Sadık Albayrak

Tarih Araştırmacısı, Gazeteci, Araştırmacı, Yazar

Doğum
13 Şubat, 1942
Eğitim
İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)
Burç
Diğer İsimler
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'nın dünürü

Tarih araştırmacısı, gazeteci-yazar. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın babası, Türkiye'nin 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'nın dünürüdür.

13 Şubat 1942, Yenice köyü / Of / Trabzon doğumlu. Bilim adamlarının yetiştiği bir ailenin büyük oğlu olarak dünyaya geldi. Dini bilgileri ve Kur’an’ı köyündeki cami imamından öğrendi. Hafızlığa köyünde babasından başlamış, daha sonra yarıda bırakıp babasının Trabzon’da açtığı manifatura dükkanı hasebiyle, ilkokulu ailece yerleştikleri Cudibey’de (Cudibey İlkokulu) bitirdi (1954).

Trabzon İmam Hatip Okulu (1962) ve İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdikten (1966) sonra bir süre Sultanahmet Camii’nde kürsü vaizliği (1964-67) yaptı. Öğrenciliği sırasında, ayrıca Beyazıt, Şehzadebaşı, Fatih gibi İstanbul’un “Selatin Camileri”nde irşad vazifelerinde bulundu.

Yine öğrencilik yıllarında, Yeşilay’ın gençlik başkanlığını ve Yüksek İslam Enstitüsü Mezunlar Derneği başkanlığını da bir müddet yürüttü.  Bu arada İslam Medeniyeti Vakfı’nın kurucusu oldu. 1970’den itibaren, İstanbul Müftülüğü’ne bağlı “Şeriyye Sicilleri Arşivi”nde sekiz yıl uzman olarak çalıştı (197-78). Bu arşivdeki çalışmaları ortaya koyduğu eserlerin temel dinamiği olan“orijinal belgelere” ulaşmasını sağladı.

70’li yıllarda Bab-ı Ali”de Sabah, Yol, Ufuk, Yeni İstiklal, Sebil vb. gazete ve dergilerinde yazıları çıktı, 1977 Martında çıkmaya başlayan Yeni Devir gazetesinde sürekli “Mizan” başlığı altında günlük yazmaya başladı. Günlük yazıları ve eserleri, memurin kanununa aykırı görülerek, memuriyetine 1978’de son verildi. Haziran 1977’de Türkiye’de baş gösteren “erken seçim” üzerine, MSP’den Trabzon Milletvekili adayı olup, siyasete girmek istedi, aday yapılmadı.

İlk olarak, 1977’de İskilipli Atıf Efendi’nin bir eserinden ötürü, merhum Necip Fazıl’la beraber, İstanbul Toplu Basın Mahkemesi’nde yargılandı. 1981’de ise bir eserinden dolayı 163. maddeden yargılanarak mahkum oldu ve dokuz ay kadar Silivri “kapalı cezaevi”nde yattı (1982-83).

1979’dan itibaren Milli Gazete’de “Mizan” köşesindeki yazılarına devamla, bir – iki yıl istinası ile, sürekli olarak yazarlık ve bir müddet de danışmanlık yaptı. Bir süre genel yayın yönetmenliğini de yaptığı bu gazetedeki yazılarından ötürü, 12 Eylül sonrasında aralıksız Sıkıyönetim, DGM ve Ağır Ceza’larda hakim önüne çıktı.

1989 yılı Aralık ayına kadar, on iki yıl adliye kapılarında dolaşıp durdu, bunun dışında da sürekli konferans, sohbetler ile arşiv ve kütüphanelerimizi dolaşarak eserlerine malzeme aradı. 1991 ve 1995 seçimlerinde RP, 1999 seçimlerinde FP’den İstanbul milletvekili adayı oldu. Fakat 1999 seçimlerinde tabanın sesinin listelerde gerekli yansımayı bulmamasına bir tepki olarak adaylıktan çekildiğini açıkladı. 1996’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde kültür danışmanlığına başladı, bu arada da gazetedeki yazılarına devam etti.

Bir süre de Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yapan Sadık Albayrak, son yarım yüzyıl içinde kültürel mirasımızı ortaya çıkarmak için araştırmalar yapan bir bilim ve fikir adamıdır. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi din ve düşünce hayatı, ilim adamları hakkında inceleme ve araştırmalarıyla tanındı. Ayrıca daha önce eski harflerle basılmış birçok önemli eserlerin günümüz kuşaklarına aktarılmasını sağladı. Son Devir Osmanlı Uleması adlı eseriyle araştırma-inceleme dalında 1981 Türkiye Yazarlar Birliği Ödülünü aldı. Evli ve iki erkek çocuk babası olan Sadık Albayrak, oğlu Berat Albayrak'ı Başbakan Tayyip Erdoğan'ın kızı Esra Erdoğan'la evlendirerek, ''Başbakan dünürü'' olunca Yeni Şafak gazetesindeki köşe yazarlığı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ndeki danışmanlık görevlerini bıraktı (2004).

 

ESERLERİ:

 

Araştırma-İnceleme:

 

Sömürüye Karşı İslâm (1971), Türkiye’de Din Kavgası (1973; 1992’de Religous in Turkey adıyla İngilizceye çevrildi), Budin Kanunnâmesi ve Osmanlı Toprak Meselesi (1973), Son Devrin İslâm Akademisi – Darül Hikmet-il İslamiye (1974), Şeriatten Laikliğe (1977; ayrıca Türkiye’de İslamcılık Batıcılık Mücadelesi adıyla, 1977), Devrimin Çakıl Taşları (1979), Şeriat Yolunda Yürüyenler ve Sürünenler (25 İslam aliminin mücadelesi hk, 1979), Doğunun İsyanı (1981), Son Devir Osmanlı Uleması (5 cilt, 1980-81, ek cilt 1996), Rahmet ve Savaş Peygamberi (1981), Manaho Deresi (Cezaevi Notları, gençlik dönemi anıları,1986), Taşlaşma-Çağdaşlaşma (12 Eylül sonrası Milli Gazete’deki yazıları, 1988), İrticanın Tarihçesi-1: 31 Mart Gerici Bir Hareket mi? (1987), İrticanın Tarihçesi-2: Meşrutiyet İslâmcılığı ve Siyonizm (1989), İrticanın Tarihçesi-3: Cumhuriyete Doğru-Hilafetin Sonu (1989), İrticanın Tarihçesi-4: Devrimler ve Gerici Tepkiler (1989), İrticanın Tarihçesi-5: Tek Parti Dönemi ve Batıcılık (1989), Çağdaş Devrim Yobazları (1991), Türk Siyasî Hayatında MSP Olayı (1989), Siyasi Boyutlarıyla Türkiye’de İslâmcılığın Doğuşu (1989), MSP Davası ve 12 Eylül (1990), İslâm Dünyası Nereye Gidiyor? (1991), 22’sinde Bir Şehid / İbrahim Edhem (1992), Hilafet ve Halifesiz Müslümanlar (1992), Meşihat-Şeriat-Tarikat Kavgası (1994), Eski İstanbul’da Sosyal Hayat ve Çevre (1997),  Osmanlı’da Sosyal Yapı ve İstanbul (1998), Meşrutiyet İstanbul’unda Kadın ve Sosyal Değişim (2002).

 

Sadeleştirme - Derleme - Tenkid - Tahlil:

 

A’mak-ı Hayal Filibeli Ahmed Hilmi’den, 1973), Huzur-u Akl-ü Fende Maddiyun Meslek Dalaleti (Filibeli Ahmed Hilmi’den, 1974), Şeriat Medeniyeti (İskilipli Atıf Efendi’den, 1975), Frenk Mukallitliği ve İslâm (İskilipli Atıf Efendi’nin Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı eseri ve kitaplaşmamış yazılarından sadeleştirme, 1975), Afgani’ye Reddiye (Filibeli Ahmed Fevzi’den, 1976), Hilafet ve Halifesiz Müslümanlar (Mustafa Zihni Paşa’dan, 1980), İslam Mezhepleri ve Tarikatleri Tarihi (Haydarizade İbrahim Efendi’den, 1981), İskilipli Atıf Efendi ve Tüm Eserleri (1990), Tahirü’l Mevlevî – Matbuat Alemindeki Hayatım ve İstiklal Mahkemeleri (1990), Hilafet-i Muazzama-yi İslamiye (Mustafa Sabri Efendi’den, 1992).

 

KAYNAKÇA: İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).

 

İŞTEN ATILINCA MECBUREN GAZETECİ OLDUM

İŞTEN ATILINCA MECBUREN GAZETECİ OLDUM

 

Röportaj: Ayşe Olgun

 

İstanbul Müftülüğü’ne bağlı Şeriyye Sicilleri'nin bulunduğu mahzene her gün el arabasıyla inip çürümüş belgeleri gün yüzüne çıkaran gazeteci yazar Sadık Albayrak, sekiz yıl arşiv uzmanı olarak çalıştığı kurumdan uzaklaştırılmış. Albayrak, "Çürümüş belgeleri çıkarıp yazmaya başladığım için beni devlet memurluğundan attılar" diyor ve ekliyor: "İşten atılınca mecburen gazeteci oldum."

Düşünen, yazan, üreten bir gazeteci o. Önemli araştırma kitaplarına imza atan Sadık Albayrak yetmişli yıllarda Yeni Devir gazetesinde başladığı köşe yazarlığı serüvenini sırasıyla Milli Gazete ve Yeni Şafak gazetelerinde sürdürdü. Yeni Şafak’ta yazarken sık sık gazete binasına gelen Albayrak’la o yıllardan tanışıp kendisiyle sohbet imkanları buldum. Okuyan yazan herkese kıymet veren Albayrak’ın imzalayıp hediye ettiği kitapları hala saklarım. Yazarlığının 40’ıncı yılı anısına haber yapmak için gittiğim Aksaray’daki kütüphane evini ise hiç unutamam. Yıllar sonra ESKADER ve Büyükşehir Beyediyesi’nin ortaklaşa düzenlediği “Sadık Albayrak için Saygı Gecesi”nde yeniden karşılaştık. Çürümeye yüz tutulmuş arşiv belgelerini nasıl kurtardığının hikayesinin yanında kütüphanesini, yazdığı kitapları konuştuk.

 

İstanbul’a okumak için geliyorsunuz değil mi? Geliş hikayenizden başlayalım mı?

 

Trabzon İmam Hatip Lisesi’ni bitirdiğimde Türkiye’de benim gibi imam hatip mezunlarının gideceği sadece iki okul vardı. Biri İstanbul’da diğeri Konya'da yeni açılan Yüksek İslam Enstitüsü'ydü. Başka okula gitme şansım yoktu imtihana girdim ve İstanbul’u kazanıp 1962’de okumak için geldim.

 

Ankara İlahiyat Fakültesi de var ama?

 

Evet ama imam hatipliler o dönem ilahiyata giremiyor. Sadece düz lise mezunlarını kabul ediyor Ankara İlahiyat Fakültesi. O yıl mezun olmuş o kadar imam hatipli arasında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nü kazanınca doğrusu çok sevinip İstanbul’a geldim.

 

Kitapları çok seven ve öğrencilik yıllarında Sahaflar Çarşısı’ndan çıkmayan biri olduğunuzu biliyorum. Sahaflardan devlet arşivlerine uzanan okuma yazma hikayenizi sormak istiyorum?

 

Ortaokuldayken bir kitabımın ilk sayfasına şöyle bir dua yazmışım: Rabbim bana okuma yazma sevgisi ve gücü ver. Zaten okumaya meraklı bir aileden geliyordum. İstanbul’a geldiğimde sahaflardan güzel yazılar, makaleler, şiirler alırdım. Şiirleri ezbere bilirdim eski harflerle yazılı şiir kitaplarını alır okurdum. Safahat kitabı da bunlardan biridir. Zaten kitabın yarısındaki şiirleri ezbere bildiğim için Osmanlıca harflerden kitabı okurken Osmanlıca’yı da sökmeye başladım. İmam hatipte biraz Arapça Farsça öğrenmiştik harfleri de biliyordum. Osmanlıca metinleri okumaya başlayınca bu sefer el yazısı eserleri okumaya başladım.

 

O yıllarda Sahaflar Çarşısı’nın ortamı nasıldı?

 

Sahaflarda o dönem Muzaffer Ozak vardı bizlerle de o ilgilenirdi. Yine eski sahaflardan Necati Bey vardı şimdi soyadını hatırlamıyorum ama sahaflar çarşısındaki önemli isimlerden birisiydi. Elif Kitabevi çok meşhurdu oraya gidip gelirdik. Mesela Taşköprülüzade’nin Mevzuatu'l Ulum kitabının sadece bir cildi vardı bende ve ikinci cildini Muzaffer Ozak hediye etmiştir. Muzaffer Ozak biz gençlere derdi ki “Talihlisiniz çünkü Harf İnkılabı’nın yapıldığı yılları görmediniz. Kobra yılanları nasıl tehlikeliyse eski yazıyla yazılmış yazılar da o devirlerde öyle tehlikeli görülür ve herkes evinde bulduğu kitabı alıp Sahaflar Çarşısı’nın avlusuna bırakır giderdi. Kimse de korkudan o kitaplara sahip çıkamazdı. Yağmur yağınca o kitapların olduğu köşeden çarşının avlusuna mürekkepler akardı. Korkunç bir dram.

 

YABANCILAR GELİRDİ

 

Sahafların müdavimleri kimlerdi?

 

Daha çok yaşlılar gelir eski kitapları alırdı. Yeni jenerasyonun eski kitaplara ilgisi pek yoktu. Bir de yabancılar çok gelirdi. Yurt dışında akademik çalışma yapanlara üniversitenin bütçesinden para verilirdi. O öğrenciler de gelip sahaflardan kitaplar, belgeler satın alırlar yurt dışına götürürlerdi. Kendi ödevlerini böylece yapar sonra da bu eserleri üniversitelerinin kütüphanesine bırakırlardı. Bizde de Edebiyat Fakültesi’nden öğrenciler, hocalar gelirdi. Ama en çok yabancılar sahaflardaki eserlere ilgi gösterirdi diyebilirim.

 

Kitaplara olan ilginiz yüzünden okulu bitirdikten sonra arşivlerde çalışmak istiyorsunuz. Din görevlisi olmak yerine arşivde çalışmak istemenizin sebebi kitaplara olan ilginiz miydi?

 

Babam esnaftı ben de babam gibi ticaretle uğraşabilirdim. Ya da istesem okulu bitirdikten sonra bir yerde müftü ya da ünlü bir vaiz olabilirdim. Ama bende müthiş bir okuma sevgisi vardı. Ayrıca İstanbul’dan da ayrılmak istemiyordum çünkü İstanbul bir mektepti benim için.

 

BİNA YANINDA BOTANİK KURULMUŞ

 

Arşivlere merakınız nasıl başladı peki?

 

Yine o yıllarda çok önemli akademisyenlerin, yazarların din konusunda yazdığı yanlışları kitaplardan okuyor sonra atıfta bulundukları kaynakları gidip arşivden araştırıyordum. Hani çok ünlü bir fıkra vardır. Bektaşi’ye sormuşlar ‘niçin namaz kılmıyorsun’ diye. Demiş ki 'ayette namaza yaklaşmayın’ deniyor. 'Peki' diyorlar 'o ayetin devamında ne yazıyor?' Bektaşi’nin cevabı: ‘sonrasını bilemem ben hafız değilim’. Aynen dinimize atıfta bulunan ünlü yazarların, akademisyenlerin durumu da böyleydi. Yazmış kitaba ama kaynağı gidip bulup çıkarıyorum ki o cümlenin devamında aslında başka bir şey anlatılıyor, gerçek çarpıtılmış. Benim arşivlere ilgim işte böyle başladı diyebilirim. İstanbul Müftülüğü’ne bağlı Şeriyye Sicilleri’nde uzman olarak çalışmaya başladım.

 

Arşivde çalışırken pek çok belgeyi de gün yüzüne çıkarıyorsunuz. O çabanızı da konuşalım mı?

 

Biliyorsunuz bu bölgeye Osmanlı zamanında Ağa Kapısı denirmiş. Yeniçeri Ağası’nın makamı buradaymış ancak Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra Sultan 2. Mahmut Ağa Kapısı’nı Şeyhülislama tahsis ederek ismini de Bab-ı Meşihat olarak değiştirmiş. Benim başladığımda orijinali U şeklinde olan binanın sağ tarafında Şeriyye Sicilleri vardı alta mahzenleri yer alıyordu. Mahzenlerde lağım suları kokmuş falan çok fenaydı. Müftülüğün yanında Kız okulu varmış bir müsamerenin ardından yanmış. O yanan binanın hikayesini daha sonra Devrimler ve Gerici Tepkiler kitabımda yazdım. Bahçenin büyük bir bölümüne yangından sonra Botanik Enstitüsü kurulmuş. Bizim müftülükte çalışanlar onlardan korkardı.Sığıntı gibi içeri girip çıkarlardı.

 

Arşivlerin durumu nasıldı?

 

Her şeyi yığıp atmışlar. Kimse belgelerin yüzüne bile bakmıyor. Mahzenlerdeki belgelerin hali içler acısı, ıslanmış birbirine yapışmış küflenmişler. Ben bunların halini görünce mahzene el arabasıyla inip onları gün yüzüne çıkarmaya başladım. Müftülüktekiler elimde el arabasıyla mahzene inip belgeleri doldurup kapkara çıktıkça bana ‘kara trenin kömürcübaşı’ diye takılıyorlardı. Mahzenlerden bu belgelerden uğraştığım için elim yüzüm üstüm basım kir pas içinde çıkardım.

 

Bu çabanızın kıymeti anlaşılıyor muydu?

 

Boş işlerle uğraşıyorum diye bir de kızıyorlardı. Bunlar mülga hükmünde boşuna uğraşıyorsun diyorlardı. O dönemlerde de sonradan da pek çok binada arşivler kamyonlara yüklenip SEKA’ya götürülmüş. Mesela İstanbul Kadılığı’nın Sicilleri'nin bir kısmı Topkapı Sarayı’ndadır. Son anda kurtarılmış belgeler oradadır. Biliyorsunuz eskiden camilerin mahzenlerinde kadı sicilleri saklanırmış ama hepsi yok edilmiş. Çok eski değil bundan 20 yıl kadar önce Trabzon’da başıma geldi. İskenderpaşa Camii tarafında abdest alıyorum bir baktım bir kamyon kağıtla dolu. Bu ne dedim. Mahzenden çıkardık denize boşaltacağız denildi. Tarihi camilerin mahzenleri bu şekilde boşaltıldı de kimse ses çıkarmadı.

 

Hem belgeleri kurtarmaya hem de belgelerden yola çıkarak yazmaya başladınız değil mi?

 

Mahzenlerde ne bulduysam yayımlamaya, gündeme getirmeye başladım. O dönemde bana en büyük desteği Mehmet Genç ve Erol Güngör verdi. Onlar da arşive çalışmaya gelirdi ve beni bu çalışmalar için teşvik ederlerdi. Ama oradaki bürokratlar bu durumdan hoşlanmaz bana fuzuli maaş verildiğini düşünüp şikayet ederlerdi.

 

Belgelerle uğraşıyorsunuz diye mi?

 

Bulduğum belgeleri kayıtlara geçirmek için yazardım. Hatta ben o yıllarda müftülüğe şunu önerdim: İmam hatip ve islam enstitüsü mezunları Şeriyye Sicilleri’nde bir belge üzerine en az 200 sayfalık bir çalışma yapsın.Bu çalışmaları yapanlar da tıpkı hafızlığını tamamlayanlar nasıl ödüllendiriliyorsa öyle ödüllendirilsin. Böylece bu insanları arşivlere yönlendirelim belgeleri gün yüzüne çıkarırız. Ama adamların umurumda bile olmadı. Hatta ismini vermeyeceğim ama çoğu üniversitede hoca olmuş isimlerin ben ayrıldıktan sonra bu belgeleri imha ettiklerini öğrendim. Onlar bana göre vatan hainidir.

 

Siz ne zaman ayrıldınız arşivden?

 

Ben orda kalan belgeleri kurtarmaya çalıştım ama ne oldu, beni memuriyetten attılar. Sekiz yıl çalışabildim. Bu belgelerden yazmaya başladığım için işten atıldım. İşten atılınca mecburen gazeteci oldum. Bulduğum belgeleri kitaplaştırmaya, gazetede yazmaya başladım. Mesela müftülükte yerde bir belge buldum belgede İstanbul Müftülüğü çalışanlarına şapka almaları için avans verilsin yazıyordu. Bu ve bunun gibi belgeleri Türkiye’de Din Kavgası kitabımda yer verdim. 1977’de Yeni Devir’de yazmaya başladım daha sonra da Milli Gazete’ye geçtim. Yazdığım kitaplardan dolayı hapis yattım. Çocuklarım küçüktü çok zor günler geçirdim. Hapiste yatmaktan ziyade yargılanmak o belirsizlik insanı çok yıpratıyor.

 

Arşive sahip çıkamadık

 

Arşivedeki siciller üzerine başka kimler çalışırdı?

 

Bir gün arşive Edebiyat Fakültesi’nin hocalarından Helmut Richter gelmiş ve arşive girmiş yağmur sularının tavandan içeri aktığını görünce yağmura aldırmadan masasında oturan görevlilere dönüp ‘yağmur yağar siz bakar’ demiş bozuk Türkçesiyle. Öyle bakıp durursunuz diyor yani kibarca hakaret ediyor ama kimsenin umursadığı yok. O devirde yabancılar gelirdi daha çok. En başlarda fotokopi bile olmadığı için belgelerden yazarak çalışırlarmış sonra fotokopi çıktı. Mesela ben oradayken bir gün Hilmi Ziya Ülken geldi yanında da hanımı var. Paris’te İhsan Süreyya Sırma doktorasını Abdülhamit üzerine yapıyor. Paris’teki hocası Ülken’i tanıyormuş. Ona mektup yazıp Abdülhamit dönemi fetvaları istemiş hoca da o yaşta arşive geldi belgeleri istedi. İlerleyen yaşına aldırmadan. Ben de kendisine yardımcı oldum, fotokopilerini çekip verdim.

 

Şimdi okumak yerine ağaç dikiyorum

 

Okuyan yazan birisiniz. Şimdi memleketinizde vakit geçiriyorsunuz. Nasıl geçiyor günleriniz. Yeni çalışmalarınız var mı?

 

Eskiden çok kitap okurdum şimdi pek okuyamıyorum. Yarım kalıyor kitaplar. Ben de kitapları alıp onların indekslerine bakıyorum ilgimi çeken isimler varsa o bölümleri okuyorum. Günde altı yedi gazete geliyor onları okuyorum. Son Devir Osmanlı Uleması kitabıma eklemek yapmak istiyorum ama vaktimi doğrusu Trabzon’da yaylada geçiriyorum, oralara envai çeşit ağaç dikmekle günümü geçiriyorum. Yeniden oraları ağaçlandırıyorum. Torunlarım için yaylada döngürgeç yaptım, salıncak yaptım. İstiyorum daha çok vakit ayırıp yaylaya gelsinler. Geldiklerinde torunlar bayılıyorlar yaptığım oyuncaklara.

 

Gemuhluoğlu'ndan fena fırça yedim

 

Çok önemli bir alanlarda çalışmalar yapmışsınız. Peki ilgi gördüler mi okurlardan?

 

Ben o belgeleri arşivde görünce yaz demeden kış demeden otobüste tramvayda yazmaya başladım. Kitaplarım da yazılarım da büyük ilgi görmeye başladı. Rejimin güdümünde değilim memurluktan atılmışım akademik bir kariyerim yok yani hiç korkum yok her belge üzerine yazıyorum. Yalnız bunları yazarken hiçbir zaman kendi fikirlerimi öne çıkarmadım sadece belgeleri ortaya koydum yorumunu okuruna bıraktım. Bir gün Fethi Gemuhluoğlu burs verdiği hukuk fakültesinde okuyan bir öğrencinin elinde benim Sömürüye Karşı İslam kitabımı görmüş. Almış kitabı ve benimle tanışmak istediğini söylemiş. Gittim Gemuhluoğlu’nun yanına. Yazdığım bu kitabın çok önemli olduğunu söyledi. Akademik unvanım olursa bu çalışmaların çok daha kıymetli olacağını belirtti ve üniversiteye girmemi tavsiye etti. Yoksa bu çalışmaların bir kıymeti yok dedi.

 

Siz ne yaptınız?

 

Gemuhluoğlu’na benim imam hatip mezunu olduğumu söyledim. O yıllarda imam hatipliler lise mezunu sayılmıyordu ve üniversiteye giremiyorlardı. O zaman dedi ki liseyi dışardan bitir oradan da iktisat fakültesine gir üniversiteyi bitirdikten sonra da üniversitede kal çalışmalarını orada yap. Yeniden lise ardından üniversiteyi okumayı göze alabilirdim ama üniversitedeki arkadaşlarım üniversitede kalmamın o yıllarda neredeyse imkansız olduğunu söylediler. Hocaların istediği kişileri kadroya alıp istemediklerini almadıklarını söyleyip hevesimi kırdılar. Doğrusu on yılımı okumaya vermek bana da zor geldi. Gemuhluoğlu’na evet demiştim ama mümkün gözükmedi.

 

Bir daha karşılaştınız mı?

 

Tabi karşılaştık ve beni bir güzel fırçaladı.

 

Öğrenciler hocaları değil beni okurdu

 

Yaptığınız araştırmalardan dolayı üniversitelerden hiç teklif geldi mi?

 

Kaya Bilgegil diye bir hoca vardı. Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne davet etti. Ama ailemi burada bırakıp kara trene binip o kadar yolu gitmeyi göze alamadım. Bir de üniversitede çalışan arkadaşlarım benim kadar özgür değildi. Bırak yorumu bir belgeyi yayımlasalar okuldan atılıyorlardı. Yine hocaları ne isterlerse sadece o belgeler, konular üzerine çalışabiliyorlardı. Ama ben Arşimet gibi Evreka! Diyordum ve her belgeyi özgürce yayımlıyordum. Akademide bana sınırlı bir rota çizilecekti. Bunu düşündüğüm için de üniversiteye girmeye cesaret edemedim.

 

Neleri gün yüzüne çıkardınız?

 

Bir kere kullandığım bir belgeyi bir daha başka yerde kullanmıyordum, her şeyi ilk kez ben yapıyordum. Said-i Nursi’nin hayatı üzerine ilk çalışmayı belgelerle ilk kez ben ortaya koydum. Abdülhamid öncesine sonrasına dair ne yazdımsa bunlara her seferinde yeni ilk kez belgeler ekleyerek genişlettim. Son Osmanlı Uleması üzerine çalıştım. Sansürsüz olarak belgelerle çalışmaları ortaya koyduğum için kitaplarım büyük ilgi görüyordu. Öğrenciler gerçeği yakın tarihimizi öğrenmek istediklerinde kendi hocalarının ders kitaplarını değil benim kitaplarımdan okurlardı.

 

Gençken ortamlarınız nasıldı. Mesela Marmara Kıraathanesine gider miydiniz?

 

Öğrenciyken giderdim. Marmara Kıraathanesi'ni 80 ihtilalinden sonra yıktılar, başka yerde taşındı. Marmara Kıraathanesi’nden Laleli’ye doğru açık bir alan vardır orada tabureler olurdu. Muzaffer Ozak orada otururdu. Marmara’ya da Mehmet Niyazi gelirdi, Das Mehmet gelirdi, Hilmi Oflaz vardı. Bir gün Necip Fazıl ile Mehmet Kaplan’ın bir konferanstan çıkıp geldiğini hatırlıyorum. Üniversite hocaları da gelirdi. Esafil-i Şark diye anılanlar vardı bir de. Alt katta Yumni Salonu vardı oraya konuşmaya Alparslan Türkeş gelirdi. Doğrusu öğrencilikten sonra pek gitmedim. İnsanı miskinleştiriyor öyle ortamlar. Ama oralardan çok insanlar yetişti. Marmara’da meşhur bir laf vardı bir zamanlar. Tam hatırlamıyorum ama “Fikirler Marmara Kıraathanesi’nde üretilir yemekler Adalet Partisi’nin Gençlik Merkezi’nde yenilir” gibi bir laftı. (gülüşmeler)

 

Bize 'keskin kılıçlar' ismi takılmıştı

 

Pek çok isim üzerine çalıştınız sizi en çok kimin hayatı, kişiliği etkiledi?

 

En çok etkilendiğim isim son Osmanlı alimlerden birisi olan Mustafa Sabri Efendi’dir. Osmanlı’yı savunmuştur. Ortadoğu’da Çerkesler Osmanlı’ya karşı ayaklanmak isteyince onları bu kararlarından vazgeçirmiş Osmanlı Devleti için çalışmıştır. Bugün yetiştirdiği talebelerde dünyanın farklı yerlerinde hala Osmanlı ruhunu canlı tutar. Müthiş bir adamdır hem siyasidir hem de kültürel ve ilmi tarafı vardır. Ben onlara hayran kalarak eserlerini bugünkü nesle aktardım. O dönemde bize keskin kılıçlar deniliyordu. Ben bizden öncekilerin çektikleri çileleri gördükçe daha çok mücadele etmeyi daha çok arzu ediyordum. Bizim çektiklerimiz geçmişte dindar insanların çilelerinin yanında hiçbir şey diye düşünüyordum. Belgeleri okudukça daha fazla mücadele ediyordum. Ama şunu söylemek isterim. Ben teymiyecilik, mutezilik ve vehabiliğe karşı da bu ülkede çok mücadele etmiş biriyim. Afgani’ye Reddiye diye bir kitabım vardır. Yine bazı İslamcılar İran Devrimi’ni desteklemişken ben karşı çıkmıştım. Bize hep içerden baktım. 12 Eylülde herkes yurt dışına kaçarken beni de İran'a davet ettiler ama reddettim.

 

Arsa satıp kitabımı bastırdım

 

Kitaplarınızı basmak için babanızın size aldığı arsayı sattığınızı söylemiştiniz. Bu parayla hangi kitabınızı çıkardınız?

 

Güngören’de rahmetli babam dört kardeşin her birine 250’şer metre karelik arsa almıştı. Ben kendi payımı 400 bine sattım ve Son Devir Osmanlı Uleması kitabımı çıkardım. Ancak arsadan elime geçen parayla kitabımın sadece birinci cildini bastırabildim. İkinci cilde param yetmeyince pes ettim. Akit gazetesinin şu an sahibi olan Mustafa Karahasanoğlu akıllı adamdı ‘bana getir ben basayım’ dedi ve beş bin bastı ben de o kitaptan işte para kazandım. Sonra kendime Medrese Yayınları’nı kurup kitaplarımı buradan çıkarmaya başladım. M.Sabri Efendi’nin öğrencisi Abdulfettah Ebu Gudde’nin Safahat Min Sabri'l-'Ulema 'AlaŞeda'idi'l-'İlmi Ve't-Tahsil" adı kitabını tercüme ettirdim. Bİr süre sonra yayınevi kapandı daha sonra Mizan Yayınevi’ni kurdum. Pek kimse bilmez buradan üç ciltlik bir kitabım çıktı. Meşrutiyetten Cumhuriyete Meşihat Şeriat Tarikat Kavgası adlı bu kitabımı bin adet basıp yurt dışında Milli Görüş konferansları verirken sattım.

 

Amak-ı Hayal'i okurla buluşturdum

 

Filibeli Ahmet Hilmi’nin Amak-ı Hayal kitabının yeniden basılmasında emeğiniz var ?

 

Tercüman gazetesi 1001 Temel Eser diye bir seri başlattı. Başında da Mustafa N. Sepetçioğlu vardı. Pek çok kişiye kitap hazırlattı. Ben de sahaflardan bulmuştum Filibeli’nin Amak-ı Hayal’ini onu hazırladım. Yine Huzur’u Akle Fende Meddiyun Meslek Delalatü kitabını hazırladım. Amak-ı Hayal’imde çok fazla dip not vardır. Mesela latince bir kelime var metinde, gidip Fransız Kültür Merkezi’nde kütüphaneden o kelimenin bugün nasıl yazılıyor tek tek baktım anlamlarını ekledim.

 

Kütüphanem gelinlerime emanet

 

Öğrencilik yıllarınızdan itibaren paranızı kitaba yatıran, çok okuyan, çok yazan biri olduğunuzu biliyoruz. Hatta sadece içinde kütüphanenizin olduğu bir daireniz vardı diye hatırlıyorum. Kaç kitabınız var?

Vesikalar, evraklarla birlikte 10 bin diyebilirim. Orada burada dağılmış bir kütüphanem var şu an üç ayrı yerde kitaplarım.

 

Peki kütüphanenizi kime emanet edeceksiniz acaba?

 

Oğullarım var ama onların çalışma alanlarının pek benim külliyatımla alakası yok fakat iki kızım var. Gelinlerim biliyorsunuz ilahiyatçı ve akademisyenler. Külliye’den kütüphanemi istediler ama ben kabul etmedim gelinlerim için saklayacağımı söyledim.

 

Gelinlerinizin çalışma alanları tam olarak neydi?

 

Büyük gelinim Şule Marmara Üniversitesi’nde akademisyen. Din Sosyolojisi alanında çalışıyor. Hristiyan Fundamentalizm ve ABD’de Din Devlet İlişkisi üzerinde iki akademik çalışması kitap olarak basıldı. Esra kızım İmam Hatip okulları üzerine akademik çalışma yaptı. Ben onların akademik çalışmalarını destekliyorum ve kütüphanemi de onlara emanet edeceğim. Zaten onlara hediye aldığım zaman da nadir eserler hediye ederim. Herkes sevdiğine bir hediye alır benim onlara nadir eser alıp hediye etmem boynumun borcu. Esra kızıma Sebirülreşit’in orijinalini hediye ettim (25 cilt). Şule kızıma da Bayanül Hak (7-8) cilt hediye ettim. Alanları çünkü ona uygun. Bizim açtığımız yolda çalışmalar yapacak bir nesile ihtiyacımız var o nesli görünce mutlu oluyorum.

 

KAYNAK: İşten atılınca mecburen gazeteci oldum (Ayşe Olgun röportajı, Yeni Şafak, 02.12.2018).

1850 METREDE ROBİNSON CRUSOE HAYATI

Gazeteci-yazar Sadık Albayrak, Trabzon’da 1850 rakımdaki yayla evinde ‘Kıtmir’ adını verdiği kangal cinsi köpeğiyle inzivaya çekildi. Gözlerden uzakta Robinson Crusoe hayatı yaşayan Sadık Albayrak, kitaplarını yazıyor, bahçesinde torunları için alabalık yetiştirmeyi, yaylayı ağaçlarla donatmayı planlıyor.

Karadeniz’in dağları üzerinde sisle kaplı, oksijeniyle gideni çarpan yaylasında her biri 45 metrekarelik iki mütevazı ev. Bahçesinde torunlara alabalık yetiştirebilmek için hazırlanmış küçük havuzlar. Yol kenarlarından toplanmış ve birer sanat eseri muamelesi yapılan asırlık ağaçların kökleri. Kuran’ı Kerim’de bahsi geçen Ashab-ı Kehf’in köpeği Kıtmir’in adı verilmiş iri cüsseli bir kangal köpeği.

 

Düzinelerce kaynak kitap. Fikir adamı, gazeteci Sadık Albayrak’ın yeni yaşamının özeti bu kadar. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın babası Sadık Albayrak’ı bedenen inzivaya, manen ve fikren ise yükselişe çekildiği evinde ziyaret ettik. Dününü ve bugününü, aynı zamanda en yakın dostlarından biri olan dünürü Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı konuştuk...

 

12 EYLÜL’ÜN KURBANLARINDAN

 

12 Eylül 1980 darbesinin fikir adamlarını bir silindir gibi ezdiği günlerdi. Tutuklanan, askeri mahkemelerde yargılananlar arasında Sadık Albayrak da vardı. Cezaevine girdi. En yakın dostlarından biri o dönem MSP İstanbul İl Gençlik Kolları Başkanı olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dı. Tayyip Erdoğan’ı 13-14 yaşlarında katıldığı münazaralardan, 1977-1978 yıllarında MSP’deki görevinden tanıdı. Yeni Devir gazetesindeki köşesinde, kendisinden çok genç olan Tayyip Erdoğan için “Bu genç, Türkiye’de büyük hizmetler edecek” diye yazmıştı. Dostlukları hiç bozulmadı. Sadık Albayrak, vefası nedeniyle, dava arkadaşı Tayyip Erdoğan’a “Nuru ayn’ım’, yani ‘gözümün nuru” diye hitap ediyor. Sadık Albayrak dava arkadaşını şöyle anlatıyor:

 

O YILLARIN BECKENBAUER’İYDİ

 

“Tayyip Erdoğan şiir, edebiyat ve sosyal içerikli konularda konferanslar verirdi. Spora olan ilgisi de çok fazlaydı. Futbolla ilgilenmesi, ileride yönetici olmasının işaretiydi. O dönemde ‘Türkiye’nin Beckenbauer’i’ deniyordu ona. Yürüyüşü ve hareketleriyle, toplumu etkileyici fiziki bir yapısı vardı. Bu, ezilmiş bir toplumun Tayyip Bey’de kimliğini bulmasıydı. Mücadelesi halk katmanında yansımasını buldu.

 

YAŞAM TARZLARIMIZ AYNI

 

Hasbi olmak çok önemli. Onun çocukları imam hatipli. Aileyle de bir yakınlığımız vardı. Cenab-ı hak nasip etti. Hısım-akraba olduk. Yaşam tarzımız birbirimize uygun, aile yapılarımız birbirine yakın. Debdebe, ihtişam yok. Emine Hanım ile eşim Kıymet Hanım’ın sıcak muhabbetleri vardır. Ailece hep mütevazı olduk. Bütün hayatımız boyunca Allah’a kul, yüce Resulüne ümmet olmak için mücadele verdik.

 

YAZAMAZKEN YAŞAMAK ÖLÜMDEN BETER

 

 

 

1970’li yılların ortalarından son 10 yıla kadar binlerce röportaj, günlük yazı, makale yazdım. Ayrıca 45’in üzerinde eserim var. Onların tamamlayıcısı olarak bu yaylada da binlerce ağaç dikiyorum. Kitaplar gibi ağaçlar da bir eserdir. 40 yıldır gazetelerde yazı yazan adam için, yazamazken yaşamak ölümden beterdir. Kitaplarımı yeniden harmanlayıp basarak fikri bir çalışmaya girdim. ‘Yiğit Düştüğü Yerden Kalkar’ adlı kitabım, yazdığım 45 - 50 kitabımın özetidir. Yazarlık ayağa düşmüş. Artık o kültür seviyesi olmadığından, onlarla muhatap olmamak için yazarlığı bıraktım. O zaman da başa döndüm. Köyüme döndüm.

Şu an kitaplarımı düzenliyorum. Mesela ‘Osmanlı Uleması’ adlı biyografik eserimi 3 cilt daha ilaveyle 8’e çıkaracağım. ‘Abdulhamid Devrinde Kara ve Deniz Ulaşımı’ diye üç ciltlik çalışmam var.”

 

HAYY GİBİ YAŞIYORUM

 

“5-6 yıldır buradayım. 7’sinde yaşadıklarımı, 70’inden sonra da yaşamak istiyorum. Robinson Crusoe gibi yaşıyorum. Ama ben Müslüman’ım. Aslında o da sahte. Robinson Crusoe kitabını yazan Daniel Defoe, İbn Tufeyl’in Hayy bin Yakzan kitabından kopya çekerek yazdı. Ben aslında oradaki hikâyenin Müslüman kahramanı Hayy’ım. Hayy gibi ağaç dikiyorum, sebze-fide dikiyorum, toprağı işliyorum. Kuran-ı Kerim’de Rahman Suresi 6. ayette Allah buyurur ki, “Bitkiler ve ağaçlar Allah’a secde eder.” Ayet hükmünce hayatımı devam ettiriyorum. Onları buduyorum, onlarla konuşuyorum. Çünkü onlar da biz de topraktan yaratıldık. Bu hayat tarzını yaşadım, yaşıyorum.”

 

ROBİNSON’UN AKIL HOCASI HAYY

 

Endülüslü hekim ve filozof İbn Tufeyl, Hayy bin Yakzan’ın (Yakzan oğlu Hayy) hayatını anlattığı aynı isimdeki romanını 14. yüzyılda kaleme aldı. Hint Adaları’nın birinde dünyaya gelen Hayy’ın hiçbir eğitim almadan ve sadece doğayı gözlemleyerek, düşünerek insan-ı kamil seviyesine ulaşmasını anlatan roman neredeyse tüm batı dillerine çevrildi. O dönem Avrupasında edebiyat dünyasına yön veren eser oldu. Pek çok yazar Hayy bin Yakzan’ı kendi düşünce sistemine göre taklit etti. Dünyanın en çok bilinen eserlerinden Daniel Defoe’nin 1700’lü yıllarda yazdığı Robinson Crusoe da ‘adasal roman’ın başlangıcı olan Hayy Bin Yakzan’ın taklitlerinden biri olarak kabul edilir.

 

CUMHURBAŞKANI ONAYIYLA KORUMA ALTINDA

 

"Bu yaylada 10 bin yılda teşekkül etmiş ‘Turba’ denen ve dünyada nadir bulunan bir toprak var. Toprağı Cumhurbaşkanı’nın onayı ile dünya çevre literatürüne katmak için çalışıyoruz. Bu projeyi faal konuma getirmek için şu anda planlaması yapılıyor. Bu irtifada bu toprağa benzer dünyada 5-6 coğrafi konum var. Ekolojik dengenin bozulduğu, çevre ve su sorununun problem olduğu bir dünyada, böyle bir ihtiyacı gidermede benim çalışmalarım bir katre yer sağlarsa ne mutlu bana. Sonradan gelenler, son 50-60 yılda ağaçları kesip doğayı bozup çöle çevirdiler. Her gelen parselleri sahiplenerek ağaçları kesip beton binalarla bozdu. Bu yaylayı ihya etmek için kendini adayan biri var. Çünkü çalışmalarımız bütün canlı haklarına dayalı, yaşanabilir bir dünya için.”

 

TORUNLARIM DA BURAYA BAĞLI OLSUNLAR

 

Burada yaylada bir botanik bahçesi kurdum. Yüzlerce ağaç, bitki... Hepsi şifadır insana. İstanbul’da uykuyu alamıyorsun, terliyorsun, halsizlik oluyor, yataktan kalkmak istemiyorsun. İştahın yok. Gürültü... Ama burada bol oksijen, iştahın artıyor. İstediğin kadar yorul, sabahleyin zinde kalkıyorsun. Çeşitli rahatsızlıklarım varken burada şifa buluyorum. Torunlarımın buraya bağlı olmalarını isterim. Bu hayat tarzı beni ahir ömrümde, zinde, dinamik ve eylemci yaptım. Torunlar fırsat buldukça gelirler. Burayı seviyorlar, özlüyorlar. Toplam 5 torunum var. Allah inşallah 6’ncısını da nasip eder.”

 

 ‘SOSYETE DAMAT’ YANITI

 

"CHP Sözcüsü Faik Öztrak’ın (Berat Albayrak için) “Sosyete Damat” lafını duyunca aklıma şu geldi. Ben yedek subaylığımı Malkara’da yaptım. Orada 1.5 yılım geçti. ‘Sosyete Damat’ diyen kişinin Malkaralı olduğunu öğrenince, Trakya’da yerel bir söz var: ‘Malkara Keşan, Hoppala Paşam’ dedim. Bunlara, ‘Koy çuvala, salla salla vur duvara’ demek geçti içimden. Muhatap almaya değmez.

‘Aslıhu Nesluhu’ derler. Yani bir adamın aslı neyse nesli de o olur. Ben, 1950’li yıllarda Trabzon Kemeraltı’nda manifaturacılık yapan Hacı Ahmet Albayrak’ın oğluyum. Babam o yıllarda Mensucat Santral’dan, Sümbüllü Han’dan, Çakmakçılar Yokuşu’nda Topbaş’lardan mal alır, gelir Trabzon’da satardı. Biz köylüyüz. Ama Ataköylülerden ya da Kadıköylülerden faklı bir köylüyüz...”

KAYNAK: 1850 metrede Robinson Crusoe hayatı (Fatma Aksu haberi, hürriyet.com.tr, 21.06.2020).

Yazar: Röportaj

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör