bir tesadüf" olarak ölümle kesişse de yolu, dünyanın yeniden düzenlenişini düşünmek durumundadır: "Ayağım ağrıyor/ Ayağımın sol ayağımın başparmağı/ Dünya ağrıyor/ Dünya bir ağrı/ Allah tarafından yaratılmışsa/ Yanlış yaratılmış/ Biz dünyayı yeniden yaratacağız."

Can Yücel'in şiirinin gizini çözmenin zor olduğunu söylemiştim. En iyisi onun "göğün mavisine aşkedilmiş" şiirlerinin nasıl yazıldığını kendisinden dinlemek:

Av
Balıkların kaç kulaçtan
Neyle tutulacağı balıkçılardan sorulur
Hangi misinayla, ağla, ırıpla, trolle
Ama bir şiirin oltası vardır da
Yoktur da... başlangıcını bilmezsen...
Dibi bilmek gerek, dili bilmek gerek
Yemi bileceksin yâni
Ve nişana nişanlayacaksın oltayı!

Can Yücel "çatal yürek" düştüğü türkülü yollarda 11. şiir kitabına ulaştı. Düz- yazıları düşünüldüğünde Papirüs Yayınevi'ndeki kitapları 13 tane. Bir de çeviriler var, daha doğrusu Türkçe söylenenler: Brecht, Lorca, Che Guevera, Shakespeare, Weiss. Varsın bu kez ölümden söz açsın. O ölümü şöyle anlatmıştı Refik Durbaş'a: Çok mutlu olduğu zaman insan ölümü düşünür. Çünkü ölüm, mutluluğun bir parçasıdır. Ölümü böyle görmek gerekir. Yarı ölü olduğum zaman ölümü düşünmek bir şeye yaramaz." (Ölüm ve Oğlum/ Gök Yokuş kitaplarının Refik Durbaş tarafından yazılan sunusu).

Nice kitaplara Can Yücel..

Seke Seke/ Şiirler/ Can Yücel/ Bütün Eserleri: 13/ Papirüs Yayınları/ 216 s.

Yazar: SENNUR SEZER

Can gerillası özgürlüğün

"Dün kofra kesiklik etti
Mumla idare ettik
Ayazmadan alınmış mumlarla
Elimdeki para yetmiyor
İçkiyi sigarayı kesemiyorum
Durum bombok
Karım nerdeyse yok
İntihar mı? Etmiyeceğim
Son bir çocuklukla içimden gelen
Bize gadredenleri intihar ettireceğim
Gül koklatarak. Kızıl gülleri."
(Anti-İntihar)

Şiir devrimcidir."

Bu sözden her şiirin, "şiir" başlığıyla piyasaya sürülen her nesnenin devrimci olduğunu anlamak doğru olur mu?

Hani, soyut değil de uçucu, anlatma işlevinden uzak, dahası anlatmamak üzere yapılmış olan işleri ve bu işlerin önerdiği ilişkiler ortalamasını savunanların, bu türden ürünleri tartışmak isteyenleri veya kabul etmeyenleri küçümsemek için; "bu devrimci bir iştir, ama bundan siz anlamıyorsunuz," demesini haklı bulmaktan başka bir şans bırakmaz mı bu saptama?

"Şiir devrimcidir" sözünden, devrimciliği kaba ve bayağı hale getiren; bize insani olmayanı, yaşamın gerçek zenginliğini de, bir avuç hayalperestin yorgun ve acılı duygularını bütün dünyanın gerçek duyguları ve kavrayışıymış gibi "sunan" ürünleri anlayamayacağımız gibi, gerçekten devrimciliğin karşısında duran, onu herhangi bir biçimde bulandıran şiire de devrimci diyemeyiz. Bu tartışmanın yapıldığı her yerde, bunun örneklerle anlatılması istenir. Bu, son derece haklı bir istektir. Biz, kötü, bulanık ve ham örneklerle değil, ama içeriğiyle ve biçimiyle, dünyaya devrimci şiirler veren bir şairin eserini, onunla konuşarak anlatmak istiyoruz meramımızı.

Tarih ve Bugün...

"Minelaşklarla dönüyor ağaçları bahçenin
Hüsnü Aşk bir tarih düşüyor hâlâ coğrafyasına şehrin
Itri nasıl birleştirdiyse iki kıtayı
Boğaziçinden bir taksimle...
Biz şu anda bir tuluat kumpanyasında yaşıyoruz
Naşit'i ölmüş...
Yine de Şeyh Galib sen nur içinde yat
Sen ki hücrelerden aydınlığa tünel açan
En eski devrimcimizsin şiirinle..." (Şeyh Galib İçin'den)

Can Yücel'in bu dizelerinin arkasında, cesur bir tarih kavrayışı durmaktadır. Tarih, bir geçmiş zaman öyküsü değildir asla; bugün, bugüne ait etkinliklerin gelecekle olan o sağlam ilişkisidir. Bir söyleşimizde, Can Yücel, kendi şiirini oluştururken yaslandığı tarihi dokuyu şöyle özetliyordu:

"Türkçe şiir, Selçuklu'dan başlamıştır. Yunus Emre ve mevlit yazarı Süleyman Çelebi, bu başlangıcın iki önemli ismidir. Büyük nesir yazarı Mercümek Ahmed'i de unutmamalıyız. Türkçe şiirin bu Tasavvuf kanalının dışında, bir Alevi varlığı bir de Türkmen, Avşar varlığı çok önemlidir. İki büyük ustası, Pir Sultan Abdal'la Karacaoğlandır.

Osmanlı edebiyatı, bir Bizans piçidir.

Azerbaycan'lı Fuzuli hariç.

Divan edebiyatı, bir dekoratif sanattır.

İçinden getirdiği büyük şair Şeyh Galib hariç.

Mevlana, Acemce yazmasına karşın, şiirdeki büyük etkisi 18. Yüzyıla kadar sürmüştür. Büyük ustayı, musikide Itri, Dede Efendi ve son örneği olan Tamburi Cemil Beyler tamamlamıştır."

Şiir tarihi değerlendirmesi
Can Yücel'in, her biri geçmiş dönem edebiyatının köşe taşları olarak da kabul edilen, bütün bu insanlarla çelişkisinin üstünü örtmediğini, kendi dünya görüşünün şiirini yazarken beslendiği bu değerleri, tarihsel sürecin ve bizim külliyatımızın içinde ait oldukları doğru yere koyduğunu, bütün eserlerinde ve etkinliğinde görebiliriz. Can Yücel'in eserinin büyüklüğü, bu tarihi, diyalektiğiyle anlamasından geliyor. Ne kimileri gibi görmezden geliyor, ne taparak anımsıyor, ne de bu tarihsel birikimin altında kalmaktan korkuyor. Can Yücel şiirinin geçirdiği aşamalar dikkatle incelenirse, onun yalnızca edebiyat alanındaki tarihi değil, yeryüzü birikiminin erişebildiği her parçasını, kendi şiir düşüncesinin ve dolayısıyla dünya görüşünün bir olanağına dönüştürmeye çalıştığı görülecektir. Bu tarih değerlendirmesinin bir yerinde, şunları söylüyordu şair:

"Tanzimat dönemi şiirinde iş yoktur. Fakat, İstiklal Harbi'ni yüreklemiş Mehmet Akif ayrı bir olgudur. Ona hangi övgü yollanırsa yeridir.

Böylece Cumhuriyet tarihine girdik. Burada büyük bir Yahya Kemal vardır ve bir de Ahmet Haşim. Ama bunların özelliği, kaybedilmiş Osmanlı topraklarının nostaljisiyle yazmalarıdır. Yahya Kemal tarihsel nostaljiyle büyük bir şiir yaratmıştır. Bugün her şiir yazan adam, Yahya Kemal'i red veya kabul mevkiindedir. Tevfik Fikret, büyük bir saflığın, büyük bir zekâsıdır. Hüznü de şiirdir, duruşu da. Ahmet Hamdi Bey'i şükranla anıyorum. Arada gelen minor şairleri saymazsak, yıldızımız Nâzım Hikmet'tir... Kurtuluş Savaşı'ndan ve Büyük Ekim Devrimi'nden kopan bu şiir çığı, bütün dağlarımızı ve düzlerimizi çınlatmıştır. Türk şiiri ilk Nâzım'la enternasyonal şiire girmiştir. Fütürizm denilen büyük modernist akım -ki, makinayı öngörerek yürütmüş ve sonra da kurumuştur-. Nâzım'ın son gelişimi, hapishane yaşamı bu modeli alt-üst etti. O Leh'li, Aleyhistan'dan çıkmışcasına bu toprağın çocuğu oldu. -Nâzım'ı vatandaşlıktan atanlar kendi kimliklerini bilmeyenlerdir.

Nâzım sonrası, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra bir şiir tarzı daha yaşadık. Nâzım ağacının dibinde ot bitmeyeceğini bilmeyerek başladı bu. Bunların içinde, Ahmed Arif ile Enver Gökçe'yi ayırmak gerekiyor. Bir de Ruhi Su, müzikteki yorumu ve çabasıyla bu oluşumda başlı başına etkin bir değerdir.

Yine 2. Dünya Savaşı yıllarında, Orhan Veli ve arkadaşları, Avrupa şiiri benzeri, bir deneyim yaratmıştır ve bayağı önemli olmuştur. Avrupa benzeri şiir yazmak isterken ilk kez lumpen kesime hitap eden bir şiir olacağı açığa çıkmıştır. Bunun iddia edildiği gibi Tek Parti contasıyla bir ilişkisi yoktur. Orhan Veli, şiiri çok iyi bilen bir şairdir. Ne yaptığını biliyordu. Ömrü vefa etseydi çok daha önemli işler yapabilirdi. Yanındaki arkadaşları için, özetle söyleyeceğim şudur: Oktay Rıfat çok büyük bir şairdir. Melih Cevdet de yabana atılamaz.

İkinci Yeni'ye gelince; her zaman söylediğim gibi, yanlış bir tercüme hareketidir. İçlerinde bence en önemlileri, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Edip Cansever ve kendisine kızgın olmama karşın, Ece'dir. Önemleri şurdan geliyor: Deneyimi iyi yaşadılar. Büyük, bireysel acıyı nasıl anlatabiliriz diye uğraştılar."

İki Dünyanın Birliği ve Atışması
"...
düdük çalar hırsızlanmış polisler
ben korkudan üstlerime işerdim
üç yıldızlı bir albaydı gökyüzü
karşısında önüm açık gezerdim
ağzı bozuk meymenetsiz bir ozan
rus cenginde çağanozdum bir zaman

iki gözüm iki koltuk-eviydi
mavilerim bir miyobun koynunda
Kendi düşen köyler kentler ağlamaz
sur dışında ben oturur ağlardım
ekmek diye bağrışırdı bebeler
elma derler ben ortaya çıkardım
ağıtlarla kutlanırdı İsa-doğdu Gecesi
fildişinden bir kuleydim yıktım kendimi"
(Belkim Bir Kertenkeleydim'den)

'Nesnel dünyanın şiiri' dendiğinde, şiiri kaba tarzda izleyenlerin, yazanların ve inceleyenlerin aklına, dünyada yer alan nesnelerin şiirde tuttuğu çeşitliliği ve oransallığı gelir. Bu bir eksikliktir. Can Yücel, şiirinde, kadeh ve begonya, gökkuşağı ve taşlar, hayvanlar, ağaçlar, yağmur, bıçak ya da asfalt "nesne olsun şiir dolsun" diye yer almaz. Bu uçucuların işidir. Tıkıştırmadır.

Onun şiirindeki dünya, anlamlı ilişkilerle oluşur. Kendi deyimiyle "o müthiş kığıştının" her boyuttan işlenmesi çabasıdır bu. Nesneler ve olgular bu ilişkilerin, çelişkilerle yüklü bir sürecin, şiirleştirilmesi işinde bilinçle tercih edilmiş yardımcılarıdır. Gündelik hayatı tarihin, tarihi gündelik ilişkilerin rengi ve ahengiyle anlatmaktır. "Renkahenk" söylemektir söylenecek olanı. Peki ama, bu överek dövüştüğü tarih içinde, kendi şiirini nereye yerleştiriyordu usta? "Şiirimi hapishaneden ilk çocuk olarak çıkarışımdır.

Başlığıyla, içeriğiyle, gündelik hayata, gazetelere vurdum işi. İkinci Yeni'nin modernist şiiri yerine, avangard, siyasi dozu olan, zekâsı ve küfrüyle, yaşanan bir şiir koydum ortaya. Bugün dünyada yazılan şiir benim çizgimdedir. Çizgi şu: Şiirin geçirmiş olduğu bütün evreleri içerek güncelliği yakalamak sorunudur. Sanki her olay, şiirin olayıdır. Şiir bir silahtır. Ve şair kaç atar, kaç atmaz sorumluluğunu yaşamalıdır."

Can Yücel'in yapıtı, kendi içinde bir sürekliliğe sahiptir.

Materyalist bir zekâyla, diyalektik yöntemle söz ve eylem zerrelerinin, yaşamsal düzeyde birleştirilmesi ve şiire getirilmesi; onun eserinde, bazen iki dizeyle, bazen bir kitabın yapısını birbirine bağlayan şiirler toplamıyla anlaşılır. Onun, herhangi bir şiirini bağlantılarından yalıtarak değerlendirmek yanıltır ve elde edilen sonuç, bir kalıcılık taşımaktan uzak olur. Değerlendirmenin rotasını günlük parıltılara ya da zayıflıklara göre ayarlayanlar, inişli çıkışlı bir sürekliliği anlayamaz ve anlatamazlar. Kendi içlerindeki ve alışkanlıklarındaki boşluğu, değerlendirmeye yeltendikleri işlere bulaştırmış olurlar.

Yaşadıklarımız
"Seke Seke Ben Geldim"i yayına hazırladığı günlerde, bu kitabı öteki kitaplardan ayıran özellikler üzerinde durmasını istediğimizde, "fazla bir ayrılık yok" diyor Can Yücel ve devam ediyor: "Ayrılık varsa, bir sürekliliğin gereğidir. Bu da benim yazdığım şiirin yaşadığım dönemden çıkarılması sürekliliğidir. Demek oluyor ki, bu dönem bu şiirleri, dahası bu şiir fikrini gerektirmiştir.

Şiirle gereklilik, işlev arasında doğrudan bir bağ vardır. Bu bizi, şiirin işlevselliği ve güncelliği üzerinde daha geniş konuşmaya yöneltiyor.

Hareket ettiğimiz nokta, elbette yaşadıklarımızdır. Bu hareket noktası insanlık tarihini, doğayı ve evreni de içeriyor. Dediğim her şiir fikri, aynı zamanda bir evren, bir bütünsellik fikridir. Şiir her şeyden önce büyük insanlık deneyimimize bir katkıdır ve dolayısıyla bir nesnedir. Bu nesneyi iyi anlamak lazım. Şair bir kimesnedir. Şiir, dilin içinde bize yaşayabileceğimizi, yaşamın olasılığını anımsatan ve ona inandıran bir nesnedir. Şiir dünyayı gün be gün değiştirmez; olabileceğe, bir gizil güce, içimizde yaşayan bir gizli güce göndermeler yapar.

Aaa bu da olabiliyormuş dedirtircesine.

Şiirin şaşırtıcılığı burdadır. Avangardlar, öncüler "Abrutir le bourgeoisie" (burjuvayı afallatmak!..) demişlerdir. Onun içindir ki şiir, çocukçadır. Her sözcüğü yeni öğrenmişcesine, her sözcüğü adeta hayatın bir parçası olarak keşfetmişcesine ve bu sözcüklerin arasındaki ilişkileri, elinnen, ayağınnan bulmuşcasına. -Çocuğun ilk keşfettiği şey ışığa yönelttiği elleridir. Oynatır hem ellerini, hem dünyayı, hem kendini. Arar bulur.- Şiir işte bu yöntemin dilde yinelenmesidir. Adeta parmakları olan sözcükler, yeni ve ileri dünyaya uzanmaktadır.

Bir noktaya daha dikkat etmek gerekir. Şiir hem tarihseldir, hem de tarih dışıdır. Bütün büyük şairlerde, değer yargısına vuruldukta, ortak noktanın bu çaba olduğu görülecektir. Olabilecek güzel dünyayı yansıtmaktır şiir.

Bunun için bir Sümer şiiriyle, çağdaş bir Fransız şiirinin üstünlüğü, düşüklüğü söz konusu olmaz. Bunlardaki ortak nokta, yaşadığı dönemi, yaşamı bir şiir nesnesine dönüştürmektir. Budur asıl aranması gereken.

Avrupalı Hıristiyanların ve zındıkların yanılgısı, şiirin kendileriyle başladığını sanmış olmalarıdır. Bunu çabuk tamir ettiler. İşte resimde Japon, işte Afrika, işte şiirde bilinçaltı. Bunların hepsi ayrı ayrı kıtalardır. Şiir kıtalararasını getirmiştir.

Bugün dünya şiiri bilebileceğini bilen, bilmesi gerekenin ne olduğunun, yani evren üzerine bildiklerinin, bilemediklerinin yanında çok küçük olduğunu idrak etmiş ve bu hareket noktasından dönüp dolaşıp, Shakespeare varmıştır. Ustamızdır Shakespeare.

Bunu anlamak demek, içinde yaşadığımızla, yaşayabileceğimizi, insanları uyandıran, insan bilincini ve buluncunu uyandırabilen bir kıvam tutturmak demektir.

Şiirin politikası ve poetikası budur."

Şairin, dünyadaki gelişmelerden, özellikle de, dünya şiirinin izlediği çizgiden habersiz ve kopuk; dünya şiirindeki tarihsel ve dönemsel kamplaşmaları, akımları ve ara akımları anlamadan, analiz etmeden, kendi şiirini, birbirine şiir yazan "şairlerin" dar dünyasının ötesine geçirmesi olanaksızdır. Şiirle oyalanmak, şiirle caka satmakla şiir yazmayı birbirinden ayıran temel kriterlerden biridir bu. Can Yücel, "Avrupa şiiri bugün 'modernizm' olarak tanımlanıyor" dedikten sonra, yaygın bir yanlışın üstüne gidiyor:

"Bu yanlış. Avangardizm, öncü şiir, Fransa'da Rimbaud'la başlayan şiir, her şeyden önce politikti. Politikası da burjuvaziye karşı çıkmaktı.

Modernizim ise burjuvazinin tam egemenliğinden sonra, bir isyan değil, bir kabul şiiridir. Ustaları vardır elbet. Bu ayrı bir şey. Postmodernizm, gene buna tepki gibi gözükse de "Rokoko" tarzı ne kadar modernse o da o kadar moderndir.

Bir reklam yöntemidir postmodernizm. Burjuvazinin ölüsünü diriltme yöntemi. Ölü bir organı kaldıramayan kadın ne kadar zordaysa, postmodernizmin de hali aynıdır.

Oysa demin sözünü ettiğim, yaygın, geniş şiir akımı Premoderne, modern öncesine dönüştür. Yaşadığında noktalanan, yumuşak "g"si olmayan bir şiir. Lafı osuruğu ezer gibi ezmeyen, ses getiren şiir. Bütün inceliğine karşın, hört be hört bir şiir.

Neyi söylüyorsa, onu en mürekkebiyle, en karmaşığıyla sadelik içinde mürekkebe döken şiir. Çünkü sadelik mürekkebin en çinisidir. Mühür gibi. Vücuda vurulan damga gibi, kazısan da çıkmayan.

Bu şiirin tanımlarından biri, bence caza bir gönderme olabilir. Yani otomatizma değil, doğaçlama. Sürrealizmin en büyük yanılgısı, üst-bilinci kaldırabileceğine inanmasıydı. Bir nevi lastik boşaltma gibi. Birtakım sesler çıkar bundan. Ama bu sesler cinsiyet çığlıkları gibi bir patlama, işi bitirmeyi en güzel yerinde ve zamansız olarak sona erdirme sesleridir.

Oysa biz lastiği patlatıncaya kadar şişirip, ama patlatmadan arabayı hendekten geçirmek istiyoruz. Bu lastiğin umulmadık yerde, fırlaması kazasını da içerebilir. Bundan korkmamak lazım. Şişirmekten korkmayacaksın, ama patlatmamayı da bileceksin. Demek oluyor ki, şiir aynı zamanda bir şişirme işidir. Diyalektiği ise, patlatmadan şişirmek.

Derhal söyleyelim, bu şişkinlik değildir. Bir arabanın hareketine yardım eden, esnek, eklemleri doğru bir lastiktir söz konusu olan. Bundan Zeki Müren'i kastetmiyorum. O sevdiğim lastiği horladığım için değil. Ama bir Müren balığının zehirli olduğunu da bile bile."

Bütün Sınırların Kalktığı Yere

"Hava döndü işçiden işçiden esiyor yel
Dumanı dağıtacak yıldız-poyraz başladı
Bahar yakın demek ki mevsim böyle kışladı
Bu fırtına yarınki sütlimanlara bedel
Hava döndü işçiden işçiden esiyor yel

Tekliyor işte çağın çarkına okuyan çark
Ve durdumuydu bir gün bu kör, avara kasnak
Bir zincir yitirenler bir dünya kazanacak
Sen de o dünyadansın sınıfın bil safa gel
Hava döndü işçiden, işçiden esiyor yel."
(İşçi Marşı'ndan)

Safında durduğu işçi sınıfına, şiirin bütün ustalığını taşıyan, şarkılar ve marşlar armağan eden bir şair, bütün eseriyle, yaşadığı hayata, doğaya, çoluğuna, çocuğuna, bütün işine yabancılaşan insana, insanlığını yeniden kazanma serüveninden şiirin vereceği olanca imkânı vermeye çalışıyor.

Onun şiirinde, eller vardır, "ellerini tutuyorum ellerim oluyor"; nükleer kışlar ve kıyımlar, "nefesi kükürt kokanların/ şapkası boktan kopanların" dünyası vardır; onun şiirinde dünyanın envai çeşit sözü, "toprağa dikiyorum/ yediveren şiirleri açıyor" dediği; müzik vardır onun şiirinde caz, udiler, ve Dolapdere çengileri... İlle de ille ülkesi vardır. O büyük sevgiyle bağlandığı halkı.

O, halkın içinde, yetişen bir kendidir. Kendiyle uğraşan, alay eden, güzelliğin en yükseğinde. Severek dünyayı aşkla. Halktan ne aldığını ve ona neyi, ama daha da önemlisi nasıl vereceği, uğrunda dövüştüğü derttir. Her yerde, her fırsatta, sözü kendi ülkesiyle bağlamasını başka nasıl anlamalıyız?

"Türkiye'de Nâzım'la başlayacak şiir, Nâzım bu kıvama gelmiştir. Şiir öyle bir fikir olacaktır ki, baştan hangi fikir olduğunu bilmesen de; adeta çiftleşme gibi kadın ve erkek nasıl bir çocuk doğacağını bilmese de bu işi sonuca doğru sürükleyeceksin, prezervatifsiz, maskesiz, kaputsuz olarak.

Dilin olanakları
Bunda kendi dilinin olanaklarını, geçmişi, yaşayanını ve öldürülmesi gerekeni hep seferber edeceksin. Ve bunu yaparken, Miles Davis gibi seyirciye arkanı dönüp üfleyeceksin borunu. Ki seyirci senin ne söylediğini daha baştan bilmesin. Gidişe katılsın. Her üflediğin nota, seyircide bir bulunç, onun bulduğu, bulmak istediği bir nota olsun. "Hah işte buydu aradığım" desin. Ve parça bittiğinde o da bitsin, bayılsın.

Bunun bizde büyük, güçlü bir kökeni var. Eski Yunan'da Dionysos ve Apolloniyak bir çelişki bu bakımdan önemlidir. Apollon kurulu düzeni, kurguyu, yerleşmiş ölçüyü ve öyle yaşamayı temsil eder. Dionysos ise bir Nevroz tanrısı. Kürtler'in bahar tanrısı, bahar bayramı. Baharın gelişi kadar apansız, dünyayı birdenbire değiştiren bir coşku fırtınası.

İşte bu Dionysos, 31 Mart'ta bütün yığınları ardına takıp ormana çıktığında, ortalık birbirine girer. Ne örf, ne adet kalır. Ne kadın, ne erkek. Birleşirler. Aşktan başka hiçbir yasa yoktur. Boş bir ahlak, bir insan sınırı kalmaz. Çünkü ortada ahlak değil ethik vardır. Ethika yaşam ethikasıdır. Baharı, yaşamın sürekliliğini, hem karanlığı, hem aydınlığı anlatma adına herkes sevişir. İşte bugün dünyada yaygınlaşan şiir, bu Dion, şiiridir.

Aklın duyuların en güzeli olduğunu, onun en güzel ürününün aşk olduğunu anlamaya dayanan şiir. Yani ışık, yani karanlık, yani hayatımız."

Can Yücel şiirinde öfke vardır. "Şiir bir öfkedir. Öfke yürütüldüğü an aslında bir gerilladır." Ve o, inanıyor ki; "Bütün şairler eski tabirle kaybolurlar. Ama kaybolmazlar kendi topraklarında. Yaşasın toprak!.." Kendine ağlamayı şiir zannedenlerin de bol bol dolandığı şu dünyada Can Yücel, insafsız, sevdadan, büyük ve ince bir beladır. Ve durmaksızın, dağlarımızda, düzlerimizde, sokaklarımızda şiirden şiire "Gemi azıya almış/ iyi bir haber gibi koşmaktadır." 

Yazar: TEVFİK TAŞ

Kendisinden sonrakileri zorlayan şair

Şair, büyük şair, cins şair, birbirlerinden farklı kişiliklerdir. Şairi şair yapan tek öğe şiirdir. Kimi şairler, yazdıkları şiirle, kendilerinden sonrakileri zorlarlar. Bunlar, büyük şairlerdir. Örneğin, Yunus Emre (....-1321), on üçüncü, on dördüncü ve on beşinci yüzyılları ipoteğine almış bir büyük şairdir. Bütün halk şairlerini zorlamıştır. Nâzım Hikmet de (1902-1963), Bin Dokuz Yüz Kırk kuşağını ve ardından da, tüm toplumcu görüş sahibi şairleri zorlamıştır. Bütün büyük şairler, ayrı görüntüler verirler. Önceki anlayıştan, insana yönelik evrensel değerlerle koparlar. Kimi şairler de vardır ki, kendisinden sonraki şairleri zorlamasalar da, kendisinden sonraki şiire kaynaklık ederler. Kurumaz birer kaynak olarak, her çağda, yeni bir damara su verirler. Örneğin, Cemal Süreya (1931-1990) bunlardandır. Böyle şairlere "cins şair" denir. Her yeni, Cemal'den "can suyu" alacaktır. Büyük şairin bir talihsizliği vardır: Her zaman sınırda yaşamak. Büyük şair, kendisinden önceki birikimin en halisini alır, geleceği zorlar. Cins şair, kendisinden önceki en ışıltılı birikimi kullanır, yeni kuşaklara bırakacağı birikimi düşünmez. Cins şair için önemli olan, salt şiiri yüceltmektir. Büyük şair, toplumsal sorunları, şiirinin temel öğesi yapar. İnsanlığın tarihsel gelişimi içinde, toplumların ve bireylerin adaletsizlikler karşısında uğradığı durumları yansıtır. Yedinci yüzyılda yazılmış bir Çin şiiri, insanın derdini sorun edinmiş büyük şair için, evrensel niteliktedir.

Davalı zengin, davacı yoksulsa
Zenginden yana işler yasa

Davacı yoksul, davalı zenginse
Davalıda kalır yine nizalı arsa

Davacı da davalı da zenginse davada
Özür diler çekilir aradan kadı

Davacı da davalı da yoksulsa, bak,
Sade o zaman işte yerin bulur hak

1999 yılında yitirdiğimiz Can Yücel, insanlığın bu tarihsel dramını yüreğinde duymuş, bu tarihsel durumu şiirinde yansıtmış bir "büyük şair"dir. O, geleceği zorlayan şairlerdendir. Büyük şairlerin tarihe iki bakışı vardır: Geriye ve geleceğe. "Şimdi", büyük şairin sorunsalı değildir, yaşantısıdır. Her şair gibi, büyük şair de, bir sınıfın içinden çıkmıştır ve hangi sınıf için savaşım vereceğini seçmiştir. "Şimdi", yaşantının gelişmesine bağlı olduğu gibi, ideolojik bir ilişkiye de bağlıdır. Can Yücel, "şimdi"yi, Cumhuriyetin devrimler sürecinde algıladı. Cumhuriyetin en önde gelen devrimci kişilerinden Hasan Âli Yücel'in oğlu olması, dünya görüşünü olumlu etkiledi. Can Yücel'in bu gelişmesi, ilk dönemlerde pek fark edilmedi. Birkaç aydın düşünür, devrimci çevrede yaşayan birkaç genç tarafından anlaşılmak, yeterli değildir. Can Yücel, düşüncesinin ve şiirinin sonucunu alamamıştır. Her sonuç, özdeksel (maddi) bir görüntü verir. Can Yücel'in hemen her şiiri, büyük bir yürekliliği yansıtır. Kısa sürede, herkesin dilinde, sıradan bir söz gibi kullanılır. Şimdi, bu sıradan sözler önemsenmiyor, oysa iki üç kuşak sonra, Can'ın birçok dizesinde yansıttığı düşünceler üzerine birer dünya kurulacaktır. 1984'te yayımlanan "Hatime" adlı şiirinde, toplumsal gelişme sürecinde görülen sapmaları, toplumsal birikime de dayanarak, yaşanmışın deneyimi olarak anlatıyor. Bu şiirin her dizesi üzerine birer dünya kurulur:

Güngörmüşlerdenim ben
Bademki bu güngörmedik günü gördüm
Ben ki hece taşlarıyla gördüğümde
Şamdan bir karıya bir gözü âmâ
Şey yaparken şeyitlenir ölürdüm
Patrona Halil'di patronum kesen
Toy bir zebani olarak külhandan
Ateşimle Nesimi'nin küllerini kürdüm
Sonram da Saunalı bir sefir nidâsıylen
Arap sabunlarına kızdım köpürdüm

Gusulle ağarmaz zinhâr karacümle
Dokuz doğurmadan ana olmaz hamile
Diye ahkâm kesip çapraz yürürdüm
Dipnoterdim Süttüralizm üstüne
Şair-zaman sürüm sürüm sürünürdüm

Güngörmüşlerdenim ben
Bademki o güngörmedik yerimi gördüm
Ben ki hecinlerle Hendek ma'rebesinde
Cingöz bilyelerimi cepten düşürdüm
Böylece de bu şiir defterini dürdüm

Ne ömür şeymiş bu benim ömrüm!

Demokrasimizin tarihine göz attığımızda, düşüncenin özgürleşmesini engelleyen, açıkçası, halkça da benimsenen birçok girişimler görürüz. Bu, bir bakıma, Cumhuriyetin "aydınlanma siyasası"nın başarısızlığıyla olduğu değin, İslam toplumlarının yapılarıyla da bağıntılıdır. Bu anlamda, devrimci atılımlardan sonra, "Zurnada Peşrev" yapmaya çalışanların çabalarının yitik bir mavnaya yüklenmesidir aydınlanma: Bir teknede oturanlardan biri "İnsan hapşırdığı gün ölmezmiş" der. Bir başkası, böyle sözlerin boş sözler olduğunu savlar ve amcasının, kendi nefesiyle gıdıklanıp gülmekten kaskatı kesilip öldüğünü söyler.

...."Biraz ötede yerinde yeller esen bir
mavnayı bir vinç havada aptal aptal arayıp duruyordu.
Döndüm yanımdaki sıralarda oturanlara: "Belkide" dedim, "emzikten kesildikten sonra alıştı dünya
kendi tırnaklarını yemeye." Bellerinde gazete kâğıdından
peştemalları, yanımdaki sırada oturanlar
bastonlarına asıp suratlarını bikoşu daldılar suya.
Peşlerinden uskumru, uskumrunun peşinden balıkçı,
balıkçının peşinden güneş, cup cuup cuuup... Vinç
de birer birer toplayıp cümlesini, yükledi yitik mavnaya.
(Sekizibiryerde'den)

Octavia Paz, "Şairler, kaynağında, tek bir şiir yazarlar" diyor. Yani tek bir şiir, kendisini, bütün şairlere yazdırtır. Kuşkusuz, tek bir şiirin kendisini şairlere yazdırttığını düşünürsek, şiir tarihini yadsımış oluruz. Belki, tek bir durum, bütün durumlar gibi, kendisini, şairlere etkin kılar demeliyiz. Can Yücel, şiirin yapısını, Paz'dan daha iyi anlamış. O, bu durumu, şöyle anlatıyor: "Ben, şiiri ciddiye almıyorum ki zaten, yeter ki şiir beni ciddiye alsın! Davetsiz misafirdir, pat diye gelir o, ya bir afrika menekşesini, ya ölen bir delikanlıyı bahane eder, oturur karşıma, kaldırabilirsen kaldır artık. Baudelaire öyle demiş ya: Esin dediğin gelmesine nasıl olsa gelir, güçlük onu sepetlemektedir." (Gökyokuş, s.6, De Yayınları, 1984 İstanbul). Çok açık ki, her yeni durum, şairi zorluyor. İnsani olmayan her durum, toplumun tümüne karşı bir başkaldırıyı kışkırtıyor. Ölüm, yaşamın bir parçasıdır, insanidir, ama öldürüm, yaşama aykırıdır ve insanlıkdışıdır. Bir öldürüm karşısında esini kovamazsınız. İnsana aykırı bir düzenin karşısına dikilerek haksızlıkla savaşmak zorundasınız. Kaynağında, şair, ister bir doğa durumuyla karşılaşsın, ister toplumsal bir durumla, hiçbir tümel belirlenimle sınırlı değildir. Olan durum, tümeli tikel olarak ifade etmesini gerektirir. Olan durumu, varoluş ve görünüş bakımından "yeni durum" olarak sunar. Olan durum, ona sunulmuş bir durumdur. Can Yücel, bunu söylüyor işte. Şair, kendisine sunulmuş durumu, başkalarına sunmaya zorlanır. Sepetlenemeyen esin budur. Sunum, tümüyle tikel biçimde olmuştur. Yapısal ve biçimsel bağıntılar da dışlanmayarak, olan durum, yeni durum olarak şiirsel dünyaya dönüşür. Esinle, içsel bir uyum sağlanmasına karşın, alaysılamayı, karşıtlığı, başkaldırıyı, öfkeyi, içeriğin taşıdığı ayrımları ve karşıtlıkları, "sunulan durum"da yansıtarak, düzenle uyumsuzluğunu gösterir. Can, bu aşamada tikelleşmesi sayesinde, "olan durum"un bağımsız parçalarını, diyalektik bir bütünlük içinde tümelleştirir, özü çarpıtmadan sunar. "Zurnada Peşrev"de, "kılçığını yitirmiş uskumru, güneşin oltasına takılı balıkçı, hapşıran insanın ölmeyeceğini söyleyen kişi", bu kişiyi yanıtlamasına karşın, "kendi nefesinden gıdıklanarak güle güle katılıp ölen amcasından söz eden öbürü", Can'ın sözlerinden hoşlanmayan "bellerinde gazete kâğıdından peştemalları olan yaşlılar", "olan durum"un bağımsız parçalarıdırlar. "Emzikten kesildikten sonra kendi tırnaklarını yemeye başlayan dünya" imgesi, Can Yücel'in tikelleşmesi ile "sunulmuş durum" olmuştur. Daha da önemlisi, "Vinç" imgesiyle, bağımsız parçaları, diyalektik bir bütünlük içinde tümelleştirip "yitik bir mavnaya" yüklemiştir. Özü çarpıtmamıştır. "Sunulan durum", şairin dilsel ve imgesel dokusuyla, estetik bir biçim kazanmıştır. Bölünmüş parçaların bütünsel gerçekleşimi, sunulan durumun toplumca benimsenmesine yol açıyor. "Sunulan durum", artık, "toplumsal durum"dur. Çürümüşlüğü, düzensizliği gören yoksul kesim, suya dalarak sorumluluk almak istemiyor. Toplumun tüm dengeleri bozulmuştur. Böyle bir toplumda, nasıl bir durumla karşılaşacağınızı kestiremezsiniz. Sorgulanmış, yargılanmış, siyasal, toplumsal ve tarihsel bilinç durumuna gelmiştir "sunulan durum". Can'ın şiirini, bu felsefi görüşle okumalıyız.

...............

Sen hep böyle güneşli yalanlar söyle
Ben toplarım parçalarını
Kırk yılın Halimesi böyle bir güvercin
Oturup ağda yapsın düpedüz Devrim
Bu bir değil iki değil dördüncü bacağı
Halime kopardıkça dünya yenileniyor
Bu el yeni abeceyle yazılmış bir el
LÂİK bir bacağı sıvazlıyor

Komşular kibar evler dağa çıkmışlar dünden. Biz de
Halimeyle vatanı süpürüyorduk. Dışardan hariciyeli
bir ses: (Affedersin! Affedersin! Affedersin! Yangın
merdiveniniz yanıyor!) Ne bu curcuna be! Gözünü
kapan gelmiş! iyi ya dedim, kapattım pencereyi. Biz
de çaydanlık kırıldı sandık!...

Kırk yılın Halimesi böyle bir güvercin
Oturup ağda yapsın düpedüz Devrim
(Danton'un Çaydanlığı'ndan)

"Olan durum"un şiirsel anlatımı, "genel durum"un bireysel bağımsız bir güvenle sunulmasını gerektirir. Özgün tasarım, kendisinden başkasına göndermeyen imge, özgürce genişletilmiş bir sözcük ekonomisiyle, "yeniden durum"u yansıtmanın yöntemi olarak görünüyor. Alaysılama (ironi), yerme, küfür, toplumca itilmiş sözcükler, inanılmaz bir lirizmle, toplumun altyapısını kapsayan kültürün bileşimi, sevecen bir toplumsal eleştiri çıkarıyor ortaya. Toplumun derin kayıtsızlığı, dingin ama, görkemli yüceliği, sanki, bir "durum yokluğu" gösteriyor:

...............

Yaşamların kapısında kuyruk olmuşuz
Önde emirerleri memede piçler sütsüz analar
Akşam oldu memur çıktı kapıya
Mal gelmedi dedi bugün kapatıyoruz

Dilekçeyim masalar odalar arasında
Yürek değil, sol yanımda on altı kuruşluk pul
Usulsüzüm yolsuzum

(İnsan Resmi'nden)

"Şiir gelir beni bulur" derken, durumların belirlenimli ıralarının (karakter) az ya da çok rastlantısal bir "şey durum", içerdiği "öz"le, Can'da karşıtların yakalanmasına yol açıyor ve onu, toplumu yönlendiren güçlerle çatışmaya yöneltiyor. Böyle olunca, "aşılmaz bir durum"un nasıl aşılacağını düşündürmeye başlıyor. Bu da, "olan durum"u sarsmayı gerektiriyor. Kendisinin dünya görüşüyle, karşıtlar savaşını izleyen bir çözüm arıyor.

Olumsuz, bozucu durum, ruhsal ve fiziksel bir çatışma yaratıyor. Bu çatışma, daha önce algılanmamış bir "durum"un tasarımını çıkarıyor ortaya.

Bİ SEN EKSİKTİN AYIŞIĞI
Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri,
Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman'dan sonra,
Sekiz saat oldu karbonatlı bir çay bile içemedik;
Başımızda prensip sahibi bir başçavuş,
Niğde üzerinden Adana Cezaevine gidiyoruz...

Bi sen eksiktin ayışığı
Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!
(1974)

Doğal kökenleri olan, kaynağında olgusal (pozitif) görünen, ama ayrımlara ve karışıklıklara yol açan durumlar, tinsel çatışmalar yaratıyor. Can Yücel, bu "olağan durum"u, toplumca her gün kullanılan, ama törel olarak itilmiş sözcük ekonomisiyle anlatıyor. Bilinçdışı bir özgürleşmedir bu.

Çatal yüreğimle türkülü yollara
Düştüm ki o kadar olur...
Seke seke ben geldim
S.ke s.ke gidiyorum.

Bir başka durum da, dayanağını tinsel ayrımlarda bulan, insanın kendi öz ediminden kaynaklanan, birer birer ele alındıklarında ilginç karşıtlıklar olarak görünen çatışmalardır. Bu çatışmalar, çağdaş şiirde, imgeyi dönüştürür. Can Yücel, şiirimizde, bu işi yapabilmiş ender şairlerdendir. Bu, Can'a, bilinç alanının genişlemesini, insani bir sevecenliğin dinginliğini sağlıyor.

KAÇAMAK
Yalnız kaldıkça, yani Güler benden kaçtıkça
Tekmil elektrikleri yanık bırakıyorum yirmi dört saat
İki radyo var ikisini de açıyorum
Yarım alacağıma bir bütün ekmek alıyorum
Bugün büyük olsun yoğurt diyorum bakkala
Gören düğün var sanır.

Toplumsal yaşam, bizi, kendi içsel ve dışsal koşullarımızla baş başa bırakmaktan alıkoyuyor. Sanırım, bu konuda en duyarlı şair Can Yücel oldu. Toplumda ortaya çıkan "şey durum"lar, onların bağıntıları, özgül engeller, temel karşıtlıklar, bozulmalar, toplumsal bulunca (vicdan) saldırılar, insani amaçları saptırmalar, "şey durum"u, "sunu durumu"na getirirken, pervasızlığa yol açıyor:

RAP TARZINDA DARBUKALARLA, DAVULLA OKUNACAK
Kapa ışığı, aç ışığı, kapa kapa aç!
Kapa ışığı, aç ışığı kaçmadan kaçakaç!
Söndür ışığı, kapat karanlığı!
Kapat ışığı, aç aydınlığı!
Ört ışığı, aç kapıyı
Çık sokağa, çık meydana
Söndür ışığı bir dakka ayakta
Devrimler ve devrim için,
Karanlıkta vurulan demokratlar için,
Cumartesi anneleri ve kayıplar, kayıplar
Emekçiler için, emekliler ve gaziler için!
Söndürün ışığı, söndürün ışığı,
Diyeceğim var, diyeceğimiz var
Ne tank, ne de tura
Demokrasi için hurraaa!
Susurluk susığırı ne demek
Gazi'nin önlediği manda var ya
Susurluk'ta göle sıçtı, sıçtı!
Bıktık yaşamaktan bu karabasanı!
Kapa, ışığı aç ışığı, kaçmadan kaçakaç!
Söndür ışığı, kapat karanlığı!
Kapat ışığı, aç aydınlığı!
Kapa ışığı, aç ışığı, kapa kapa aç!
(Seke Seke'den)

Genel kullanımıyla "şiirsel söylem", nesnelerden ve duyumlardan oluşan kendine yeterli bir alan içine kapanma, bu yüzden de, "gerçek dünya"dan uzaklaşma biçiminde anlaşılır. Can Yücel, kendine özgü sözcük ekonomisiyle, şiirsel olanın sınırlı şiirsel alanını açtı. Şiirsel alanı, toplumsal gerçekçiliğin tümünü kapsayacak biçimde genişletti. Can Yücel, "dil"i, birincil insan deneyimi olarak algıladı. Bu eğilimi, ileri ve öncü düşüncenin yaygınlaşmasına büyük ölçüde yardımcı oldu. Çağdaşlığa egemen olma alaysılama, resmi dilin yüzeysel deneyiminde görülen doğa, ekin ve tarih anlayışını aşmasını sağladı. O, "post modernizm" denen akıma kapılmayacak değin sağlam düşünen bir şairdir. "Şeyler"den koparak, salt sözcüklerle karşı karşıya kalmadı. Can Yücel, dilin gücünün "dil"de yattığını en iyi kavramış kimselerdendir. Yaşamın yaratıcı gücü, sanata "dil"le yansır. Can'ın yaşam deneyimi, özgürleşen düşüncesiyle "dil"inde maddeleşti. Kaynağında, dil, düşüncenin maddi duruma gelmesinden başka bir şey değildir. Bu bilinçte olan Can Yücel, hiçbir zaman, "şiir dili"nin gerçekleri saklama, süsleme, aldatma gibi işlevlerine inanmadı. Kusurlu toplum, onun şiirinde, bütün çizgileriyle yansır. Yıkıntının onarılmasını öngören bir "dil"dir onun şiiri. Şiir, onun anlatımına engel olamaz. Türküsü, dünden ve yarından birer halkadır. Her şey, kurduğu şiirin yapısındadır.

...............

Zaten şiir denen nesne, eski bir an'aneyle, doğan çocuğun
kulağına ezan makamıyla isminin üflenmesidir
Ya da tınlatmaktır içinle için için olan tambur ola ki evreni
Ve de çınlasın deyuu Neyzen'n neyi (görülmemiş hiç neyin çınladığı
bu âna dek)
Ve en arabesk ve en çağdaş adamımız Orhan Veli'nin kuzular kulağına
Maraz ve menapoz, muhteris ve muhteriz itirâzlara itirâzım var,
itirâzım, itirâzım
Ama halka. halka halka halkalanan halka dünden ve yarından her zaman razıyım

Türk yazınında gülmece (mizah), çoğu kez, yergiye dönüşür. Şeyhi (1371-1431), bir ölçüde "karamizah" da yapmıştır. Halk yazınımızda, "karahekât" (kara öykü) denilen, anlatımında süsleme öğeleriyle karışık biçimde parçalar bulunmayan, salt düzyazı olan bir tür vardır. "Karahekât"ta, ince bir duyarlık bulunur. Genellikle olumsuzluklar anlatılır. Yalın yergiler, ince gülmece öğeleri, saf sayıklamalar, hinoğlu hinliğe kaçmadan, söz oyunlarına başvurmadan yer alırlar anlatımın içinde. Kişisel yermeleri, kişisel öç almayı düşünmez karahekâtçı. Alaysılamalar, yergiler, gülünçlükler, dobra dobra söylenir ve öykünün kurucu öğesi gibi bir işlevi üstlenir. Can Yücel, bu geleneği sürdürmüştür bir bakıma. O, yergiyi ve gülmeceyi, kişisel gösteriden kurtarmıştır. Bizim gülmece yazınımız, genellikle kurulu düzeni eleştirirken, bir kahramanlık edası taşır. Aziz Nesin'in gülmecesine egemen olma öğe de budur. Bu tür davranış, yazarın yaygınlaşmasına katkıda bulunuyor, toplumun ezilen kesimlerinden çok, ezildiğinin bilincinde olan, ama seslerini yükseltemeyen küçük burjuva sınıfında övgülere yol açıyor. Kurulu düzenin kurbanlarına seslenen gülmece yazarları da, yazgılarına şükreden, tarihsel ve toplumsal bilinçten yoksun köy ya da kentlerin kenar mahalle insanlarının zavallılıklarını sergilerler. Ben, bu tür gülmecelere, "Akbaba yoldamında gülmece" derim hep. Yergiciler de, yalancı bir dille, gösteri yaparlar. Can Yücel, bütün bunlardan arınmıştır. Karahekâtçıların dürüstlüğü vardır onda. Kurulu düzenin dayattığı yaşam biçimini dinamitler sanki.

Can Yücel'in kimseyi aşağılamak, gülünç duruma düşürmek gibi bir niyeti yoktur. O, görmeyi engelleyen şatafatlı düzeni, kendilerinin farkında olmayan beyinsizleri, insan olma bilincini engelleyen tarihsel gelişimi, yozlaştıran ekinsel (kültürel) olguyu, toplumsal yapının oluşturduğu iğrenç durumu yok etmeyi amaçlar. Can'ın eleştirisi, hiçbir zaman, bir yazın gösterisi olmamıştır. Bu yüzden, o, "halka halka halkalanan halka" dünüyle ve yarınıyla razıdır. Razı olmadığı, kurulu düzendir. İnsanı yozlaştıran ve kendisine yabancılaştıran bu düzene karşıdır. Halka umudunu yitirmeme nedeni budur.

Can ağabeyim, beni "ükala" bulurdu. Sanırım, bu kez, ükalalık yapmadım. Ona saygımın gereğini yerine getirdim.

Yazar: VECİHİ TİMUROĞLU

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör