Ahmet Taşgetiren

Gazeteci, Yazar

Doğum
26 Eylül, 1948
Eğitim
İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü
Burç
Diğer İsimler
Ahmet Maraşlı, Ahmet Rüstemoğlu

Gazeteci-yazar. 26 Eylül 1948, Kahramanmaraş doğumlu. Yazılarında Ahmet Maraşlı, Ahmet Rüstemoğlu imzalarını da kullandı. Akçakoyunlu İlkokulu, Maraş İmam Hatip Okulu, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (1970) mezunu. İlk yazısı 1963’te Gonca gazetesinde yayımlandı. Sonrasında Yeniden Milli Mücadele, Pınar, Türk Edebiyatı dergilerinde yazılar yazdı, yöneticilik yaptı.

1986 yılından itibaren Altınoluk dergisinin yazı işleri müdürlüğünü üstlendi. Günlük Bayrak gazetesinde, daha sonra da Tercüman gazetesinin yazı işleri kadrosunda çalışan Ahmet Taşgetiren uzunca bir süre de Zaman gazetesinde haftada bir yayımlanan makaleleri ile yer aldı.  1995’ten sonra Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Bir süre Kanal 7 televizyonunda yorumcu olarak görev aldı.

Ahmet Taşgetiren, son yıllarda Bugün gazetesinde yazılar yazdı ve Burç FM’de gündemi değerlendiren konuşmalar yaptı. 1990’dan sonrası dindar kesimler nezdinde adından en sık söz edilen, akl-ı selimine güven duyulan yazarlardan biri oldu.

ESERLERİ:

DENEME-İNCELEME: Sonsuz Biat (1990), Sistem Sancısı (1991), Rahmet Toplumu (1994), Laiklik Çıkmazı (1994), Yeni Bir İslâm Dünyası (1994), Müminde Ruhi Disiplin (1996), Altın Öğütler (1996), Mümin - Kâfir - Münafık (2000), Hüve’l Baki (2000), İnsan Krizi (2000), Müslüman ve Sistem Tartışmaları (2000), Türkiye’ye Karşı Türkiye (2000), Bu Toprağın İmamı (2004), Müslüman Kalabilme Davası (2004), Bir Gönül İnsanı (2004), Bizans’a Çağrı Yöneltmek (2004),Yüreğini Yokla Ey Dost (2005), İslam’ı Aşkla Yaşamak (2005), Din Dili Kalb Dili (2005), Rasulullah’a Kardeş Olmak (2008).

DERLEME: İslâm Kaynaklarından Altın Öğütler.

KAYNAKÇA: İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).

 

BUGÜN BAYRAM: YÜREĞİNİZ KAÇ PARÇA?

Bugün bayram; yüreklerin buluşma günü. Bir yüreğimiz olmalı, anne-babalarımızın yüreği ile buluşacak. Bir sıla-i rahim sıcaklığında... Ellerinden öperken Rabb'in rahmet iklimini iliklerimizde hissedercesine...

Bir yüreğimiz olmalı, fukara evlerine ulaşacak... Ekonomi alanındaki bütün zafer çığlıklarına rağmen, bu bayram sabahına delik ayakkabılarla giren çocukların yürek burukluğunu paylaşmak için... İşsiz babaların ezikliğini, bir türlü ucu ucuna getiremeyen annelerin yıkıklığını... Dile kolay, bu ülke nüfusunun yüzde 40'ının (26 milyon mu eder bu?) yoksulluk sınırının altında yaşadığını resmî istatistikler söylüyor... Ne yapar bayram günü bu insanlar, ne yer ne içerler, nasıl sevinir, nasıl gülerler? Nasıl bayram yaparlar? Yüreğimizin bir parçası onlarla kalmalı, "aç sabahlayan" komşu evde bayram yaşamalı, fakirliğin azabından bir yudum emmek için...

Bir yüreğimiz olmalı, deprem çadırındaki iklimi duyumsayacak... Kaybedilenlerin acısını, yaşayanların ıstırabını... Bir çocuk gülümsemesine ortak olabilmek için, kimsesiz kalmış bir annenin yalnızlığını birkaç saniye azaltmak için... Yüreğimiz bir tebessüm olmalı, bir kutu şekere dönüşmeli, bir küçük mendile sarılmalı, bir oyuncakla bütünleşmeli, bir dua haline gelmeli uzaktan da olsa, bir şefkat sağanağı haline gelmeli yüreğimiz. Ama mutlaka bir parçası orada, çadırlarda, tek odalı prefabrik sığınaklarda kalmalı...

Bir yüreğimiz olmalı, Çeçenya'da bombalar altında yaşayan, dağ yollarında donan, sığınaklarda bir Rus çizmesinin vahşetine maruz kalan insanlara ulaşacak... Bir yüreğimiz, kan kusan Rus saldırılarına rağmen kelime-i tevhid coşkusu ile direnen cihad erlerinin yürek pekliğini, itmi'nanını paylaşmalı... Bir parça yüreğimiz kalmalı Grozni'yi savunacak... Bir parçası yüreğimizin, Filistin'de konaklamalı bu bayram günü, Keşmir'de, Cezayir'de zindanları, azab mekanlarını dolaşmalı...

Bir yüreğimiz olmalı, Hasan Celal Güzel'i ziyaret için... Ayaş'ta bir küçük odaya hapsedilmiş bir millet adamının yürek kıvamına ortak olacak bir yüreğimiz olmalı... Onun kırgınlığını, küskünlüğünü, öfkesini, ama herşeye rağmen bitmeyen direncini, sabrını, hassasiyetini paylaşacak... Bir parçasını Ayaş Cezaevi'nde bırakmalıyız yüreğimizin, bir parçasını Bandırma'da Nureddin Şirin'lerle, bir parçasını başka Yusuf yurtlarında başka mazlumlarla birlikte...

Bir yüreğimiz olmalı Akif İnan'la Fatihalarda buluşacak... Ha düğün, ha bayram... Mevlana, Şeb-i Arus demiş göç gününe... Vuslat günü, Düğün günü... Eminim Akif İnan, ruz-i muayede diye bakmıştır irtihal-i dar-ı bekaya... Beka yurduna göç gününe... Bayramlaşma günü... Yoksa niye koşa koşa gitsin bu bayram arefesinde o âleme? "Canı Canan dilemiş, vermemek olmaz ey dil... Ne niza eyleyelim, ol ne senindir ne benim..." O, Sahibine uçtu gitti... "Biz Allah'a aitiz ve O'na döneceğiz" diyenler, "Ölmeden önce ölenler", "Benim namazım, kurbanım, diriliğim ve ölümüm eşi ortağı bulunmayan Allah'a aittir" diyenler, çağrıyı hazır kıta bekleyenler... Akif İnan onlardandı, Allah erlerindendi, şimdi bayramı orada yapıyor, ebediyyet ikliminde... Edebiyyattan başladı, ebediyyete uçtu... Sesi nutuk için yaratılmıştı, gönlü şiir için... İkisine de ulaştı... Böyle insanlar zaten yüreklerden parçalar alarak göçerler bir yerden göç edeceklerse, onun için bir parçası O'nunla birlikte olacak hep yüreğimizin.

Bir yüreğimiz kabristanlara uğramalı... Sıla-i rahmin bir başka boyutunda... Geçen günlere, aylara yıllara rağmen, sıcak sımsıcak muhabbet halinde hatıralaşan canları, cananları konuk etmeli bir yüreğimiz... Onlara ulaşma duygusunu yaşamalı, onlara selam taşımalı, onlara rahmet duaları göndermeli...

Bir yüreğimiz herşeye rağmen, başörtülü öğrencilerin yürek sızısını idrak etmeli, hoyratça ayaklar altına alınmış gençlik rüyalarını sahiplenmeli, ümitlerine ümit taşımalı gücü yettiğince... İnsan soyu ile birlikte varolan bir davanın gelecek bin yıllarda da varolacağına imanın emniyetini sunmalı... Bir bayrak yarışında yüreklerin sınandığı bilgisiyle, hep önde gidene, yere kapaklanmayana, ayakta kalana bakarak, yeni bayrak yarışçıları ulaşana kadar diri kalma çabasıyla... Allah'ın buyruklarını yaşayabileceği alan arayanları, onu, yoksa inşa etmeye çalışanları selamlamalı bir yüreğimiz, Hicret'i yoklayanları, ona sevdalananları selamlamalı, bastığı yeri İslam'la donatma kaygısında olanları... Yüreği avucunun içinde yaşayıp, utanmadan insanlar arasında dolaşmaya cesaret edebilenleri selamlamalı... 

EMİN IŞIK, İSMAİL KARAÇAM VE MEHMET ALİ SARI HOCALARLA... "KUR'AN SOHBETİ"

EMİN IŞIK, İSMAİL KARAÇAM VE MEHMET ALİ SARI HOCALARLA... "KUR'AN SOHBETİ"

 

AHMED TAŞGETİREN

 

-Ahmed Taşgetiren - Efendim Kur'an dostu üç hocamızla bir "Kur'an sohbeti" yapmayı düşündük. Sohbetimize Kur'an-ı Kerim ile beraberlik seyrini dinlemekle başlayalım isterseniz. Efendim ilk Kur'an öğrenişiniz ve Kur'an'la ünsiyetiniz nerelerde başladı? Daha doğrusu Kur'an'la özgeçmişinizi bizlere özetler misiniz?

 

Mehmed Ali Sarı - Efendim bendeniz, Bolu'nun Seben kazasının Tebe köyünde dünyaya geldim. O tarihlerde civarımızdaki tek ilkokul bizim köyümüzde bulunuyordu. Köyümüzün Hocası, Muharrem Efendi diye tanınan çok ihlaslı bir zattı. Bir de hoca efendinin yakın dostu Mustafa Gültekin adında bir ilkokul öğretmenimiz vardı. Kendisi Darul Hilafe'de okumuş, daha sonra da muadil okullara girememiş, geçiş dönemi ricalinden bir zattı...

Muharrem hoca, köyün çocuklarına Kur'an'ı Kerim dersleri verirken, biz de müthiş bir merak ile hoca efendinin bu eğitimine katıldık. Muhterem validemin yardımlarıyla Kur'an-ı Kerim öğrenimime ilk olarak surelerden başladım.

İlkokulu bitirdikten sonra çok ilginçtir, köyümüzün ilkokul öğretmeni benim hafız olmam için büyük teşviklerde bulunmuştur. Ki o tarihler, yani 1943'lü yıllar Kur'an okumanın yasaklandığı yıllardır. Babam da o tarihlerde Emin Sazak beyin çiftliğinde kahya olarak çalışmaktaydı. 1943 senesinde ilkokul öğretmenimizin gayretleriyle hafızlığıma başladım. Tabii ilk zamanlarda ilkokul öğretmenimizin Kur'an'ı Kerim'deki maharetini bilmiyorduk. Fakat sonra kendisinin son derece ehli Kur'an birisi olduğunu öğrendik.

Hafızlık yaparken, yasak olması sebebiyle hocam beni okutmaz sadece takip ederdi. Köyümüze sık sık jandarma gelir Kur'an eğitimi yapılıp yapılmadığını kontrol ederdi. Köylü, her jandarma gelişinde "acaba yine kimi götürecekler" gibi bir endişe içerisine girerdi. Böyle, jandarma baskınına uğrama endişeleri altında sekiz sayfaya kadar hafızlığıma çalıştım. Daha sonra köyden bazıları "ilkokul öğretmeni Kur'an öğretiyor" diye şikayette bulundular.

Hocamız bu şikayet üzerine çok korktu ve "oğlum sen artık bu köyde okuma, seni başka bir köye gönderelim" dedi. Yakınımızdaki köyde bir hafız efendi vardı, beni ona gönderdi. Derslerimi dinletmek için bu köye babamın bana tahsis ettiği bir merkeple gidip gelmeye başladım. Çok enteresandır hafızlığımı tamamlayıncaya kadar bu merkep benim hafızlık arkadaşım oldu. Köy bize iki saatlik bir mesafedeydi. Merkep üzerinde oraya giderken dersimi yapıyor, dönüşte de yeri ezberleyeceğim sayfaları hazırlıyordum. Sürekli olarak köye hep belli saatlerde giderdim. Köye her girişimizde bizim merkep sürekli anırırdı. Neredeyse bunu adet haline getirmişti. O hale geldi ki köylüler o saatlerde bir anırma sesi duyduğu zaman "bizim hafız geliyor" derlerdi.

Daha sonra Bolu'ya geldim ve hafızlığımı orada dinlettim. Ardından 1947 senesinde İstanbul'a geldim. Üç hafız arkadaş olarak bizi İstanbul'a bir tüccar terzi grubu getirmişti.

İstanbul'a gelince Sirkeci'de Bolu Oteli'ne yerleştik. Bizleri getiren terziler alışverişlerini tamamlayınca sıra bizlere geldi. Bizleri nereye bırakacaklarını düşünürken, Hafız Osman Akkuş hocaya götürmeye karar verdiler. Sonra hep beraber Osman hocanın yanına gittik. Yanlarına vardığımızda hoca efendi üç hafızı bir anda dinliyordu. Daha sonra bizleri getiren ahilerden biri "hocam biz bu çocukları sizin yanınızda okutmak istiyoruz" dediler. Hocaefendi kendilerine "şayet yatacak bir yer bulursanız ben okuturum" dedi. Daha sonra oradan Örücüler Camii İmamı Hafız Hilmi Efendi'ye gittik. O da aynı şeyleri söyledi, yer bulduğumuz takdirde bizleri okutacağını ifade etti. Yani koca İstanbul'da üç tane talebeyi barındıracak yer yoktu. Daha sonra büyük bir ümit kırıklığı içerisinde otele geri döndük.

Otele vardıktan sonra İstanbul dersiâmlarından Galip Efendi kaldığımız otele geldi. Bizi otelde görünce "oğlum siz kimsiniz, burada ne yapıyorsunuz?" diye sordu. "Efendim Bolu'dan geldik, filanlardanız."şeklinde kendimizi tanıtırken abiler de bu arada içieri girdiler ve onlar bizim hafızlığımızı biraz daha ilerletmek, Arapça vesair dini ilimleri öğrenmek maksadıyla geldiğimizi fakat yer bulamadığımızı anlattılar. Hocaefendi üçümüze şöyle bir baktıktan sonra beni işaret ederek "Bunun yeri hazır dedi. Bu arada ben de yer" bulamadık geri dönüyoruz" diye seviniyordum. Çünkü daha nede olsa 14-15 yaşında ana kuzusu idik. "Bunun yeri hazır" deyince beni hemen hoca efendinin eline tutuşturdular. Elimde bir bohçam vardı. Hocaefendiye "hocam bir bavul alalım da şu eşyalarımı içine koyalım" dedim. "Olur oğlum" dedi. Daha sonra Mercan yokuşunun oraya gittik ve Bolu'lu bir esnaftan 17 liraya kağıt bir bavul satın aldık. Tabii o tarih itibariyle oldukça pahalıya aldık bavulu.

Bavulu aldıktan sonra Karaköy'e geçtik. Galip Efendi, Galata Köprüsü'nün hemen yakınında bulunan, şimdi ise tamamen yıkılan bir camide ders vermekteydi, kendisiyle oraya gittik. Dersten sonra Galip Efendi beni Beyoğlu'nda lokantacılık yapan Hacı Salih'e götürdü. Hacı Salih efendi daha önce Galip hocaya "şayet hafızlık yapmak, okumak isteyen birini bulursan onu bana getir, ben onu okuturum" demiş.

Galip hocayla birlikte öğlen vakti Salih Efendi'nin yanına varınca "işte senin istediğin çocuğu getirdim" dedi. Salih Efendi Allah rahmet eylesin hocaya çok hürmet ve alaka gösterdi. Bizi bir masaya oturttu ve ikramda bulundu. Daha sonra Galip hoca beni bıraktı ve lokantadan ayrıldı. Salih Efendi bana "oğlum bak şu karşı tarafta Ağa Camii var, oraya git, akşam vakti buraya gelirsin ve eve gideriz" dedi. Akşam olunca beraberce Salih Efendi'nin Ayazpaşa'daki , önü bahçeli ve iki katlı evine gittik. Allah rahmet eylesin hanımı kapıyı açınca "bu da kim?" diye sordu. Salih Efendi de "altı çocuğumuz vardı, bu da yedincisi" dedi. Çocukların hemen hepsi benim yaşımda idi. Sonra erkek çocukların yattığı yerde bana da bir yer verdiler ve orada kalmaya başladım. Ağa Camii'nde hafız Rahmi Efendi'den ders görmeye başladım. 1951 yılına kadar "Kıraat-ı Aşere" okudum. Ağa Camii'nde cemiyetimiz oldu. Cemiyetimize Varnalı hafız Hamdi Efendi gibi muhterem zevat ta katılmıştı. Ağa Camii'nde bir iki yıl kaldıktan sonra 1951'lerde İmam Hatip Okulları açıldı. Hatırlıyorum İmam Hatiplerin açılışı bir ümid olarak mahfillerde şöyle bir esmişti.

Mahfillerde de o zamanlar Anadolu'dan gelen hafızlar kalırdı. Allah rahmet eylesin Mustafa Göl hoca da, bizim Çemberlitaş Atik Ali Camii'nin mahfilinde bir grup arkadaşıyla kalıyordu. Biz o dönemde bir ara mukabele okuma münasebetiyle Kastamonu'ya gitmiştik. Orada Mustafa Efendi'ye "ne yapacağız, İmam Hatiplerde okuyacak mıyız?" diye sorduk. Kendisi "tabi okuyacağız, bizim için açılıyor bu okullar" dedi. Ondan sonra kaydımızı yaptırdık. Benim bir yaş problemim vardı. Onun için biraz geç kaydoldum. Böylece İmam Hatip Okullarına ilk giren öğrenci olduk. İmam Hatip' ten mezun olduktan sonra Yüksek İslam Enstitüleri açıldı ve oraya kaydımızı yaptırdık.

 

İsmail L. Çakan - Hocam bu arada şöyle bir soru sorsam. O zamandan bu zamana Kur'an'la içice bulunuyorsunuz. Hiç memnun olmadığınız veya pişmanlık duyduğunuz oldu mu?

 

Mehmed Ali Sarı - Hayır efendim, kesinlikle olmadı. Aksine Kur'an bize iki kanat oldu ve bizi uçurdu. Kur'an sayesinde olmadık cemiyetlerde ve toplumlarda bulunduk. Kur'an eğitimi yaptığım dönemlerde hiç maddi bir sıkıntı görmedim.

 

Ahmed Taşgetiren - Hocam siz baskı dönemindeki insanları da sonrasını da gördünüz. İki dönem arasında nasıl bir fark müşahede ettiniz? Kur'an açlığından söz etmek mümkün mü?

Mehmed Ali Sarı - Bizim, sesi güzel bir arkadaş grubumuz vardı. Kazamızın camisinde Perşembe günleri Kur'an okurduk. Cami cemaatı "hafızlar erken gelir Kur'an okumaya başlar" düşüncesiyle bir-iki saat öncesinden camiye gelirlerdi. Yani cemaat Kur'an-ı Kerim'e açtı. Sırf Kur'an okuyoruz diye bizlere iltifat ederler, parmakla gösterirlerdi.

 

Ahmed Taşgetiren - İsmail Karaçam hocam biraz da sizin Kur'an'la olan özgeçmişinizi dinleyelim. Nerede, nasıl başladınız Kur'an öğreniminize?

 

İsmail Karaçam - Burdur'un Kayaaltı köyünde dünyaya geldim. 1943 senesinde ilkokula başladım. Malumunuz o tarihlerdeki yoğun baskı yüzünden Kur'an eğitimi yapılamıyordu. Bu arada Kur'an okumasını bilenler, imamlık yapacak olanlar, ölülerimizi yıkayacak olanlar birer birer aramızdan çekilip gidiyordu. Hatta "cenazelerimizi kaldıracak kimse kalmayacak, bizim oraların ifadesiyle mundar gideceğiz, ne olacak bizim halimiz ya Rabbi " diye halkta büyük bir teessür vardı. Derken 1946'den sonra bu baskılarda bir gevşeme başladı.

Biz ilkokulun üçüncü-dördüncü sınıflarında idik. Benim bu yola sülûk edişimde kendisine çok medyunu şükran olduğum bir amcam vardı. Allah rahmet eylesin bu amcam, İmamlık yapacak düzeyde değildi ama köyün camiini altmış sene boyunca hep o açmış ve temizliğini hep kendisi yapmıştır. Biz ve diğer amcalarımın evleri yan yana bulunuyordu. Kendisi camiye gitmek için evden çıktığı zaman bizim kapıya gelir "İsmail hadi emmim" diyerek beni çağırırdı.Sonra yanda bulunan amcamın evine gider diğer amcamın oğlunu çağırırdı. Onun adı da İsmail idi. O tarihlerde kendisinin oğlan evladı yoktu. Fakat daha sonra Allah ona da bir evlat ihsan etti onun adını da İsmail köymuştu. Rahmetli dedemin adının İsmail olması nedeniyle hepimizin adını İsmail koymuşlardı.

Bu camiye gidiş-gelişlerimiz bizi camiye iyice alıştırdı. Derken amcam bizleri ezana da alıştırdı. Dinleye dinleye cami İmamından ezanı öğrenmiştik. İşte "Tanrı uludur, Tanrı uludur diye okurduk. 1950'ye yani ezan aslına dönüştürülünceye kadar ezanı bu şekilde okuduk. İlkokulu bitirmeden köyün İmamı, bizim oraların tabiriyle "Vel'hafız" hocamdan yavaş yavaş Kur'an öğrenmeye debaşladım.

İlkokulu bitireceğimiz sene bizim köyden üç kişi bu dediğim hocamızdan hatim indirmişlerdi. Köyde kendileri için şâşâlı bir hatim merasimi yapılmıştı. Köylüler bu üç arkadaşı tekbirler, ilahiler eşliğinde köy meydanında dolaştırıyorlardı. İlkokul hocalarımız da, Allah hepsine rahmet eylesin bizim de hatim merasimine katılmamızı istediler. Biz de merasime katıldık. Üç arkadaş ta güzelce giydirilmiş ve süslenmişlerdi.

Allahû zülcelal o yaşımda fakire öyle bir Kur'an muhabbeti ihsan etmişti ki hiç unutmuyorum o üç arkadaştan ikisinin yanına gittim, birini bir koluma diğerim de öbür koluma aldım. O vaziyette köy meydanında yürürken biran kendimi sanki cezbe halinde hissettim. Allah Teala'dan "Ya Rabbi bana da Kur'an'ı hatmetmeyi nasip et' diye niyazda bulunuyordum. Gerçekten de bir hatim indirmiş olmaları sebebiyle bütün köylünün bu üç arkadaşımıza göstermiş oldukları ilgi ve alaka çok nazarı dikkatimi celb etmişti. Bir taraftan ağlıyordum bir taraftan bana da ihsanda bulunması için Allah'a yalvarıyordum.

Kur'an öğrenmeye karşı duyduğumuz bu istekle hem ilkokulda okumaya, hem de Kur'an öğrenmeye devam ettik. Bizim bu dönemdeki tedrisatımız köy enstitülerinin hızla devam ettiği bir devreye rastlıyordu. Bize Gönen Köy Enstitüsü yakındı. Köyümüzden de bir hayli okuyan vardı. İlkokul da, ablamla birlikte derslerimiz fena değildi. Ondan dolayı ilkokul öğretmenimiz, okullardan söz açıldığı zaman lafı döndürüp dolaştırıp bize getirir, "İsmail'in yerinde olsam muhakkak surette Gönen Köy Enstitüsü'ne giderdim" şeklinde bizi yönlendirmeye çalışırdı. Ben ise, o Kur'an öğrenme arzusu ve aşkıyla "hayır, ben hafız olacağım öğretmenim" derdim

1948 senesinde ilkokulu bitirdik. Bu arada köyümüzün İmamı köyden ayrılmak zorunda kaldı. Köyümüz hocasız kalınca, Kur'an okumasını bilen, hatim indirmiş, ama talim terbiye nedir bilmez dört arkadaş "Burdur'a gidelim de orada okuyalım" dedik. Burdur'da bir gayrı resmi Kur'an kursu vardı. O dönemde din adamlarının nasıl tahkir edildiğini, haysiyet ve şereflerinin nasıl tarumar edildiğini biz gözlerimizle gördük. Bunun en açık misali benim hafızlık hocamdır. Kendisi bir köyde hem İmam hem de öğretmenlik yapıyordu. Daha sonra, hocalığı galip geliyor diye öğretmenlikten atılmıştır.

Burdur'da vakıf malı olduğu halde satılan bir mescidde öğretim görüyorduk. Mescidi, camcılık yapan Yakup Efendi diye bir zat satın almış ve orayı dükkan olarak kullanıyordu. Kur'an eğitimi yapacak bir yer olmadığı için Yahya Efendi'den müsaade istendi. Allah razı olsun kendisi de buna müsaade etti. Ama bir yanda Kur'an eğitimi yapılırken bir tarafta da cam sandıkları yığılı bir vaziyette dururdu. Kur'an'ı Kerim'in, İslam'ın adeta garip kaldığı bu ortamda hafızlığımızı yapmaya çalıştık. Hocamızın adı Hüsnü Er idi, maaşı yoktu. Yörenin varlıklılarından bir zatı muhterem hocamızın halini bildiği için kendilerine az çok yardımda bulunurdu. Burdur fakir memleket olduğu için başka yardımda bulunan olmazdı. Ancak Kur'an'ı Kerim dersine gelen talebeler, Perşembe günleri "Perşembelik" diye on kuruş, yirmi kuruş dolayında bir para getirirler ve hocanın kürsüsünün üzerine bırakırlardı. Tabi, bu da ayrı bir acı manzara teşkil ederdi. İşte bu ortam içerisinde bir taraftan hafızlığımıza devam ediyor, diğer taraftan Burdur'un Ulu Camii İmamı Hamid Bilge Efendi'den de talim dersleri alıyordum.

Hafızlığımı bitirdikten sonra Burdur'da bir yerde görev almayı düşünürken o arada İmam Hatip Okulları açıldı. 1951 senesinde nerede okuyalım derken Kının'da da İmam Hatip Okulu açıldığını öğrendik. Ve orada okumaya karar verdik. Biz Kının'a gittiğimizde okullar açılmış ve kayıtlar tamamlanmıştı. Fakat Kının İmam Hatip Okulu'nun Müdürü çok muhterem bir zattı. Kendisi, Osmanlı döneminde, alay müftülüğü görevinde bulunmuştu. Okula geldiğimizde bize birer aşr-ı şerif okuttu. Ve okuyuşumuzu çok beğendi. Ardından "hemen sizin kaydınızı yapıyorum" dedi. Kaydımız yapıldıktan sonra dışarıya çıktık, duvarda ders programı asılıydı. Programda tarih, coğrafya hele matematik derslerinin olduğunu görünce benim ödüm patladı Ondan sonra yanımdaki arkadaşla birbirimizi kandırdık. Bu mektebe gitmeyelim dedik. Babalarımız memlekete dönüp yorgan-döşek almak için hoca efendiden müsaade istedi. Hep beraber memlekete geldik ama bir daha geri dönmedik.

Memlekete geri dönünce biçare vaziyette idik. Hafızlığımız bitmiş ama vazifemiz yoktu. Isparta'daki okula da gitmemiştik. Burdur'da bir kaç zengin hacı efendi gıyabımda "bu çocuğun sesi, edası fena değil bunu İstanbul'da okutalım" demişler. Bana da bu teklifi getirince sevinçten uçtum tabii. 1952 senesinde İstanbul'a geldik. Bu zevatın bütün bize yaptıkları da, sapan taşıyla atılan bir taş gibi İstanbul'un ortasına bırakmaları oldu. Bana Burdur'da söyledikleri "sana oturacak bir ev bulacağız, bir lokanta göstereceğiz orada yemeğini yiyeceksin ve sadece derslerinle ilgileneceksin" demişlerdi. Fakat ben bu zevata her zaman, "okumamda üzerimde hakkı olanlar" diye dua etmişimdir ve hala etmekteyim. 1952 senesinde İstanbul İmam Hatip Okulu'na kayıt olduk ve burada okumaya başladık. Bu arada Mehmed Ali gibi bir kaç arkadaşla birlikte aynı zamanda musikî dersleri almaktaydık. Allah rahmet eylesin Ali Rıza Sağman hoca bize iki sene boyunca mevlüd meşketmiştir. Yazın da Salih Şeref, Abdullah Aydın gibi hocaefendilerden arapça, fıkıh, usulü fıkıh gibi dersleri okurduk. 1959 senesinde İmam Hatip'i bitirdim ve o sene içerisinde açılan Yüksek İslam Enstitüsü'ne kaydımızı yaptırdık ve sonra da ilk mezunları olduk.

 

Ahmed Taşgetiren - Emin Işık hocam biraz da sizin Kur'an'ı Kerim ile buluşmanızı dinleyelim.

 

Emin Işık - Efendim bendeniz, Antakya'nın Tepehak köyünde doğmuşum. Babam bizim köyün İmamıydı. Dedem de aynı köyde uzun yıllar imamlık görevinde bulunmuş. Bildiğim kadarıyla altıncı dedeme kadar böyle İmam veya hafız idi.

O senelerde babam, çocuklara kışın Kur'an'ı Kerim öğretirdi. Bu arada köyümüze bir ilkokul açıldı bir de eğitmen olarak Ömer adında bir asker tayin etmişlerdi. Fakat İkinci Dünya Savaşı başlayınca köyde o zamana kadar askerlik yapmamış dokuz kurayı bir anda askere aldılar. Ayrıca dört-beş kura da silah altında bulunuyordu. Çok iyi hatırlıyorum, tam 13 kura, seferberlik yıllarına benzer bir şekilde askere alınmışlardı. Babam da yedek olarak askere alınanlar arasındaydı. Tüm bu askerler Ulaştırma Bakanlığı'nın emrinde yol yapımında kullanıldılar. Kışın çok soğuk, iş yapılamayacak günlerde izin verirlerdi. Böylece hem babam hem de köyümüze gönderilen asker eğitmen Ömer tekrardan asker oldu. 1944 senesinde ancak askerliklerini tamamlamış olarak geri döndüler.

Eğitmen Ömer okulu kaldığı yerden yeniden başlattı. Okul açılınca ben de babama okula gitmek istediğimi söyledim. Hatırlıyorum bir gün beş kuruşa bir defter ve bir alfabe kitabı satın aldım ve okula başladım. Bu arada demokrasinin geleceği 1946'lı yıllarda köylüler babamın tekrar Kur'an okutmaya başlamasını istediler. Köyümüzün biraz nüktedan bir Mahmud dayısı vardı, babama gelerek "Bizler bayramlarda ölülerimizin mezarında Yasin, Tebareke okuyoruz, bizden sonrakiler de gelecekler, bizim mezarımızda, Suna topu tut. Jale uyu uyu yat uyu, gibi şeyler okuyacaklar" derdi. Fakat babam cesaret edip Kur'an okutmaya başlayamadı.

Daha sonra babam köyümüzün muhtarına bir teklifte bulundu. Muhtarımızın benim yaşımda bir oğlu vardı, onun adı da Emin idi. Babam muhtar efendiye "eğer sizin Emin'i de Kur'an öğrenmeye gönderirseniz o zaman okutabilirim" dedi. Babamın böyle söylemesinin sebebi, muhtemel bir şikayet karşısında muhtarı da yanına almaktı. Böylece babamdan Kur'an okumaya yeniden başladık. Öğleden önce okula gidiyorduk. Öğleden sonra ise camiye bitişik, İmam odasında babamdan Kur'an'ı Kerim dersleri alırdık. Babam çocukları okuturken içimizden biri nöbetçi olurdu. Nöbetçi olan pencerenin kenarına oturur, yolu gözlerdi. Kaymakam, tahsildar veya ilkokul müfettişleri gibi herhangi birinin gelip gelmediğini kontrol ederdi. Köylüler, onlardan Azrail'den korkar gibi korkarlardı. Fötr şapkalı birisi yolun başında görüldüğünde nöbetçi hemen uyarır, sağa sola kaçışırdık. Yani netice olarak bendeniz kendi öz babamdan, kaçak olarak ve gözcüler altında ilk Kur'an'ı Kerim tahsilimi dramatik bir şekilde yaptım.

Bu dönemde akrabalarımız babama "bu çocuğun sesi güzel, niçin hafız yapmıyorsun" dediler. Babam da "ben hafız olacağım diye ilim bakımından mahrum kaldım, Emin' in de aynı durumla karşılaşmasını istemem, sonra nasıl olsa hafız olur" dedi. Halbuki işin aslı böyle değilmiş. İnsan kendi kendine hafız olamıyor, 15 yaşından sonra hafızlık yapmak ta zor oluyormuş. Yani hafıza tazeyken hafız olmak kolaydır. Ben biraz geç başladım onun da zaman zaman acısını çekiyorum.

1951 yılında İmam Hatip Okulları'nın açılacağı haberleri yayılmaya başladı. Babama "buralar fena mektep değil" dedim. Babam da "bunların ne yapacağı belli olmaz, dur bakalım mektep bir açılsın da okutulan dersleri bir görelim" dedi. Bir sene öyle bekledim. Yine pek göndermek istemiyordu. Zeki Ünal diye, hafızlığını tamamlamış bir arkadaş vardı, bizim yöreden bir tek o Adana İmam Hatip Okulu'na başlamıştı. Biz de ondan haber beklemeye koyulduk. Neyse Zeki, sömestr tatilinde geldi de kendisinden derince bir malumat aldık. Zeki' nin anlattıklarından babam da ikna oldu. Bu arada Zeki "senin sesin güzel neden hafız olmuyorsun, ben gelene kadar sen hafızlığa başla" diye bana teşvikte bulundu. Böylece hafızlığa başladım. Öğretim yılı başında, diplomalarımızı ve gerekli evrakları alarak Adana'ya gittik.

Allah rahmet eylesin İmam Hatip Müdürü İsmail Hakkı Efendi idi "Yaşı büyüktür ama şimdilik kaydını yapalım, bakanlıktan karar çıkar, çıkmazsa yaşını küçültürsünüz" dedi. Neyse ki yaş küçültmeye gerek kalmadan okumaya devam ettik.

Bu arada bir şeyi daha ilave etmek istiyorum. Hatay Türkiye'ye sonradan ilhak edildiği için, laik devrimin yoğun baskısı o dönemde Hatay'da yaşanmamıştır. Ama ilhaktan sonra sanki Hatay Türk değilmişçesine özel bir baskı altına alınmıştır. Babam şöyle bakardı, köyde fötr şapkalı birisi varsa ezanı bana okuturdu. Köyde kimse yoksa babam kendisi o güzel sesiyle ezanı okurdu. Yani ezan Türkçe okunuyorsa bütün köylü anlardı ki köyde bir devlet adamı var. Arapça okunuyorsa bizbizeyiz demekti. Bir gün müfettişler caminin penceresinin kenarında bir Amme cüzü buldular. Müfettiş "sizin köyün İmamı yasak harflerden Kur'an öğretiyor" diyerek imamımız hakkında dava açtırttı. Başta muhtar olmak üzere bütün köylüler "vallahi hoca Kur'an okutmuyor diye yalvardıysa da müfettişi ikna edememişlerdi. Müfettiş, suç delili olarak da caminin kenarında bulduğu Amme Cüzünü göstermişti. 1946'dan 1950'ye kadar dört sene, her iki-üç ayda bir hoca efendi, kazaya gider mahkeme karşısına çıkardı. Şahit yokluğundan mahkeme, şahitlerin bulunması için ertelenirdi. Hakim de korkusundan bir türlü davayı beraatle sonuçlandıramaz, açık tutardı. 1950'de umumi af çıktı da dava kendiliğinden düştü.

 

İsmail L. Çakan - Hocam 1940'lı yıllardan bu yana Kur'an'la içice bir hayatın içerisinde bulunuyorsunuz, şimdi şöyle bir geriye dönüp bu uzun süreyi tahlil edecek olursanız, insanımızın Kur'an'ı Kerim'e yaklaşımları, bağlılıkları, onu algılama ve hayatlarına intikal ettirme noktasında gösterdikleri gayretleri açısından nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?

 

Mehmed Ali Sarı - Bugün, müslümanlar Kuran'ı Kerim'in anlaşılması ve hayata geçirilmesi konusunda pek arzulu gözükmüyor. "İşte filan hafız güzel Kur'an veya mevlüt okuyor, çağıralım da dinleyelim" düşüncesinde insanımız, malesef bu noktada kalmış bulunuyoruz.

Okullarda çocuklarımıza bakıyoruz,mesela ilahiyat Fakültesi'nde yaptığımız Kur'an-ı Kerim derslerinde talebelerimiz ancak harfleri okumasını ve yazmasını doğru bir şekilde telaffuz etmesini öğrenmekle yetiniyorlar. Gayrı ihtiyari bir şekilde "işte Kur'an budur bütün bunları yapmak Kuran'ı Kerim'e hakkını vermektir gibi bir düşünceye kapılıyorlar. Halbuki tüm bunlar birer vasıtadır. Maksat ilk önce bunları öğreneceğiz, ondan sonra da hayatımızda uygulayacağız. Kanaatimce 1950den sonraki çalışmalar bu noktaya gelmiş değil.

Kur'an'ı Kerim'i öğretme, cemaatı yetiştirme, dinin bu dinamiğini hayata geçirme hususunda, dinî hizmet yapan personelin arzu ve merakları olduğu kanaatinde değilim. Mesela yakın zaman önce Eminönü Müftülüğü'nce düzenlenen, bir Hizmet İçi Eğitim Kursuna katıldım. Eminönü Müftülüğü ki Türkiye'nin en müstesna imamlarının bulunduğu yer demektir. İki yüz kişi kadardık. Ben bu kursa katılan hoca efendilere Kur'an ı Kerim'in manasını, mealini baştan sona okuyanınız var mı?" diye sordum. İçlerinden birisi çıkmadı. Şimdi imamlarımız bu seviyede olursa cemaatın hangi noktada olduğunu varın siz düşünün.

 

Ahmed Taşgetiren - Peki hocam bu noktada yani Kur'an'ın hayata geçirilebilmesi hususunda, mesela aile içinde veya toplumda neler yapılabilir?

 

Mehmed Ali Sarı - Tabii öncelikle bu bir eğitim meselesidir. Bu noktada mesela aile içerisinde haftada bir kez dahi olsa, Kur'an'ı Kerim'i daha iyi anlayabilmek ve hayatımızda tatbik edebilmek için mealler okuyarak Kur'an saatleri düzenlenebilir. Gerçi televizyonlu evlerde böyle bir çalışmayı yapmak zor gözükse de bunu gerçekleştirme noktasında bir gayret sarf edilmelidir. Aynı şekilde, arkadaş ve dost grupları bir araya gelip bu yönde bir çalışma yapabilirler. Bu tür çalışmalar yapılmıyor değil ama bunların yaygınlaştırılması lazımdır. Bu noktada iletişim araçlarından da yararlanabilinir. Mesela TGRT televizyonunda yayınlanan Orhan Karmış Bey'in programı oldukça faydalı ve gerçekten güzel bir örnektir. Bunların çoğaltılması ve geliştirilmesi lazımdır.

Kısaca, bu nesli "tatbikat ve mana şokuna" sokmak lazım diye düşünüyorum. Çünkü nesil yorgun, kendi harfinin telaffuzunu öğreninceye kadar enerjileri bitiyor. Yeni bir hamleyle anlam ve tatbikatına götürmek için genel manada bir çalışmanın yapılması gerektiğini düşünüyorum.

 

Ahmet Taşgetiren - Efendim Türkiye'de, Batı kültürüne ait bazı birikimleri bulunan, işte Amerika'yı, Avrupa'yı, Rusya'yı bilen, aydın diye nitelendirilen bir kesim var. Bu kesimin Kur'an'la olan ilgileri nedir? Bu konudaki müşahedelerinizi alabilir miyiz?

Emin Işık - Konuşmalarımızın başında Türkiye'nin harf devrimiyle beraber nasıl badirelerden geçtiğini anlattık. Aslında Türkiye'de sadece bir harf devrimi yapılmamıştır. Türkiye aynı zamanda resmen bir kültür katliamından geçmiştir.

Türk aydını dediğimiz adam Shakespeare'den az çok bir kaç sayfa bir şey bilir Hamlet'i tiyatroda seyretmiştir. Az veya çok Victor Hugo'yu, Sefilleri okumuştur. Bir takım batılı düşünürlerin isimlerini bilir. Fakat bunların hiçbiri Türk kültürüne ait değildir. Türk aydınının kendi kültürü adına bilebildiği tek şey, Yunus'dan bir iki mısra, tabi o da meraklıysa. Bu kesimin Süleyman Çelebi' den dahi haberdar olduklarını zannetmiyorum. Şimdi bu insanlara Türk aydını demek doğru değildir. Batı aydını demek dahi doğru değil aslında. Çünkü bir Fransız aydını İncil okumuştur, kendi tarihi ile ilgili malumatı son derece derindir.

Ama, mevlit okunurken dahi ağlayan, peygamberimizin doğumuna kendi çocuğu doğmuş gibi sevinen bir Türk halkı vardır.

 

İsmail L. Çakan - Hocam sizin Kur'an eğitimi almış bir insan olarak hangi sıkıntılı ortamlardan geldiğinizi az önce dinledik. Siz bu işin eğitim-öğretimini nasıl görüyorsunuz? Yani memleketimizdeki Kur'an'ı Kerim eğitimi-öğretiminin gidişatı nedir? Sizce ne yapılması gerekir? Çocuklarımız hıfz olarak Kur'an-ı Kerim ile dolarken Kur'an terbiyesini de alıyor mu? Yoksa zoraki eğitim gibi bir şey mi söz konuşu?

 

İsmail Karaçam - Ashab'ı Kiram vahyi ilahiyeyi evvela on ayet olarak ele alır, onu güzel okumasını öğrenir, ardından tecvidini öğrenir sonra kıraat inceliklerini, ihtiva ettiği ahkamı öğrenir son olarak da bu belledikleriyle amel etmeyi öğrenirlerdi. Tüm bunlar gerçekleştikten sonra ancak onbirinci ayete geçerlerdi. Bizim de bu metoda dönmemiz gerekmektedir. Fakat bizde uygulanan ne? Nerede akaide, ibadete, ahlaka ait hükümler var onlar öğretiliyor ama sıra ahkama ait ayetlere gelince esgeçiliyor. Bu metotla, din öğretimi yapıyoruz dersek bana göre yalan söylemiş oluruz. Asıl önemli olan, çocuklarımızın kafasına, vicdanına, kendisine ve diğer insanlara, yön verecek olan dinin hakiki hükümlerinin öğretilmesidir. Aksi takdirde din öğretimi yaptığımız söylenemez. Yalnız Kur'an'ı Kerim'in güzel bir şekilde okunmasının öğretilmesiyle bu işin olabileceği kanaatinde değilim.

 

İsmail L. Çakan - Sizin döneminizde Kur'an'ı Kerim öğrenmeye karşı duyulan iştiyakla, bugün öğrencilerinizin Kur'an Kerim öğrenmeye karşı duydukları iştiyak arasında bir kıyaslama yaparsak nasıl bir tablo ortaya çıkmakta?

 

Emin Işık - Efendim galiba yasak biraz heyecan getiriyor. Yasakların olduğu devirde daha fazla iştiyak olduğu kanaatindeyim. Serbest olduğu zaman nasılsa bunu ilerde öğrenirim, nasılsa yasak yok" diye ikinci plana atılabiliyor.

İkincisi ise güzel Kur'an okuyan insana toplumda verilen değer ayrı bir önem taşımaktadır. Benim babam gayet güzel Kur'an okurdu. Komşu köyde herhangi bir merasim olduğu zaman babam hemen davet edilirdi. Bazı merasimlere beni de götürürdü. Bu merasimlerde babam baş köşeye oturtulur herkes kendisine hürmet ve alaka gösterirdi. Günümüzde ise bırakın güzel Kuran okuyana hürmet ve alaka göstermeyi, Bilali Habeşî'yi getirseniz dönüp bakılmayacak duruma gelinmiştir. Çok çok bir iki tane irfan sahibi işte "hocam diline sağlık" der ve teşekkür eder durumdadır.

Bendeniz daha gençken Beyazıt Camii ve Topkapı'da mukabele okurdum. Edirne'de düzenlenen Kırkpınarlar'da zurnacıbaşılık yapan meşhur zurnacı Emin vardı. Kendisi konservatuar mezunu olduğu için bütün makamları ve icra tekniklerini bilirdi. Zurnayla taksim yapan bir kimseydi. O zat benim mukabele okuduğum camiye gelir can kulağıyla mukabeleyi dinlerdi. Mukabeleden sonra yanıma gelir "hocam o gösterdiğiniz Hüseynî öyle güzel oldu ki, o hicazkar bir şahaneydi, tadına doyamadım" gibi memnuniyetini ifade ederdi. Cemaat içerisinde böyle üç tane adam olsa yeter. O dönemde camii sadece Kur'an dinleme yeri değildi. Radyonun televizyonun olmadığı devirde camii adeta musikî ziyafetine meftun olanların musikî ihtiyaçlarını karşılama yeriydi.

Bu arada bir noktayı daha hatırlatmak istiyorum. Kur'an'ı Kerim'in yaşaması için mutlaka mukabele geleneğinin canlandırılması lazımdır. Beyazıt caminde bir günde üç yüz tane mukabele okunurdu. Ben Teşvikiye camiinde müezzinken kırk tane hafız gelirdi mukabele okumaya. Mukabelelere saat onda başlanır, akşama kadar sürerdi. Pek çok meşhur sanatçı da gelir bu mukabeleleri dinlerlerdi. Hatta aralarında okuyan dahi bulunurdu. Münir Nureddin Selçuk her cuma Teşvikiye camine gelirdi. Kendisine arada bir iç ezan okuturduk. Bu arada enteresan bir hatıramı da zikretmek isterim. Bir Ramazan, Sadettin Kaynak Beyin okuduğu bir mukabelede dinleyenler arasında sanatçı Adile Naşit'in babası da bulunuyordu. Birara Naşit bey aşka gelip "Allah" diye bağırınca kafasını dibine oturduğu sütunun keskin tarafına çarpıp şarıl şarıl kan akmıştır. Yani diyeceğim o zamanlar aşk ile şevk ile Kur'an'ı dinleyen cemaat oldukça fazlaydı.

 

Mehmed Ali Sarı - Müsade ederseniz ben de bu sorunuza katkıda bulunmak isterim. Şahsen bugünkü nesilde eski insanların Kur'an'ı Kerim öğrenmeye karşı duydukları şevkin bulunmadığı kanaatindeyim. Bu kanaate talebelerimizden ve etrafımızdaki gençlerden varıyorum. İnsan ilk önce kendisiyle kıyas ediyor. Ben İmamlığımı yaptığım, Ağa caminde yatar kalkardım. Hergün Hafız Kemal Batanay'dan musiki dersleri almak için Galatasaray'daki tünele kadar yürürdüm. Oradan Karaköy'e iner, vapura binip Kadıköy'e geçerdim. Onca zahmetle hoca efendiye gittiğimizde icabında hocanın hanımı çıkar, "hocanın bugün misafirleri var yarın gel" derdi. Ben de döner ertesi gün tekrar giderdim. Bugün fakültede sesleri ihtimama değer öğrenciler görüyorum. Bu öğrencilerime " oğlum bakın ben falan yerdeyim, gelin biraz daha okuyalım". Kız olsun erkek olsun hiçbirinden bu teklifime olumlu cevap veren görmedim. Bizim talebelerimizin birinci derecedeki dertleri not. Hesapları bunun üzerine kuruyorlar.

 

İsmail L. Çakan - Eskiden sadece hocalara mı ihtimam gösteriliyordu? Yeni yetişmekte olan hafızlara da zannedersem daha farklı muamelede bulunuluyordu.

 

Emin Işık - Evet gerçekten de eskiden Kur'an eğitimi gören, hafızlık yapan çocuklara da ayrı bir ihtimam gösterilirdi. Mesela benim hafızlık yaptığım sıralarda, arkadaşlarımızla "birdirbir" gibi bir takım oyunlar oynarken, arkadaşlarımız beni oyundan çıkartırlardı. Ben de atlamak isterdim fakat onlar "sen canlı Kur'an sayılırsın üzerinden atlanmaz" der müsaade etmezlerdi.

 

Mehmed Ali Sarı - Bunu şahsen ben de yaşamışımdır. Hafızlık yaptığım yaşlarda, köy pınarına giden bir yol üzerinden geçerek camiye giderdim. Eğer suya giden kadınlar beni, taa uzaktan görürlerse, önümü kesmemek için beklerlerdi. Ben geçtikten sonra yollarına devam ederlerdi. Ben de utancımdan çabuk çabuk geçer onları daha fazla bekletmek istemezdim.

 

Ahmed Taşgetiren - Peygamber efendimiz "beni Hud suresi ihtiyarlattı" buyuruyor. Sizlerin de Kur'an'ı Kerim öğreniminizde böyle ağırlığını hissettiğiniz bir ayet var mı?

 

Emin Işık - Ben şahsen Kur'an'ı Kerim'in mucize olduğunu ortaya çıkaran hadiseler yaşadım. 1960 senesinin yazındaydı. Yatsı namazı kılmak için bekliyorduk. Orada Hikmet isimli hafızlığa çalışan 14-15 yaşında bir öğrenci vardı. Bu çocuğun annesi vefat etmiş babası da başka bir hanımla evlenmişti. Üvey annesi evde çocuğa pek huzur vermemiş, o da İstanbul'a gelmişti. Kendisi camide yatıp kalkar, caminin temizliğini yapar, aynı zamanda hafızlığını sürdürürdü. Bir gün camide kendisini dinliyordum. "Kim Allah Teala'ya takva ile bağlanırsa Allah ta kendisine bir takım kapılar açar, ona rızkını hiç hesap etmediği yerden gönderir" ayetine gelince, kendisine moral olur düşüncesiyle bu ayetin manasını açıklamaya çalışıyordum. Ben daha "bilmediğiniz, hesap etmediğiniz yerden" diye cümlemi tamamlamak üzereydim ki bizim kapının zili çaldı. Kibar bir beyefendi, sorumlu bir kimse aradığını belirtti. Ben de kendisine caminin müezzini olduğumu söyledim. Bu beyefendi caminin yanından geçerken ışığın yanık olduğunu görünce geçmişlerinin ruhuna bir Yasin okutmak isteğini bildirerek bir zarf uzattı. Bizim hafıza "Allah Teala ayetin manasını canlı olarak gönderiyor dedim ve zarfı kendisine verdim.

 

İsmail Karaçam - Ben Cenabı Allah'a hep şöyle dua ediyorum: "Ya Rabbi eğer izzetime dair bir şeyim varsa ben onu Kuran'ınla kazandım. O'nunla lütfettin. Kur'an sayesinde herşeyim oldu. Bu dünyada olduğu gibi ölüm anında da, kabirde de, mahşerde de, cennette de beni Kur'an'sız bırakma yarabbi" diye dua...

KAYNAK: Emin Işık, İsmail Karaçam ve Mehmet Ali Sarı Hocalarla... "Kur'an Sohbeti" (Altınoluk Röportaj, 1996 - Mart, Sayı: 121, Sayfa: 16).

İŞTE TAŞGETİREN’İN BUGÜN STAR'DA YAYINLANMAYAN YAZISI

İŞTE TAŞGETİREN’İN BUGÜN STAR'DA YAYINLANMAYAN YAZISI

 

Hilal Haber

 

Star gazetesinden ayrılan Ahmet Taşgetiren bugünkü 'Şebekeye iki isim daha' başlıklı yazısında 'Yahu Gülerce sen ne zaman böyle oldun? Nedir o Cem Küçük’ün seni aklamak için kullandığı büyük harfle “DEVLET’in adamı” tanımlaması?' dedi. 

   

İşte o yazı:

 

Bu Hüseyin Gülerce benim arkadaşım.

Kendisi F.G.’nin yanında ve “25 yıllık hayatımın en onurlu işi Hocaefendi’yi tanımak” derken, zaman zaman “Bu kadar sözcü konumunda gözükme. Sözcü değilsin ama hep öne çıkıyorsun” dediğim arkadaşım. O zaman “Sözcü”lüğün kredisini çok yararlı gören arkadaşım.

28 Şubat günlerinde merhum Erbakan hoca, Refah’ın kapatılması davasında Anayasa Mahkemesi’nde savunma yaparken çenesinin altında biriken ter damlacıklarını “Vaktiyle düzgün siyaset yapsaydın şimdi böyle terlemezdin” mealinde bir yazı ile değerlendiren (!) arkadaşım. Bu yaklaşım F.G.’nin “Çekil artık” dediği zamanlara denk düşmekteydi.

 Gülerce, benim o zaman Yeni Şafak’ta “Gül’den öte” başlığı altında yazdığım yazıda, “Hallac Mansur darağacında taşlanırken en çok dostun attığı gülden incinmiş. Gülerce’nin bu yazısı dostun gülü bile değil. Bu samimi bir davranış değil” dediğim için “Sen benim samimiyetimi sorguluyorsun” yaklaşımıyla bana küsen, aylarca konuşmayan arkadaşım. 17–25'ten çok sonra uyanan arkadaşım.

Ama Cem Küçük’ün şehadetiyle öyle “DEVLET”lû olmuş ki, şimdi dostlarını biçmeye başlamış.

Samimiyetini şimdi de mi sorgulamayayım.

Bana karşı Tayyip Erdoğan’ı savunmak!

Sen ne zaman geldin oraya arkadaşım? Star’da meşruiyet sağlamanın yolu olarak mı gördün yoksa bunu?

Her gazetenin yayın çizgisi olurmuş da, orada ona uyum sağlamak lazımmış da, Star’ın ve Sabah’ın da bir yayın çizgisi varmış da, o gazetelerin yayın çizgisine uymayan, “gazetedeki arkadaşları üzen, okuyucuyu tedirgin eden” yazılar yazılmazmış da…

Vay vay vaayyy! “Terbiyeli ol ey yazar!” raconu olsa gerek bu.

Bana yolu gösteriyor Gülerce arkadaşım!

Bunu pek çok trolden okumuştum, şimdi Gülerce’den okuyorum. Bravo arkadaşım.

Belki bir gün yine trollerden iktibasla “Taşgetiren niye dışarda” diye yazarsın. Gül atmaya alışkın olduğun ayan beyan görünüyor.

Yahu Gülerce sen ne zaman böyle oldun?

Nedir o Cem Küçük’ün seni aklamak için kullandığı büyük harfle “DEVLET’in adamı” tanımlaması?

 “Zor yazı”ymış. İnanmıyorum, çok kolay yazmışsındır bu yazıyı.

Benim okuyucu nezdindeki yerime bakacağına kendi yerine baksana. Bir yerlerde yer edinme telaşına ne demeli?

 “28 Şubat’ın acımasız Erbakan düşmanlarından destek almanız” diye bir cümle kurmuşsun. Ne diyeyim ki? Şimdi ben senin için “İyi adamdır” desem ne olacak? Senin “Erbakan Hoca’nın çenesindeki ter damlaları” için yazdıkların ne olacak? Benim “Seni seviyoruz savunan adam” diye yazdığım günlerde yazdın sen onları. Ben, Erbakan’ın kendisinin değil davasının yargılandığını düşünerek yazdım “Seni seviyoruz savunan adam” diye. Sen niye yazmıştın ter damlalarını?

 “Tayyip Erdoğan’ın ayağına taş değmesin” diye de yazdım ben. Yüzüne karşı da söyledim “Tayyip Erdoğan Tayyip Erdoğan’dan ibaret değil” diye. “O düşerse hep düşeriz” dedim. Burada da insanı kutsallaştırmak gibi bir düşüncem yok. Açık söylüyorum içime sinmeyen, doğru görmediğim bir noktada da eleştiririm. Bunu da davam için yaparım. Tayyip Erdoğan’ın bundan düşmanlık değil, dostça uyarı okuduğuna da inanırım.

Bir insanın mahkemede terlemesinden kınama çıkaran adam neyi yapıyor peki?

Bana göre bir şebeke var, Cem Küçük’lerle TGRT’de başladı Taşgetiren’e saldırı, Star’da devam ediyor. Gülerce de o şebekeye dahil olduğunu belirtmiş oldu son yazısıyla. Bu yazıdan utanacak. Başka şey söylemem.

Metiner’e gelince… Elhamdülillah o şimdi Ak Parti’de ve Tayyip Erdoğan’ın çevresinde. Allah herkesi zihinlerinin üzerinden 28 Şubat buldozeri geçilmesinden korusun. İnsanlar savrulur savrulur. Kimi zaman radikal İslamcı olur, kimi zaman sosyalist Kürtçü partinin başkan yardımcılığına gelir, kimi zaman Şeriat — Demokrasi arasında gider gelir, kimi zaman “Biatsa biat” der… Dilerim durulmuş olsun.

Cumhurbaşkanı Erdoğan dedi ki: “Kimse benim adıma racon kesemez.”

Ben de derim ki: Kenara çekilin de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üzerine gölgeniz düşmesin.

 Gülerce’nin 25 yıl sonra ne diyeceğini, Metiner’in kime biat edeceğini çok merak edeceğim. Çirkin kelimeler kendilerine iade.

KAYNAK: (hilalhaber.com, 22.09.2017).

‘YEŞİL KEMALİST DÜZEN’

“Türkiye’nin gündemini Nagehan Alçı mı belirleyecek?” türü bir tepkiyi anlarım.

Ama ortaya konan iddia, olan biten hadiselerin mantığını izah niteliğine büründüğünde gündeme getirilen şeyi görmezden gelemezsiniz. En azından iddia edilen şeyi iktidarın görmezden gelmesi mümkün olmaz.

Nagehan Alçı hadiseyi her ne kadar CHP içinden kimi (Tunç Soyer, Canan Kaftancıoğlu, Özgür Özel gibi) isimlerle bağlantılı olarak seslendiriyor, bu arada Ekrem İmamoğlu’nun da hatırını soruyorsa da, asıl yaptığı iktidarın konumuna ve devlet yönetiminin niteliğine ilişkin tespittir.

Konu Habertürk’teki bir tartışma ile başladı. Alçı orada söylediklerini Habertürk’ün internet gazetesindeki yazısıyla detaylandırıyor. Özetle söylediği şu:

-Türkiye’de bir yeşil Kemalist düzen var. Buna Batı’da “Esteblishment” deniyor, bizde “Müesses nizam – Devlet mekanizması” denilebilir. “Kurulu düzen”in eski ifadesi.

-Bu iktidardan farklı bir şey. AK Parti sistemin çok önemli bir aktörü ama geçmişte kendine karşıt olan devlet aktörleriyle zorunlu bir uzlaşma içinde davranmak durumunda kalıyor.

-Devlet mekanizmasının dindarlarla uzlaştığı bir oluşum söz konusu ve bu Batı’da “Yeşil kemalizm” olarak tanımlanıyor.

-Nagehan Alçı, bu yapının CHP’den bazı isimleri tehlike olarak gördüğünü ve onları her fırsatta silkelediğini iddia ediyor. Ona göre Tunç Soyer, Canan Kaftancıoğlu gibi isimlerin gündeme taşınması bu yüzden. Mansur Yavaş ise kabul edilebilir konumda.

Şu ifadeler de o yazıdan: “İktidar zannedilen bazı siyasetçiler ise kimi devlet kurumlarından inanılmaz derecede korkarak yaşıyorlar….. Günümüz Türk siyasetini derinlemesine anlamak isteyenlerin önce bunu kavraması gerekiyor.”

Alçı’nın yazısı ilk planda CHP’li kimi isimlere yönelik “Devlet mekanizmasının uyarısı ya da tehdidinin nakledilmesi” gibi görünse de asıl olarak iktidarın niteliğine yönelik kanaatleri ortaya koyuyor.

Hani bir “Derin devlet” vardı. Hep sorardık “Derin devlet var mı? Varsa nedir? Kimlerden oluşur? Ordu, MİT neresinde bu yapının? Ak saçlılar diye bir şey var mı?” diye. Ben 18 yıllık iktidarından sonra son zamanlarda “Ak Parti derin devleti ne yaptı? Böyle bir şey varsa Tayyip Erdoğan derin devlete tahammül mü ediyor?” diye sormaya başlamıştım. Devlet Bahçeli ve Doğu Perinçek ile ilişkiler ve Ak Parti’nin girdiği “Güvenlik öncelikle mecra” klasik Ak Parti’den başka bir şeyin devreye girdiğini, artık “Kemalist devlet refleksi” sergilendiğini gösteriyordu. Birkaç kişiye sordum, kimse net tanımlayamıyordu.

İşte apaçık söyleniyor: Yeşil Kemalist bir yapı var.

Şu yukarda ifade edilen tespitlerin en başta Tayyip Erdoğan’ı ilgilendirdiği açık. Sonra Ak Parti’nin tüm yapısını ve Ak Parti’ye oy veren tüm insanları.

Sonuç itibariyle “Paralel bir yapı”dan söz ediliyor. Eskiden bir seçimle gelen “Hükümet” ten bir de “Devlet”ten söz edilirdi. “Hükümet böyle düşünüyor ama bakalım Devlet ne düşünüyor” denirdi. Cumhurbaşkanlığı, TSK, Anayasa Mahkemesi, Danıştay vs… büyük harfle “Devlet”in halk iradesi üzerindeki denetim unsurları idi. “Ak Parti bu yapı ile mücadele etti, etti, Cumhurbaşkanlığını, TSK’yı, AYM’yi, düzene soktu, sonunda iktidar oldu” deniyordu. Meğer bir arpa boyu yol mu kat edilmiş? Sonunda “Mekanizma”nın içine mi düşülmüş?

Mekanizma her türlü oyunu bertaraf edip kendi oyununu hâkim kılacak ölçüde usta bir oyuncu mu imiş?

Buralardan bakıldığında işin sadece Tunç Soyer, Kaftancıoğlu, İmamoğlu “hassasiyeti”nden ibaret olmadığını görmek tabiidir.

Onlarla ilgili hassasiyetin bile sandıkla, seçimle, millet iradesi ile doğrudan bağlantılı olduğunu, sonuçta “Devlet mekanizması”nın millet iradesi ile sorunlu olduğunu düşünmek gerekiyor.

Tabii o yapının nerelerde hangi örgütsel mekanizma halinde bulunduğunu, diyelim Tayyip Erdoğan’a nasıl nüfuz ettiğini, neyi nasıl düzelttiğini, o yapının “Türkiye’nin çıkarı” denen şeyi nasıl okuduğunu, hep doğruyu nasıl yaptığını, doğru yapmadığında onu kimin tashih ettiğini, o yapıya başka nüfuzlar olduğunda bunun nasıl süzüldüğünü anlamak da gerekiyor.

Tabii “Yok böyle bir şey” demek de mümkün. “Tüm yorumlar boş” demek de. “İktidar her şeye hakim” demek de. “Derin yapı her şeye hakim olsa milletin eğilimlerini de doğru okur” demek de. “Reis bugüne kadar birçok çevre ile ilişki kurdu, onların gücünden istifade ederek tehlike odaklarını tasfiye etti, Derin – Merin her ne ise onlarla ilişkisi varsa bile bu da önceki paralel yapılar gibi vakti zamanı gelince tasfiye edilecektir” gibi sür-reel bakmak da…

Tartışmayı görmezden gelmek mümkün değil. Bakalım daha kimler katılacak tartışmaya?  

(Ahmet Taşgetiren / ‘Yeşil Kemalist düzen’ (25.06.2020) 

 

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör