Divan şairi ve tarihçi (D. [2 Muharrem 948]
24/25 Nisan 1541, Gelibolu - Ö. [1008] 1600, Cidde). Âlî Mustafa Efendi olarak
da bilinir, gençliğinde Çeşmî mahlâsını kullandı. Medrese tahsili gördükten
sonra yazdığı şiirlerle dikkat çekerek ilk eseri Mihr ü Mâh’ı sunduğu
Şehzade Selim‘e (II. Selim) divan kâtibi oldu. Mevki hırsından dolayı ne
şehzade ne de İstanbul‘a giderek başvurduğu Kanunî Süleyman onun müderrislik
veya kadılık isteğini kabul ettiler. Şehzade Selim‘in lalası Hüseyin Bey ile
aralarının açılması üzerine, Konya‘da iken tanıdığı şehzadenin eski lalası
Mustafa Paşa‘nın daveti ile divan kâtibi olarak önce Halep‘e, sonra Şam‘a gitti
ve altı yıl bu vilâyette kaldı. Lala Mustafa Paşa Yemen serdarlığına tayin
edilince onunla Mısır‘a geçti. Mustafa Paşa‘nın görevden alınması ve muhtemelen
yazdığı mektuplar yüzünden teftişe uğraması üzerine Saruhan (Manisa) sancak
beyi Şehzade Murad‘a (III. Murad) sığınarak onun aracılığı ile affedildi. Daha
önce yazmış olduğu Mihr ü Vefa ve Nâdirü‘1-mehârib’i şehzadeye
sunduğu gibi Râhatü‘n-nüfûsu onun emriyle genişleterek tercüme etti.
Daha sonra İstanbul‘a giderek Heft Meclis‘i Sokullu Mehmed Paşa‘ya
sundu, ancak umduğu zeamet (büyük toprak) yerine kendisine Bosna Beylerbeyi
Ferhad Paşa‘nın divan kâtipliği verildi. III. Murad‘ın padişah olması üzerine
(1574) İstanbul‘a gitti ve ona bazı kasidelerle birlikte Zübdetü‘t-tevârîh‘ı
sundu, fakat karşılığında bir memuriyet alamadığı için tekrar Bosna‘ya döndü.
Lala Mustafa Paşa Gürcistan ve Şirvan Seferi‘ne serdar tayin edilince, onu
divan kâtipliğine getirtti (1578). Bu sefer sırasında pek çok hadisenin yakın
şahidi oldu, bir ara Mustafa Paşa vasıtası ile defterdarlık isteğinde de
bulundu, fakat bu girişiminden de sonuç alamadı. Nişancılık verilmesi hakkında
bizzat padişaha müracaatı da kabul edilmedi. Nihayet Halep tımar
defterdarlığına tayin edildi. Ancak Mustafa Paşa‘nın görevden alınması üzerine,
bir müddet görevli olarak Trabzon‘a gönderildi. Bu görevinden sonra Halep‘e
gitti ve uzun süre orada yaşadı. 1581‘de Halep ve civarının askeriyle Van
hududu muhafazası ile görevlendirildi. Ancak gözü daima yüksekte olduğu için
nişancılık ya da Mısır‘da bir sancak beyliği istiyordu. İstanbul‘a gelip Nusret-nâme
ile Câmiu’l-buhûr adlı eserlerini sunarak muradına erişmeyi beklerken
Halep‘teki görevinden de alındı (1583) ve iki yıl açıkta kaldı. 1585 yılı
baharında Tebriz Seferi‘ne çıkan Özdemiroğlu Osman Paşa tarafından Erzurum
hazine defterdarlığına tayin edildi. Altı ay sonra Bağdat mal defterdarlığına
atandı ise de kısa zamanda bu görevden alındığından İstanbul‘a gitti ve uzun
süre yine açıkta kaldı. 1589‘da Sivas defterdarlığına getirildi, ancak bu görev
kısa bir süre sonra başkasına verildi. Temmuz 1592‘de yeniçeri kâtibi, Ekim
1592‘de defter emini, Ocak 1595‘te tekrar yeniçeri kâtibi oldu. Yeni padişah
III. Mehmed‘den, yazmaya başladığı Künhü‘1-ahbâr için bol kitap
bulacağını umduğu Mısır defterdarlığına tayinini istedi. Ancak Amasya sancak
beyliği ve Rum defterdarlığı ile yetinmek zorunda kaldı. Çok geçmeden yanındaki
kapıkulunun halka eziyeti sebebiyle Rum defterdarlığından alındığı gibi (Eylül
1595), Amasya sancak beyliğinden de Kayseri‘ye nakledildi. Son olarak Cidde
sancak beyliğine tayin edildi ve 1600 senesi başlarında Cidde‘ye gitti,
padişahtan Mısır beylerbeyiliğini istemek üzere hazırladığı son eseri Mevâidü‘n-nefâis‘i
Mekke‘de tamamladı. Muhtemelen 1600 yılında Cidde sancak beyi iken öldü.
Resmî görevlerinde pek fazla dikkati çekmeyen
Âlî Muftafa Efendi, yoğun edebî faaliyeti ve özellikle tarihçiliği ile büyük
bir şöhret kazandı. Çoğu bir mevki elde etmek için yazılmış irili ufaklı mensur
ve manzum altmışa yakın eserin sahibi olduğu anlaşılmakta ise de adları kendisi
tarafından verilen bazı kitaplarının örnekleri bulunamamıştır. Aynı zamanda
hattatlığı da olan Âlî, geniş kültürü ve edebî kudreti dolayısıyla pek çok eser
vermiş olmasına rağmen mevki ve servet hırsı, kibri ve gururu, kimseyi
beğenmemedeki ifratı yüzünden devrinde sevilmemiş ve istekleri geri
çevrilmişti. Bu da onu çevresine karşı küskün ve mütecaviz yaptı. Mevki için
ölçüsüz dalkavukluklara başvurdu, menfaat bekleyip göklere çıkardığı bir
kimseyi -isteğini yerine getirmediği için- düşkünlüğünde ağır bir dille
yermekten çekinmedi. Bütün bu ruhî çalkantılar arasında verdiği hükümleri
kontrol güç ise de özellikle tarihle ilgili eserleri, XVI. yüzyıl Osmanlı
Devleti tarihi için emsalsiz ve zengin malzeme ihtiva eden kaynaklardandır.
Yazılış yılı bakımından ilk tarih kitabı olan Nâdirü’l-mehârib
(1567-1569), Şehzade Selim ile Bayezid arasındaki Konya Savaşı’nı (1559) ve
Selim’in tahta çıkmasına kadarki olayları anlatır. Daha çok Farsça şiirlerle
bezediği bu eseri edebî kudretini göstermek için ağdalı bir dille yazdığı
anlaşılmadı. Yine edebî hüner göstermek üzere yazdığı Heft Meclis de
Kanunînin Zigetvar Seferi ve ölümü ile II. Selim’in tahta çıkışını anlattı.
Lala Mustafa Paşa’nın divan kâtibi olarak hazır bulunduğu Gürcistan ve Şirvan
Seferi ile Kars Kalesi inşaatı sırasında serdar adına yazdığı mektuplar ve bu
devreye ait hadiselerin tasvirini Nusretnâme adlı eserinde topladı. Nusretname’nin
zeyli mahiyetinde olup Lala Mustafa Paşanın yerine serdar olan Koca Sinan
Paşa’nın 1580’de yaptığı Gürcistan Seferi’ni anlatan Fursatnâme’yi ise
yeni serdarın emriyle yazdı. III. Mehmed’in sünnet düğününü (1582) şiirle
anlatan Câmiu’l-buhûr der Mecâlis-i Sûr adlı eserini Halep defterdarlığı
sırasında yazdı. Yazı tarihi ile meşhur hattat, nakkaş, mücellit ve hat
sanatından bahseden Menâkıb-ı Hünerverân’ı ise Nisan 1587’de kaleme
aldığı bu eser, İbnülemin Mahmud Kemal İnal tarafından Âlî’nin biyografisine
dair geniş bir incelemeyle birlikte İstanbul’da (1926) yayımlandı. Dünyanın ve
yaratıkların yaratılışına dair efsane ve hurafeleri ise Mir’âtü’l-avalim’de
topladı.
Âlî, en önemli ve hacimli eseri Künhü’I-ahbâr’ı
1591-99 yılları arasında oldukça sade, fakat edebî bir dille yazdı. Dört
bölümlük bu eserin ilk bölümünde kâinatın yaratılışından, ikinci bölümde
peygamberler ve İslâmî Arap tarihinden bahseder. Üçüncü bölüm Türk ve Moğol
tarihlerine ayrılmıştır, dördüncü bölüm ise başlangıcından Ekim 1596’ya kadarki
Osmanlı tarihi ile devlet adamları, âlim ve şairlerin biyografilerini içine
alır. Âlî’nin tarihe dair eserlerinin sonuncusu Hâlâtü’l-Kahire
mine’l-âdâti’zzâhire olup Eylül 1599’da yazılmıştır. Mısır’ın eski ve yeni
tarihinden, ülkeye hâkim olan sülâlelerden ve eserin yazılış tarihine kadar
hizmette bulunan Osmanlı valilerinden bahseder.
Âlî’nin diğer eserleri arasında ahlâk, siyaset
ve âdaba dair olanlar önemli yer tutar: Aralık 1581’de Halep’te yazdığı Nushatü’s-selâtîn,
hükümdarlar için gerekli vasıf ve şartları belirten bir siyasetnâmedir. Mehâsinü’1-âdûb
da siyasetnâme niteliğinde bir eserdir. III. Murad’ın arzusu üzerine 1587’de
İstanbul’da devrinin muaşeret, ahlâk ve âdetlerini belirten Kavûidü’l-Mecâlis’i kaleme aldı, bu
eseri hayatının sonlarına doğru genişleterek tamamladı. Mevâidü’n -Nefâis fî
Kavâidi’l-Mecâlis adlı sonuncu eserinde ise umduğu mevkilere gelemeyişin
verdiği kırgınlıkla devlet teşkilâtının bozukluğunu, çeşitli sınıfların âdet ve
yaşayışlarını acı bir dille eleştirdi. Eser, açık mübalağalarına rağmen, XVI.
yüzyıl Osmanlı sosyal hayatını aksettiren benzeri az bulunur kıymetli
kaynaklardan biridir. Ayrıca Tuhfetü’s-sulehû ve İmam Gazzâli’nin Eyyühe’l-veled
adlı risalesinin tercümesi de bu gruba girer. Zübdetü’ü-evrâd ise bazı
duaları içine alır. Alî, padişah veya nüfuzlu kimseleri öven bazı risaleler de
yazdı. III. Murad’ın faziletinden bahseden Câmiu’l-kemâlât, Şehzade
Osman’ın doğumunun eşref saate rastladığını astrolojiye göre inceleyen Ferâidü’l-vilâde
bunların belli başlılarını teşkil eder.
Âlî Mustafa Efendi, çeşitli sahalardaki geniş
kültürünü gösteren eserlerinin zenginliği ve bunlardaki görüşlerinin özelliği
ve farklılığı ile XVI. yüzyılın en dikkate değer kalem sahiplerindendir. Tarihçiliği
yanında, şair ve bir nesir üstadı olarak ağır basan edebiyatçı tarafı da
vardır. Kendisini önce şiir ve edebiyat sahasında tanıtmış olduğu gibi ömrünün
sonuna kadar da bu yoldaki faaliyetlerini sürdürmüştür. Divanlar dolduran
şiirleri dışında, değişik konularda manzum eserler ortaya koymaktan başka
düzyazılarının aralarına büyüklü küçüklü manzum parçalar katmaktan geri
kalmamış, mensur eserlerine ayrıca zamanının anlayışına göre edebî bir kisve
vermeye dikkat etmiştir.
On altı yaşında gittiği İstanbul’da hemşehrisi
ve hocası müderris şair Sürûrî ile Hayalî gibi devrin önde gelen üstatlarından
edebî terbiye alan genç Mustafa Âlî, o yaşlarda önce Çeşmî mahlası ile şiir
yazmaya başlamış, az sonra ise bütün hayatına hâkim olan yükselme ihtirası ve
kendini herkesten üstün görme duygusuna uygun düşen Âlî mahlasında karar
kılarak bütün eserlerini bu ad ile vermiştir. Henüz yirmi iki yaşında iken,
daha iki yıl önce kendisine divan kâtipliği kapısını açan Mihr ü Mâh ile
birlikte Enîsü’l-Kulûb ve Mihr ü Vefa gibi üç edebî eserin sahibi
idi. Şiiri her türlü duygu ve düşüncelerini ifadeye uygun bir zemin olarak
gören Âlî, art arda divanlar teşkil edecek kadar yeni manzumeler yazmaya devam
ederken bir yandan da, değişik alanlarda sayısı yıldan yıla artan eserlerini
meydana koyar. Konu dairesi halka halka genişleyen bu eserlerin zaman zaman
adları, özellikle de sayıları ile dökümünü yapmaktan hoşlanırdı.
Hayatının sonuna kadar şiir vadisinde kalem
yürütmüş olmasına karşılık “asırlarca süren” şöhreti nesir sahasındaki
eserlerinden gelen Âlî, dördü Türkçe, biri Farsça olmak üzere beş divan sahibi
olmak gibi çok verimli bir şair hüviyeti gösterdiyse de bu şiir zenginliği
kendisine çağdaşı Bakî ve Nev’î gibi şairler safında bir yer temin etmedi. Âlî,
divan şiirinin estetik disiplinine, onun büyük temsilcileri derecesinde bağlı
kalmayarak oldukça serbest, doğallığa ve yaşanan hayata daha yaklaşan bir yol
tuttu. Divan şiirinin mazmunlarını zaman zaman alışılmış olanın dışına taşırıp
beklenmeyen şekillere döken üslûbu, gevşek ifadesi ile devrinde yadırgandı. Çok
rahat ve ifade tekniği kuvvetli bir şiir söyleme kabiliyeti göstermesi onun
özgünlüğünü ve farklılığını gösterir. Divan şiiri onda, esas geleneğinin hep
etrafında döndüğü aşk dışında bireysel hayatın başka olay ve sorunlarına da
açıldı. Divanlarındakilerden başka, mensur eserlerindeki manzum parçalarda da
siyaset, ahlâk ve tarih alanındaki kitaplarında ifadesini bulan sosyal görüş ve
eleştirilerini şiirle yapabilmesi, bu konuda azımsanamayacak bir sayıya ulaşan
bu manzumeleriyle divan edebiyatının sosyal içeriği en fazla ve kuvvetli bir
şairi olarak belirir.
Üzerinde durulması gereken bir başka tarafı da
divan şiirinde “hamâsiyyât” denilen cengâverlik ve savaş ile ilgili duygu ve
konulara en fazla yer vermiş bir şair oluşudur. İyi bir gözlemci de olduğundan,
şiirlerinde kuvvetli bir betimleme (tasvir) kabiliyeti görülür. Bu yönü
özellikle doğa ve mevsimler üzerine şiirlerinin çokluğu nedeniyle dikkat çeken
bir husustur. Dil ve ifade bakımından da farklılıklar gösterir; şiire gözden
kaçırılamayacak, dikkate değer bir redif zenginliği getirmiş, başkalarının
kullanmaya cesaret edemediği, alışılmamış sözleri ve deyiş şekillerini
denemiştir. Kolay ifade edilemeyecek bazı duygu ve halleri yakalayan kuvvetli
söyleyişleri dikkat çekicidir. Ancak çok yazdığı için bir kısım şiirlerinde
basitliğe düşmekten de kurtulamaz. Buna karşın eski şiir ve nazîre
mecmualarında sık sık yer bulmuş olan manzumeleri kendisine şair olarak duyulan
ilgiyi ve rağbeti göstermektedir. Batı dünyasında Hammer, tarihçi oluşundan
gelen bir sevgi ile, Osmanlı Şiiri Tarihi’nde (Geschichte der
Osmanischen Dichtung) onun üzerinde bilhassa durur.
Gelibolulu’nun dört ayrı Türkçe divanından
başka bir Farsça divanının da varlığı bilinmektedir. Ayrıca yirmi kadar manzum
eseri vardır.
ESERLERİ:
Künhü’l-Ahbar (4 cilt, 1860-70), Menâkıb-ı Hünerverân (Hünerlilerin
Menkıbeleri, 1586, Hattatların ve Kitap Sanatçılarının Destanları adıyla
1982), Türkçe Divan (dört Türkçe divanı vardır: 1567-1574 [gazel ve
kasideler], 1574, dördüncü divanı şair Hisâlî ölümünden sonra tertip
edilmiştir), Melâidü’n-Nefâis fi Kavaidi’l-Mecalis (muaşeret, Osmanlı
Gelenek ve Görenekleri adıyla, Cemil Yener tar. 1975; Ziyafet Sofraları
adıyla, Orhan Şaik Gökyay tar. 1978), Mühr-ü Mah, Heft Meclis (Kanuni’nin
son yılları, II. Selim’in tahta çıkışı), Farsça Divan, Mir’atü’l-Evalim (Hz.
Peygamber’in mucizeleri), Nusretnâme (İran seferini anlatır),
Câmiü’l-Hubur der Mecâli-ü’l-Sur (Şehzade Mehmet’in sünnet düğünü),
Hilyetü’l-Rical (tasavvuf).
HAKKINDA: Seyyid Mehmed Rızâ / Tezkire (1898),
Bursalı Mehmed Tâhir / Müverrihîn-i Osmâniyyeden Âlî ve Kâtib Çelebi’nin
Terceme-i Halleri (1904), İbnülemin Mahmut Kemal İnal / Menakıb-ı Hünerverân
(Âli’nin eseri, metin ve müellifinin biyografisi, 1926), M. Cavid Baysun /
Müverrih Âlî’nin Mevâidü’n-nefâis fî kavâ-idi’1-mecâlis’i Hakkında (1950), R.
Walsh / Müverrih Âlî’nin Bir İstidanamesi (1958), Karatay / Türkçe Yazmalar
(1961), Nihal Atsız / Âlî Bibliyografyası (1968), Vasfi Mahir Kocatürk / Türk
Edebiyatı (1970), A. Tietze / Mustafâ Âli of Gallipolfs Prose Style (1973) -
Mustafa Âli on Luxury and the Status Symbols of Ottoman Gentelmen (Napoli
1982), Bursalı Mehmed Tahir / Osmanlı Müellifleri III (1975), C. H. Fleischer /
Bureaucrat and Intellectual in the Ottoman Empire the Historian Mustafa Âli:
1541-1600 (Princeton 1986), Mustafa İsen / Gelibolulu Mustafa Âli (1988),
Mehmed Çavuşoglu / Âlî’de Tenkid: Osmanlı Araştırmaları VII-VIII (1988), Ömer
Faruk Akün / Alî Mustafa Efendi (TDV İslâm Ansiklopedisi 2, 1989), Mehmet Şeker
/ Gelibolulu Ali ve Mevâidü’n-Nefâis fi Kavâidü’l-Mecâlis (tenkit-tahlil,
1996), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999).