Divan
şairi (D. 1495, Hille / Bağdat - Ö. 1556, Kerbelâ). Asıl adı Mehmed bin
Süleyman’dır. Hive Müftüsü Süleyman Efendi’nin oğludur. Şiire başladığında önce
çeşitli mahlaslar kullandı. Fakat başka şairlerin de bu mahlasları
kullandıklarını görünce hepsini bırakarak Fuzulî’yi mahlas olarak seçti.
Fazl’ın çoğul biçimi olan Fuzulî, “şahsi üstünlüklerle ilgili “ veya “ şahsi
üstünlüklere ait” manasında bir kelimedir. Diğer taraftan Fuzulî’nin “boşu
boşuna” manası da vardır. Bu mana ile kelime fani-i Mutlak tabirine kadar
gitmekte, şair adının bile unutulmasını istemektedir. Bu da tasavvufi konuları
terennüm eden şair için uzun bir araştırmadan sonra bu mahlasın seçildiğini
göstermektedir. Zaten o, bu mahlası ne ince hesaplar içinde seçtiğini Farsça
Divanı’nın mukaddimesinde: “Eğer başkalarının da kullandığı bir lakabı
alsaydım, sözlerimden bir kısmının o mahlası kullanan öbür şairlere mal
edilmesi mümkündü. O vakit bana yazık olurdu. İşte sözlerimin başkalarına isnat
olunmaması için kimsenin kabul etmediği ve edemeyeceği bir mahlas aldım.”
şeklinde anlatır.
Fuzulî’nin
gençlik dönemine ilişkin bilgi yoktur. Eserlerinden iyi bir öğrenim gördüğü,
İslâmi ilimler, İran edebiyatı, hendese, hikmet ve tasavvufla ilgilendiği
anlaşılmaktadır. Sıhhat u Maraz (1940) adlı eseri hekimlik bilgisi de
olduğunu göstermektedir. Gördüğü öğrenim ve hayatının diğer dönemleri hakkında
da yeterli bilgi bulunmayan Fuzulî’nin, “Molla” unvanı alacak kadar ileri
derecede İslâmi bilimler öğrenimi gördüğü hakkında geniş bir görüş birliği
vardır. 1508’de Bağdat’ı fetheden Şah İsmail’e Beng ü Bade adlı
mesnevisini sundu. Bir süre, Bağdat’taki Safevî Valisi İbrahim Han’dan himaye
gördü. İbrahim Han’ın ölümünden (1527) sonra başka bir koruyucu bulamayınca
Hille’ye çekildi. Kanuni Sultan Süleyman Bağdat’ı fethedince (1534), padişaha
ve paşalarına sunduğu kasidelerle dikkati çekti. Ancak kendisine bağlanan günde
dokuz akçelik maaş bir süre sonra kesilince Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi’ye
ünlü Şikâyetnâme’sini yazdı.
Şii
mezhebine bağlı olan Fuzulî’nin hayatı tümüyle Hille, Bağdat, Necef, Kerbela
çevrelerinde geçti. 1566’da çıkan bir veba salgını sırasında öldü. Kerbela’da
Meşhed-i Hüseyin (Hz. Hüseyin’in türbesi) karşısındaki türbenin Fuzulî’ye ait
olduğu sanılmaktadır. Dergâh ve türbe zamanla yıkıldı. Ölümüne “Göçtü Fuzuli”
kelimeleri ile tarih düşürüldü. Hayatı boyunca geçim sıkıntısı çekti.
Tezkireler ile tarihi ve edebi kaynaklarda Fazlî adlı bir oğlu olduğu bildirir.
Fazlî de babası gibi şair olmakla birlikte onun kadar tanınmadı.
Fuzulî,
Azeri lehçesinde yazmasına rağmen yazdığı çok güçlü lirik şiirlerle Türk
edebiyatının en büyük şairleri arasında yer almış ve kendisinden sonra gelen
çok sayıda şairi etkiledi. Türkçe, Arapça ve Farsçanın bütün inceliklerini
bilen Fuzulî, İranlı şairlerden Selman-ı Saveci, Hafız, Türk şairlerden de
Nesimî, Ali Şir Nevaî ve Necati’nin şiir anlayışını benimsemiş ve şiirlerinin
çoğunda tasavvufu işledi. Mutasavvıf bir şair olarak Fuzulî şiirine tasavvufun
en ince nüanslarını yerleştirmeye çalıştı; zekâsı ile lirizmini bağdaştırdı.
Bazı şiirlerinde tababete ait işaretler de vardır. İlimsiz şiiri hor gören ve
edebiyat âleminde şiirin ilme dayanması fikrine yer veren şair, imlâya da
gereken değeri verir. Çünkü metinlerin nesilden nesile intikalinin ancak doğru ve
yanlışsız yazma ile mümkün olduğunu düşünür. Bu yönüyle belki, yaşadığı dönemde
imlâ üzerinde duran tek şahsiyettir.
Ona
göre Hz. Ali, erdemli, olgun, yetkin bir kişidir; bütün halifelerden ve
Peygamber’in yakınlarından üstündür. 1508’de Bağdat’ı ele geçiren ve 1534’e
kadar Irak’ın büyük bölümünde denetimi elinde tutan I. İsmail’e (Şah) yazdığı
övgünün temelinde de bu sevgi yatar. Fuzulî’nin aynı duyguları işlediği Beng
ü Bade adlı Türkçe mesnevisi 444 beyitten oluşur. Eserin konusu esrar ve
şarap arasındaki düşsel bir çatışmadır. Eserde tevhid, münacat ve na’t
bölümünden sonra Hz. Ali ve Şah İsmail’i över. Daha sonra gelen hikâye
bölümünde rakı, boza ve hurma şarabının da katıldığı çatışmadan şarap üstün
çıkar. Burada gerçekte Şah İsmail ile II. Bayezid arasındaki mücadele
anlatılmaktadır. “Beng” II. Bayezid’i, “bade” Şah İsmail’i simgeler. Fuzulî bu
mücadelede Şah İsmail’i üstün çıkararak onu övmek ister. Ama dönemin geleneğine
bağlı kalarak, 1534’te Bağdat’ı ele geçiren I. Süleyman (Kanuni) başta olmak
üzere Rüstem Paşa, Mehmed Paşa, İbrahim Bey, Cafer Bey gibi devlet büyüklerine
de övgüler yazmıştır. Buna karşılık Şikâyetname adlı mektubunda, saray
şairleri arasına girememekten ötürü iğneleyici bir dille yakınmıştır. Büyük
ıstırap şairi Fuzulî’nin Leyla ve Mecnun adlı dört bin beyitlik
mesnevisi ile diğer eserleri hakkında çok sayıda inceleme yayımlandı. 15.
yüzyıl Azeri şairi Habîbî’nin, Çağatay şairi Ali Şîr Nevaî’nin, İranlı şair
Hâfız’ın, Nizâmî-i Gencevî ve Câmî’nin Fuzulî üzerinde belli belirsiz etkileri
olmuştur. Leylâ ve Mecnûn’da Nizâmî’den yararlandığını kendisi söyler.
Sonuç olarak bütün şiirine kendi damgasını vurdu. Bu nedenle böyle etkileri
izlemek zordur. Mazmun bulmada ve kullanmada üstün nitelikte bir şairdir.
Fuzulî’ye
göre şiirin temeli ilim, özü sevgidir. İlime dayanmayan şiirin temelsiz duvar
gibi “biitibar” olacağını söyleyen Fuzulî, bir beytinde de; “Aşk imiş her ne
var alemde / İlim bir kıyl u kâl imiş ancak” demektedir. Şiiri bütünlüğe
kavuşturan, sevginin yanındaki öbür öğe de sevgiliden ayrı kalışın verdiği
üzüntüdür. Sevilen insan bir araç, onun varlığında görünüş alanına çıkan Tanrı
tek amaçtır. Fuzulî’ye göre gerçek varlık Tanrı’dır; bütün nesneler ve onları
kuşatan evren Tanrı’nın bir görünüş alanıdır. Varlık türlerinin en yetkini ve
en olgunu olan insan Tanrı’nın gören gözü, duyan kulağı, konuşan dilidir. Ahlâk
Fuzulî’ye göre doğruluk, iyilik ve erdemden oluşur. Bunların karşıtları baskı,
ikiyüzlülük ve bilgisizliktir. Fuzulî, inanç konusunda da erdemin, doğruluğun,
Kuran’ın özüne bağlı kalmanın gereğini savunur. Ona göre oruç, namaz, zekât
gösteriş için değil, insanın özünü kötülükten arındırmak, olgunlaştırmak
içindir.
Kendinden
sonra gelen hemen bütün divan şairlerini büyük ölçüde etkileyen Fuzulî için
şiir düşünce ve duyguları sergilemeye, insanı tanımlamaya yarayan bir
etkinliktir. Şiiri kuran, bir yaratma öğesi olan özlü ve anlamlı sözdür. Azeri
ağzını kullanan Fuzulî’nin şiirinde uyumu sözcükler arasındaki ses benzerliği
sağlar. Şiirlerinde halk dilinde geçen kelimelere, deyimlere, atasözlerine,
Kuran’dan ve hadislerden alıntılara sıkça rastlanır. Türkmen soylu Iraklı şair
Fuzulî de her Türkmen şairi gibi “hoyrat”ların etkisi altında kaldı ve
şiirlerinde hoyratlardaki cinas oyunlarını ustaca kullanmaya yöneldi. Onun kullandığı
cinaslar kuvvetli ahengiyle Türkmen edebiyatını muhteva ve üslup bakımından
etkisi altına aldı. Fuzulî’nin bugünkü Irak Türkmencesini şiir dilinde az bir
değişiklikle kullandığını gösteren birçok örnek vardır. Bugün hâlâ Türkmencede
kullanılan fiil binalarını aynen kullandığı görülür: Savuşturmak yerine
savutmak, yakmak yerine yandırmak, uyandırmak yerine uyartmak, su vermek yerine
suvarmak, kararmak yerine karalmak kullanmıştır. Yine bulunduğu bölge, tabi
olarak onun, Doğu Oğuzcasını yani Azeri Türkçesini kullanmasını gerektirdi ve
onu diğer Osmanlı şairlerinden ayırdı. Fakat Fuzuli asıl olarak, bu şairlerden
söyleyiş ve duyuş tarzı ile ayrılmaktadır. Fuzuli’nin sanatında yoğun şekilde
ıstırap ve insan kaderi vardır.
Düşüncelerini
ve akıcı söyleyişlerini daha çok gazellerinde göstermiş, divan şiirinin bütün
ölçü ve biçimlerini kullanmıştır. Fuzuli’de mizah ve hiciv kudreti de
yüksektir. Dil ile ustaca oynayan şair, Türk kasideciliğine hasbihal edasını
getirdi. Ortaya koyduğu eserleri ile Türkçeyi ne şekilde işlediğini gösterdi ve
dilimiz hakkında o devirde söylenen “kısır ve kaba” dil fikrini ortadan
kaldırdı.
Fuzulî’nin
Hadikatü’s-Süeda (1837, Saadete Ermişlerin Bahçesi 1955) adlı
eseri düzyazıda dinsel lirizmin en güçlü örneklerindendir. Kerbelâ olayını
anlatan bu eser özellikle Şiiler arasında yüzyıllardan beri okunmaktadır.
Fuzulî’nin mesnevi biçiminde yazdığı ve 3.096 beyitten oluşan Leyla ve
Mecnun (1955) adlı eseri Türk edebiyatının şaheserleri arasındadır. Fuzulî,
bu eserinde, başta Nizamî olmak üzere, kendisinden önce aynı konuyu
işleyenlerden yararlanmış, ama özgün kişiliğini, sanat ve aşk anlayışını da
belirgin biçimde sergilemiştir.
Fuzuli,
yirmiye yakın eser yazdı. Bunların başında Türkçe, Farsça ve Arapça olan üç
divan gelmektedir. Ünlü Türkçe Divan’ı mensur girişle başlar. Divanın
kasideler bölümünde şairin ilminin yüksekliği görülmektedir. Musammat gazel ve
rubaileri daha liriktir. Engin bir lirizmle aşk konusunu işler, sevgilisini bir
timsal halinde yükseltir. Bu divan yüzden fazla basıldı. Divandan seçilen
şiirler, batı dillerine çevrildi, yüzlerce antolojiye bu eserlerden bol
örnekler alındı. Gazel tarzını üstün tutan şair, bilhassa Leyla ve Mecnun
mesnevisinde benzersiz gazeller ortaya koydu. O, Leyla ve Mecnun
mesnevisinin nazmedilme sebebini “Acem’de çok, Etrak’ta yok.” sözüyle
açıklamaktadır. Fuzuli, bu sözleriyle o tarihte henüz Leyla ve Mecnun
mesnevisinin Irak Türkmen lehçesiyle yazılmamış olduğunu da belirtmiştir.
Türkçe yazılmış bu manzum roman, Bağdat Beylerbeyi Üveys Paşa’ya ithaf edildi,
Türk âleminde çok sevildi ve otuz defadan fazla basılarak Almanca, İngilizce,
Rusça, İtalyanca ve Ermenice gibi çeşitli dillere çevrildi. Şairin mensur
girişli Farsça Divanı üç beyit kadardır. İki kere Türkçeye çevrilmiştir.
Arapça Divanı ise bu dille yazılan şiirlerinin toplandığı küçük bir
eserdir. Fuzuli’nin Peygamber Efendimizi metheden Su Kasidesi de çok
sevilen ve beyitleri dilden dile dolaşan kasidelerindendir.
Fuzulî İçin Ne Dediler?
“Hiç
şüphe yok ki, Leyla ve Mecnun vadisinde yazılmış mesnevilerin en eşsiz örneği
Fuzulî’nin eseridir. Türk edebiyatının en büyük şaheserlerinden biri olan
Fuzulî’nin Leyli vü Mecnun’u, üslûp ve ifade özelliği, bir çöl menkıbesini
tasavvufun duyguları coşturan ve insan ruhunu kanatlandıran açılımları ile
yoğurup bambaşka bir güzellikle takdim ederken beşeri özü korumasındaki
başarısı (...) ile bütün dünya
edebiyatlarının şaheserleri arasında ilk sırada yer almayı hak etmiştir.”
“Bütün
hayatı boyunca, melankolik duyguların gelişmesine çok uygun bir mekan
durumundaki Irak-ı Arap’tan hiç ayrılamayan, sürekli olarak dünyanın bütün
gamlarına ve meşakkatlerine gönüllü talip olma hali yaşayan şair, bu ruh hali
ile basit bir aşk serüvenini, dünyanın en etkili aşk, ızdırap ve şiir anıtına
dönüştürmeyi başarmıştır.” (Muhammed Nur
Doğan)
***
“Fuzulî
herşeyden önce bir aşk şairidir. Bütün şiirlerinde aşkını anlatmıştır. Bu aşk,
maddi ve beşeri aşktan başlayarak ilahi, tasavvufi aşka gitmiştir. (…) Fuzulî’’nin aşkına konu olan sevgili, eti ve
kemiğiyle somut olarak kendini belli etmez. Her şiirde aynı özellikleri taşır;
hep bir örnektir, soyuttur. Yani Fuzulî’nin hemen bütün şiirlerindeki aşk
tasavvufi bir aşktır. (…) Özellikle gazellerinde ve mesnevilerin çoğunda
tasavvufu işlemiştir. Tasavvuf Fuzulî’nin şiirlerinde, öteki gerçek mutasavvıf
şairlerde olduğu gibi açıkta değil, şiirin derinliklerinde gizlenmiştir.
Anlaşılması için okuyucunun hazırlıklı olması, şiirde bazı ipuçları bulması ve
bunun için de oldukça çaba göstermesi gerekir.” (Adem Çalışkan)
ESERLERİ:
Rind ü Zâhid (Farsça mensur eser, çev. Selim Efendi, 1868), Hüsn ü Aşk (Sıhhat u Maraz adıyla da bilinir. Farsça mensur eser, ilk çeviri 1856’da yapıldı. Son çeviri, Abdülbaki Gölpınarlı tar., 1940), Enisü’l-Kalb (Farsça kaside, Türkçe çevirisiyle, Cafer Erkılıç tar., 1944), Türkçe Mektupları (Abdülkadir Karahan tar., 1948), Şikâyetnâme (1955), Hadikatü’s-Süeda (Saadete Ermişlerin Bahçesi, Kerbela olayını anlatır, 1809 / Selahattin Güngör tar., 1955), Beng ü Bâde (Farsça mesnevi, 444 beyit, esrar ile şarap arasında bir tartışmayı anlatan allegorik bir eser, bilimsel bas., Kemal Edip Kürkçüoğlu tar, 1956), Türkçe Divan (taş basması 1951, Abdülbaki Gölpınarlı tar., 1961), Farsça Divan (Hasibe Mazıoğlu tar., 1962), Arapça Divan (yazma nüshası Leningrad’da), Heft Cem (Sakiname adıyla da anılan bu yedi bölümlük eserin her bölümünde şair bir müzik aletiyle tartışır), Tercüme-i Hadis-i Erbain (40 manzum hadis çevirisi), Risalet-i Muamma Matlaü’l İtikâd (Şii Mezhebine göre, kelamla ilgili bir eserdir, Matla’ul İtikad fi Marifeti’l Mabda’i ve’l Maad, yay.haz. Esad Coşan 2003),
KAYNAKÇA: M. Fuat Köprülü / Fuzulî (1934), Tahir Olgun / Fuzulî
’ye Dair (1936), Selim Refik Refioğlu / Fuzulî (Edebiyat Fakültesi Doktora
Tezi, 1948), Abdülbaki Gölpınarlı / Fuzulî Divanı (1948), Beşir Ayvazoğlu /
Fuzulî Kitabı (1966), Cemil Yener / Fuzulî’nin Dünyası (1966), Bursalı Mehmet
Tahir / Osmanlı Müellifleri I (1972), Halûk İpekten / Fuzulî Hayatı Edebi
Kişiliği ve Bazı Şiirlerinin Açıklamaları (1973), Hasibe Mazıoğlu / Fuzulî ve
Türkçe Divanı’ndan Seçmeler (1986), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998)
- Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors
(2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri
Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Mehmet
Kahraman / Leyla ve Mecnun Romanı (2000).
İlm kesbiyle pâye-i rif’at
Ârzû-yı muhâl imiş ancak
Işk imiş her ne var âlemde
İlm bir kîl ü kâl imiş ancak
Beni candan usandırdı cefâdan yâr
usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım
şem’i yanmaz mı
Kamu bimârına cânan devâ-yi derd
eder ihsan
Niçin bana kılmaz derman beni
bimâr sanmaz mı
Gamım pinhan tutardım ben dediler
yâre kıl rûşen
Desem ol bi-vefa bilmem inanır mı
inanmaz mı
Şeb-i hicran yanar cânım döker
kan çeşm-i giryânım
Uyarır halkı efgânım kara bahtım
uyanmaz mı
Gül-i ruhsârına karşı gözümden
kanlı akar su
Habibim fasl-ı güldür bu akar
sular bulanmaz mı
Değildim ben sana mâil sen ettin
aklımı zâil
Bana ta’an eyleyen gâfi l seni
görgeç utanmaz mı
Fuzûli rind-i şeydâdır hemişe
halka rüsvâdır
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı
Hâsılım yok ser-i kûyunda belâdan
gayrı
Garazım yok reh-i aşkında fenâdan
gayrı
Ney-i bezm-i gamem ey ah ne
bulsan yele ver
Oda yanmış kuru cismimde hevadan
gayrı
Perde çek çehreme hicran günü ey
kanlı sirişk
Ki gözüm görmeye ol mah-likadan
gayrı
Yetti bikesliğim al gâyete kim
çevremde
Kimse yok çevrile girdab-ı
belâdan gayrı
Ne yanar kimse bana ateş-i dilden
özge
Ne açar kimse kapım bad-ı sabâdan
gayrı
Bozma ey mevc gözüm yaşı habâbın
ki bu seyl
Koymadı hiç imaret bu binâdan gayrı
Bezmi aşk içre fuzuli nice ah
eylemeyem
Ne temettu bulunur bende sadâdan gayrı
Bende Mecnûn’dan füzûn âşıklık
isti’dadı var
Âşık-ı sâdık menem Mecnûn’un
ancak adı var
N’ola kan tökmekte mâhir olsa
çeşmüm merdümi
Nutfe-i Kâbildür ü gamzen kimi
üstâdı var
Kıl tefahür kim senin hem var ben
tek âşıkın
Leyla’nın Mecnunu Şirin’in eğer
Ferhadı var
Ehl-i temkinem beni benzetme ey
gül bülbüle
Derde sabrı yok anın her lahza
bin feryâdı var
Öyle bed-halem ki ahvalim görende
şâd olur
Her kimin kim dehr cevrinden
dil-i naşadı var
Gezme ey gönlüm kuşu gafi l
feza-yı aşkta
Kim bu sahranın güzer-gahında çok
sayyadı var
Ey Fuzuli aşk men’in kılma
nasihten kabul
Akl tedbiridir ol sanma ki bir bünyadı var
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki
odlare su
Kim bu denli dutuşan odlara
kılmaz çare su
Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi
bilmezem
Ya muhît olmuş gözümden günbed-i
devvâre su
Zevk-i tiğından aceb yok olsa
gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırakır rahneler
dîvâre su
Suya versin bağ-ban gülzar-ı
zahmet çekmesin
Bir gül açılmaz yüzün tek verse
bin-gülzâre su
Ohşadabilmez gubârını muharrir
hattına
Hâme tek bakmaktan inse sözlerine
kare su
Ârızın yâdiyle nem-nâk olsa
müjgânım n’ola
Zayi olmaz gül temennâsiyle
vermek hâre su
Gam günü etme dîl-i bîmardan
tiğin diriğ
Hayrdır vermek karanû gecede
bîmâre su
İste peykânın gönül hecrinde
şevkim sâkin et
Susuzum bu sahrede benim’çün âre
su
Ben lebim müştâkıyım zühhâd
kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelir
huş-yâre su
Ravza-ı kûyuna her dem durmayıp
eyler güzâr
Âşık olmuş gâlibâol serv-i hoş
reftâre su
Su yolun ol kûydan toprağ olup
tutsam gerek
Çün rakîbimdir dahi ol kûya
koyman vare su
Dest-bûsı arzûsiyle ger ölsem
dostlar
Kûze eylen toprağım sunun anınla
yâre su
İçmek ister bülbülün kanın meger
bir reng ile
Gül budağının mîzacına gire
kurtâre su
Tînet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i
âleme
İktidâ kılmış tarîk-i Ahmed-i
Muhtâr’e su
Seyyid-i nev’i beşer deryâ-yi
dürr-i istifâ
Kim sepiptir mu’cizâtı âteş-i
eşrâre su
Kılmak için taze gül-zâr-i
nübüvvet revnakın
Mu’cizinden eylemiş izhar seng-i
hâre su
Mu’ciz-i bir bahr-i bî-pâyan imiş
âlemde kim
Yetmiş andan bin bin âteş-hâne-i
küffâre su
Hayret ilen parmağın dişler kim
etse istima
Parmağında verdiği şiddet günü
Ensâr’e su
Eylemiş her katrede bin bahr-i
rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzu-ı için gül
ruhsâre su
Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir
muttasıl
Başını taştan taşa vurup gezer
âvâre su
Zerre zerre hâk-i der-gâhına
ister salar nûr
Dönmez ol der-gâhdan ger olsa
pâre su
Zikr-i na’tın virdini derman
bilir ehl-i hatâ
Eyle kim def-i humar için içer
mey-hâre su
Yâ Habîbâ’llah yâ Hayr’el-beşer
müştâkınım
Eyle kim leb-teşneler yanıb diler
hem vâre su
Sensin ol bahr-i kerâmet kim
şeb-i Mi’rac’da
Şeb-nem-i feyzin yetirmiş sâbit ü
seyyâre su
Çeşm-i hûr-şidden her dem zülâl-i
feyz iner
Hâcet olsa merkâdin tecdîd eden
mi’mâre su
Bîm-i dûzah nâr-i gam salmış
dîl-i sûzânıma
Var ümîdim ebr-i ihsanın sepe ol
nâre su
Yümn-i na’tinden güher olmuş Fuzûlî
sözleri
Ebr-i nîsandan dönen tek lü’lü-i
şeh-vâre su
Hâb-ı gafl etten olan bîdâr
olanda rûz-ı haşr
Hâb-i hasretten dökende dîde-i
bîdâre su
Umduğum oldur ki Rûz-i Haşr
mahrûm olmayam
Beyhude
gamlanma divane gönül!
Cümle
alemin rızkını veren vardır.
Yaptığın
hatayı görmüyor sanma.
Kalpte
gizli en derin sırları bilen vardır.
Mal-ı
emlakım var deyu güvenme!
Arkam
var deyu dayanma!
Sırt
üstü insanı yere varan vardır.
Beyhude
gamlanma divane gönül!
Cümle
alemin rızkını veren vardır.
Derdime
vakıf değil canan.
Beni
handan bilir.
Hakkı
vardır şad olanlar.
Herkesi
şadan bilir.
Söylesem
tesiri yok, sussam gönül razı değil.
Çektiğim
alamı bir ben bir de Allah’ım bilir.
Fuzuli
Fuzulî hiç kuşkusuz en büyük
şâirlerimizden biridir. Yunus'u ayrı tutarsak böyle bir ayrım gereklidir. Çünkü
Yunus, altı yüz yıl öncesinden bugüne açılan kapıdır. Onunla ancak, Şeyhî,
Necati Bey, Bâkî, Nedim, Şeyh Galib gibi eski şiirin sıkı düzeni ve ortak dili
içinde gerçekten bir çığır açabilen şâirler boy ölçüşebilirler. Fakat Fuzulî
bir bakıma bu şâirlere de üstündür. Çünkü eseri bize onlardan çok ayrılan,
tümüyle kişisel diyebileceğimiz bir deneyim ile gelir.
Dille o kadar ustaca oynamasına, şiirimizin
birçok söyleyiş üstünlüklerini kendisi bulmasına, hattâ eserinin bütününe
bakılınca oldukça ağır basan belleksel özelliğine, mizah ve hiciv gücüne -Şikâyetname'de
bütün bir komedi unsuru vardır, hem de en yüksek cinsinden- karşın, Fuzulî
hayatı ve aşkı çok ciddî bir açıdan gösteren şâirlerdendir. Doğrusu istenirse,
bir bakıma bütün tatları kendine kapamış görünen bu insanda rastlayabileceğimiz
tek haz, ızdırabın tadıdır. Bir çeşit mazohizmden başka bir şey olmayan bu
acıya dalış, onu özleme, onu hayatın tek gayesi, hattâ varoluş nedeni gibi
göstermesi, bu işteki ısrarı eserini öbür şâirlerimizden ayıran büyük
özelliklerden biridir. (...)
Sözün kendi güzelliği ile yetinemeyenler,
şiiri bir iç ahenginde ve kendi
tatlarında aramayanlar daima ızdırabı, onun düş gücümüzdeki sihirli etkisini
ararlar. Halkın imgeleminde şâir, bir masalı olan insandır. Fuzuli'nin eseri bu
masalı daima besler. Kaldı kî, Fuzulî ayrıca Leylâ ve Mecnun'u ile bütün
edebiyatımız boyunca tek başına kalmış bir eserin sahibidir. (...) Rahmetli Süleyman Nazif,
bir yazısında Leylâ ve Mecmun'u
Romeo ile Juliet'e benzetir. İlk bakışta oldukça şaşırtıcı ve
abartılı görünmesine karşın, bu benzetişte doğru bir taraf vardır.
Shakespeare'de rönesans başlangıcı, Nizamî'de yarı kalmış bir rönesanstan başka
bir şey olmayan müslüman ortaçağı aşk ve gençlik düşüdür. (...)
Onun kendi sorunları içinde nasıl perişan
olduğunu daima duyumsarız. Fuzulî'nin üslûptan üslûba geçerken -aynı konunun
farklı şâirler tarafından ele alınması- gerekli olan yoğunlaştırma sayesinde
olsa bile, burada psikolojik bir maden bulduğu bellidir. (...) Fakat Fuzulî'nin buluşu
burada kalmaz. Belki çevre yakınlığı bu mesneviyi hiç olmazsa bir tarafından
asıl başlangıcı olan Arap hikâyesine yaklaştırır. Leylâ ve Mecnun, suyu
sızdırdığı için serinleten o çok ince hamurlu testilere benzer. Her tarafından
çöl sızar. Çöl, sihirbazların en büyüğüdür. Çünkü biraz da seraptır. Serap,
görünüşlerle gerçeğin hiç bitmeyen karşılaşmasıdır. Çatlamış dudak, kamaşan göz
ve daima kirişte kulak, durmadan bize serinlikler, çağlayan sular, bu sulara
akın eden ceylân sürüleri ve kervan sesleri sunar. Özet olarak, çölde bütün
dikkatleriniz mevcut olmayanı icat eder ve ona doğru koşar. Onun içindir ki,
çölün terbiyesi bir çeşit görünüşlere karşı koyma terbiyesidir. (...)
Denilebilir ki, Fuzulî'nin bize
şiirleriyle verdiği kendi iç dünyası, bütün rindlik ve kalenderlik heveslerine,
kimi zaman gerçekten sıkıcı sanat oyunlarına karşın, iki örneğin etrafında
toplanır. Mecnun ve Kerbelâ şehidi Hüseyin. (...) Burada yalnız Mecnun'un ağzından
yazdığı kimi gazellerin bir ikisini böyle seçtiğini, geçici olsa bile bu psikolojinin
divanındaki bazı gazellerde devam ettiğini söyleyelim. Hattâ yanılmak
ihtimalini hesaba katmak koşuluyla ciddî bir eleştirinin, bu noktadan hareket
ederek Fuzulî'nin divan kısmındaki gazellerini Leylâ ve Mecnun'dan evvel
ve sonra diye ikiye ayırabileceği ihtimali de öne sürülebilir.
Sanat deneyiminin önemli bir tarafını da
kompozisyonun bizzat sanatçı üzerindeki tesiri yapar. Bütün kompozisyon boyunca
kahramanlarının hayatlarını yaşayan ve hattâ eser bittikten sonra bunda bir
süre devam eden sanatçılar bulunduğu gibi, bir eserdeki buluşları, öbürünü
idare eden sanatçılar da çoktur. Çünkü her deneyim gibi, sanat da bir
eğitimdir. Bu konuda Fuzulî'ye en yakın örneği bize Ruhî-i Bağdadî verir.
Divanında başyapıtı olan Terkib-i Bend'ini devam ettiren veya ona
hazırlık olan bir yığın gazel vardır.
Leylâ ve Mecnun'un daha önemli bir tarafı da
vardır. Bu hikâyede Fuzulî'nin soluğunu ancak kitabın tertibi, yani
zorunluluklar keser. Dil iyi yoğrulmuş bir heykel veya testi çamuru gibi bütün
kolaylığıyla anlatımın emrindedir. Yer yer bazı uzunluklar ve ufak tefek
tekrarlarla toprağın hamuruna karışmış çakıllarla ve iyi yoğrulmamış parçalara
benzeyen birkaç dizeden sonra tekrar plastik özelliğine kavuşur. (...)
Burada çamur ve heykel örneğini bir üslûp
oyunu olarak değil, kuvvetle duyduğum bir şeyi anlatmak için kullanıyorum. Leylâ
ve Mecnun'u her okuyuşumda daima çok yumuşak ve rahat bir madde ile
karşılaştığımı duyumsadım. Fuzulî'nin kimi kasideleri de bende bu duyguyu
bıraktı. Zaten kendisi de büsbütün başka vesile ile doğduğu ve yetiştiği
yerleri övmek için olsa bile, şiirinden söz ederken bu toprak hayalini
kullanır.