Ali Emiri Efendi

Biyografi Yazarı, Tarihçi, Yazar, Şair

Doğum
Ölüm
23 Ocak, 1923

Biyografi yazarı, tarihçi, şair (D. 1857, Diyarbekir - Ö. 23 Ocak 1923, İstanbul). Şair Saim Seyyid Mehmed Emîri Çelebi’nin torunlarından Seyyid Mehmed Şerif Efendi’nin oğludur. İlk tahsilini Diyarbakır’da Sülükiyye Medresesinde yaptı. Amcası Fethullah Feyzi Efendi’den Farsça dersleri aldı. Daha sonra, dayılarının Mardin sancağı tahrirat ve rüsûmat müdürü bulundukları sırada oraya giderek başta Ahmed Hilmi Efendi olmak üzere bazı müderrislerden üç yıl kadar çeşitli dersler aldı; kısa zamanda Arapça ve Farsçasını ilerletti. Çocukluk dönemlerinde eski tarzda şiirler yazmaya başladı.

1875’te telgrafçılık kurslarına katılarak telgrafçı oldu. 1876’da V. Murad’ın cülûsu üzerine bir cülûsiyye kaleme aldı. 1878’de Hey’et-i Islâhiyye ile Diyarbakır’a gelen Abidin Paşa’nın yanına müsevvid olarak girdi; onunla birlikte Harput, Sivas ve Selanik’e gitti. Daha sonra Sis (Kozan) sancağı Âşâr müdürlüğü ile Adana Âşâr Nezâreti başkâtipliği yaptı. Sırasıyla Leskovik, Kırşehir ve Trablusşam sancağı muhasebeciliklerinde, Ma’müretülaziz (Elazığ) ve Erzurum defterdarlıklarında, Yanya ve İşkodra maliye müfettişliklerinde, Halep defterdarlığı ile Yemen maliye müfettişliğinde bulundu. Bu sırada rütbe-i ûlâ sınıf-ı sânîsi nişanı ile taltif edildi. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra kendi isteği ile emekli oldu.

Emekliye ayrıldıktan sonra Milli Tetebbular Encümeni, Tasnif-i Vesâik-i Tarihiyye Encümeni başkanlığı ile Târih-i Osmânî Encümeni üyeliği yaptı. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Dairesi Tasnif Komisyonunun başında bulunduğu sırada da kendi adına izafe edilen Ali Emîri Tasnifini meydana getirdi. Aynı zamanda Vakıflar Nezâretine uzun vicdannâmeler yazdı. Eski eserlerin bakımsızlık ve ihmalini dile getirerek halkın vicdanını temsil etti.

Hayatı boyunca gittiği her yerde kitap toplayan Ali Emîri Efendi, ilmî ve edebî faaliyetlerini emekliliğinden sonra daha da hızlandırdı. Bir ara, eski bir Oğuz şehri olan Cend’e kadar giderek birçok değerli eser ve vesika toplayarak, Kırşehir muhasebecisi iken de masrafları kendisinden, işçiliği dervişlerince karşılanmak üzere Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhını tamir ettirdi. Orta seviyede bir şair, usta bir münekkid olan Ali Emîri Efendi’nin asıl büyük yanı, hayatı boyunca toplamış olduğu paha biçilmez değerde kitaplardan oluşan kütüphanesini, Fatih’te Feyzullah Efendi Medresesinde kendi kurduğu Millet Kütüphanesine bağışlamasıdır. Bu kütüphaneye çoğu nadir ve tek nüsha olan 16.000 cilt eser vakfetmiş, ölümüne kadar da bu müessesenin müdürlüğünü yapmıştır.

Ali Emîri Efendi’nin önemli hizmetlerinden biri de Kaşgarlı Mahmud’un o zamana kadar ele geçmeyen meşhur Divân-ı Lügâti’t-Türk adlı eserini bulması ve ilim aleminin hizmetine sunmasıdır. Bütün bu faaliyetleri arasında biyografi ve tezkire türünde birçok eser kaleme aldı, bazı eski eserleri de “Nevâdir-i Eslâf” adı altında haşiyelerle yeniden yayımladı. Ali Emîri Efendi ayrıca Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası (31 Mart 1334- Eylül 1336 arasında 31 sayı; Tarih ve Edebiyat adıyla 31 Ağustos 1338 - 31 Kânunuevvel 1338 arasında 5 sayı) ile Âmid-i Sevdâ (1908-1909, 6 sayı)  dergilerini çıkardı, gerek buralarda gerekse öteki bazı dergilerde değerli makaleler yayımladı.

Araştırmacı kişiliği yanı sıra şiirleri, çeşitli şehir ve bölgelerin şairlerini tanıtan tezkireleriyle de edebiyat tarihimizde önemli bir yeri vardır. Mezarı İstanbul-Fatih Camii’ndedir.

 

Ali Emirî Efendi İçin Ne Dediler?

 

“Bütün hayatını vakfettiği kitapları arasında yaşarken emeklilik yıllarında muntazaman gittiği ve nadir kitap aradığı Sahaflar Çarşısı’nda Türk kültürünün büyük âbidelerinden biri olan Kaşgarlı Mahmud’un o döneme kadar varlığı bilindiği halde nüshalarına rastlanmamış olan Divan-ı Lûgat’it Türk adlı kitabını bulmuştur. Dünyada tek nüsha olan bu emsâlsiz eser dönemin Sadrazamı Talat Paşa’nın da desteğiyle bastırılmıştır. Burada önemli olan Ali Emîrî Efendi’nin bu emsalsiz yazmayı görür görmez önemini fark etmesi, satın alması ve istifadeye sunmasıdır. Bu kitabın bulunuşunun ‘romanı’ bütün kaynaklarda anlatılmaktadır.” (Şevket Beysanoğlu)

 

***

 

“Ali Emirî kudretli bir divan şairi değil, fakat muvaffakiyetli ve velut bir nâzımdır. Onun her hangi bir manzumeyi süratle kaleme aldığı da muhakkaktır. Esasen Ali Emirî’nin asıl kıymeti şairliğinde değil, tarihî, edebî bilgilerde mümtaz bir bilgiye sahip oluşundandır. Tefahürden ziyadesiyle hoşlanan Ali Emirî’nin meşhur bilgisi nispetinde çok çok değerli eserler de vücuda getirmiş değildir. Onun en büyük faidesi, ülkemize gayet kıymetli yazmaları ihtiva eden bir kütüphane vakfetmiş bulunmasındadır. Bugün Millet Kütüphanesi’nin Ali Emirî kitaplarını teşkil eden kısım bilhassa tarih, divan ve mecmua hususunda birçok kütüphanelere tercik olunacak kıymettedir. Uzun süren hayatı esnasında nerede değerli bir yazma eser gördü ise satın almış ve kütüphanesini zenginleştirmeye çalışmıştır Türk dilinin en mühim bir menbaı olan Divan-ı  Lügat-it Türk de dahil olduğu halde bir çok ehemmiyetli eserler onun himmetiyle elde edilmiş ve bunlardan bir kısmı tab olunabilmiştir.” (Sadeddin Nüzhet Ergun)

 

***

 

Ünlü şairlerimizden Yahya Kemal Beyatlı, Ali Emirî Efendi için bir gazel yazmış, Ali Emirî Efendi‘ye Gazel adlı şiirinde onu şu beyitlerle övmüştür:

“Muhtâc isen füyuzuna eslâf pendinin

Diz çök önünde şimdi Emirî Efendi‘nin

Âmid o şehr-i nur öğünsün ilelebed

Fazl ü faziletiyle bu necl-i bülendinin”

 

ESERLERİ:

 

Basılı Eserleri:

 

Tezkire-i Şuârâ-i Âmid (c. 1. 1910), Cevahir-ül Mülûk (Osmanlı padişahlarının şiirleri, 1901), Yavuz Sultan Selim’in Türkçe Eş’arının Tahmisatı, Osmanlı Vilayat-ı Şarkıyyesi (1918), Osmanlı Şairleri Tezkiresi (16 cilt,) (1.cildi Muzaffer Esen’de, diğer ciltler Millet Kütüphanesinde), Divan, Levami-ül Hamdiyye (Hamdedenlerin Nurları, 1911), Ezhar-ı Hakîkat (Hakîkat Çiçekleri, 1918; Yrd. Doç. Dr. Mehmet Arslan tarafından Kızılırmak dergisinde, sayı: 9, Eylül 1992, Sivas), Emin-i Tokadî Hazretlerinin Terceme-i Hâli (1950), Sivani (3 cilt, Millet Kütüphanesi Emiri kitapları, Manzur No: 37, 38, 39).

 

Yazma Eserleri:

 

İşkodra Şairleri, Yanya Şairleri, Esâmi-i Şuarâ-i Âmid, Diyarbekirli Bazı Zevatın Tercüme-i Halleri, Tunus Tarihi, Teselya Osmanlı Şairleri, Yemen Hâtırâtı, Divan.

 

Yayıma Hazırlama (Nevâdir-İ Eslaf genel başlığı altında):

 

Câm-ı Cem-âyîn’i (Selimnâme-i Osmani, Bayâtî Hasan b. Mahmûd’un, 1331), Mardin Mülûk-i Artukıyye Tarihi ve Kitâbeleri ve Sâir Vesâik-i Mühimme (Ferdi Kâtib, 1331), Âsafnâme (Lütfi Paşa’nın, 1326), Nizâmü’d-Düvel, Acaibü’l Letâif (Gıyâseddin Nakkâş’ın, 1331).

 

Kaybolan Eserleri:

 

Tuhfetü’l- Leyliyye (hicivler, latifeler), Mir’âtü’l-Fevâid fi Teracim-i Şuarâ-i Âmid, Abâü’l Akvam, Kitâbü’l- Egâni Tercümesi.

 

HAKKINDA:

 

Dursun Gürlek / Büyük Kitabiyat Alimi Ali Emirî Efendi (2023).

 

KAYNAKÇA: Agâh Sırrı Levend / Türk Edebiyatı Tarihi (c. 1, 1973), Yurt Ansiklopedisi (c. IV, 1982), TDV İslam Ansiklopedisi (c. 2, 1989), Prof. Dr. Aykut Kazancıgil - Doç. Dr. Bekir Karlıga / Louis Massignon’dan Ali Emîrî Efendi’ye İki Mektup (Yedi İklim dergisi, c. 4, sayı: Şubat 1993), Şevket Beysanoğlu / Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları (c. 2, 1997, s. 59-62, 66-68), İbnülemin Mahmud Kemal İnal / Son Asır Türk Şairleri (c. I, 1999), Ali Birinci / Tarihin Gölgesinde Meşâhir-i Meçhuleden Birkaç Zat (2001), Mehmet Serhan Tayşi / Ali Emiri’nin İzinde (2009), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - "Ünlü Bilim Adamları" (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, c. 2, 2013) - Diyarbakır Ansiklopedisi (2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013) - Geçmişten Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014), Dursun Gürlek / Büyük Kitabiyat Alimi Ali Emirî Efendi (2023). 

BİR GAZEL

Sensin imdâd eyleyen yâ hazret-i subhan bana

Sensin ihsan eyleyen genc-i ademden can bana

 

Senden ayrı kim olur kaadir bana lûtf etmeğe

Bu vücudu aklı ettin çünkü sen ihsan bana

 

Kabz u bastın eyledim ta’mik hep Hak üzredir

Vermedin bir şey abes ya fazla ya noksan bana

 

En büyük şükrüm budur yârab senin iltâfına

Kalb-i kasi vermedin verdin hazin vicdan bana

 

Birtakım bigânelerle etmedin hemdem beni

Eyledin irfan u fazl-ı iffeti yaran bana

 

Bu Emîrî abdini dünyada ettin kâmyâb

Eyle ferdada (da) ihsân-ı rü’yet dermân bana

ALİ EMÎRÎ EFENDİ

Edebiyata ve sanata ilgisi küçük yaşlardan itibaren divan şiiri tarzında kaleme aldığı şiirlerle başlayan Ali Emîrî Efendi’yi düşünce hayatımızın ve kültür tarihimizin unutulmaz isimlerinden biri yapan asıl tarafı, onun kitap severliği ve kütüphaneciliğidir. Memur olarak görev yaptığı yerler başta olmak üzere, gezip dolaştığı her yerde devamlı kitap toplamış, parayla satın alamadığı kitapları el yazısı ile istinsah (kopya) ederek yazma ve basma kitaplardan oluşan zengin bir koleksiyona sahip olmuştur. Ona, “kitap kurdu”, “kitap hastası” gibi sıfatlar yakıştırılmıştır.

Yeni kitaplar bulmak maksadıyla görev yerlerinin sık sık değiştirilmesini bizzat istediği, sürekli değişik mekânlarda çalışmayı arzu ettiği söylenir. Ali Emîrî Efendi, bir kitapçı veya sahafta karşısına çıkan değerli bir kitabı alacak kadar paraya sahip değilse, kitapçıya bir tanıdığı gelsin diye saatlerce beklermiş. Amacı, tanıdığından ödünç para alarak o kitabı elde etmektir. Hakkında küçük, ama çok değerli bir monografi kaleme almış bulunan Dr. Muhtar Tevfikoğlu, onun hastalık derecesine varan bu kitap severliği konusunda şunları söyler:

Emîrî’nin kitap sevgisi bildiğimiz mânâda bir sevgi değil, büyük bir aşk, büyük bir tutkuydu. Görülmedik derecede kuvvetli, şiddetli bir ihtiras...Daha doğrusu bir hastalık. Evet, tarifi güç, tedavisi imkânsız bir hastalık! Altını çizerek tekrar ediyoruz: Emîrî yalnız bir kitapsever, kitap sevdalısı, kitap âşığı, yani “bibliyofi l” değil; aynı zamanda bir kitap hastası (kitap delisi tâbirini kullanmak istemiyoruz), evet tam manâsıyla bir kitap hastası, yani “bibliyoman’dı.” (Dr. Muhtar Tevfikoğlu, Ali Emîrî Efendi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1989, s.37).

İstanbul Fâtih’de Şeyhü’l-islâm Feyzullah Efendi Medresesi’nde bulunan Millet Kütüphanesi, onun bir ömür boyu varını yoğunu vererek biriktirdiği kitaplarını 17 Nisan 1916’da bağışlamasıyla kurulmuştur. Dil, tarih ve edebiyattan coğrafyaya ve tıbba kadar hemen her konuda paha biçilmez yazma ve basma eserler, divanlar, tezkireler, koleksiyonlar, vesikalar, Farsça ve Arapça on beş bini aşkın kitapla dolu mükemmel ve zengin bir kültür hazinesi olan bu kütüphanenin adının Millet Kütüphanesi olmasını kendisi istemiş, o da Mehmet Akif in İstiklâl Marşı’nı kitabına almayarak millete mal etmesi gibi, kitaplarını millete bağışlamış, kütüphaneye adının verilmesine bile karşı çıkmıştır. Türk dilinin temel eserlerinden olan Divan-ı Lûgati’t-Türk de, onun bulup gün ışığına çıkardığı kültür hazinelerinden biridir. Bu değerli eserin tek yazma nüshası da Millet Kütüphânesi’nde bulunmaktadır. Hiç evlenmeyerek bütün ömrünü millet hizmetinde ve kitaplarla haşir-neşir geçirmiş olan, eline geçen bütün parayı kitaba yatırdığı için ömrünün son zamanlarında perişan ve bakımsız duruma düşen Ali Emîrî Efendi, aynı zamanda tam bir millet ve târih âşığı, dürüst ve mütevazı bir gönül adamıdır.

                                                                                       (Büyük Türk Klasikleri Ansiklopedisi, c. 13, 2002)

Yazar: Mustafa ÖZBALCI

ALİ EMÎRÎ'YE GAZEL

Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin

Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi'nin

 

Âmid o şehr-i nûr öğünsün ile'lebed

Fazl ü fazîletiyle bu necl-î bülendinin

 

İklîm-i Rûm'u gezdi otuz yıl taraf taraf

Bir maksadıyle tab'-ı nefâ'is-pesendinin

 

Yekpâre nûr olan bu kütüphâne-î nefîs

Yekpâre servetiydi bu âlemde kendinin

 

Ecdâd-ı pâkimiz gibi vakfetti millete

Hayrânı oldu halk eser-î bî-menendinin

 

Yâ Fahr-ı Kâinaat sen iyfâ et ecrini

Dîvân-ı Kibriyâ'da bu Şark ercümendinin

 

 (Eski Şiirin Rüzgârıyle)

 

Yazar: Yahya Kemal BEYATLI

DİYARBAKIR BU MUDUR?

Osmanlı biyografi kaynaklarında yaklaşık üç bin şairin yedi yüzden çoğu İstanbul, yaklaşık yüz ellişer kadarı da Bursa ve Edirne doğumlu idi. Sonrası için çıkan sonuçlar, en azından bugünden bakıldığında, tam bir sürprizdi. Beşinci sıraya Diyarbakır gelip yerleşmişti. Elbette hiçbir veri sebepsiz olmadığına göre bunun da bir izahı olmalıydı.

Şehirlerin gelişim çizgilerini çok değişik veriler üzerinden değerlendirmek mümkün elbette. Akademik hayatımın bir evresinde biyografi kaynaklarını toplu bir değerlendirmeye tabi tuttum; ardından da Osmanlı şehirlerini yetiştirdikleri şair sayıları açısından tasnif ettim. Elde ettiğim verilerin bir kısmı beklenen sonuçlardı. Çalışmaya başlarken kafamda bir hipotez vardı ve bu doğrulanmıştı. Çünkü siyasi gelişmelerle kültürel gelişmeler arasında sağlam bir bağlantı söz konusu idi. Ne ki kültürel gelişmeler siyasi gelişmeleri bir süre geriden izliyordu. Bu değerlendirmenin doğal sonucu olarak İstanbul en çok şair yetiştiren yer olmalıydı, öyle de oldu. Peki sonra? Sonrası için de öngörülerim vardı. Yani eski başkentler, Bursa ve Edirne. Yine sonuç beklendiği gibi. Osmanlı biyografi kaynaklarında yaklaşık üç bin şairin yedi yüzden çoğu İstanbul, yaklaşık yüz ellişer kadarı da Bursa ve Edirne doğumlu idi. Sonrası için çıkan sonuçlar, en azından bugünden bakıldığında, tam bir sürprizdi. Beşinci sıraya Diyarbakır gelip yerleşmişti. Elbette hiçbir veri sebepsiz olmadığına göre bunun da bir izahı olmalıydı. Onu bulmak da bilim insanlarının göreviydi.

Yukarıdaki cümlede en azından bugünden bakıldığında diye bir ifade kullandım. Çünkü biz doğal olarak şehirlerin de farklı bir hikayeleri olabileceğini düşünmeden onları sadece bugünkü konumlarına bakarak değerlendiriyoruz. Oysa günümüzde sıradan bir yerleşim yerine dönüşmüş pek çok yerin tarihte çok önemli yerleşim mekanları olduğunu ya da bugün mühim gibi görünenlerin ise geçmişte yok hükmünde olduklarını bilmemiz gerekiyor.

 

Eski hallerine bakalım

 

Gelelim Diyarbakır’a…. Diyarbakır kuşkusuz günümüzde de önemli bir kent. Güneydoğu’da bir metropol. Daha çok da güvenlik sorunlarıyla gündemde. Peki onun bir de eski hallerine göz atsak…

Şehirlerin ortaya çıkıp gelişmesinde çok değişik faktörler rol oynayabilir kuşkusuz. Bunların başında coğrafya gelir. Diyarbakır, insanlık tarihinin bu önemli ve eski merkezi, bu önemini kuzeydeki dağlık yaylalar ile güneydeki çöl manzaralı ovalar arasında yerleşime elverişli olan intikal alanında ve büyük bölgeleri birbirine bağlayan ana yollar üzerinde bulunuşuna borçludur. Bu yollardan biri Anadolu ve Suriye’den gelerek Irak’a ulaşmaktadır. Akdeniz kıyılarını Basra Körfezi’ne bağlayan bu en kısa yoldan Diyarbakır’da bir ikinci yol ayrılarak kuzeydeki dağ silsilesini Deveboynu ile aşıp Elazığ ve Sivas üzerinden Samsun’a ulaşır ve bu suretle Orta Doğu ile Karadeniz kıyıları arasındaki bağlantı sağlanmış olur. İkinci derecede bir başka yol ise şehri, Bitlis ve Van Gölü havzası üzerinden Azerbaycan ve İran’a bağlamaktadır. Kısacası Diyarbakır, binlerce yıldan beri Anadolu ile Mezopotamya arasında bir geçit, bir geçiş merkezidir. Şehrin, tabii bazı doğal imkanları ve müstahkem surlarıyla kolay savunulabilme özelliği, ayrıca Dicle nehri aracılığı ile Musul’a doğru yapılabilen nakliyat imkanını da buna eklemek gerekir. Bu özelliğinden dolayı Diyarbakır tarih boyunca önemli bir ticaret, ulaşım, siyaset ve bunların sonucu olarak da kültür merkezi olmuştur.

 

Diyarbakır Anadolu’da Müslümanlar tarafından fethedilen ilk önemli merkezlerden biridir. Daha 639 yılında el-cezire fethi ile görevlendirilen İyaz komutasındaki ordu bu şehri de kuşatmış ve birliğin sol kanadını yöneten Halid b. Velid tarafından ele geçirilmiştir. Bundan sonra da pek çok kez Bizans orduları tarafından kuşatılmış olmasına rağmen hiçbir zaman Müslüman yönetimlerinin elinden çıkmamıştır. Şehir bu devrelerde de kültür merkezi vasfını korumuş ve erken dönemde İslam dünyasının dört önemli ilim ve edebiyat merkezi sayılmıştır. Şehir dinler ve mezhepler tarihi açısından da mühim bir merkezdir; Müslümanların dört büyük mezhebinin bu bölgede farklı dönemlerde etkileri olmuş, fakat günümüzde bunlardan sadece Şafii ve Hanefi mezheplerinin mensupları kalmıştır. 12. yüzyılda Diyarbakır’da dört Sünni mezhep bir arada yaşamaktaydı. Mesudiye Medresesi dört mezhep fakihinin tedrisi için kurulmuştu.

Diyarbakır 11. yüzyıl sonlarından itibaren Türk yönetimine geçmiş bu tarihten itibaren şehir çeşitli Türk boylarının hakimiyetinde kalmıştır. Bu dönemden itibaren zaman zaman Türk boylarının başkenti de oldu. Diyarbakır bu dönemlerde daha ziyade gelişti ve Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecinde de önemli bir geçiş noktası özelliği kazandı. Özellikle Akkoyunlular’ın başkent olması onu daha da kıymetlendirdi. Ama şehir çok kültürlü yapısını da hep muhafaza etti.

Diyarbakır’ın Türk tarihinde ehemmiyetini arttıran hususların başında Anadolu’ya gelirken bu topraklara Doğu Anadolu üzerinden değil de Güneydoğu Anadolu üzerinden gelişlerinin büyük rolü olmuştur. Müslüman olunca İran Azerbaycan ve Bağdat çevresi Türkler için bir Cazibe Merkezi olmuş ve kitleler halinde Türk boyları Orta Asya’dan buralara doğru akmaya başlamışlardır. Bir süre sonra Moğol baskısının da tesiriyle bu kez Anadolu’ya doğru bir akış başlamış ve bu göçler Anadolu’ya o zaman Müslüman olmayan milletlerin kontrolündeki Doğu Anadolu tarafından değil çok erken devirlerden itibaren Müslümanlaşmış Güneydoğu Anadolu bölgesinden girmeye başlamıştır. Bunun sonucunda Artuklular, Eyyübiler, Bitlis ve Diyarbakır Atabeyleri gibi çok sayıda Türk devletinin bu bölgede kurulduğu hatırlanmalıdır. Osmanlı Devleti’ni kuran Kayı boyunun da bir süre Halep dolaylarında dolaştığı ve büyük ataları Süleyman Şah’ın Rakka civarında Fırat Nehri’nde boğulduğu ve Caber kalesinde medfun olduğu düşünülürse Anadolu’ya başlangıçta bütün göçlerin bu bölge üzerinden yapıldığı anlaşılır.

 

Türkçenin geçiş noktası

 

Bu göçlerin sonucunda Türkçe de belli oranlarda etkilenmiş ve 13. yüzyıldan itibaren birbirinden belli ölçüler içinde farklılıklar taşıyan yazı dilleri teşekkül etmeye başlamıştı. Diyarbakır ve çevresi bu farklı yazı dilleri ya da Türkçenin tarihi açısından da önemli bir geçiş noktasıdır. Yazı dilinin ötesinde Türkçenin ağız çalışmaları açısından da bu bölge aynı niteliklere haizdir. Denilebilir ki Orta Asya’da ortaya çıkmış olan kültürel birikim Anadolu’ya taşınırken Diyarbakır adeta bir üst görevi üstlenmiş, bu önemli konumundan dolayı da bu bölgede meydana gelen ağız ve yazı dilleri belli oranda Orta Asya çevresine has hususiyetleri bir oranda da Anadolu’ya has ağız ve özellikleri taşımıştır. Bugün folklorumuzun, klasik metinlerimizin, ağızlarımızın ve yazı dilimizin yayılma alanları sağlıklı haritalara dönüştürülebilse bu söylediklerimin orada kalın çizgiler halinde ortaya çıkabileceği kanaatindeyim.

 

Tezkire-i Şuara-yı Amid

 

Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Savaşı (1517) sonrasında Osmanlı topraklarına katılan şehir, bir süreden beri iç çekişmelere tanık olduğu için harap bir konumdaydı. Osmanlı yönetimi sırasında Diyarbakır, uzun bir süre iç ve dış tehlikelerden uzak kalması, devletin en büyük ve en önemli eyaletlerinden birinin merkezi yapılması, savaşlarda üst ve kışlak olması dolayısıyla çok kısa süre içinde toparlanıp eski ihtişamını elde etti. Bu konumuna denk olarak mimari ve kültürel altyapısını ait eksiklikler de süratle giderildi. 1660 yılında burayı ziyaret ederek eden seyyah Poullet, Diyarbakır’ı gördüğü şehirlerin hepsinden daha güzel bulmaktadır. Poullet’e göre şehrin pazarları ülkedeki başka şehirlerde gördüklerinden daha büyük ve daha güzeldir. İran, Mısır, Kafkasya, Polonya ve Rusyalı tüccarlar buraya gelip ipek, pamuk, tiftik ve sahtiyan alarak memleketlerine götürmektedirler. Bütün bu gayretler Diyarbakır’ı kültürel bakımdan da siyasi konumuna paralel bir noktaya getirdi. Diyarbakır, yukarıda sözünü ettiğim tabloyu doğurdu ve Osmanlı şairleri sıralamasında da bu yüzden beşinci sırayı elde etti. Şehrin bu konumu eski devirlerden beri araştırmacıların dikkatini çekmiş bu potansiyelini gözler önüne seren çalışmalar yapılmıştır. Bunların en önemlilerinden biri Ali Emiri tarafından Diyarbakırlı şairler için hazırladığı Tezkire-i Şuara-yı Amid adlı eserdir. Ali Emiri Efendi’yi izleyen bir başka değerli araştırmacı ise bir diğer Diyarbakırlı araştırmacı Şevket Beysanoğlu’dur. Bunu yine bir başka hemşehri olarak İhsan Işık izler.

 

Edebi birikiminin ötesinde Unesco tarafından da kültürel miras olarak tescil edilen kalesi, Hevsel Bahçeleri, çok kültürlü yapısından doğan zengin mutfak kültürü, yine farklı kültürlerin ürünü olan ve her birinin arkasında heyecan verici hikayelere sahip mimari abideleri, içkalesi, folkloru ve bunlara eklenecek yüzlerce başka birikimi ile Diyarbakır bir potansiyel hazine olarak bizleri bekliyor. Eğer bu şehir güncel ve konjonktürel etkilerden sıyrılır, üzerindeki güvenlik algısın atabilir, tarihi kimliği üzerinden kendini inşa ederse yeniden bir dünya şehri olarak ortaya çıkar. O zaman biz de başlığı Diyarbakır, İşte bu diye düzeltiriz.

KAYNAK: Mustafa İsen / Diyarbakır bu mudur? (star.com.tr, 14.03.2020).

Yazar: Mustafa İsen / Yazar

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör