Şair. 4 Aralık 1946, Gülşehir (Arapsun) /
Nevşehir doğumlu. Bakırköy Lisesi (1966), Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih
Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü mezunu. 1968-74 yılları arasında TRT’nin
Erzurum, Van ve Hakkari radyolarında prodüktör ve spiker olarak görev yaptı.
Daha sonra Halk Sigortanın satış bölümünde (1975-80) çalıştı ve Sigorta
Acenteliği yaptı. 1980 yılında Tan Yayınlarını kurdu ve aylık Tan şiir
dergisini çıkardı.
“Rüzgârlı” adlı ilk şiiri 1966 yılında Soyut dergisinde; diğer şiirleri
Soyut (1966-74), Türk Dili (1967-90), Sanat Dergisi (1975-76),
Oluşum (1976), Türkiye Yazıları, Yusufcuk, Tan (1981-82),
Sombahar (1993), Edebiyat ve Eleştiri (1995-), Sonsuzluk ve Bir
Gün (2005) dergilerinde yayımlandı. 1971 yılında tek şiir dalında TRT
Başarı Ödülünü, 1975 yılında üç şair ile birlikte Milliyet Sanat
dergisinin Yılın Başarılı Şairi Ödülünü, Bir Denizin Çekildiği Bütün Kıyılar
adlı eseriyle 1981 yılı Türk Dil Kurumu Şiir Ödülünü, toplu şiirleri Küflü
Şimşek ile 2000 Akdeniz Altın Portakal Şiir Ödülünü, Çevre Çitin
Üzerinde Yağmur ile 2006 Behçet Necetigil Şiir Ödülünü aldı. Dil Derneği
üyesidir.
1960’lar şiirinin etkisiyle başlangıçta İkinci
Yeniyle gelen imgecilik ve siyasî tanıklıkların bileşimi bir şiir yazdı. Bu
çizgiyi sonraki yıllarda, şiirde metafizik bir arayış olarak nitelenebilecek
bir yere taşıdı. Bu özelliğini, Veda Vezinleri’nde iyice
belirginleştirdi. Eski tarz şiirle ilgilendiği, bu nedenle 1960 Kuşağı içinde
düşünülmesinin güçleştiği ileri sürüldü. Orhan Koçak, bazı negatif teolojileri
anımsatsa da Taner’in şiirinin asıl ilkesinin ne mutlak olumlama ne de mutlak
inkâr olduğunu ileri sürdü.
“Taner’in şiirinin geometrik farklılığı
uzayının düşünülüp durmadan tartılarak gerçekleştirilmiş olmasından
kaynaklanır. Şüphesiz, bunu geniş ölçüdeki içerikteki aritmetik düzen de
belirler: Ritmik doku, yoğunlaşmaların bütüne dağılımı, ses ve renk
zorlamaları. Aruz, onda büyük bir sıkıntının, altedilmez bir iç sıkıntısının
sigortasıdır.” (Enis Batur)
“Günümüze dek ulaşan yarım yamalak
görüntüleri, anımsayabildiklerini şiirine ustaca yediriyor Mehmet Taner. Onun
şiirlerinde Aruz tadı, şarkı güftesi esintisi öne çıkar. Böyle olunca onun dili
‘cenin dili’dir elbette. O ‘kılcal zamanda’ yol aldırır şiirlerine ‘suzinak’a
sığınıp. Usta kendi görüntüsünü yıllarca korumuş ‘Rıza Hançeri’, babasının
anısıyla, meraklarıyla şiirinde imgeleşir. ‘Sürmene işi kamalar da asar’ babası
duvarlara. ‘menekşe tohumlarını’ koyduğu ‘Mercan kâse’ unutulmayan bir başka
anının parçasıdır. ‘lokum kutuları’nda biriken tatlar gibidir ‘Mızıka’da.
Şiirden şiire geçerken tünelin solgunluğunu duyumsamamak ne mümkün! İşte o
solgun tünelden çıkınca şiirseverler ‘Aslanağzı, şakayık/ Karanfil/ ve
çinkaranfilleri, menekşeler, şebboy/vişne ağaçları, ıhlamurlar, kayısı’yla burun
buruna geliverirler. Çocukluğun nehirleri uzaklarda usul usul aksalar da, ömrün
sulanmış bahçesinde ‘aşk’ kendine her zaman sıcak koyaklar bulur ve kendini
kolay kolay unutturmaz. ‘Aşk’, Öyle ya, ‘Geçen Yılın/ Tek Menekşesi.’dir şairi
‘hayata’ geri verdiği sırada.” (Gültekin Emre)
“Bir Denizin Çekildiği Bütün Kıyılar (1980) ile Arka Oda’yı (1981)
ilk okuduğumda, Mehmet Taner’in şiirini hiçbir zaman tam anlayamayacağımı,
hatta düpedüz anlayamayacağımı düşünmüştüm. Ama bu düşünce rahatlatmamıştı
beni: Bir yükten kurtulmuş gibi değil, tersine daha büyük yük almış gibi
hissediyordum kendimi. Anlamamanın, anlayamayacak olmanın verdiği rahatlama
yabancım da değildi üstelik: Örneğin Metin Eloğlu’nun Ayşemayşe’sinin kapısını
hiç aralayamayacağımı bilmek, çok tanıdık bir yetersizlik duygusunun ötesinde
yeni bir huzursuzluk kaynağı yaratmamıştı. On dört yıldan sonra Taner’in yeni
kitabı Dip’i okumak da bu izlenimi değiştirmedi. Şiir yine anahtarlarını benden
esirgiyor, dahası, yeni kilitler, demek yeni imkânlar ve yeni borçlar
doğuruyordu. Şimdi, toplu şiirlerin yayımlanması, belli bir aydınlanma sağlar
gibi. Bunun, Taner’in şiirlerinde de sık sık beliren o tuhaf, tanımsız ışığa
çok benzediğini söyleyeceğim. (…)
“Aynı şairin elinden çıkan şiirlerin zamanla derişmesi beklenir.
Bu derişmenin farklı biçimleri ve bu biçimlerin de bazı metaforik adları
vardır: Şiirin bir veya birkaç ‘eksen’ üzerinde ilerlediğini, hep bu
‘eksen(ler)e’ yerleşmek için çalıştığını ya da sonradan kendisine bir eksen
yarattığını, bir geçmiş ve bir yöneliş icat ettiğini söyleriz örneğin. Zaman
içinde bazı merkezî motifler veya biçim öğeleri belirginleşmiş olabilir. Bir
‘yıldızkümesi’ imgesine de başvurabiliriz: Eksik ya da görünmeyen bir merkezin
çevresinde kümelenmiş bir motifler topluluğu. Ama bunlar, sonuncusu bile,
Taner’in şiiri hakkında pek bir şey söylemeyen yaklaşımlar bence. Kendi
tuhaflığından kaçmayan, tuhaflığını onarmaya çalışmayan bir şiir karşısındayız.
(…) Mehmet Taner’in yeri belirsizdir.” (Orhan Koçak)
ESERLERİ (Şiir):
Sunak (1978), Bir Denizin Çekildiği Bütün Kıyılar (1981), Arka
Oda (1981), Dip (1995), Siperler (1997), Küflü Şimşek /
Toplu Şiirler 1966-1996 (1999), Veda Vezinleri (2002), Çevre
Çitin Üzerinde Yağmur (2006).
KAYNAK: Mustafa Şerif Onaran / Mehmet Taner’le
(Türk Dili, Mart 1982), TDE Ansiklopedisi (c. 8, 1976-98), Bülent Gözkân /
Söyleşi - Enis Batur / Mehmet Taner İçin Özel - Evren Erem / Mehmet Taner
(Sombahar, Eylül-Ekim 1993), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü
(18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas.
1999), Gültekin Emre / “Küflü Şimşek”te Bütün Şiirleri Bir Arada: Mehmet
Taner’in Şiiri (Cumhuriyet Kitap, 25.11.1999) - Veda Vezinleri (Cumhuriyet
Kitap, 11.7.2002), Orhan Koçak / Ateş Burcunda (Virgül, Ekim 1999) - Işıltılı Yolculuk (Milliyet
Kültür Sanat, 2.5.2002), Tuncer Uçarol / Mehmet Taner’den Şiir Dersleri (Şiir
Odası, Ağustos-Eylül 2000), TBE Ansiklopedisi (2001), Necmi Zekâ / Sınanma
İnsana da İyi Gelir Şiire de (Virgül, Aralık 2002), Mahmut Temizyürek / Mehmet
Taner’in “Sal” Şiiri Üzerine Bir Deneme (Yasakmeyve, Kasım-Aralık 2004), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Sabırsızım… biten mektubun başında
Sabah olsa da göndersem!
Oturuyorum içinde nûru lâl sözcüklerin
Sırtımda paltom, mangalda kahvem;
Henüz indirdiğim göğün altında
Bir çatılamaz denklem, boşta iliğim boş kubbem;
Durmuşum, beş vakti başına toplayan vakitte
Ölçü uyak mecaz bilmem;
Ben Mehmet, kardeşiniz, doğmuştum
Bir Pus’tan, dili dağlanmış ikinci annemizden.
1/
Ben açmasam ağzımı,
Kırlangıcın, susacak
Sonsuza kadar acısı!
Çepçevre avlu duvarında
Çepçevre susacak:
Kirecini yel kaldırıp
Kucağına ayazların üşüştüğü
Acı acı taşlar-
Ve talan yeniği bahçede
Kalbi taş gibi düğümlü
Kolları yıkık vişne.
Ben açmasam ağzımı, susacak
Yıkılmış bir yarısı-
Zerdalisi
sade dal, yaprak,
Çiçeği geçmiş
Yabanı! kayısı.
Saçaklarda ıslak
Kanlı güz-
Taşınmış bir hayal, nice
hayal
Camlarda
Kaybolan uzak camlarda
birer sır!
Sırdır, kasırgaların döne
döne
Uğuldadığı binlerce sine:
Bir soluk olsun kahraman
kesilmemiş
Hiçbiri, kimsenin gözünde:
Susacak, kayalıkta kartal
gagalı
Bir acılı usun
Ve susabilme cesaretinin,
bilge
Dişlileri arasında, sebil-
Çapraz ateşle yaralı, her
gece.
Açmasam ben ağzımı, Açmaz,
istiridye.
2/
Sandukalardadır bahar-
Döner gülağacında
Avunmasız rüzgârlar.
(Şiir Odası, Ocak 2000)
Mehmet Taner
Küflü Şimşek
Şiirler, 1966-1996
YKY, 1999, 275 s.
Bir Denizin
Çekildiği Bütün Kıyılar (1980) ile Arka Oda'yı (1981) ilk okuduğumda,
Mehmet Taner'in şiirini hiçbir zaman tam anlayamayacağımı, hatta düpedüz anlayamayacağımı
düşünmüştüm. Ama bu düşünce rahatlatmamıştı beni: Bir yükten kurtulmuş gibi
değil, tersine daha büyük yük almış gibi hissediyordum kendimi. Anlamamanın,
anlayamayacak olmanın verdiği rahatlama yabancım da değildi üstelik: Örneğin
Metin Eloğlu'nun Ayşemayşe'sinin kapısını hiç aralayamayacağımı bilmek, çok
tanıdık bir yetersizlik duygusunun ötesinde yeni bir huzursuzluk kaynağı
yaratmamıştı. On dört yıldan sonra Taner'in yeni kitabı Dip'i okumak da
bu izlenimi değiştirmedi. Şiir yine anahtarlarını benden esirgiyor, dahası,
yeni kilitler, demek yeni imkânlar ve yeni borçlar doğuruyordu. Şimdi, toplu
şiirlerin yayımlanması, belli bir aydınlanma sağlar gibi. Bunun, Taner'in
şiirlerinde de sık sık beliren o tuhaf, tanımsız ışığa çok benzediğini söyleyeceğim:
"...Koşumlar pırıl pırıl meşin, yeleler ipek / Bir yeryüzü karanlığında
elimiz ayağımız; / Hüzün dolu şiirler! // Rüzgârda inanılmaz gibidirler /
Birbirine yaklaşan iki yüz, birbirinden ayrılan iki an / İner kamçı, kayar
yıldız! Toz! Parlar ardından!" "Nerede yangın, hani kır çiçekleri;
/ Hani akşamüstü? Dallardan inen gölge.. / Çıkıyor gölü taşıran ayna /
Suskunluk içinde // Garip, derede bir çift sazan / Bocalar, yayıldıysa akşam
ışığı / Parlar, suyu taşıran ayna / İçimizin parlar sarmaşığı." -Şairin
ilk kitabı Sunak'tan (1978) aldığım bu dizelerle Dip'teki bazı
parçaların birbirini aydınlattığı da söylenebilir, ama sadece birbirini:
Beyaz bir sabah
Susuyor ve
çıplak, dalların arasında.
Bundan çoğunu,
daha çoğunu... görmeye çalışma:
"İçersinde sıkıştığın
bu adamı tep
Yalnız yüce bir
dil var, deniz meniz yok."
Şunlarsa kurgu,
yarım işler, kof koful..
Söze vurmuş
lalelerle gerçi (onlara doğmuş al
Kalbiyle şiirin)
donatmak istedin, ufku; Boşluğa düşen
Işımayla. Kumdan
taşmışlarla: Kumla! ki kızaran
Opal rüzgârları
arasında yer yer de parladı.
Ya da aynı
kitaptan şu şiir: "Kendindeki zenginliği özleyen / Dokun: Engereğe /
Yoksulluğuna ruhunun. // Bir mut ışıltısı / Bakarsın ısıtır / Ayasını,
uzattığın elin. // Sen, dokunabil. / Ve ışıma / İsterse gelmesin."
-Tekinsiz bir ışık bu; son kertede, gelmeyişiyle, aydınlatmayışıyla iş gören.
Aynı şairin
elinden çıkan şiirlerin zamanla derişmesi beklenir. Bu derişmenin farklı
biçimleri ve bu biçimlerin de bazı metaforik adları vardır: Şiirin bir veya birkaç
"eksen" üzerinde ilerlediğini, hep bu "eksen(ler)e"
yerleşmek için çalıştığını ya da sonradan kendisine bir eksen yarattığını, bir
geçmiş ve bir yöneliş icat ettiğini söyleriz örneğin. Zaman içinde bazı merkezî
motifler veya biçim öğeleri belirginleşmiş olabilir. Bir
"yıldızkümesi" imgesine de başvurabiliriz: Eksik ya da görünmeyen bir
merkezin çevresinde kümelenmiş bir motifler topluluğu. Ama bunlar, sonuncusu
bile, Taner'in şiiri hakkında pek bir şey söylemeyen yaklaşımlar bence. Kendi tuhaflığından
kaçmayan, tuhaflığını onarmaya çalışmayan bir şiir karşısındayız. Bu tuhaflığı,
bu yabancılığı gidermeye değil, bazı karşılaştırma hatları kurarak betimlemeye
çalışacağım.
Mehmet Taner'in
yeri belirsizdir. Şiire Altmış Kuşağı diye anılanlarla birlikte başlamış,
yetmişlerde yazanların bir bölüğünce kendilerinden sayılmış, o uzun seksenlerde
pek görünmemiş ve şimdi yeni doğuyormuş, yeniden doğuyormuş gibi ortaya
çıkmıştır. (Bu doğum hakkında da ilk söylenecek şey, tuhaflığı, yadırgılığı
olmalı. Dizeler Dip'ten: "Geri geldim, dipten / Özgül ağırlığın
zorla korunduğu. // Omuzlarımı kollarımı parmaklarımı bula bula / Bebekler gibi
arı, esirgenmiş, koca adam / Büyümeye başladım güz güneşiyle,
şifalıotlarla.") Altmışlar şiiri, İkinci Yeniyle gelen imge patlamasının
(imgenin özerkleşmesi de denebilir) bir siyasal radikalleşmeyle, bir toplumsal
kurtuluş isteğiyle birleşmesi olarak tanımlanabilirse eğer, Taner'in şiirinde
de çoğu zaman bir göçük gibi, bir içe doğru patlama gibi duyulur o dönemin
dağdağası. Ya da şöyle söyleyelim, Taner'in kendi imgesini kullanarak: Olmayan
ama olmak isteyen devrimin dalgaları, ilk kıvranışın ağrılı vaadiyle birlikte,
bu kıyıya kadar ulaşmıştı. Sunak'ın açılış dizeleri: "Dolunaylarını
süre süre sularda geleceğin / Duyur bize / Adacıkları sızlatan yeni ezgiyi //
Deniz, deniz - / Tınlamalarla yaklaşan derin şafak, ağır su! / Üfürüyorum,
yolunu bağlayan / Son tozları da." Ulaşmıştı, olmak isteyişi ama
olmayışıyla birlikte, yoksa nasıl anlayabiliriz şu dizeleri, yine Sunak'tan
ve başlığı "Mart, 71": "Yorgun ve çıplak ellerime bak asker / Ne
kadar çirkin / Ne kadar güzel // Boynuma bak / Bir yanı ustura / Nasır tutmuş
öbür yanı // Ve iki gelecek birden / Koparılmış, asker!"
Bununla birlikte,
Taner'in şiiri dışardaydı ve onu "apolitik" bulanlar yanılmıyorlardı,
Kenan Evren'in bazı müstehcen resimleri sergiden kaldırtışı gibi. Duyular, beş
duyu, önce gerilmiş ve duyguya, zihne, hatta bir ideolojik çerçeveye
bitiştirilmiş ama sonra da salıverilmiş gibiydi. Bu noktada, güdümlülük
anlamına da gelen bir yönlenmişliğin kınamasıyla karşılaşması doğal. İsmet
Özel, o tarihte solcu, bir yandan hiçbir şeyin kendisinden daha az olmaması
gerektiğini belirtirken ("Kalıplar ve dural düzenler imge ile
yıkılacaktır, çünkü o özgürlüğünü engelleyecek her şeyin sınırlarını zorlayacak
ve kendiliğindeliği hep elinde tutacaktır. İmge, ozanı çevreleyen düzenden ayrı
bir şiir düzeni yarat[ır]", Evrim, Eylül '64), her şeyin en fazla
kendisi kadar olmasını isteyen bir tavrın sözcüsü de oluyordu: "İmgenin
sağladığı özgür (hatta amaçsız) ortam şiiri nereye götürür? Çağdaş bir
eleştirel güçle sınırlanmadığı sürece hiçbir yere" (Evrim, Mayıs '64).
Taner'in örneğin şu sözleri, ileri değil de yana doğru, yanlara doğru hareket
ediyor gibi görünmüş olmalıdır: "Neydi o dal kırıldı senin elinde / Bir
güvercin sada'sı duydu su / Bir fısıltıyı böldü en olmaz yerinden /
Avuçlarımızdan taşan su // Gölün yüreği çaylarda / Çayın usu şimşek / Şimşeğin
kolu uzun / Damar, su // Söz geldi kapılara vurdu kapılara vurdu kapılara
kapılara / Cânım ey, denk oldu uçurum / Rüzgârın al yanağına // Neydi o dal,
duyduk yeşilliğini düşlerin / Kara yazgı indi çayıra, soludu / Neydi o dal, adı
gelmez usuma."
Öte yandan,
varlığını imgenin özerkleşmesine borçlu olan bu şiir, aynı anda imgenin
işlevini de sorunlaştırır. İmge bir beliriş ânıysa eğer, Taner'in imgesi hep
kayıyor, siliniyordur. Büyük anlamıyla bir geliş olarak tanımlanabilecek
modern, post-romantik imgenin karşısında, giden bir imge vardır burada. Ya da,
yukardaki şiirde olduğu gibi, imgenin odağı ve bağlı olduğu çerçeve hep kayar,
pul pul dağılır gibi olur: "Gölün yüreği çaylarda / Çayın usu şimşek /
Şimşeğin kolu uzun / Damar, su." İmge bir toplanışsa eğer, zaman
içinde bir ânın nihayet kendine denk, kendiyle bir olmasıysa, Taner'de imgenin
kendisi değil, öncesi ve sonrası vardır. O tekinsiz aydınlık, biraz da bu
onarılmaz denksizlikten, bu henüz-değil-ve-artık-değil ritminden gelir.
"Eski boş duvarlar eski çul yatak / Eski kalem eski su; / Dar soluk. Sığ
gölge - / Ansam! o düş dolu yaşamı: çatlar ses / Bir ağır parıltı kayar bal
rengi suyun üstünde." Bu şiir, Arka Oda'nın ilk parçası, bir aşk
şiiridir aslında, ama bulmanın yitirme olduğu bir aşk (üçüncü kıtadan bir dize:
"Görünüm bir uçurum ağzı, içimin içinde saklı.") - Oktay Rifat'tan
bir alıntı da içeren son kıta şöyle: "Seni övmek, adını anmak için bu
şiir / -'Eski, güzel, iyi, ne varsa seninledir'- / Mum yanar başucumda gözlerin
için: / Seni sürükleyip yitirdiğim o kamaşmış tayfta / Yolumu ışıtan, bura'nın
olan, eşsiz gözlerin." Bura'nındır, ama şimdi ve burada değil.
Kamaşma:
Dağlarca'nın ve Ülkü Tamer'in ilk şiirlerinde, Edip Cansever'de, İsmet Özel'de,
Hüseyin Peker ve Haşim Çatış gibi yine kenarda kalmış bazı şairlerde görülen o
kanırtılmış eşduyum, tenselle tinsel arasındaki sınırın eridiği o uyarılmış
ışıma hali, Taner'in şiirlerinde de ortaya çıkar. Haz da diyebiliriz buna; ama
sevinçsiz de olabilen ve sırf bu yüzden kendini sevinçsizlikten hareketle
tanımlayan (ya da, Arka Oda'daki "Akçakavaklar"da olduğu gibi, bir
asgari sevinç düzeyinde tanımlayan) bir hazdır Taner'deki. Arka Oda'dan
"Uyarılmış İkindi" şiirinin ilk bölümü: "Parçalan, ey ateş /
Gömüldüm, ben. // Burada / Ağarmış bir uğultuyum / Kaynar bir akarsu. // Dilim
/ Toprağın altına / Yayıldı. / Dilim, ağır ilerleyen bir fırtına / Uzamış ak
saçları / Susmuş yüzüyle / Toprağın / Altına. // Bir ezgiye, ey ikindi /
Yerleştim / Sonunda." Tek sözcüklük dizelerle yavaşlatılan temponun da
gösterdiği gibi, neden sonra varılan haz, onu hazırlamış olan azaba çok
benzemektedir. Aynı kitaptaki o tuhaf "Sal" şiirini yukarda Dip'ten
aktardığım başlıksız parçayla ("Geri geldim, dipten / Özgül ağırlığın
zorla korunduğu...") birlikte okuyanlar, varılan her sevinç ânında bir
sevinçsiz kökenin izinin korunduğunu sezecekler - o kökenin benliği, hatta
varlığı ("özgül ağırlık") hep yadsıyacağını da. "Uyarılmış
İkindi"nin son bölümü, bir sahiplik olarak benliğin imkânsızlaşmasına
işaret eder gibidir: "Sonra akşam oldu. // Dönüp / Mırıldandım, kendi
kendime; / Dedim: / - Benim dinginliğim / Değil, bu."
İkinci Yeniyle ve
genel olarak imgeci akımla bir fark da bu noktada ortaya çıkıyor: Nesne, dış
dünya, doğa, bir imge olarak geldiğinde çoğu zaman öznenin tanığı, kefili,
destekçisidir (İsmet Özel'de de mülkü). Taner'in şiirinde, kavuşma ve
tanımaların hemen yanında, nesnenin özerkliğinin (demek gayri insanî
niteliğinin) iade edildiği bir mutlak yadırgılık ânı da belirir. - Ve bütün
bunlar, imgenin toplanırken çözülüşü, yoklukla bu oynaşma, Taner'in şiirini
İkinci Yeniden çok Melih Cevdet'e yaklaştırır. Ama tanıdığımız bir şeye
benzetmekle bu şiiri "kapsamış" ya da "kavramış" olmuyoruz.
Buraya kadar saptamaya çalıştığımız her şey (Anday analojisi de dahil), yine de
lirizmin burcunda, lirik dürtünün kımıldanışıyla gerçekleşen şeylerdi. Oysa
Taner'de lirizmin dışında kalan bir yön de var, hep oldu: Sunak'ta "Bun
Suları" (son dize hariç) ve "Altı Satır" gibi parçalar, Dip'teki
bütün bir "Kurak" bölümü, kavramlarla değilse bile düşünsel
hareketlerle kurulmuş toplumsal eleştiri şiirleridir, duyulardan önemli bir iş
beklemezler. Öte yandan, lirizmin kendi içinden, kendi imkânlarıyla iptal
edildiği ya da askıya alındığı bir an da var Taner'de. "Şathiye"
konusuna geçerek bir başka karşılaştırma hattı açmalıyız.
Taner'in Altmış
Kuşağı içinde düşünülmesini güçleştiren tuhaflık, gelenekle ve edebî
konvansiyonlarla ilişkisinde de ortaya çıkar. Eski tarzlarla ilgilenmiştir.
Denebilir ki eskiye dönmek yeninin en yerleşik özelliğidir. Ama bu, dağılmaya
pek yatkın olduğu söylenen modern duyarlık ve zihniyete koruyucu bir kap ya da
kalıp bulma çabasını yansıtır çoğu zaman. Ve eski tarzın daha yerleşik, daha
iyi bilinen konvansiyonlarını kullanır. Bir Denizin Çekildiği Bütün Kıyılar'da
da bir "Divançe" bölümü var ve aykırılık da burada, bölümün hemen
başında beliriyor. İlk parçanın başlığı, "Şathiye"dir, tek bir
şiirden çok, belli bir tarzın adıdır bu, ciddi ve çoğu zaman tasavvufî bir
düşünceyi havaî hatta saçma sözlerle dile getiren şiirleri belirtir. Ansiklopedik
kaynaklarda hep verilen örnek, Yunus Emre'nin şu şiiridir:
Çıktım erik
dalına anda yedim üzümü
Bostan ıssı
kakıyıp der ne yersin kozumu
Gözsüze
fısıldadım sağır sözüm işitmiş
Dilsiz çağırıp
söyler dilimdeki sözümü.
Taner'in eski
şiirde marjinal kalmış, hatta kınanmış bir tarzı "Divançe"sine hem de
ilk şiir olarak alması rastlantı sayılamaz. Ama asıl çatallanma, şiirin
içindedir.
Tekke şiirinde
vahdet-i vücut düşüncesinin uç anlatımı olmuştur şathiyeler: En önemsiz, en
anlamsız, en aykırı ve yalnız duran şeyde bile (ve asıl orada) Tanrının
varlığının dolaysızca bulunuşunun ifadesi. Çoklukta birliğin ve yoklukta
varlığın görülmesi. Nihaî olumlama. -Ama Taner'in "Şathiye"sinin bir
bölümünü okuyalım: "Alev kuşku yedi dağ doruğu / Sevi tanrı yedi can
doruğu // Gücüm ermez elim varmaz / Umar gelmez kan doruğu // Ay deli ay deli
ay deli / Yere vuran ay deli // Kent yeli us yeli yer yeli / Gönül köşkünde
mekan doruğu // Bin evet döner dilimde bin olmaz alır soluğum / Bin tanrı yok
olur bir yok içinde // Dağ yok çevre yok eksi artı yok / Toplanır ses
sessizlikte: yan! doruğu // Er doruğu eren doruğu var doruğu / Vardan vara yol
var insan doruğu // Dağ dağ ha ha / Varılmaz yaman doruğu." Bin evet,
bin olumlama, bin tanrı, Taner'de tek bir yokta hiçleşir gibidir. Ama mutlak
bir panteizmin burada önüne bir eksi işareti alarak yine mutlak bir a-teizme
dönüştüğünü söyleyebilir miyiz? Sanmam. Sondan üçüncü beyitte, artıyla birlikte
eksi de silinir. Kalan, artıyı da eksiyi de içererek ve ikisinin de ötesinde
hep kalan, o varılmaz dağdır: Nesnenin özerkliği, onarılmaz yabancılığı.
Bazı negatif
teolojileri anımsatsa da Taner'in şiirinin asıl ilkesi ne mutlak olumlamadır,
ne de mutlak inkâr: Çoktan görmüş olabileceğimiz gibi, ateştir. Bütün kitabı
kateden öğedir ateş, ateşin halleri. Adından da yaklaşabilirdik bu şiire: Küflü
Şimşek. Bu ad, parlamış ve sönmüş olanı, Altmışları ve Doksanları da temsil
ederdi. Ama sahiden yaklaşmış olur muyduk? Ateşe ne kadar yaklaşılabilir? Dört
unsur öğretisini bir an için ciddiye alırsak, ateş hiçbir zaman yekpare ve
kendinden ibaret olmayandır. Kuşkulu ve çelişiktir. Su sudur, toprak toprak,
hava da hava - ateşse toprak ve hava. Küf ve arılık. Us yeli ve direnen
saçmalık. Aydınlatan ve körleştiren. "Şathiye"nin bir noktasında,
ses(ler)in sessizlikte toplandığı yerde, o indirgenmez, dirençli dağ ile ateş
arasında anlık bir özdeşlik de kurulur: "yan! doruğu." Sonra
dağ yine yalnız, özdeşlik-dışı kalır. Sonunda o da silinir: "Boş boşa
boşal / Boşalt. İç - kalan doruğu // Müzik / Müzik." - Ama bu
"ezgiye yerleşmenin", bu orgazmik "dinginliğin" de nihaî
olmadığını ve bir varlık temeli olarak sahiplenilmediğini yukarda aktardığım
"Uyarılmış İkindi" şiirinde görmüş değil miydik?
Aleve değdiği her
yerde, demek çok yerde, bir tür şathiyedir Mehmet Taner'in şiiri. Kendini
onarmayı reddettiği, onarımı hep bir sonraya bıraktığı için de şathiye. Şunun
için de: Bizim anlamazlığımızla kendi indirgenmezliği arasında yine de bir
ara-yüz, bir bitişme tam orada kuruluyor.
VİRGÜL 23, Ekim 1999, s. 49-51