Gazeteci, yazar. 1951 yılında İstanbul'da doğdu. Saint Joseph Lisesi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunudur. Bir dönem Aydınlık gazetesinin (1978-79) sonra Güneş gazetesinin Brüksel Temsilciliği görevinde bulundu.
Sonraki yıllarda aynı göreve 1979-83 yılları arasında
Akajans için 1983-91 yılları arasında Cumhuriyet
ve Güneş gazeteleri için devam etti.
1991-2012 yılları arasında yaklaşık 21 yıl Hürriyet
gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. 2012 yılından itibaren köşe yazarlığını Taraf gazetesinde sürdürdü. 1991'de
Gazeteciler Cemiyeti'nin Yılın Köşe Yazarı Ödülü'nü aldı.
Uluengin evli ve biri kız, üçü
erkek, dört çocuk babasıdır.
KAYNAKÇA: Latif Demirci / Çeşitli
kadınlardan birçok renk ve tonda çocuğu var (Hürportreler, Hürriyet 2002
İlavesi), 68 kuşağı sahte bir efsane (Zaman, 10 Haziran 2012), Hadi Uluengin:
68 kuşağı sahte bir efsane (sondevir.com, 10 Haziran 2012).
Dünkü makalem bu sütunlarda yayınlanamadı,
çünkü ben yazılarımı bilgisayar modemiyle İkitelli'ye ulaştırıyorum ve şafak
vaktinden geceyarısına kadar üç ayrı telefonun başından hiç kalkmadıysam da
gazetenin ne ana santralını, ne de bilgi-işlem merkezini tutturabildim.
Ahize, ya hat meşguliyeti tınısı veriyor
veya tık yok. Sanki gazap toprağı obur midesine doldurduğu insanlarla doymamış
da seslerimizi bile gaspediyor...
Hadi geçtim mesleki yükümlülüğü yerine
getirememeyi, yakın Marmara sayfiyesindeki annemden ve kardeşimden iki
kelimelik bir selamet haberi işitebilmek dahi ancak akşam vakti gerçekleşen bir
mucizeyle mümkün oldu.
Allah'ım,
tabiat karşısında ne kadar küçük ve ne kadar çaresiziz!
Bir
virgül dahi değiliz. Felaket zamanlarında bunu çok daha iyi anlıyoruz.
İşte
sayısal telefon, işte cep aparatı, işte internet sitesi, işte uydu dalgası,
işte link hattı, o göklere çıkarttığımız ve haniyse putlaştırdığımız ‘iletişim toplumu’ dehşet
anı gelip çattığında taş devrine dönüşmüş...
Doğanın
hiddeti bize ‘ilerleme’ efsanesinin sınırlarını hatırlatıyor.
Depremin
korkunç sillesi kibirli insanoğlunu haddini bilmeye sevkediyor.
* * *
ŞÜPHESİZ, zaiyatın bu derece yüksek ve hasarın bu ölçüde yoğun
olmasındaki faktörlerin başında, bütün ‘kalkınmakta
olan ülkelere’ özgü genel
gecekondu yapılanması, hırsız müteahhit kokuşmuşluğu, yalama mühendis
plansızlığı geliyor.
Nitekim, diğer İstanbul semtlerindeki
betonarme iskeletli binalar iyi kötü direnirken Avcılar'da kof briket ve
çamurlu harçla inşa edilmiş derme çatma apartmanların sapır sapır dökülmesi
yukarıdaki olguyu bin defa doğruluyor.
Fakat yine de bunu izafileştirmek gerek!
Japonya ki, yer sarsıntılarına karşı önlem
bab'ında dünyanın birinci modeli addedilir, son Kobe depreminin yol açtığı can
ve mal kaybı ortada, toprağın karnı öfkeyi kustuğu an ayakta ne çelik
konstrüksiyon, ne elastiki şarpant, ne mobil temel kaldı... Kent yassıldı.
Yangınlar ise günlerce ve gecelerce sürdü.
İnkarı yok, son tahlilde tabiat karşısında
biçareyiz.
Hele hele, şaka değil Kandilli
Rasathanesi'nin Richter ölçeğinde 6.7 derece; ama onlar mı yanıldı, İstanbul mu
bilemiyorum, Batı gözlemevlerinin 7'nin de üstünde verdiği böylesine zalim bir
zelzele karşısında pek biçareyiz.
* * *
FELAKETE tuz biber eken diğer boyutu da depremin
Türkiye'nin iktisadi ve toplumsal kalbinde gerçekleşmesi oluşturuyor.
İzmit-İstanbul, yer cinlerinin ağzından fışkıran gazap alevi ülkemizin şah
damarını boydan boya yaladı.
Denilebilir ki, fay hattının buradan
geçtiği zaten hanidir yazılıp çiziliyordu, o halde neden genel bir planlamayla
şehir birimleri, sanayi üniteleri, teknoloji siteleri tedricen başka
mıntıkalara kaydırılmadı?
Bu da doğru! Doğru ama, heyhat boş laf!
Bunlar söylenmesi kolay fakat
gerçekleşmesi zor, hatta imkansız şeylerdir.
Bırakın en eski tarihten beri daima yoğun
bir yerleşim merkezi olmuş olan Boğazlar ve Marmara bölgemizi, geçmişi henüz
bir asırlık San Francisco'nun da süper kaygan bir zemin üzerinde oturduğunun
bilinmesine ve kentin defalarca korkunç depremler yaşamasına rağmen Karun
zengini Amerikalılar bile güçlerinin devasa şehri ve periferisini yerinden
oynatmaya yetmeyeceğinin farkındalar.
Japon ve Amerikan planlaması ikamet
alanlarını değiştirmeye yönelik değil.
Onlar ilkin bu alanları en az zarar
görecek biçimde donatmayı, mukadderat kılıç indirdiğinde de en seri ve en somut
yardımı ulaştırmayı hedefliyorlar.
Yani ülkemizin iki gündür hala
gerçekleştiremediği organize seferberliği!
Depremde hayatını yitiren yurttaşlarımıza
Allah'tan rahmet, yakınlarına başsağlığı ve sabır, yaralılara da acil şifalar
diliyorum.
(Hürriyet, 19 Ağustos 1999, Perşembe)
HADİ ULUENGİN: 68 KUŞAĞI SAHTE BİR EFSANE
Hürriyet gazetesinden ayrılıp tarafta yazmaya başlayan
Hadi Uluengin, Zaman Gazetesine Türkiye'deki solcuları kızdıracak açıklamalarda
bulundu.
Hadi Uluengin,
medya dünyasındaki en ilginç yazarlardan biri. İçe dönük, münzevi bir hayatı
var. Mümkün olmadıkça evinden dışarı adım atmıyor, 92 yaşındaki annesi hariç
pek kimseyle görüşmüyor.
Çok kısa bir süre önce
Hürriyet'ten ayrılarak Taraf'a geçen Uluengin ile birlikte annesi Selma Hanım'ı
ziyaret ettik, anılarını dinledik.
Taraf, Hürriyet'e göre
maddi imkanları kısıtlı bir gazete, maddi açıdan Hürriyet'ten ayrılmanız risk
değil mi?
Doğru, şüphesiz ben de
aynı kanaatteyim. Taraf'la konuşmadan önce benim asgari ihtiyaçlarımı karşılayıp
karşılamayacaklarını sordum ve öyle ayrıldım. Artık 61 yaşına geldim paradan
ziyade zihni ve vicdani rahatlık istiyorum.
Taraf'a başladığınız
gün ruh halinizi 'sonsuz mutluyum' şeklinde özetlediniz. Sizi böylesine mutlu
eden Hürriyet'ten ayrılmak mıydı yoksa Taraf'a geçmek miydi?
21 sene ekmeğini
yediğim bir müessese hakkında kötü bir laf etmek istemem. Taraf'a geçmiş olmak
beni mutlu etti, çünkü ezelden beri aynı dalga boyutunda olduğumuz insanlarla
şimdi aynı mekândayız. Buna da biliyorsunuz liberaller deniyor. Her ne kadar bu
kelime bana itici gelse de bu açıdan baktığınızda Taraf'a geçmekten sevinç
duyuyorum.
İlk yazınızda,
"Hezimetten ders çıkartamadıkları ve kişiliklerindeki vasatı aşamadıkları
için dehşet bir kindarlık içgüdüsüne kapıldılar, her türlü baskıya karşı çıkan
bizlere nefret kusuyorlar" dediniz. Sizi döneklikle suçlayanlara karşı
yapılmış bir eleştiriydi bu değil mi?
Biz, 1960'lı yılların
sonunda ahlakî, vicdanî ve insanî değerlerle yola çıktık. Kendilerini hâlâ
solcu sananlar, çizgiden sapmadıklarını iddia edenler, o insanî, vicdanî ve
ahlakî boyuttan son derece uzaklaşmış durumdalar ve o gün yola çıktığımız
değerlerin tam zıddını savunuyorlar.
Bugüne bakınca ne
değişti peki?
Ben değişmedim.
Değişen onlar. Mesele hezimeti kabullenmemekten kaynaklanıyor, çünkü hiçbir
zaman yenilgiyi kabul etmediler, bunun özeleştirisini, kökten ve radikal bir
şekilde hesaplaşma yapmadılar. Ben kendi adıma bunu yaptım. Ne zamanki benim
mensup olduğum hareket 12 Eylül 1980 günü darbeyi destekledi, ben o an
köprüleri attım ve en az 10 yıl Marksizm'i yeniden gözden geçirdim.
'Döneklik'
yakıştırması Türkiye'de niçin böylesine pervasızca kullanılıyor? Bir insan
gençlik yıllarında gönül verdiği ideolojiyle ilerleyen yıllarda yüzleşemez mi?
Bu anormal bir durum mu?
Bu dönekli
yakıştırması Batı ülkelerinde karşılığı olan bir kavram değil. İnsanın kendini
sorgulaması son derece normal. Aslında hem benim hem de 60'lı yıllarda sola
bulaşmış insanların izlemiş olduğu parkur son derece sıradan, son derece normal
ve abartılacak bir yanı olmayan bir şey.
Neden bir 68 kuşağı
efsanesi var peki?
Bir sahte efsane, bir
sahte mitos oluşturuluyor. Aslında bütün mesele buradan kaynaklanıyor. Biz
feodal bir toplumuz. Sanki kendini sorgulamak bir suçmuş bir cürümmüş gibi
algılanıyor. Dolayısıyla bu durum, kendilerini hâlâ solcu ve Marksist olarak
adlandıranların kendi feodal önyargılarını kıramamış olduklarından kaynaklanıyor.
Gazetecilik maceranız
nasıl başlamıştı?
Brüksel'e ilk gittiğim
yıllarda profesyonel militanlık yaptım. Daha sonra Aydınlık Gazetesi'nde
muhabirlik yapmaya başladım. Benim bu konuda yeteneğimin olduğunu anlayan örgüt
temsilcimiz militanlıktan vazgeçmemi, bir burjuva gazetesinin temsilcisi olmamı
istedi.
Doğu Perinçek ile de o
dönemde mi tanıştınız?
1969-70'te İstanbul
Teknik Üniversite-si'nde tanışıp onu lider olarak görmeye başladım. Brüksel'e
gelince benim evimde kalırdı. Militan lider ilişkisinden öteye bir ahbaplığım
olmadı.
Siz, Hürriyet'te yazarken
bir doku uyuşmazlığınız vardı gazete ile. Hep ayrıkotu olarak görülüyordunuz...
Bu doğru. Ben yazarak
ekmek parasını kazanan biriyim. Yazdığım gazeteden değil yazılarımdan
sorumluyum. Geçmişteki bütün yazılarımın altına imzamı atarım.
Son dönemde AK
Parti'ye yöneltilen 'devletçi reflekslerle hareket etmeye başladı'
eleştirilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mademki bizler
kendimizi liberal olarak tanımlıyoruz şu bilinmeli, bizim çizgimiz ayrı, AK
Parti'nin çizgisi ayrı. En azından ben kendi adıma konuşayım. Kimseye açık çek
vermiş değilim. Pragmatik olmayı, mağdurdan yana tavır almayı tercih ettim.
Uludere ve sonrasında
yaşananların etkisi var mı görüşlerinizde?
Ben Başbakan'ın iki
yıl önceki tutumunu çok daha olumlu olarak görüyordum. Son dönemlerde ise
devlet söylemine yakınlaşmaya başladı. Uludere, bunun yansımalarından biri.
Belki de iktidar derin devleti bitirdiğini sanıp muktedir olduğuna inanınca
tutumunu değiştirdi.
Lise diplomam olmadığı
için sinema eğitimi alamadım
Lise ikide babanız
sizi Brüksel'deki bir yaz kampına gönderiyor ama siz dönüş biletinizi yırtıyor
ve uzun yıllar orada yaşıyorsunuz. Bu bileti yırtma mevzuu bir şehir efsanesi
mi yoksa gerçek mi?
Kesinlikle doğru.
Trene biner binmez dönüş biletini yırttım!
Neydi sizi böylesine
başına buyruk hareket ettiren?
Çok cüretkârdım.
Brüksel'e gittikten sonra zaten istesem de dönemezdim çünkü 12 Mart muhtırası
olmuştu. Ben aslında sinema yönetmeni olmak istiyordum. Polonya'da çok iyi bir
okul olduğunu biliyordum. Polonya olmayınca Brüksel'de şansımı denedim.
İmtihanları kazandım ama lise diplomam olmadığı için gidemedim.
Brüksel'de evinize
gelen misafirleri bir müddet sonra nazikçe kovuyormuşsunuz...
Evet. Böyle bir yanım
var. İçe dönük münzevi bir hayat yaşıyorum. Öyle çok dışarı çıkan, sosyal
ilişkileri olan bir insan değilim. Son derece çekingen içe dönük biriyim. Babam
da öyleydi. Alışkanlıkları olan, klasik anlamda bir burjuva gibiyim. Objelere
bağlı olan, kitaplarının yeri değiştirilse deli olan biriyim... Aynı zamanda
son derece düzenliyim.
Camia diyerek doğru
bir tanımlama yaptığımı düşünüyorum
Hizmet hareketi için
camia tanımlamasını ilk siz kullanmıştınız. Neden böyle bir tanımlama yapma
ihtiyacı hissettiniz?
Cemaat dediğiniz zaman
sayı itibarıyla daha kapalı, marjinal, parametreler itibarıyla daha katı olan
bir yapılanmayı kastediyorsunuz. Camia dediğiniz zaman ise daha geniş kapsamlı,
ortak paydalı bir oluşum anlaşılıyor. Fethullah Gülen camiasını kastettiğiniz
zaman Hocaefendi'nin birtakım yaklaşımlarını onaylayan onları doğru bulan, aynı
zamanda belirli konularda daha geniş yelpazeye yayılabilen insanları anlıyoruz.
Ben bunu kastetmiştim ve doğru bir tanımlama yaptığımı düşünüyorum.
Türkiye'de özellikle
Ergenekon davası sürecinden sonra her olumsuzluğun faturasını hizmet hareketine
kesmek isteniyor. İçeri alınan gazetecilerde ve şike davasında bunu gördük
mesela. Ne amaçlanıyor olabilir?
Söz konusu camianın
olumsuz olarak algılanması için her türlü öcünün, korkunun ve propagandanın
yayılmasını isteyenler var. İkincisi de belki camianın şeffaflaşmak konusunda
çekincelerinin olması, daha muhafazakâr davranması kafalardaki soru
işaretlerini artırmış olabilir.
Babam, 6-7 Eylül
olaylarında Rum ortağının evinde günlerce nöbet tuttu
Doğup büyüdüğünüz semt
olan Fatih sizin için ne anlam ifade ediyor?
Baba ve anne tarafım
yedi kuşaktır Fatih Cibalili. Burada doktor olan büyük dayılarımın
muayenehanesi vardı. Bizim evde hep büyük Fatih yangınları konuşulurdu. O
dönemde semtteki bütün evler hep ahşapmış. Ben Laleli'de doğdum. 10 yaşıma
kadar burada büyüdüm. Ortanın birazcık üstü insanların oturdukları bir semtti.
Anne ve babanız
yanılmıyorsam Batılı yaşam tarzını benimseyen bir aileydi...
Babam matbaacıydı. Son
derece de entelektüel biriydi. Aynı zamanda iyi resim yapardı. Nadir bulunan
bir kütüphanesi vardı. Kendi kendini yetiştirmiş bir insandı. Darphanede uzun
yıllar çalıştı ve daha sonra kendi ofset matbaasını açtı. Annem ise ev
hanımıydı. Ailem, Batılı yaşam tarzını benimseyen bir aile olmasının yanında
geleneklerine de bağlıydı.
Matbaacılık aile
mesleği miydi?
Baba tarafımın hepsi
de bahriyeliymiş. Babam, Rum ortağı Koçi amcam ile mesleğe başlamış. Koçi
amcam, sanki aileden biriydi. Babam 6-7 Eylül olaylarında Koçi amcamın
Yeşilköy'deki evinde günlerce nöbet tuttu. Onun kılına halel gelsin
istemiyordu. Koçi amcam, Yunanistan'a taşınınca bile babam ilişkilerini
koparmadı. Onu ziyarete gitti. Babam beyin kanaması geçirdiği dönemde Koçi
amcam ölmüştü. Annemler bu haberi babam üzülmesin diye yıllarca sakladı.
Saint Joseph
Lisesi'nde zor günler geçirip ayrılmak zorunda kalmışsınız...
Ben aslında Robert
Koleji'ne gitmek istiyordum ama babam disiplinli olduğu için Saint Joseph'e
gönderdi. Son derece disiplinli ve tutucu bir okul olduğu için ayrılmak zorunda
kaldım. Sınıfın sonuncusuydum. Benim uğraş alanlarım farklıydı!
Neydi sizin uğraş
alanlarınız?
Solculuk falandı. Daha
çok kitaplarla ilgileniyor, ders çalışmıyordum. Marjinalliğe meyilli bir
çocukluğum vardı. Salim Rıza Kırkpınar komşumuzdu. Bana kitaplar verirdi.
Babamın naaşı gömülürken Salim amca o gür sesiyle Yahya Kemal'in Rindlerin
Ölümü şiirini okumuştu...
KAYNAK: Hadi Uluengin:
68 kuşağı sahte bir efsane (sondevir.com, 10 Haziran 2012).