Gazeteci-yazar, müzisyen. 1955, İstanbul doğumlu. Dedesi, Denizli, Elazığ, Çorum ve Konya valilikleri yapmış, Milli Mücadele kahramanlarından Cemal Bardakçı;  babası, gazeteci İlhan Bardakçı’dır. Annesi Nemika Bardakçı'dır. Ekonomi öğrenimi gördü. Dr. Selahattin Tanur’la tanbur ve eser meşk ederek musikiye başlayan Bardakçı, Tanur’dan icazet aldı, Ekrem Karadeniz’le teori, teori tarihi ve ses sistemi üzerine çalıştı, Fahire Fersan ve Vecdi Seyhun’dan yararlandı. İlgi alanını daha sonra müzik tarihine yöneltti.

Şarkiyat kaynakları ve metodolojisi alanlarında Abdülbaki Gölpınarlı’dan faydalandı. Bu arada Türk ve İslâm müziğinin tarihiyle ilgili kitap, belge, fotoğraf, film ve ses kaydı gibi arşiv malzemesi toplayarak geniş bir nota koleksiyonu oluşturdu.

Türk müziği tarihiyle ilgili çok sayıda araştırması yayımlanan Murat Bardakçı, muhabir olarak çalışmaya başladığı Hürriyet gazetesinde uzun yıllar araştırmacı gazetecilik yaptı, Osmanlı tarihinden günümüze aktardığı ilginç olaylar, bilgi ve belgelerle dikkat çekti.

Habertürk televizyonunda perşembe geceleri Fatih Altaylı ile birlikte “Teke Tek Özel” programını ve cumartesi gecesi Erhan Afyoncu ve İlber Ortaylı ile “Tarihin Arka Odası” isimli programları hazırlayıp sundu. Tarih araştırmalarıyla tanınmıştır.

 

ESERLERİ:

 

Şahbaba (Osmanoğulları’nın Son Hükümdarı 6. Mehmed Vahideddin’in Hayatı, Hatıraları ve Özel Mektupları, 8.bas. 1999), Maragalı Abdülkadir (1986), Son Osmanlılar (1991), Fenerbeylerine Türk Şarkıları (1993), Osmanlıda Seks (2005), Refik Bey / Refik Fersan ve Hatıraları (1995), Sultani Besteler (Osmanoğullarının Son Padişahı Mehmet Vahideddin’in Eserleri, 1997), Talat Paşa'nın Evrak- ı Metrukesi (2008), Osmanlı Hanedanının Sürgün ve Miras Öyküsü (Cd Ekli, 2011), Neslişah Cumhuriyet Devrinde Bir Osmanlı Prensesi (2011).

 

KAYNAKÇA: İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Emin Çölaşan / Hürriyet (30.9.1991), Son Dönem Tarih Araştırmalarına Bir Bakış (Cumhuriyet Kitap, 11.1.2001).

MURAT BARDAKÇI: AYASOFYA CAMİ OLMALI

MURAT BARDAKÇI: AYASOFYA CAMİ OLMALI

 

Ayasofya üzerinde yapılan 'Cami mi olmalı müze olarak mı kalmalı' tartışmaları devam ederken Murat Bardakçı'dan bir çıkış daha geldi.

  

Daha önce yaptığı ve Ayasofya'nın cami olarak kullanılmasına yönelik çıkışıyla ses getiren tarihçi/gazeteci Murat Bardakçı canlı yayında gerekçeleriyle beraber bu konu hakkındaki görüşlerini dile getirdi.

 

Ayasofya Kılıç Hakkıdır, Cami Yapılmalıdır

 

CNN Türk'te Hakan Çelik'in sorularını yanıtlayan Bardakçı Ayasofya'nın acil olarak müze sınıfından çıkarılıp cami olarak kullanılmaya başlanması gerektiğini söyledi. Gerekçesini de, Ayasofya'nın İstanbul'un fethini sembollemesi olarak açıklayan Bardakçı "Kılıç hakkı diye bir şey vardır." dedi.

 

Murat Bardakçı: Ayasofya cami olmalı

 

Hakan Çelik'in "80 Bin Cami Varken Ayasofya'ya Gerek Var Mı" Sorusuna Muhteşem Cevap

Hakan Çelik Bardakçı'nın sözlerine karşı çıktı ve "80 bin cami var, yetmiyor mu?" diye bir soru sorunca, Murat Bardakçı şunları söyledi:

Sayıyla adetle sembolü karıştırmayın. İslamiyet'te kılıç hakkı diye bir şey vardır. Ayasofya da bir kılıç hakkıdır. 80 bin cami var diyorsunuz. Hangisi İstanbul'un fethinin sembolü, göstersenize bana. Sen de eskiden böyle gazeteci değildin. İstanbul'un fethini simgeleyen başka bir cami yoktur, cami dışında kullanılamaz, cami olmalı. Birilerine niye batıyor Ayasofya'nın cami olması çünkü fetih sembolüdür.

KAYNAK: Murat Bardakçı: Ayasofya cami olmalı (ensonhaber.com, 03.07.2017).

MURAT BARDAKÇI’DAN KIZDIRACAK AÇIKLAMALAR

MURAT BARDAKÇI’DAN KIZDIRACAK AÇIKLAMALAR

 

İzzet Çapa'nın Murat Bardakçı ile röportajı

 

Habertük gazetesi için ünlü isimlerle röportajlar yapan, gece hayatının ünlü işletmecilerinden İzzet Çapa'nın bu haftaki konuğu Murat Bardakçı. Bardakçı Türkiye'deki sanat, tarih, sosyete, magazin, edebiyat hakkında bazı kesimleri de kızdıracak çok önemli açıklamalarda bulundu..

İşte İzzet Çapa'nın Bardakçı'yla yaptığı, çok konuşulacak o röportaj:

Aslında konuğum Murat Bardakçı gibi biri olunca, bu girişe önsöz değil "Mukaddime" diyesim var. Ama şurası kesin, Bardakçı ile buluşmamız tam bir gazeteci heveslisiyle yılların doğal gazetecisi arasındaki farkın elle tutulur ispatıydı. Buna "Kekemeliğe karşı akıcı üslubun savaşı" da diyebilirsiniz..

Murat Bardakçı mesleki faaliyetleri dışında pek tanınmıyor. Biraz sizden söz etsek...
Tanımasınlar güzel kardeşim, ben artist miyim?

Ama internette bile hakkınızda çelişkili bilgiler var...
İnternetteki bilgilerin yüzde biri bile doğru değil. İnternette araştırma yapılmaz, kaynak aranmaz. Yıllardır bunun mücadelesini veriyorum.

Biz de hakkınızdaki araştırmayı sadece internette yapmadık. Mesela duyumlarımıza göre evlendiğiniz gün eşinizi eve gönderip hemen gazeteye gelmişsiniz. Doğru mu?
Doğru. Aynısını babam da yapmış. Yazılacak yazım vardı. Eşim bu durumu anneme anlatmış, annemin cevabı: "Bunun babası da bana aynı şeyi yapmıştı." Fatih de (Altaylı) aynı şekilde davranmıştı. Biz gazeteciyiz, normaldir.

Neden Cadillac tercih ediyorsunuz?
Özel bir sebebi yok. Bundan önce de Chevrolet'm vardı. Arabada görgüsüzler gibi önde oturmayı severim. Şoförden de uzak olmak isterim. O yüzden Amerikan arabası alırım.

"Artist değil gazeteciyim, özel hayatımdan bahsetmeyi sevmiyorum" diyorsunuz ama Fatih Altaylı zaman zaman röportajlarında özel yaşamını anlatıyor.
Oklavayla hamur açtığını anlattı mı mesela? Dahasını da söyleyeyim mi?

'BEN TARİHÇİ DEĞİLİM, GAZETECİYİM'

Tamam tamam... İş sarpa sarmadan özel hayatlardan uzaklaşalım. Uzun zamandır merakımı mucip olan bir şey var. Osmanlı'da magazin var mıydı? Bir tarihçi olarak...
Önce şurada anlaşalım. Ben tarihçi değilim. Hiçbir zaman da bunu iddia etmedim. Gazeteciyim.

O zaman gazeteci Murat Bardakçı'ya soralım aynı soruyu.
Tabii vardı. Ama bugünkü gibi çerçöp tiplerin didişmesi, kıçlarını başlarını açması değildi. Kültürel bir boyutu vardı. Oradaki magazin kavramları, bugün edebiyat tarihlerinde öğretilen konulardır.

Nerede yayınlanıyordu bunlar? Gazetelerde mi?
Kitap yazıyordu adamlar. En önemli magazin kaynaklarından biri Aşık Çelebi Tezkeresi'dir. Tezkereler, şairlerin toplu halde biyografilerini anlatan kitaplardır.

Hangi döneme denk geliyor Aşık Paşa?
Kanuni dönemi. O kitap baştan aşağı dedikodudur. Fakat edebiyat tarihimizdeki ilk ve tek kaynaktır. Her şeyi ondan öğreniyoruz. Sonra mesela Evliya Çelebi...

'GELMİŞ GEÇMİŞ EN BÜYÜK MAGAZİN GAZETECİSİ EVLİYA ÇELEBİ'

Evliya Çelebi mi? O da mı magazinciydi?
Bence adam gelmiş geçmiş en büyük magazin gazetecisidir. Seyahatname'sinde yazdığı her şey, gırgırı, şusu busu hepsi magazindir.

Bugünün Evliya Çelebi'si kim?
Yok öyle biri... O tektir.

'ŞİMDİKİ MAGAZİN ÇÖPLÜK'

Yeri gelmişken, şimdiki magazine ne diyorsunuz?
Çöplük.

Takip eder misiniz peki?
Hayır.

O zaman çöplük olduğunu nasıl biliyorsunuz?
Okumam, bakarım. Bu, arz talep meselesi değil bir üsluptur. Ağır tarih konularını memlekette moda yaptım. Bu yetenek ve üsluptur. I Bir de şöyle bir şehir efsanesi var. Dedikodu yapma konusunda uzmanmışsınız. Yakın dostlarla buluşup kaynatırmışsınız kazanı... Efendim bazı sosyal bilgileri paylaşmak dedikodu değildir. Dedikodu gıybettir, dinen günahtır.

Peki sizin yaptığınız ne? Biz ona biyografi diyoruz.
Bilgi paylaşımı. Dedikodunun içinde iftira vardır. Bizde iftira yoktur.

Evde çok geniş bir kütüphaneniz olduğu söyleniyor.
Çöpçülüğü de sevmem koleksiyonculuğu da. Rasyonel olacak, işime yarayacak kaynak kitapları alırım. Kaynak dediğin de 200-300 kitaptır zaten.

Kitaplara epey para ödüyor olmalısınız.
Yıllardır kitap almıyorum. Zaten gereklileri topladım. Aldığımda ucuzdu kitaplar. Yeni zenginler gösteriş için metreyle kütüphane almaya başlayınca kitap fiyatları arttı tabii.

'NESLİŞAH SULTAN'IN OSMANLI PIRLANTALARI YOK'

Biraz da hakkında kitap yazdığınız Neslişah Sultan konusuna gelelim. Nicky Haslam diye bir iç mimar var, bütün ünlülerin evini yapan... Ünlü değil de "Görgüsüz" desek?
Yapmayın! Neyse Nicky anılarını yazmış, bir bölümde "Mustafa Koç'un düğününe Prenses Neslişah'ın Osmanlı pırlantalarını göğüslerinde titreterek katıldığını" söylüyor. Neslişah Sultan çok yakından tanıdığım biri, Osmanlı pırlantaları yoktur. Uydurmuşlar.

Sahte olamaz mı?
Sahte takmaz onlar. Neslişah Sultan'ın çok güzel incileri vardır ama pırlantaları yoktur. Baltacı'nın Katerina'sının kolyesi ondaydı, 1963 yılının 26 Mayıs günü Londra'da Christie's Müzayede Evi'nde satmak zorunda kaldı.

Bazen kader ağlarını ne garip örüyor. Neslişah Sultan, Mustafa Koç'un düğününe katılıyor ama Koç'un dedesi, Hanedan'ın ipini çeken kararnameyi kâğıda dökenlerden biri.
Vehbi Koç, 23 yaşındayken Büyük Millet Meclisi'nin zabıt katiplerindenmiş. 3 Mart 1924'te Hilafet'in kaldırıldığı gizli celsenin kayıtlarını tutan 2 kişiden biri de oymuş. Saatlerce yazmış o gece.

O günlerde aynı zamanda bakkallık da yapıyor Vehbi Bey...
Tabii, işin ilginç tarafı da bu. Yeni Cumhuriyet'te okur yazar o kadar az ki, bakkalın oğluna "Gel sen yaz" diyorlar.

Bu detayı ilk siz ortaya çıkardınız, nasıl oldu?
Tesadüfen öğrendim. Rahmetli Vehbi Bey'e sordum. "Doğru" deyince, yazılı göndermesini rica ettim. O da bir mektup yazıp rahmetli Sevgi Gönül'le gönderdi. Öteki zabıt kâtibi de Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'dur.

Biraz da kıyaslamalı tarih dersine geçsek. Günümüzde bir şike salgınıdır gidiyor, futbolda şike, reytingde şike... Tarihte de var mıdır şike?
Valla böyle şiir gibi soruları hiç sevmem. Soruyu açıkça sorsana...

O zaman şöyle sorayım: Tarihi bilgiler herhangi bir nedenle saklanır mı? Mesela sizin sakladıklarınız var mı?
Yayınladığım belgelerde özel hayatla ilgili kısımları çıkarırım. Saklamam ama oraya nokta koyup geçerim.

ABDÜLMECİD'İN GAYRİMEŞRU TORUNU

Abdülmecid'in gayrimeşru torununun şu anda sosyetemizin mensubu olduğu söyleniyor doğru mu?
Bunu soran belki 20'nci gazetecisin ama öğrenemezsin. Kim olduğunu çok iyi bilirsiniz, ailesini de tanırsınız ama söylemem. Söylersem Sultan beni öldürür. Çünkü o kişi "Neslişah Sultan'ı yazıyorsun, beni de Piç Sultan diye yaz" diye dalga geçip duruyor zaten.

Ama bu günahıyla, sevabıyla bizim hikâyemiz değil midir?
Hayır efendim, bu kişi büyükbabasının ve babasının kim olduğunun ortaya çıkmasını istemiyorsa, bunu açıklamaya kimsenin hakkı yoktur.

Silikon, botoks, gerdirme yokken Osmanlı'da kadınlar nasıl gençleşiyorlardı?
Refik Halit'in Bir Devir İki Hayat'ını oku, dönemin bütün güzellik sırlarını öğren. Bilgi okuyarak öğrenilir.

'LANGA FATMA'NIN KERHANESİ'

İlk dersimizi aldık, devam ediyoruz. Peki o dönemde nasıl eğlenirlermiş? Mesela en ünlü eğlence yerleri nerelerdi?
Erkekler için soruyorsan son dönemde en çok rağbet gören yer Langa Fatma'nın kerhanesiydi. Cevdet Paşa tarihinde "Langa Fatma öldükten sonra İstanbul'da öyle bir kerhane açılmadı" yazar.

Kerhane sözcüğünü de açıklasanız? Kâr eden yer anlamına mı geliyor gerçekten?
Hayır. Kerhane sözcüğünün Farsça'da işyeri anlamına gelen kâr-hane'den geldiği sanılır ama bu yanlıştır. Kelimenin aslı Arapça'da iğrenme, tiksinme anlamına gelen kerh'dir. Eskiler bunun sonuna Farsça ev anlamına gelen haneyi eklemişler ve kerhhane yapmışlar. Zamanla "h"lerden biri düşmüş.

Eşcinsellik de çok yaygınmış Osmanlı'da. Bugünkü gibi olmasa da gay kulüpler var mıydı?
Bugünkü kurumlarla o günküleri mukayese etmeyin. Benim bildiğim tek yer vardır. Deli Birader'in Beşiktaş'taki hamamı ve mahalleli başına yıkmıştır o hamamı. Aslında o dönemde böyle ilişkilere pek ses çıkarılmazdı.

Bir de Kâğıthane'deki köşklerden söz edilir...
Onlar kulüp değil, Lale Devri'nin son dönemlerindeki eğlence meclisi mekânlarıdır.

Peki kadın-erkek birlikte gidilen bir yer yok muydu?
Kadının ne haddine bir yere gitmek. O zamanın eğlencesi kültür temellidir. Bugün Türk edebiyatının en önemli eserleri ve en meşhur Divan şiirleri eğlence dediğiniz mekânlar için yazılmıştır.

Yani Ferrari filan yok...
Kültürün olduğu yerde görgüsüzlük olmaz. Şimdiki gibi 2-3 zenginin hava atacağı ortamlar yoktur.

'İKİ KİŞİ ARASINDA OLAN ŞEY SIR DEĞİLDİR'

Peki dedikodular nasıl yayılırdı... Şimdi Twitter var. Neydi o zamanın Twitter'ı?
İstanbul'da dedikodular her zaman vardır. Kulaktan kulağa yayılırdı. Arapça'da bir söz vardır "İki kişinin arasında olan şey sır değildir" diye.

Saraydan nasıl sızıyordu?
Yahu devir değişti de, âdetler de mi değişti sanıyorsunuz? Değişen sadece kılık kıyafet. Her şey aynıdır. O zamanın dedikodu kaynağı da bohçacı kadınlardı. Ağızdan ağıza sızıyordu dedikodular.

'MUHTEŞEM YÜZYIL'I İZLEMİYORUM'

Osmanlı'daki müneccimbaşını da sormak istiyorum. "Onlara danışmadan sefere çıkılmazmış."
Her padişah devrinde değil. Eşref saati diye bir inanç vardır eskilerde. Müneccimbaşının asıl görevi takvim yapmaktır. Ek göreviyse, padişah isterse eşref saatini bulmak.

Falla ilgilisi yok yani.
Kesinlikle falla ilgisi yok. Fal, yani geleceğe bakmak İslam'da haramdır. Eşref saatiyse "Şu saatlerde şu işler yapılsa bereketli olur" gibi önerileri içerir. Buna 3. Mustafa'nın çok merakı vardı.

"Timing" dediğimiz şey mi?
Hayır, astronomik bir hesaplamadır bu. Yıldıznameyle filan ilgisi yok. Müneccimbaşları astronomdu, bildiğin fizikçi.

Mesela Muhteşem Yüzyıl'da büyücüsü var sarayın...
Siz filmi tarih mi zannediyorsunuz? Gerçek değil.

Siz Muhteşem Yüzyıl'ı beğeniyor musunuz?
Seyretmiyorum ki. Vaktim yok. Yabancı dizileri de hızlı seyrederim. Bir bölüm 9 dakika falan sürüyor. Ama Muhteşem Yüzyıl'ı destekledim. Çünkü tarihten nefret eden bir toplumun tarihe ilgi göstermesini sağladı. Sadece ilk 2 bölümünü izledim.

'BUGÜNÜN SOSTEYETİ DÖKÜNTÜ'

O dönemin sosyetesi ile günümüzü kıyaslarsak?
Osmanlı'da aristokrasi ve burjuvazi vardı, bugünün sosyetesi döküntü.

Gazetelerin sosyete sayfalarında boy gösterenlere ne diyeceksiniz?
Onların çoğu yeni zengin. Sosyetenin tek şartı para değildir. Aristokrasinin parası yoktur ki. Görgüdür önemli olan.

O zaman şöyle bir soru geliyor akl: 100 senelik bile geçmişi olmayan Türkiye Cumhuriyeti'nin sosyetesi olabilir mi?
Türkiye ile Osmanlı iki farklı devlet değildir, aynı devlettir sadece ismi değişmiştir. Devlet devam eder. Bizde de devam eden bir sosyete vardır aslında.

Peki nerede onlar?
Evlerde. Çıkmıyorlar ve kendi içine kapanmış vaziyetteler.

Bir sınıfa ait olamama duygusu mu bu?
Hayır, ayağa düşmek korkusu.

'ATATÜRK İSTESE PADİŞAH OLABİLİRDİ'

Belçika ve İngiltere gibi sembolik bir krallık kalsaydı daha mı iyi olurdu?
Olmazdı. Sebebi de şu; onlarda tekeşlilik vardır ve hanedan mensuplarının sayısı azdır. Bizde çokeşlilik var. Türkiye'den dışarı atıldıklarında haneden 155 kişiydi. Erkek soyundan gelenler bunlar. Kadın soyundan geliyorsan bitmiştir. Onlar prens ve prenses olamazlar. Bakın şu anda kalan 60 küsur kişi. İngiliz Kraliyet ailesi sadece 11-12 kişi.

Bir anda bu insanların ülkeden sürülmesi doğru muydu?
O günkü şartları düşünmek lazım. Rusya'da Romanov'lar öldürüldü. Habsburg'lar bizden daha beter sürüklendiler. Ayrıca Padişah kovulmadı, kendi gitti. Mecburdu, o ayrı. Aristokrasi 1952'de ülkeye döndü. Çoğu hâlâ Türkiye'de.

Neslişah Sultan'ın Atatürk'ün ölümüne tepkisi neydi? Sevinmiş midir? Bir şey anlattı mı?
Atatürk öldüğünde Neslişah 14 yaşında. Onlarda nefret yoktur. Çünkü onlar devlette devamlılığa inanırlardı. Neslişah Sultan açık açık söyler "Kovduğu için çocukluğum beş parasız geçti ama devleti kurtardı" diye. Bunu da samimi söyler.

Atatürk o gün deseydi ki "Bu hanedanı yıktım kendime yeni hanedan kurdum!" Ne olurdu?
Çocuğu yok!

Diyelim ki var!
İstese yapardı tabii. Ama halife olamazdı. Padişah olabilirdi ancak. 

Hiç mi aklından geçmemiştir? 
1903'ten itibaren notlarında hep cumhuriyet yazmıştır. Ama istese padişah olabilirdi.

ZSA ZSA GABOR BEKARETENİ ATATÜRK'E VERDİ Mİ?

Peki yeri gelmişken Zsa Zsa Gabor "bekâretini Atatürk'e verdiğini" söylüyor, doğru mudur?
Başında değildim. O da yaşıyor. Hatıralarını yazdı, ölünce yayınlanacak. Oradan göreceğiz. Ne derece doğru, o da ayrı.

Neden yalan söylesin?
Bekâretini Atatürk'e verse ne olur vermese ne olur? Tarih bakımından bir önemi yok.

Magazinsel olarak çok önemli ama. Peki magazin günah mı?
Günah tabii, haram. Hem gıybet olduğu için hem de kadını ön plana çıkardığı için haram. Kâfirlik.

'TARKAN'IN NEYİNİ SEYREDEYİM'

Tarkan'ı dinliyor musunuz? Ya da seyrediyor musunuz diyelim.
Allah aşkına neyini seyredeyim. Benim zevkim var. Ben müzisyenim.

Oynama şıkıdım şıkıdım dersek!
Tabii canım, muhteşem!

Ama Tarkan için çok iyi bir alaturka eğitimi almış diyorlar!
Hayır efendim, Adapazarı Musiki Derneği'nde Erol Sayan'ın kursuna gitmiş. Onun da detaylarını bilirim.

'TÜRKİYE'DE SANATÇI YOK'

Bu durumda hiç sanatçımız yok!
Evet, Türkiye'de sanatçı yoktur. Sadece müzikte değil hiçbir alanda yoktur.

Peki ses sanatçısı yok, film yönetmeni de mi yok şu gariban ülkede?
Bir Fellini çıkardık mı?

Nuri Bilge Ceylan'ımız var ama!
Köylerde çekilmiş festival filmlerini seyredince, köylünün ayak kokusu ekrandan geliyor. Festival filmleri dünyanın en sıkıcı filmleridir ve onlardan sanat falan da çıkmaz.

En son ne zaman film izlediniz?
Şu anda CSI Miami'yi seyrediyorum...

CSI demişken, FBI, MOSSAD, KGB gibi gizli örgütlerin operasyonlarında doğaüstü varlıklarla işbirliği yaptığı söyleniyor...
O gruplara mensup olmadığım için bilemeyeceğim. Kulaktan dolma bir şeyi ben mümkün değil söylemem. Hele de belgesini görmeden.

Bir de Bush, Irak'a girildiğinde "Irak kütüphanesini gemiye koyun bana gönderin" demiş. Ezoterik bilgileri kullanmak için...
Irak'ta kütüphane mi varmış! Bunu söyleyen hangi cahilse, Irak'taki kütüphanenin 13. yüzyılda Moğol baskınıyla bittiğini de öğrensin bir zahmet.

'ATİLLA İLHAN NAZIM HİKMET'TEN DAHA ÜSTÜN BİR ŞAİRDİR'

En iyisi sanata dönelim. Günümüz şairlerinden kimleri okursunuz?
Türkiye'de şair yoktur, son olarak Attila İlhan vardı benim için.

Murathan Mungan okumaz mısınız?
Ben size ne dedim. Yüksek zevklerim var. Bunu saklamam ve onları okumam.

Anladım siz beni çıldırtmaya çalışıyorsunuz. Peki Nâzım Hikmet!
Bence çok büyük bir şair değildir, Attila İlhan ondan daha üstündür. Türkiye'de, doğu toplumlarında bir âdet vardır. Mazlum olarak lanse edildiğin takdirde senin diğer yeteneklerin de yukarıya çıkarılır. Nâzım öyledir. Necip Fazıllar'ı, Hâşimler'i, Akifler'i unutmayın.

Peki ya Necip Fazıl?
Çok büyük bir şairdir.

Nâzım'ı siyasi görüşü yüzünden sevmiyor olabilir misiniz? 
Hayır edebiyat açısından bakıyorum. Çok güzel şiirleri ama dendiği gibi çok büyük şair değildir. "Ne kadınlar sevdim zaten yoktular" gibi bir sözü yoktur.

'TÜRKİYE'DE SANAT BİTTİ'

Son şairiniz Attila İlhan, şarkıcınız Safiye Ayla. Başka da kimse yok.
Yok. Türkiye'de sanat bitti. Zevksiz bir toplum olduk.

Hiç çağdışı olduğunuzu söylemek cesaretinde bulunan biri oldu mu?
Söylese ne olacak? Çağdışı değilim ki, son derece zevkli bir adamım.

Zevk göreceli bir şey. Ama sizinkiler biraz çağın dışında gibi geldi bana.
Zevkler ve renkler bal gibi tartışılır. Ama elâlemin zevkiyle benim zevkim neden bir olsun ki?

Renk dedik de biraz da ressamların canına okusak? "Türk ressamı" deyince kim gelir aklınıza?
Türk resmi yoktur. Türkiye resim adı altında resim, galeri mafyası vardır. Galeri sahiplerinin birbirlerine yolladıkları ihbar mektuplarını göstersem ağzın açık kalır. Edirne'nin dışında para etmeyen şey evrensel olamaz. Meselâ Günseli Kato klasiktir, onu ayrı tutuyorum.

Roman?
Roman da yok. 500 sene sonra belki.

'NOBEL TAMAMEN SİYASİ BİR ÖDÜLDÜR'

Nobel aldı bir romancımız. Olmayan romanımızın nesine verdiler ödülü?
Orhan Pamuk'un bildiğim kadarıyla 2 romanı intihaldir. Birini yayınladım daha önce, Beyaz Kale'yi. Bir romanı daha vardır ama ismini şimdi vermeyeyim. O da çok önemli bir Amerikalı yazardan çalıntı. Nobel ödül komitesinin bu Amerikalı yazarı bilmemesi imkânsız. Dolayısıyla Nobel tamamen siyasi bir ödüldür.

Bir de Müslümanlara verelim zafiyeti...
Hayır bir muhalife verilmesi gerekirdi. "Şu kadar Ermeni'yi Kürt'ü kestik" demeseydi alamazdı o ödülü.

Ama insanımız seviyor, sizin kitaplardan daha çok basılıyor kitapları!
Sokaktaki adamın zevkiyle benimki bir değil. Bülent Ersoy'u da dinliyorlar ama bağırıyor herif.

'TÜRKİYE'DE ENTELLEKTÜEL OLACAKSAN ÖNCE OSMANLICA BİLECEKSİN'

Türkiye'de bir entelijansiya olduğunu ve buna mensup kültürlü insanların bulunduğunu kabul etmiyor musunuz?
Türkiye'deki o entelijansiya kendi arasında, ortalarda değil. Türkiye'de entelektüel olacaksan Osmanlıca'yı gazete okur gibi okuyacaksın. Bundan 60 sene önce dedenin ya da anneannenin yazdığı mektubu okuyamazsan sen entelektüel değil, cahilsin demektir.

Kaç kişi vardır ki bu tanıma uyan?
Türkiye'de sosyete de vardır, aristokrasi de, entelektüel çevre de... Ama kendilerini göstermezler.

Peki nedir bunun sebebi?
Ortaya çıkacaklar da ne olacak. Türkiye cahil bir toplum oldu. Bir memleketin çoğunluğu neyse azınlığı da aynıdır. Basını neyse, entelektüeli de aynıdır. Bizim yazı işleri toplantısında baktım herkes din konusunda atıp tutuyor, "Ulan bir kişi Fatiha okusun bin dolar vereceğim" dedim, kimse okuyamadı.

Sormazsam modacı dostlarım alınır; size göre modacı var mı peki Türkiye'de?
Yok. Modacıda ölçüm ne biliyor musun; Saint Honore Caddesi'nde dükkânı olacak.

O yok, bu yok, iyi ki sizin program var. Şimdi ona gelirsek. Nihat Doğan'ı partner olarak düşündüğünüz doğru mu?
Programımız herkese açıktır.

Onun yerine Hilal Cebeci daha münasip değil midir?
Onu düşündüm ben. Tarihin Arka Odası yerine, "Tarihin yatak odası" dediler. Hiç o laflardan alınmam. Türkiye'de 40 senedir yapılmayan işi yeniden moda ettim. Bunu ukalalık olarak görmeyin.

"Panpiş"le göz göze program yapmak biraz yıpratmaz mı insanı?
Akademik program yaparım ama kimse izlemez. Gazeteci olarak yapıyorum o programı. Bizim bir partnerimiz var: Pelin Batu. Onu da gözardı etmeyin.

'DÖNEK BİR SOLCU OLACAĞIMA FAŞİST OLURUM'

Ama Pelin Batu size "Faşist" dedi.
İftihar ederim, ben ayın faşisti seçilmiştim. Türkiye'de "Türk'üm" deyince faşist oluyorsun. Sahtekâr, yalancı değilim. Allah dönek bir solcu olmaktan korusun. Bunların arasında faşist söylemini şeref addederim. Eğer "Türk'üm" demek faşistlikse iftihar ettiğimi hiç saklamam.

Faşistlik bir kesime göre ağır bir suçlama.
Olabilir. Geçen yıl mart ayının faşisti ben seçildim. Sonra başkasını seçtiler mi bilmiyorum. Benden sonra daha büyük bir faşist bulamadıkları için seçmediler sanırım. Aslında "ayın" değil "yılın faşisti" deselerdi daha memnun olurdum.

Başına mutlaka bir şey geliyor konuklarınızın. Cübbeli Ahmet mesela. Ne diyorsunuz hoca için?
Özel hayatıyla ilgili iddialar beni ilgilendirmez. Fakat son dönemde, gerek ayet, gerek hadis konusunda onun kadar bilgilisini görmedim.

(Fotoğraf: Burak Kılıç)

KAYNAK: Murat Bardakçı'dan kızdıracak açıklamalar (ensonhaber.com, 02.01.2012).

 

MAARİF NAZIRI EMRULLAH EFENDİ DE HEP UYURDU AMA ÇOK BÜYÜK ÂLİMDİ

MAARİF NAZIRI EMRULLAH EFENDİ DE HEP UYURDU AMA ÇOK BÜYÜK ÂLİMDİ

 

Murat BARDAKÇI

 

Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un hangi toplantıda olursa olsun hemen uykuya dalması ve nádiren uyanık bulunduğu anlarda ‘Ruslar yeni zengin gibiler’ yahut ‘vergisini veren vatandaş yolunmuş tavuğa benzer’ gibi sözler etmesi, bana 20. asrın ilk yıllarının meşhur Maarif Nazırı Emrullah Efendi’yi hatırlattı.

Emrullah Efendi de hemen her toplantıda uyur, uyumadığı zamanlarda da hálá hatırlanan şakalar yapardı. Meselá, şimdilerde ciddi anlamda söylendiğini zannettiğimiz ‘Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim’ esprisi, ona ait idi. Ama, Emrullah Efendi’nin Atilla Bey’den küçük bir farkı vardı: Zamanının en büyük álimlerindendi. İşte, iktidar koltuğuna 90 küsur sene arayla oturan siyasilerin yaptıkları esprilerdeki mizah çizgisinin nasıl seyrettiğinin küçük bir örneği...

KÜLTÜR ve Turizm Bakanı Atilla Koç hangi toplantıda olursa olsun hemen tatlı bir uykuya dalıyor, uyanık bulunduğu anlarda söyledikleriyle haber oluyor ve sözleri günler boyu tartışılıyor.

İşe Rus turistlerin ‘sonradan görme’ olduklarını anlatmakla başlayan bakan, önceki gün de ‘vergisini veren vatandaşların yolunmuş tavuğa benzedikleri’ beyanında bulundu, derken konuyu sık sık yaptığı şekerlemelere getirdi ve ‘Bundan böyle gözlerimi dinlendirirken güneş gözlüğü takacağım, dolayısıyla gazeteciler fotoğraflarımı çekemeyecekler’ dedi.

Atilla Koç’un bu uyku düşkünlüğü, bana 20. asrın ilk yıllarının meşhur Maarif Nazırı, yani Milli Eğitim Bakanı Emrullah Efendi’yi hatırlattı.

 

YOLU BİLE ŞAŞIRIRDI

 

Emrullah Efendi de hemen her yerde uyuyup gitmesiyle tanınırdı ama günümüzün politikacılarından bir farkı vardı: O devrin önde gelen álimlerinden ve yenilikçilerinden biri sayılmış, eğitimde modernleşmenin öncüsü olmuştu. Türkiye’de eğitimin o zamanın ölçülerine göre çağdaş bir seviyeye çıkması için elinden geleni yapmıştı ve bütün bu faaliyetinin yanı sıra dalgınlığıyla ve uykuculuğuyla da meşhurdu.

Konuşmaya başladığı anda zamanı ve mekánı unutup gider, kürsüde günün en mühim meselesi hakkında konuşacak olsa konu şiire yahut eski hikáyelere kadar uzanır; yolda rastladığı bir dostuyla sohbete girse, geldiği yolun tersine dönüp yürümeye başlar, katıldığı toplantının uzaması halinde de horul horul uykuya dalardı.

Emrullah Efendi’nin dalgınlığı ve uykuculuğu, zamanının karikatürcüleriyle hiciv şairlerine ilham vermiş, hakkında bol bol yazılıp çizilmişti. Ama günün birinde söylediği bir söz yüzünden ilmi de, dalgınlığı da, uyku merakı da geri plana düşmüş ve adı, günümüze kadar bu sözü sayesinde devam edegelmişti: ‘Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim’ sözü sayesinde...

Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin bir dost meclisinde şaka maksadıyla söylediği bu söz zamanla ‘cehalet eseri’ diye yorumlanır, eğitimde bir problem yaşandığında mutlaka hatırlanır ve alay maksadıyla teláffuz edilir oldu. Dolayısıyla, sözün sahibinin nasıl bir yenilikçi olduğu, Türk eğitim sistemine ne kadar önemli hizmetlerde bulunduğu unutuldu, gitti. Ona göre, Osmanlı İmparatorluğu’nda ilköğretimin yaygınlaşması için en az üç neslin geçmesi gerekiyordu ama yüksek öğrenimin bekleyecek hali kalmamıştı ve 1912’nin 8 Nisanı’nda yayınladığı bir nizamname ile İstanbul Üniversitesi’nde köklü bir değişiklik yaptı. Üniversite’deki fakülte sayısını üçten beşe çıkardı ve ders programlarını yeniden düzenledi. Sonra, liselerde felsefe ile ekonomiyi mecburi ders haline getirdi, bu arada ilkokulların programına da tarih, coğrafya, fen bilgisi, köy ekonomisi ve köy sağlığı derslerini koydurdu.

 

MİZAH EĞRİSİ İNİYOR

 

Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç’un uykuculuğu bana hem Maarif Nazırı Emrullah Efendi’yi hatırlattı, hem de iktidar koltuğuna 90 küsur sene arayla oturan siyasilerin yaptıkları esprilerdeki mizah çizgisinin seyrini göstermek istedim. Meselá ‘Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim’ gibisinden asırlar boyu unutulmayacak olan şakaların yerini ‘Güneş gözlüğü takarım, uyurken resmimi çekemezsiniz’ ifadesinin almış olmasını...

 

Üniversiteyi adam etmesi için sürgünden çağırılmıştı

 

LÜLEBURGAZ’da 1858’de doğan Emrullah Efendi, Mülkiye’yi bitirdikten sonra imparatorluğun çeşitli viláyetlerinde maarif müdürlüklerinde bulundu. Bir ara siyasi faaliyetleri yüzünde İsviçre’ye sürgüne gitmek zorunda kaldı ama zamanın hükümdarı İkinci Abdülhamid tarafından affedildi ve Maarif Meclisi üyesi yapıldı.

1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilánından sonra Kırklareli Milletvekili olan Emrullah Efendi, 1910’da Maarif Nazırlığı’na yani Milli Eğitim Bakanlığı’na getirildi. Bir yıl sonra istifa etti ama 1912’de yeniden aynı makama tayin edildi. Bakanlıktan ayrıldıktan sonra üniversitede ders vermeye başladı ve 1914’te Yeşilköy’deki evinde öldü.

Emrullah Efendi, bakanlığı sırasında birçok tartışmanın kahramanı olmuştu. Meselá Galatasaray Lisesi’nin müdürü olan şair Tevfik Fikret’i derslere kasten gelmeyen öğretmenlerin aylıklarından kesinti yapmadığı için görevden almış, yerine matematik bilgini Salih Zeki Bey’i getirmiş ve tayin yazısında kullandığı ‘şairin yerine álimi getirdim’ ifadesi, o günlerde çok gürültü koparmıştı.

Osmanlı birliğinin geleneklere bağlı kalınarak batılılaşmakla ve bunun yolunun da dinamik eğitimden geçtiğine inanan Emrullah Efendi, ‘Medeniyetçiler’ grubunun önde gelen mensuplarındandı. ‘İlköğretim Kanunu’nu çıkarmış, o zamanki adı ‘Dárülfünun’ olan üniversitede önemli reformlar yapmış, ‘Muhitü’l-Maarif’ adıyla bir ansiklopedi yayınına başlamış ve başta Ziya Gökalp olmak üzere çok sayıda düşünürü büyük ölçüde etkilemişti.

 

Uğur keşki alaturka değil klasik müzik yapsaydı!

 

TÜRK Müziği’nde çello’ yani ‘viyolonsel’ dendiğinde akla tek bir isim gelir: Mesud Cemil...

Alaturkacıların hiddetleneceklerinden eminim ama açık söyleyeceğim: Türkçesi’ne, müzisyenliğine ve bilhassa tanburuna tutku derecesinde hayran olduğum Mesud Bey’in çellosu bana biraz yavan gelir, birkaç çello plağı doldurmuş olan babası Tanburi Cemil Bey’i de bu işte hayli amatör bulurum ve alaturka camianın en başarılı viyolonselcisi, benim için Şerif Muhiddin Targan’dır.

Ama, son 20 yılda yıldızı gittikçe parlayan bir başka çellocu, Uğur Işık, bana göre şimdi bütün bu isimleri geride bıraktı. Fakat seneler önce, daha işin başındayken önemli bir hata etti, sahip olduğu yeteneğiyle ve parlak musiki zevkiyle klasik müzik yapması, yani Batı Müziği çalması gerektiği halde, sanatını çok sevdiği alaturka ile sınırladı.

Uğur’un geçen haftalarda çıkarttığı ‘Cello Unveils Anatolian Spirit’ yani ‘Viyolonsel, Anadolu Ruhunun Örtüsünü Kaldırıyor’ isimli CD’sini dinleyince, klasik çalmış olsaydı nasıl dünya çapında bir isim olacağını hayál ettim. Uğur Işık, CD’sinde son derece temiz ve müzikal bir icranın yanısıra, eski eserlerde várolan ve bugün birçok müzisyen için artık maalesef sır haline gelmiş bulunan melodik ve ritmik incelikleri de aksettiriyor, günümüzde basmakalıp çalınan eserlerin yüzlerindeki örtüyü kaldırıyordu.

Bu CD’yi dinlediğiniz, meselá Eyyubi Mehmed Çelebi’nin ‘Arazbar Peşrevi’ne, Ermeni bestekár Parseğ Ganaçyan’ın ‘Ninni’sine, Kırım Prensi Çoban Giray’ın ‘Rast-ı Sagir Peşrevi’ne kulak verdiğiniz takdirde, Türkiye’de giderek pespayeleşen müzik ortamında birilerinin hálá ciddi ve çok güzel müzik yapmaya inatla devam etmekte olduğunu farkederek şaşıracaksınız.

KAYNAK: Murat Bardakçı / Maarif Nazırı Emrullah Efendi de hep uyurdu ama çok büyük álimdi (hürriyet.com.tr, 01.05.2005).


İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör