Araştırmacı yazar, şair. 10 Ekim 1956, Örencik köyü / Bozdoğan / Aydın doğumlu. 1976 yılında Aydın İmam-Hatip Lisesi’ni bitirdikten sonra, Mart 1979’da askere gidinceye Bozdoğan’da kadar imamlık yaptı. 1981-84 yılları arasında Aydın / Sultanhisar Müftülüğü’nde memur olarak çalıştı. 1984- 99 yılları arasında Avrupa’nın çeşitli yerlerinde eğitim çalışmalarında bulundu, İGMG’nin çeşitli şubelerinde imamlık ve vaizlik görevlerinde bulundu. Hâlen Lyon (Fransa)’da yaşamaktadır.
İlk yazısı
14 Şubat 1982’de Millî Gazete’de çıkan “Duyuru” adlı bir hiciv
yazısıydı. Sonraki yıllarda da zaman zaman Mustafa Aydın takma adıyla yine aynı
gazetede yazılar yayımladı. Ondan
sonra da değişik dergi ve gazetelerde yazılar yayımlamayı sürdürdü.
« Kitap Mithat Dindar'a ait...
Adı “Enteresan Olaylar”...
Gazetelerde yıllardır çıkan
çok ilginç haberlerden derlenmiş, soluksuz okuyabileceğiniz bir eser. İşte o
kitaptan bir haber;
‘Neden telefonda ilk sözümüz
ALO?...
Alo hayatımızı kolaylaştıran
telefonu keşfeden Graham Bell'in sevgilisinin adının baş harflerinden meydana
gelen bir kısaltma... Telefonu bulan Graham Bell, keşfini bitirince sevgilisi
Allessandra Lolita Oswaldo (ALO)'nun evine ilk hattı çekmiş. Kendisini başka
birinin araması mümkün olmadığından telefonu her açtığında Alo dermiş”...
Biz Alo diyoruz... Dünyada
yaygın olan da bu...
Ancak İtalyanlar her telefonu
açtıklarında PRONTO diyor...
Acaba 7 isimli sevgilisi olan biri mi var İtalya'da... ‘ » (Bekir Hazar)
ESERLERİ:
İNCELEME-ARAŞTIRMA: Değişen Dünya Dengeleri ve Türkiye’nin Konumu (1992), Başkalarının Çizdiği
Sınırlarda Yaşamak (1995), Söylenenlere
Söylediklerimiz (1999).
DERLEME: Enteresan Olaylar - 1
(2008).
KAYNAK: Bekir Hazar / “Enteresan
Olaylar” (Yeni Şafak, 16 Mart 2008), Kendisinden alınan bilgiler (2013), İhsan Işık / Resimli ve Metin
Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas.
"Her
nefis ölümü tadıcıdır." (Al-i İmran, 185)
***
Ölüm
dünyaya gelen her canlı için bir gerçektir ve bundan kaçmak mümkün değildir.
Ölüm,
aslında ölümsüzlüğe geçiştir. Bu, aynen ateş çemberinden atlamaya benzer. Fakat
bu, öbür âlemi cennet olanlar için geçerlidir. Cehennem olanlar için, ateş
çemberi devam eder, gider...
Ölüm
çok acı bir olaydır. Bu konuda Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Ölümün
şiddet ve acısı, mü'minlere üç yüz kılıç darbesi şiddet ve acısı
gibidir." (Müzekkin-Nufus. Shf; 130)
Hz.
Ömer (r.a.) şöyle buyuruyor:
"Ölüm
şuna benzer: Dikeni gayet çok bir ağaç bir insanın boğazından içeri sokulsa,
her dikeni bir damara saplansa ve sıkı sıkıya oraya takılsa, sonra o çalıyı çok
kuvvetli bir kişi tutup kuvvetle çekse, bütün damarları nasıl koparır ve insan
nasıl acı duyarsa, ölümün acısı da aynen böyledir." (a.g.e. Shf;130)
Bu
ve buna benzer haberler bizde adeta şok tesiri yapar. Bu sebeple müthiş bir
korkuya kapılırız.
Peygamberimiz
(s.a.v.), ölümün sıkıntısından ve dehşetinden Allah'a sığınmışlardır.
İyi
ama, ölümden bunca irkilmemizin sebebi sadece bunlar mı? Hayır. Bundan başka
sebepler de var, şüphesiz.
Mesela
şu anda doğum öncesi hayatla ilgilenilirken, ölüm sonrası hayatla pek az
ilgileniliyor.
Doğum
öncemizi, İsviçre Medeni (!) kanununa dayanan uygulamalarla kontrol altında
tutmaya çalışanların; bizi, ölümümüzle birlikte inanmadıkları Allah'a havale
etmeleri düşündürücü değil midir?
Bugün
bizler o hale geldik veya getirildik(!) ki, genlerle, yani canlının doğumundan
önceki durumuyla derinliklerine kadar inerek ilgilenmemize rağmen, ölümümüzden
sonraki hayatımızın derinliklerine inmeyi bırakın, mezar taşlarını bile
düşünmekten korkmaktayız.
Bundan;
diğer birçok sebebin yanında, mezarların, yerleşim alanlarının dışına
taşınmasının da etkisinin olduğu muhakkak. Maksat, millete ölümü
düşündürtmemek!
Halbuki
önceleri her mahallede, her sokak başında, hatta çoğu cami ve evlerin
bahçelerinde birkaç mezar olur ve bu, gözünü dünyaya açan her insanın gördüğü
ilk şeyler arasında yer alırdı. Bir çocuk daha küçüklüğünde onunla haşır neşir
olur ve öyle büyürdü. Bu günkü nesil babası, anası veya yakın akrabası ölecek
ki, hayatında bir iki kere mezar taşı görüp, ölümü hatırlayacak!..
Onun
içindir ki bugün GEN'ler dünyasında hayretler içinde gezinmemize ve bundan
büyük bir haz duymamıza rağmen, mezar taşını görüp de ölümü ve ondan bir iki
adım ötesini hatırlamamak için adeta köşe bucak kaçıyoruz...
Aslında
ben ölüm ve ötesini incelemeyeceğim, bu yazımda. Çünkü, hem Kur'an-ı Kerim'de
ve hem de diğer eserlerde bu konuda yeterli bilgiler mevcut. Onun için ben
konunun bir başka yönüne temas etmek istiyorum.
Ölüm, en büyük
nimetlerden biridir!
Ölümün
ve ölüm sonrasının olmadığını düşünelim!
Bir
zaman sonra dünya insanlarla dolup, taşardı. Öyle ki, sonunda herkes ayakta da
dursa, dünyaya sığmamaya başlardı...
Sonunda
insanlar toplanarak şöyle bir karar alırlardı:
“Her
yıl ne kadar insan dünyaya geliyorsa -en yaşlılarımızdan olmak üzere- o
kadarını da öldürelim!..”
Tabi,
bu cazib fikir herkes tarafından uygun görülürdü görülmesine de, fakat esas
mes'ele de bundan sonra başlardı!
Peki,
bunlar senenin hangi ayının hangi gününde öldürülecekler?
Elbette,
bunun için de bir tarih belirlenecekti.
Bu
defa da şunlar yaşanabilirdi:
1)
Yaşı kemale eren, daha doğrusu öldürülme anı yaklaşan çoğu insan dağa
kaçabilirdi,
2)
Bu durumda olanların zenginleri rüşvet yoluyla bir kaç gün, bir kaç ay veya bir
kaç yıl daha yaşamayı deneyebilirderdi,
3)
En önemlisi de, ölümü yaklaşanların çoğu şahsi problemi olan diğer insanları
öldürebilirlerdi,
4)
Ölüm anı yaklaşanlar, çocuklarına veya torunlarına daha fazla mal bırakabilmek
için hırsızlık yoluyla hayatlarının sonunda mal yığmaya kalkışabilirlerdi,
5)
Ölüm anı yaklaşan her insanda huzursuzluklar ve çeşitli rahatsızlıklar
belirebilirdi.
Velhasılı
bu durumda toplumun huzuru allak bullak olarak müthiş bir kargaşa meydana
gelebilirdi!..
Peki,
böyle bir durumda ihtilal olabilir miydi? Hem de nasıl! Onlar (silah gücünü
ellerinde bulunduranlar) kendilerine sadık subay ve askerleriyle ebediyete
kadar yaşamaya çalışırlardı, herhalde!..
“Deme
olmaz olmaz, olmaz olmaz.”
İşte,
tıpkı bunun gibi, o zaman da olmaz diye bir şey olmazdı. Olmayan tek şey
olurdu, o da huzur ve güven.
Ölüm
olayı bizim irademiz dışında cereyan etmektedir. Bu durumda bile bir türlü
temin edilemeyen huzur ve güven o zaman nasıl temin edilebilirdi ki!
İşte,
bilakis Müslümanlar olarak, ölümün bu yönünü de düşünerek imanımızı daha da
artırmaya çalışmalıyız. Ve Allah'a (c.c.), ölümü bizim ellerimize teslim
etmediği için bol bol şükretmeliyiz.
Böyle
olmasaydı, halimiz nice olurdu, değil mi?
Nasıl
olacak, şimdi elimize almaya çalıştığımız bazı yetkiler yüzünden dünyayı nasıl
yaşanmaz hale getirmişsek, o zaman da dertlerimizin bir kat daha artmasına
sebep olurduk...
Bakıyorum
da; hangi nimeti ele alsak "ömür boyu şükretsek, yine de borcumuzu
ödeyemezdik" demekten kendimizi alamıyoruz...
Şükürler olsun,
ölüm nimetin için...
Ölüm
hadisesinde şu nimetlerin olduğunu görüyoruz:
1.
Ölüm,
2.
Ölümün
zamanının bize bildirilmemesi,
3.
Ölümün
gerçekleştirilmesinin bize bırakılmaması.
Dualarımızda
“Ya Rabbi, ölümü yarattığın için, ölüm zamanımızı bize bildirmediğin için ve
ölümün gerçekleştirilmesini bize bırakmadığın için sana sonsuz şükürler
ediyorum” dememiz gerekmiyor mu?
Yolda yürüyorum ve aynı zamanda hep SENİ düşünüyorum!…
Nasıl düşünmeyeyim ki;
Sağımda-solumda, önümde-arkamda, yukarıda-aşağıda, her
zaman ve mekanda SENİ görüyorum…
Böyle giderken, biri selam verdi ve “Baksana! Yağmur
yağıyor” dedi. İrkildim ve hemen koltuğumdaki şemsiyeyi açarak başıma tuttum.
Aynı zamanda, delirdiğimi sanacaklar diye de utandım!.. Sonra, tekrar yürümeye
başladım…
Peki, kimdi, beni benden alıp götüren ve başka âlemlere
sürükleyen?
Kimdi, beni bu dünyadan alıp, başka alemde dirilten?
Biliyorum SEN’sin!..
Başkası olamaz, çünkü buna gücü yetmez…
Peki, SEN’deki sır nedir?..
Neden, SEN aklıma düşünce, güneş gölgende
kalıyor?..
Neden, SEN aklıma düşünce, dünya gözümde yok
oluyor?..
Neden, SEN aklıma düşünce, geceler bile
aydınlanıyor?..
Neden, SEN aklıma düşünce, başka ses
işitemiyorum?..
Neden, SEN aklıma düşünce, bütün görüntüler yok
oluyor?..
Neden, SEN aklıma düşünce, bütün duyu organlarım
kilitleniyor?..
Neden, SEN aklıma düşünce, görülmeyenlerle
görülenler yer değiştiriyor?..
Yoksa, ben, HAYAL âleminde dolaşan bir HAYALPEREST
miyim?
Lütfen! KENDİNİ bana tarif eder misin?!
Tarif etsen de, SENİ idrak edebilecek miyim,
bilmiyorum!..
Çünkü, ben âciz; SEN ise, benim gibi âcizin idrak
sınırlarını zorlayansın!
Ben bir damlayım; SEN ise DERYA...
Damla DERYA’yı nasıl anlasın! O’na, DERYA’da
yok olmak yaraşır, değil mi?!.
Peki, SEN beni kendine kabul edecek misin? Yoksa,
dışarı mı atacaksın? Fakat, bunu düşünmek bile
istemiyorum…
Beni kim kabul eder ki!..
Hangi kapıyı çaldıysam, hep yüzüme kapandı. En sonunda,
önüme SEN’in o uçsuz-bucaksız kapın çıkınca, tereddütsüz hemen çaldım…
Belki, bir damla mesabesinde olan benim, DERYA’nın kapısı önünde
bulunması bile terbiyesizliktir!.. Çünkü, SANA lâyık ol(a)madığımın
farkındayım… Fakat, bunu, içine düştüğüm sar’a nöbetimi (!) gözönüne alırsan,
umarım affedersin!..
Utandırma beni, n’olur!
İşte, bütün bunları düşünürken günün bitip gecenin
başlamasına rağmen hâlâ yol aldığımı farkettim. Bir yere oturdum, hemen uyuya kalmışım!
Uyandığımda, sadece göz kapaklarımın kapandığını anladım! Çünkü, DERYA’daki
yolculuğum hiç durmamıştı…
Gecelerde bile kurtulamadığım SEN’inle olan
yolculuğumdan bir ara vaz geçmeyi(!) düşündüm. Başaramadım… İmdâât! diye çığlık
atmak istedim; sesim çıkmadı. Anladım ki, SEN beni kuşatmışsın...
Tek çarem kalmıştı: Kayıtsız, şartsız
O halde; kuşatılmışlığımı ve teslimiyetimi haykırarak
ilân edeyim, dedim… Bilmiyorum, o yüce kapını bana açacak mısın?
Bu ızdırab nimetini bana taddırdın; n’olur, beni
bundan mahrum etme!
Gecemi-gündüzümü, hattâ kendimi alıp götürdün; gölge
âlemde öldürüp, varlık âleminde dirilttin…
N’olur!
Bu ızdırap nimetini benden geri alma, hatta daha da
arttır…
Bu nimeti bana bahşettiğin için, sana sonsuz şükranlarımı
sunuyorum…
(25.02.1999)
Rüzgârlardan, bulutlardan, yağmurlardan
Her şeyden ve herkesten kıskandığım
Aşkım, sevgilim: Vatanım
Sana kem göz bakmasın
El değmesin, “çizme” basmasın diye
Seni hep kalbimde sakladım.
Zerrelerine serpiştirdim kanımın.
Kemiklerime kazıdım.
Ruhumu yeniden,
Seni katarak yoğurdum.
Senden aldığım güç ile
Çocukluğumu ve gençliğimi yaşadım.
Yürüdüm, koştum, çalıştım...
Kısacası, senin için
Yaşadım ve yaşıyorum.
Şimdi;
Hırsızlar, katiller, zalimler
Seni kalbimden, beynimden, ruhumdan
Söküp götürmeye çalışıyorlar.
Fakat, sen üzülme sevgilim
Biz ikimiz, o kadar da hafif değiliz
Çalınsak da, döneriz.
Yutulsak da, erimeyiz.
Gerekirse ineriz, gözyaşı olup toprağa...
Sonra;
Bir bahar, filizleniriz yeniden.
Üzülme sen, kaldır başını!
Bize yabancı değil bu mâcerâ...
Gün oldu;
Çekirdek olup, indik toprağa
Sonra çiçek olup, gülümsedik insanlığa.
Gün oldu;
İndik bir balığın karnına
Sonra, yeniden dirildik ruhlarda...
Gün oldu;
Atıldık bir kuyuya
Ve zindanlara...
Sonra, sultan olduk Mısır’a.
Gün oldu;
Ateşe atıldık, yanmadık
Öğrettik, yanmamayı kâinâta.
Gün oldu;
Avlandık ev ev
Nehirleri döşek kılıp,
Dolaştık günler ve geceler
Sonra, büyüdük “avcı”nın kollarında.
Gün oldu;
Can verdik, bir câninin mızrağında
Sonra dirildik, hayat sunmak için cânilere...
Gün oldu;
Parçalandık iki devenin kuyruğunda
Sonra birleştik;
Birleşmeyi öğrettik, onlara da.
Gün oldu;
Gizlendik mağaralarda...
Sonra, çıktık, kıyâmete kadar
Sürecek olan yolculuğumuza...
Bizi tekrar atacaklarmış ateşe ve kuyuya
Parçalayacaklarmış, iki devenin kuyruğunda
Avlayacaklarmış ev, ev
Zorlayacaklarmış, döşeğimizi suya sermeye!
Yemin etmişler; bize,
Mağaraları bile çok görmeye.
Yemin etmişler; bizi,
Gecelerden ve gündüzlerden sürmeye...
Yürüyeceklermiş üstümüze,
Kocaman filleriyle...
Ve, mıhlayacaklarmış çarmıhlara...
Görüyorsun ya, ey aşkım, ey sevgilim!
Bütün bunlar olacakmış...
Ama, ne gam!
Seninle tanıştım ya,
Seninle yoğruldum ya,
Seni sevdim ya...
Yemin ettim, senden ayrılmamaya
Ve, senin için ölmeye...
Korksunlar!
Hırsızlık, zulüm, ölüm ve korku üretenler!
Korksunlar!
Ölmeyi...
Ve, sonra dirilmeyi bilmeyenler!
Korksunlar!
Ellerindeki oyuncaklarına;
Yani kuyularına,
Yani mızraklarına,
Yani develerine,
Yani fillerine,
Yani ateşlerine,
Yani zindanlarına,
Yani çarmıhlarına... güvenenler!
İşte, biz buyuz!
Bu yollardan geliyoruz…
Biliriz, kuyulardan nasıl çıkılacağını
Biliriz, ateşte yanmamayı
Biliriz, suya döşeğimizi serip, yatmayı
Biliriz, fillerle savaşmayı
Biliriz, mızraklara karşı koymayı
Biliriz, “Ebâbil” olup uçmayı
Biliriz, “Siccîl” olup yağmayı
Biliriz, mağaralarda gizlenmeyi
Biliriz, açlığı susuzluğu
Biliriz, ölmeyi
Biliriz, dirilmeyi...
Ve;
Biliriz, “bilme”yi,
Tanırız, “bilmeme”yi.
Biliriz, konuşmayı da, susmayı da
Biliriz, EVET’i ve HAYIR’ı
Ne zaman ve nasıl söyleyeceğimizi de...
(Lyon, 19.06.2001)
İnsan öyle bilmecedir ki,
Çözülmeden İNSANLIĞA geçilmez.
Yaradan neler yaratmış, neler emretmiş
Eserler geçilmeden MÜESSİR’e geçilmez.
Ahh! ötekiler hep ötede, hep ötede
Onlarla BİR’leşmeden SAADET’e geçilmez.
Beynimi, kalbimi, rûhumu saran zincirler,
Hepsi kırılmadan KURTULUŞ’a geçilmez.
Karanlıklar, âh bu karanlıklar
O’na kavuşmadan AYDINLIĞA geçilmez.
BEN, benim tek engelimdir,
Onu aşmadan BAŞKASI’na geçilmez.
BEN, bütün zamanların hastalığı,
Şifâ bulmadan SIRAT’tan geçilmez.
Yaşamak, yemek, içmek, uyumak...
Bunlardan geçmeden ÖTE’ye geçilmez.
Herkes her şeyi geçtiğini sanıyor, âh!
“Geçilmez”ler geçilir kılınmadan, EBEDİ MUTLULUĞA
geçilmez…
(Mithat Dindar, Lyon, 03.11.2000, Cuma)
Yürüsem, dursam, uyusam da
Sağa sola gitsem, gerisin geriye kaçsam da
Sanki yürüyen bir merdivendeyim
Durmadan yaklaştırıyor, beni oraya ve
O’na...
Ne geleceğim soruldu
Ne de gideceğim sorulacak.
Dün gönderildim, yarın gönderileceğim…
Verilen izin, kısa bir temâşâ her manzaraya.
« Sahip olmak » mı?
O da ne?
Mümkün mü, gölgelere tutunmak?
Mümkün mü, yokluğa yaslanmak?
Ah aldatıcı manzara
Ah farkedemediğim yokluk
Ah büyük hırsız! Sen,
Nasıl da çaldın, beni benden.
Merdiven beni taşımakta; fakat, bensiz...
Ruhum lime lime
Serpilmiş yokluğun zerrelerine.
Ah şimdi nasıl toplarım, beni tekrar
BEN’de...
Bir anlık temâşâ için bu itiş kakış niye?
Manzara bizim mi ki, kavga verile
Bizim olmayan bir âlem, bizim olmayan bir
beden
Manzara içinde manzara, bir düşünsene...
Bir muammâdır; daldım, çıkamıyorum
Yoklukta kayboldum, kendimi bulamıyorum
Geceler kuşattı beni; çemberi yarıp
Şafak vaktine kavuşamıyorum...
Beni götürmekte olan merdivenim!
Daha fazla tutma beni, bu sahte manzaralarda
Daha hızlı, daha hızlı dön n’olur
Ulaştır beni oraya ve O’na…
(Lyon, 13.06.2001, Çarşamba)
Ah ! Saatimin ’’tik-tak’’ larını duydukça, vücud evime giren hırsızı
hatırlarım hep… Sanki ’’tik’’ deyince
evime giriyor, ‘’tak’’ deyince de
ömrümün bir ânını çalıp(!) götürüyor…
Buna rağmen yine de onları seviyorum. Çünkü, hem
girişinde hem de çıkışında beni haberdâr ediyor.
Bir de habersiz girip-çıkanlar var ki, işte o “sinsî
hırsızlar”ı bir türlü sevemedim…
’’Tik-tak’’ lar;
Yeni bir ânı,
Her ânımın gerilerde kalışını,
Doğuşumdan uzaklaşıp, ölüm ânıma yaklaşmayı,
Durmaksızın çalışmayı,
Ötelerden gelen çağrıyı,
Bu gölge âleme fazla meyletmemem gerektiğini
hatırlatır hep...
’’Tik-tak’’ lar mesajdır,
uyarıdır...
’’Tik-tak’’ lar, her ânımın
bir ’’lavhâ’’ üzerine kayıt sesleridir...
Evet,
’’Tik-tak’’ lı saatimi
seviyorum.
O, benim için;
Zaman...
Hem uzaklaşmak, hem de yaklaşmak…
Gafletten uyarıcı bir arkadaş, hattâ gerçek bir dost…
“Varlığı” ve
“hiçliği” hatırlatan bir uyarıcı…
Haberleri bana taşıyan postacı…
Yolumun işâret
taşlarını döşeyen bir usta…
O, hiç durmaksızın göremediğim manzaraları,
hissedemediğim duyguları, duyamadığım sesleri, hattâ çığlıkları… Dokunamadığım
varlıkları, unuttuğum mesajları ve daha nicelerini ‘’tik-tak’’
larıyla bana anlatmaya çalışan gerçek bir dosttur…
Gel ‘’tik-tak”lı saatim, gel!
Gerçek dostum, uyarıcım!..
Her yerde ve her zaman berâber olalım. Rahatsız olduğumu
sanarak hayıflanma sakın! Bilakis memnunum… N’olur geceleri bile terketme
beni!..
Geceleri her uyanışımda;
Varlığını-varlığımı,
Başlangıcımı-sonumu,
BİR’i-birleri,
KÜN-FEYEKÜN’ü,
Durmaksızın hatırlat…
Hatırlat ki;
Gaflette olmayayım…
Hatırlat ki;
Düşünmeyenlerden değil, az düşünenlerden bile
olmayayım…
Hatırlat ki;
Şu gölge alemde kaybolmayayım…
Hatırlat ki;
Hatırlamanın, düşünmenin, duymanın, görmenin,
hissetmenin, gerçeğe yürümenin, hattâ koşmanın, gerçeği yakalamanın…
VAR EDEN’in
varlığında yok olmanın…
Yokluktan VAR
OLAN’a kaçıp sığınmanın…
Villa evine değil kabir evine, hep yukarıya değil
aşağıya bakmanın…
Uçana değil koşana, koşana değil yürüyene, yürüyene
değil sürünene, sürünene değil sürünmekten bile aciz olana bakıp şükretmenin
hazzını yaşayayım…
Bütün bu mesajları saklayan, engelleyen ve örten haber
hırsızı ‘’tik-tak’’ sız saatler!
Gidiniz! Bana asla yaklaşmayınız! Öte’lerden
gönderilen haberleri engelleyen sizleri aslâ sevmiyorum!..
Gel ’’tik-tak’’lı saatim, gel!
N’olur, çıkış kapısına kadar beni yalnız bırakma!..
“Tik-tak“lı sâdık dostum…
Uyarıcım...