Mithat Dindar

Araştırmacı Yazar, Yazar, Şair

Doğum
10 Ekim, 1956
Eğitim
Aydın İmam-Hatip Lisesi
Burç

Araştırmacı yazar, şair. 10 Ekim 1956, Örencik köyü / Bozdoğan / Aydın doğumlu. 1976 yılında Aydın İmam-Hatip Lisesi’ni bitirdikten sonra, Mart 1979’da askere gidinceye Bozdoğan’da kadar imamlık yaptı. 1981-84 yılları arasında Aydın / Sultanhisar Müftülüğü’nde memur olarak çalıştı. 1984- 99 yılları arasında Avrupa’nın çeşitli yerlerinde eğitim çalışmalarında bulundu, İGMG’nin çeşitli şubelerinde imamlık ve vaizlik görevlerinde bulundu. Hâlen Lyon (Fransa)’da yaşamaktadır.

İlk yazısı 14 Şubat 1982’de Millî Gazete’de çıkan “Duyuru” adlı bir hiciv yazısıydı. Sonraki yıllarda da zaman zaman Mustafa Aydın takma adıyla yine aynı gazetede yazılar yayımladı.  Ondan sonra da değişik dergi ve gazetelerde yazılar yayımlamayı sürdürdü.

« Kitap Mithat Dindar'a ait...

Adı “Enteresan Olaylar”...

Gazetelerde yıllardır çıkan çok ilginç haberlerden derlenmiş, soluksuz okuyabileceğiniz bir eser. İşte o kitaptan bir haber;

‘Neden telefonda ilk sözümüz ALO?...

Alo hayatımızı kolaylaştıran telefonu keşfeden Graham Bell'in sevgilisinin adının baş harflerinden meydana gelen bir kısaltma... Telefonu bulan Graham Bell, keşfini bitirince sevgilisi Allessandra Lolita Oswaldo (ALO)'nun evine ilk hattı çekmiş. Kendisini başka birinin araması mümkün olmadığından telefonu her açtığında Alo dermiş”...

Biz Alo diyoruz... Dünyada yaygın olan da bu...

Ancak İtalyanlar her telefonu açtıklarında PRONTO diyor...

Acaba 7 isimli sevgilisi olan biri mi var İtalya'da... ‘ » (Bekir Hazar)

ESERLERİ:

İNCELEME-ARAŞTIRMA: Değişen Dünya Dengeleri ve Türkiye’nin Konumu (1992), Başkalarının Çizdiği Sınırlarda Yaşamak (1995), Söylenenlere Söylediklerimiz (1999).

DERLEME: Enteresan Olaylar - 1 (2008).

KAYNAK: Bekir Hazar / “Enteresan Olaylar” (Yeni Şafak, 16 Mart 2008), Kendisinden alınan bilgiler (2013), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas. 2009, C. 12, 2015).

ÖLÜM

"Her nefis ölümü tadıcıdır." (Al-i İmran, 185)

 

***

Ölüm dünyaya gelen her canlı için bir gerçektir ve bundan kaçmak mümkün değil­dir.

Ölüm, aslında ölümsüzlüğe geçiştir. Bu, aynen ateş çemberinden atlamaya benzer. Fakat bu, öbür âlemi cen­net olanlar için geçerlidir. Cehennem olanlar için, ateş çemberi devam eder, gider...

Ölüm çok acı bir olaydır. Bu konuda Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

"Ölümün şiddet ve acısı, mü'minlere üç yüz kılıç darbesi şiddet ve acısı gibidir." (Müzekkin-Nufus. Shf; 130)

Hz. Ömer (r.a.) şöyle buyuruyor:

"Ölüm şuna benzer: Dikeni gayet çok bir ağaç bir in­sanın boğazından içeri sokulsa, her dikeni bir damara saplansa ve sıkı sıkıya oraya takılsa, sonra o çalıyı çok kuvvetli bir kişi tutup kuvvetle çekse, bütün damarları nasıl koparır ve insan nasıl acı duyarsa, ölümün acısı da aynen böyledir." (a.g.e. Shf;130)

Bu ve buna benzer haberler bizde adeta şok tesiri ya­par. Bu sebeple müthiş bir korkuya kapılırız.

Peygamberimiz (s.a.v.), ölümün sıkıntısından ve dehşetinden Allah'a sığınmışlardır.

İyi ama, ölümden bunca irkilmemizin sebebi sadece bunlar mı? Hayır. Bundan başka sebepler de var, şüphe­siz.

Mesela şu anda doğum öncesi hayatla ilgilenilirken, ölüm sonrası hayatla pek az ilgileniliyor.

Doğum öncemizi, İsviçre Medeni (!) kanununa daya­nan uygulamalarla kontrol altında tutmaya çalışanların; bi­zi, ölümümüzle birlikte inanmadıkları Allah'a havale etmeleri düşündürücü değil midir?

Bugün bizler o hale geldik veya getirildik(!) ki, genlerle, yani canlının doğumundan önceki durumuyla derinliklerine kadar inerek ilgilenmemize rağmen, ölümümüzden sonra­ki hayatımızın derinliklerine inmeyi bırakın, mezar taşlarını bile düşünmekten korkmaktayız.

Bundan; diğer birçok sebebin yanında, mezarların, yerleşim alanlarının dışına taşınmasının da etkisinin olduğu muhakkak. Maksat, millete ölümü düşündürtmemek!

Halbuki önceleri her mahallede, her sokak başında, hatta çoğu cami ve evlerin bahçelerinde birkaç mezar olur ve bu, gözünü dünyaya açan her insanın gördüğü ilk şeyler arasında yer alırdı. Bir çocuk daha küçüklüğünde onunla haşır neşir olur ve öyle büyürdü. Bu günkü nesil babası, anası veya yakın akrabası ölecek ki, hayatında bir iki kere mezar taşı görüp, ölümü hatırlayacak!..

Onun içindir ki bugün GEN'ler dünyasında hayretler içinde gezinmemize ve bundan büyük bir haz duymamıza rağmen, mezar taşını görüp de ölümü ve ondan bir iki adım ötesini hatırlamamak için adeta köşe bucak kaçıyo­ruz...

Aslında ben ölüm ve ötesini incelemeyeceğim, bu ya­zımda. Çünkü, hem Kur'an-ı Kerim'de ve hem de diğer eserlerde bu konuda yeterli bilgiler mevcut. Onun için ben konunun bir başka yönüne temas etmek istiyorum.

 

Ölüm, en büyük nimetlerden biridir!

Ölümün ve ölüm sonrasının olmadığını düşünelim!

Bir zaman sonra dünya insanlarla dolup, taşardı. Öyle ki, sonunda herkes ayakta da dursa, dünyaya sığmamaya başlardı...

Sonunda insanlar toplanarak şöyle bir karar alırlardı:

“Her yıl ne kadar insan dünyaya geliyorsa -en yaşlılarımızdan olmak üzere- o kadarını da öldürelim!..”

Tabi, bu cazib fikir herkes tarafından uygun görülürdü görülmesine de, fakat esas mes'ele de bundan sonra baş­lardı!

Peki, bunlar senenin hangi ayının hangi gününde öl­dürülecekler?

Elbette, bunun için de bir tarih belirlenecekti.

Bu defa da şunlar yaşanabilirdi:

1) Yaşı kemale eren, daha doğrusu öldürülme anı yaklaşan çoğu insan dağa kaçabilirdi,

2) Bu durumda olanların zenginleri rüşvet yoluyla bir kaç gün, bir kaç ay veya bir kaç yıl daha yaşamayı deneyebilirderdi,

3) En önemlisi de, ölümü yaklaşanların çoğu şahsi problemi olan diğer insanları öldürebilirlerdi,

4) Ölüm anı yaklaşanlar, çocuklarına veya torunlarına daha fazla mal bırakabilmek için hırsızlık yoluyla hayatlarının sonunda mal yığmaya kalkışabilirlerdi,

5) Ölüm anı yaklaşan her insanda huzursuzluklar ve çeşitli rahatsızlıklar belirebilirdi.

Velhasılı bu durumda toplumun huzuru allak bullak olarak müthiş bir kargaşa meydana gelebilirdi!..

Peki, böyle bir durumda ihtilal olabilir miydi? Hem de nasıl! Onlar (silah gücünü ellerinde bulunduranlar) kendilerine sadık subay ve askerleriyle ebediyete kadar yaşamaya çalışırlardı, herhalde!..

“Deme olmaz olmaz, olmaz olmaz.”

İşte, tıpkı bunun gibi, o zaman da olmaz diye bir şey olmazdı. Olmayan tek şey olurdu, o da huzur ve güven.

Ölüm olayı bizim irademiz dışında cereyan etmekte­dir. Bu durumda bile bir türlü temin edilemeyen huzur ve güven o zaman nasıl temin edilebilirdi ki!

İşte, bilakis Müslümanlar olarak, ölümün bu yönünü de düşünerek imanımızı daha da artırmaya çalışmalıyız. Ve Allah'a (c.c.), ölümü bizim ellerimize teslim etmediği için bol bol şükretmeliyiz.

Böyle olmasaydı, halimiz nice olurdu, değil mi?

Nasıl olacak, şimdi elimize almaya çalıştığımız bazı yetkiler yüzünden dünyayı nasıl yaşanmaz hale getirmişsek, o zaman da dertlerimizin bir kat daha artmasına sebep olurduk...

Bakıyorum da; hangi nimeti ele alsak "ömür boyu şükretsek, yine de borcumuzu ödeyemezdik" demekten kendimizi alamıyoruz...

Şükürler olsun, ölüm nimetin için...

Ölüm hadisesinde şu nimetlerin olduğunu görüyoruz:

1.                      Ölüm,

2.                      Ölümün zamanının bize bildirilmemesi,

3.                      Ölümün gerçekleştirilmesinin bize bırakılmaması.

Dualarımızda “Ya Rabbi, ölümü yarattığın için, ölüm zamanımızı bize bildirmediğin için ve ölümün gerçekleştirilmesini bize bırakmadığın için sana sonsuz şükürler ediyorum” dememiz gerekmiyor mu?

SEN!

 

Yolda yürüyorum ve aynı zamanda hep SENİ düşünüyorum!…

Nasıl düşünmeyeyim ki;

Sağımda-solumda, önümde-arkamda, yukarıda-aşağıda, her zaman ve mekanda SENİ görüyorum…

Böyle giderken, biri selam verdi ve “Baksana! Yağmur yağıyor” dedi. İrkildim ve hemen koltuğumdaki şemsiyeyi açarak başıma tuttum. Aynı zamanda, delirdiğimi sanacaklar diye de utandım!.. Sonra, tekrar yürümeye başladım…

Peki, kimdi, beni benden alıp götüren ve başka âlemlere sürükleyen?

Kimdi, beni bu dünyadan alıp, başka alemde dirilten?

Biliyorum  SEN’sin!.. Başkası olamaz, çünkü buna gücü yetmez…

Peki, SEN’deki sır nedir?..

Neden, SEN aklıma düşünce, güneş gölgende kalıyor?..

Neden, SEN aklıma düşünce, dünya gözümde yok oluyor?..

Neden, SEN aklıma düşünce, geceler bile aydınlanıyor?..

Neden, SEN aklıma düşünce, başka ses işitemiyorum?..

Neden, SEN aklıma düşünce, bütün görüntüler yok oluyor?..

Neden, SEN aklıma düşünce, bütün duyu organlarım kilitleniyor?..

Neden, SEN aklıma düşünce, görülmeyenlerle görülenler yer değiştiriyor?..

Yoksa, ben, HAYAL âleminde dolaşan bir HAYALPEREST miyim?

Lütfen! KENDİNİ bana tarif eder misin?!

Tarif etsen de, SENİ idrak edebilecek miyim, bilmiyorum!..

Çünkü, ben âciz; SEN ise, benim gibi âcizin idrak sınırlarını zorlayansın!

Ben bir damlayım; SEN ise DERYA...

Damla DERYA’yı nasıl anlasın! O’na, DERYA’da yok olmak yaraşır, değil mi?!. 

Peki, SEN beni kendine kabul edecek misin? Yoksa, dışarı mı atacaksın? Fakat, bunu düşünmek bile istemiyorum…

Beni kim kabul eder ki!..

Hangi kapıyı çaldıysam, hep yüzüme kapandı. En sonunda, önüme SEN’in o uçsuz-bucaksız kapın çıkınca, tereddütsüz hemen çaldım… Belki, bir damla mesabesinde olan benim, DERYA’nın kapısı önünde bulunması bile terbiyesizliktir!.. Çünkü, SANA lâyık ol(a)madığımın farkındayım… Fakat, bunu, içine düştüğüm sar’a nöbetimi (!) gözönüne alırsan, umarım affedersin!.. 

Utandırma beni, n’olur!

İşte, bütün bunları düşünürken günün bitip gecenin başlamasına rağmen hâlâ yol aldığımı farkettim. Bir yere oturdum, hemen uyuya kalmışım!  Uyandığımda, sadece göz kapaklarımın kapandığını anladım! Çünkü, DERYA’daki yolculuğum hiç durmamıştı…

Gecelerde bile kurtulamadığım SEN’inle olan yolculuğumdan bir ara vaz geçmeyi(!) düşündüm. Başaramadım… İmdâât! diye çığlık atmak istedim; sesim çıkmadı. Anladım ki, SEN beni kuşatmışsın...

Tek çarem kalmıştı: Kayıtsız, şartsız SANA teslim olmak...

O halde; kuşatılmışlığımı ve teslimiyetimi haykırarak ilân edeyim, dedim… Bilmiyorum, o yüce kapını bana açacak mısın?

Bu ızdırab nimetini bana taddırdın; n’olur, beni bundan mahrum etme!

Gecemi-gündüzümü, hattâ kendimi alıp götürdün; gölge âlemde öldürüp, varlık âleminde dirilttin…

N’olur! Beni, eski dünyama itip, tekrar öldürme!..

Bu ızdırap nimetini benden geri alma, hatta daha da arttır…

Bu nimeti bana bahşettiğin için, sana sonsuz şükranlarımı sunuyorum…

(25.02.1999)

AŞKIM, SEVGİLİM; VATANIM

 

Aydan, güneşten, yıldızlardan

Rüzgârlardan, bulutlardan, yağmurlardan

Her şeyden ve herkesten kıskandığım

Aşkım, sevgilim: Vatanım

 

Sana kem göz bakmasın

El değmesin, “çizme” basmasın diye

Seni hep kalbimde sakladım.

Zerrelerine serpiştirdim kanımın.

Kemiklerime kazıdım.

Ruhumu yeniden,

Seni katarak yoğurdum.

 

Senden aldığım güç ile

Çocukluğumu ve gençliğimi yaşadım.

Yürüdüm, koştum, çalıştım...

Kısacası, senin için

Yaşadım ve yaşıyorum.

 

Şimdi;

Hırsızlar, katiller, zalimler

Seni kalbimden, beynimden, ruhumdan

Söküp götürmeye çalışıyorlar.

Fakat, sen üzülme sevgilim

Biz ikimiz, o kadar da hafif değiliz

Çalınsak da, döneriz.

Yutulsak da, erimeyiz.

Gerekirse ineriz, gözyaşı olup toprağa...

Sonra;

Bir bahar, filizleniriz yeniden.

 

Üzülme sen, kaldır başını!

Bize yabancı değil bu mâcerâ...

 

Gün oldu;

Çekirdek olup, indik toprağa

Sonra çiçek olup, gülümsedik insanlığa.

 

Gün oldu;

İndik bir balığın karnına

Sonra, yeniden dirildik ruhlarda...

 

Gün oldu;

Atıldık bir kuyuya

Ve zindanlara...

Sonra, sultan olduk Mısır’a.

 

Gün oldu;

Ateşe atıldık, yanmadık

Öğrettik, yanmamayı kâinâta.

Gün oldu;

Avlandık ev ev

Nehirleri döşek kılıp,

Dolaştık günler ve geceler

Sonra, büyüdük “avcı”nın kollarında.

 

Gün oldu;

Can verdik, bir câninin mızrağında

Sonra dirildik, hayat sunmak için cânilere...

 

Gün oldu;

Parçalandık iki devenin kuyruğunda

Sonra birleştik;

Birleşmeyi öğrettik, onlara da.

 

Gün oldu;

Gizlendik mağaralarda...

Sonra, çıktık, kıyâmete kadar

Sürecek olan yolculuğumuza... 

 

Bizi tekrar atacaklarmış ateşe ve kuyuya

Parçalayacaklarmış, iki devenin kuyruğunda

Avlayacaklarmış ev, ev

Zorlayacaklarmış, döşeğimizi suya sermeye!

 

Yemin etmişler; bize,

Mağaraları bile çok görmeye.

Yemin etmişler; bizi,

Gecelerden ve gündüzlerden sürmeye...

 

Yürüyeceklermiş üstümüze,

Kocaman filleriyle...

Ve, mıhlayacaklarmış çarmıhlara...

 

Görüyorsun ya, ey aşkım, ey sevgilim!

Bütün bunlar olacakmış...

Ama, ne gam!

Seninle tanıştım ya,

Seninle yoğruldum ya,

Seni sevdim ya...

Yemin ettim, senden ayrılmamaya

Ve, senin için ölmeye...

 

Korksunlar!

Hırsızlık, zulüm, ölüm ve korku üretenler!

Korksunlar!

Ölmeyi...

Ve, sonra dirilmeyi bilmeyenler!

 

Korksunlar!

Ellerindeki oyuncaklarına;

Yani kuyularına,

Yani mızraklarına,

Yani develerine,

Yani fillerine,

Yani ateşlerine,

Yani zindanlarına,

Yani çarmıhlarına... güvenenler!

İşte, biz buyuz!

Bu yollardan geliyoruz…

 

Biliriz, kuyulardan nasıl çıkılacağını

Biliriz, ateşte yanmamayı

Biliriz, suya döşeğimizi serip, yatmayı

Biliriz, fillerle savaşmayı

Biliriz, mızraklara karşı koymayı

Biliriz, “Ebâbil” olup uçmayı

Biliriz, “Siccîl” olup yağmayı

Biliriz, mağaralarda gizlenmeyi

Biliriz, açlığı susuzluğu

Biliriz, ölmeyi

Biliriz, dirilmeyi...

 

Ve;

Biliriz, “bilme”yi,

Tanırız, “bilmeme”yi.

 

Biliriz, konuşmayı da, susmayı da

Biliriz, EVET’i ve HAYIR’ı

Ne zaman ve nasıl söyleyeceğimizi de...

 

(Lyon, 19.06.2001)

«GEÇİLMEZ»LER …

İnsan öyle bilmecedir ki,

Çözülmeden İNSANLIĞA geçilmez.

 

Yaradan neler yaratmış, neler emretmiş

Eserler geçilmeden MÜESSİR’e geçilmez.

 

Ahh! ötekiler hep ötede, hep ötede

Onlarla BİR’leşmeden SAADET’e geçilmez.

 

Beynimi, kalbimi, rûhumu saran zincirler,

Hepsi kırılmadan KURTULUŞ’a geçilmez.            

 

Karanlıklar, âh bu karanlıklar

O’na kavuşmadan AYDINLIĞA geçilmez.

 

BEN, benim tek engelimdir,

Onu aşmadan BAŞKASI’na geçilmez.

 

BEN, bütün zamanların hastalığı,

Şifâ bulmadan SIRAT’tan geçilmez.

 

Yaşamak, yemek, içmek, uyumak...

Bunlardan geçmeden ÖTE’ye geçilmez.

 

Herkes her şeyi geçtiğini sanıyor, âh!

“Geçilmez”ler geçilir kılınmadan, EBEDİ MUTLULUĞA geçilmez…

 

 

(Mithat Dindar, Lyon, 03.11.2000, Cuma)

YÜRÜYEN MERDİVEN

Yürüsem, dursam, uyusam da

Sağa sola gitsem, gerisin geriye kaçsam da

Sanki yürüyen bir merdivendeyim

Durmadan yaklaştırıyor, beni oraya ve O’na...

 

Ne geleceğim soruldu

Ne de gideceğim sorulacak.

Dün gönderildim, yarın gönderileceğim…

Verilen izin, kısa bir temâşâ her manzaraya.

 

« Sahip olmak » mı?

O da ne?

Mümkün mü, gölgelere tutunmak?

Mümkün mü, yokluğa yaslanmak?

 

Ah aldatıcı manzara

Ah farkedemediğim yokluk

Ah büyük hırsız! Sen,

Nasıl da çaldın, beni benden.

 

Merdiven beni taşımakta; fakat, bensiz...

Ruhum lime lime

Serpilmiş yokluğun zerrelerine.

Ah şimdi nasıl toplarım, beni tekrar BEN’de...

 

Bir anlık temâşâ için bu itiş kakış niye?

Manzara bizim mi ki, kavga verile

Bizim olmayan bir âlem, bizim olmayan bir beden

Manzara içinde manzara, bir düşünsene...

 

Bir muammâdır; daldım, çıkamıyorum

Yoklukta kayboldum, kendimi bulamıyorum

Geceler kuşattı beni; çemberi yarıp

Şafak vaktine kavuşamıyorum...

 

Beni götürmekte olan merdivenim!

Daha fazla tutma beni, bu sahte manzaralarda

Daha hızlı, daha hızlı dön n’olur

Ulaştır beni oraya ve O’na…

 

(Lyon, 13.06.2001, Çarşamba)

“TİK-TAK’’LI DOSTLARIM !

Ah ! Saatimin ’’tik-tak’’ larını duydukça, vücud evime giren hırsızı hatırlarım hep… Sanki ’’tik’’ deyince evime giriyor, ‘’tak’’ deyince de ömrümün bir ânını çalıp(!) götürüyor…

Buna rağmen yine de onları seviyorum. Çünkü, hem girişinde hem de çıkışında beni haberdâr ediyor.

Bir de habersiz girip-çıkanlar var ki, işte o “sinsî hırsızlar”ı bir türlü sevemedim…

’’Tik-tak’’ lar;

Yeni bir ânı,

Her ânımın gerilerde kalışını,

Doğuşumdan uzaklaşıp, ölüm ânıma yaklaşmayı,

Durmaksızın çalışmayı,

Ötelerden gelen çağrıyı,

Bu gölge âleme fazla meyletmemem gerektiğini hatırlatır hep...

’’Tik-tak’’ lar mesajdır, uyarıdır...

’’Tik-tak’’ lar, her ânımın bir ’’lavhâ’’ üzerine kayıt sesleridir...

Evet,

’’Tik-tak’’ lı saatimi seviyorum.

O, benim için;

Zaman...

Hem uzaklaşmak, hem de yaklaşmak…

Gafletten uyarıcı bir arkadaş, hattâ gerçek bir dost…

“Varlığı” ve “hiçliği” hatırlatan bir uyarıcı…

Haberleri bana taşıyan postacı…

Yolumun işâret taşlarını döşeyen bir usta…

O, hiç durmaksızın göremediğim manzaraları, hissedemediğim duyguları, duyamadığım sesleri, hattâ çığlıkları… Dokunamadığım varlıkları, unuttuğum mesajları ve daha nicelerini  ‘’tik-tak’’ larıyla bana anlatmaya çalışan gerçek bir dosttur…

Gel ‘’tik-tak”lı saatim, gel!

Gerçek dostum, uyarıcım!..

Her yerde ve her zaman berâber olalım. Rahatsız olduğumu sanarak hayıflanma sakın! Bilakis memnunum… N’olur geceleri bile terketme beni!..

Geceleri her uyanışımda;

Varlığını-varlığımı,

Başlangıcımı-sonumu,

BİR’i-birleri,

KÜN-FEYEKÜN’ü,

Durmaksızın hatırlat…

Hatırlat ki;

Gaflette olmayayım…

Hatırlat ki;

Düşünmeyenlerden değil, az düşünenlerden bile olmayayım…

Hatırlat ki;

Şu gölge alemde kaybolmayayım…

Hatırlat ki;

Hatırlamanın, düşünmenin, duymanın, görmenin, hissetmenin, gerçeğe yürümenin, hattâ koşmanın, gerçeği yakalamanın…

VAR EDEN’in varlığında yok olmanın…

Yokluktan VAR OLAN’a kaçıp sığınmanın…

Villa evine değil kabir evine, hep yukarıya değil aşağıya bakmanın…

Uçana değil koşana, koşana değil yürüyene, yürüyene değil sürünene, sürünene değil sürünmekten bile aciz olana bakıp şükretmenin hazzını yaşayayım…

Bütün bu mesajları saklayan, engelleyen ve örten haber hırsızı ‘’tik-tak’’ sız saatler! Gidiniz! Bana asla yaklaşmayınız! Öte’lerden gönderilen haberleri engelleyen sizleri aslâ sevmiyorum!..

Gel ’’tik-tak’’lı saatim, gel!

N’olur, çıkış kapısına kadar beni yalnız bırakma!..

“Tik-tak“lı sâdık dostum…

Uyarıcım...

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör