Şair
ve yazar (D. 2 Ocak 1852, Bebek / İstanbul -13 Nisan 1937, İstanbul). Babası
köklü bir aileden gelen tarihçi Hayrullah Efendi’dir. Dedesi, Hekimbaşı
Abdülhak Molla, büyük atası Müderris Abdülhak Sünbatî’dir. Annesi Münteha Nesib
Hanım, küçük yaşta Kafkasya’dan kaçırılıp İstanbul’a getirilmiş, Kadıasker Ferit Efendi tarafından satın
alınmış ve büyütülmüş bir hanımefendidir. Hayrullah Efendi ile Münteha Hanım’ın
beş çocuğu olmuştur; bunlardan üçüncüsü Abdülhak Hâmit’tir. İlköğrenimine özel
öğretmenlerden dersler alarak başladı. Öğretmenleri arasında Evliya Hoca,
Bahaeddin Efendi, Hoca Tahsin Efendi vardır. Özellikle Hoca Tahsin Efendi, onun
yetişmesinde emeği geçenlerin başında gelir. Hâmit anılarında, “kendisine
felsefî şüphenin tohumunu atan” olarak Hoca Tahsin Efendi’yi gösterir. Sonra
Bebek’te Köşk Kapısı’ndaki mahalle mektebi (ilkokul) ile Rumelihisarı
Rüştiyesi’ne (ortaokul) kısa aralıklarla devam etti. Ailesi Paris’te öğrenim
görmesini uygun gördüğünden Ağustos 1863’te ağabeyi Nasûhî Bey ve Tahsin Efendi
ile Paris’e gönderildi. Orada Hortus College adlı özel bir okula verildi.
Babasının yanlarına gitmesi ile İstanbul’a dönme kararı aldılar ve Viyana
üzerinden hep birlikte İstanbul’a (1864) döndüler. İstanbul’da bir Fransız mektebine
verildi, Fransızcasını ilerletmek için de Tercüme Odasında çalışmaya başladı.
Ancak bu da uzun sürmedi; babasının Tahran Büyükelçiliğine atanması ile
Tahran’a gitti ve Farsça öğrenmeye başladı. Fakat babasının ani ölümü üzerine
tekrar İstanbul’a (1867) döndü. Abdülhak Hamit’in İstanbul’da dönüşüyle ilk
memuriyet hayatı da başlamış oldu. Önce Maliye Mektubî Kalemne (Maliye
Bakanlığı Özel Kalem Müdürlüğü, 1871) girdi, sonra Sadaret Kaleminde
(Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü) çalıştı.
Çalıştığı
bu yerlerde Ebuzziya Tevfik ve Recâîzâde Ekrem’le tanıştı. Sezai ve Baha
beylerle Sami Paşa’dan Hafız Divanı’nı
okudu. Namık Kemal’in Avrupa’dan dönüşünde de onu ziyarete gitti. Bütün bu
çevre, onun edebiyata yavaş yavaş ısındığını göstermektedir. Nitekim Tahran izlenimlerinden
oluşan ilk eseri Macera-yı Aşk (1873)
adlı piyesini, arkasından da İçli Kız’ı
yazdı. Bu arada Fatma Hanım’la (1874) evlendi. Düğünden sonra da Sabr ü Sebat’ı bitirdi ve Sardanapal’a başladı ve bir yıl sonra da
onu tamamladı. Duhter-i Hindû ile Nazife adlı eseri de bu yılların
ürünüdür.
Abdülhak
Hâmit, Haziran 1876’da Paris Büyükelçiliğinde ikinci katip olarak çalışmaya
başladı. Paris’teki yaşantısı zor da olsa onun sanatına katkılar sağladı. Divaneliklerim bu Paris döneminin ürünü
oldu. Orada ayrıca, Nesteren’i (1877)
piyesini yayımladı. Ancak bu piyes onu memuriyetinden etti. Çünkü iki kardeşin
taht mücadelesini işleyen bu eser, Sultan Abdülhamid’in pek hoşuna gitmemiş
olmalı ki, Hâmit İstanbul’a izinli olarak geldiği bir sırada görevine (1878)
son verildi. Sonradan kendisine Belgrat elçilik katipliği teklif edildiyse de,
kabul etmedi. Ne ki büyük bir maddî sıkıntıya düştü. Kendisini yazmaya verdi ve
Sahra (1879), Târık (1879), Tezer
(1880), Eşber (1880) adlı eserleri bu
dönemde arka arkaya yayımlandı. O sırada Rize valisi olan ağabeyi Nasûhi Bey’in
yanına gitti. Dönüşünde de kendisine Poti (Rusya) Konsolosluğu (Eylül 1881)
verildi. Ardından bu görevi Golos (Yunanistan) Başkonsoloğluğuna (1882)
çevrildi. İstanbul’a dönüşlerinde rahatsızlanan eşi Fatma Hanım’a verem tanısı
konuldu. Bu sırada ise kendisine Bombay Başkonsolosluğu teklif edildi. Ekim 1883’te yola çıktı, bindikleri vapur
Midilli’ye uğrayınca orada Namık Kemal’le görüştü. Abdülhak Hamit, çok sevdiği
Bombay’da Külbe-i İştiyâk, Kürsî-yi İstiğrâk gibi şiirleri yazdı.
Bu şiirler Türk şiirine yeni bir ruh,
yeni bir şekil kazandırdı.
Fatma
Hanım’ın hastalığının artması üzerine dönme kararı aldılar. Beyrut’a
geldiklerinde orada vali olan Nasûhi Bey’in evine indiler. Fatma Hanım 21 Nisan
1885’te orada öldü. Eşinin ölüm acısıyla Makber’i yazdı.. Onu Ölü (1885), Hacle (1886)
izledi. Ayrıca İstanbul’da kaldığı süre içinde de Divaneliklerim yahut Belde (1886), Bunlar Odur (1886), Kahbe
Yahut Bir Sefilenin Hasbihali (1887) adlı kitaplarını yayımladı. Edebî
çevrede Hamit, artık gerçek kişiliğini bulmuştu. Yalnızca yazdıkları değil, onu
eleştirenlere Gayret dergisinde
verdiği cevaplar ününü bir kat daha arttırdı. Öte yandan memuriyet hayatı da
Londra Büyükelçiliği başkatipliğine atanması ile Batıya açıldı. Ancak Zeyneb’i basılmak üzere İstanbul’a
göndermesi ve sansürün bu eser üzerine “Devlet ve hanedanla eğleniyor” diye
rapor vermesi onu görevinden etti ve İstanbul’a dönmek zorunda (1888) kaldı.
Dostlarının araya girmesi ve edebiyatla bir daha uğraşmayacağına dair Saray’a
yazı vermesi ile eski görevine yeniden gönderildi. Bu kez Londra’da Nelly Hanım
ile (1890) evlendi. Bir ara Ebuzziya Tevfik ile yazışıyor diye İstanbul’a geri
çağrıldı ise de, affedilerek kendisine büyükelçi yardımcılığı görevi verildi.
29 Haziran 1895’te Lahey Büyükelçiliğine atandı, iki yıl orada kaldı. Sonra
kendi isteği ile Londra Büyükelçiliği müsteşarlığına atandı. 1900 yılı
başlarında Nelly Hanımın hastalanması üzerine İstanbul’a döndüler. Brüksel
ortaelçiliğine atandığı 1906 yılına kadar İstanbul’da kaldılar. Nelly Hanım 8
Şubat 1911’de öldü. Hâmit bir yıl sonra Belçikalı Lüsyen (Lucienne) Hanım ile
evlendi. Balkan savaşları içinde İstanbul’a döndüler. Bir süre açıkta kaldı.
1914 başlarında Ayan Meclisi üyesi (senatör) oldu, bu meclisin ikinci başkanlığına getirildi.
Bu
yıllarda ve devamında Bâlâdan Bir Ses (1912),
İlhan (1913), Validem (1913), İlham-ı Vatan
(1916), Turhan (1916), Finten (1916), İbn-i Musa (1917), Sardanapal
(1919), Abdullahü’s -sağir (1919), Yâdigâr-ı Harb (1919), Tayflar Geçidi (1919), Ruhlar (1922), Garâm (1923) adlı kitaplarını arka arkaya yayımladı. Ekim 1922’de
görevi sona erince ailesiyle Avrupa’ya gitti ve Viyana’da sıkıntılı günler
geçirdi. Cumhuriyetin ilânından (29 Ekim 1923) sonra emekliye ayrıldı. 1928’de
İstanbul milletvekili seçildi ve ölümüne kadar bu görevde kaldı. Ölünce
kendisine devlet töreni yapıldı ve Zincirli Kuyu Mezarlığına ilk gömülen kişi
oldu.
Tanzimat döneminin en büyük
şairi sayılan ve uzun yıllar "Üstad" olarak anılan, basında “Şair-i
Âzâm” sıfatıyla anılan, Türk şiirine Batılı bir anlayış ve nazım yenilikleri
getirmiş olan Hamit, şiirinin dilini, ağır ve karmaşık söyleyişlerden
kurtaramadı. Buna karşılık felsefi duyuş ve hayal gücünü tüm eserlerinde
ustalıkla sergiledi. Bizim edebiyatımıza sosyal konuları getiren ilk şair ve
yazar olarak değerlendirildi. Geniş bir coğrafyayı tanıma fırsatını bulmuş
olmaktan da yararlanarak, önemli bölümünü manzum olarak kaleme aldığı tiyatro
eserlerinde, Türk, Arap, Asur, Yunan tarihinde geçen olayları konu aldı. Ancak
tekniğine gerekli titizliği gösteremediği için oyunları genelde sahnelenme
şansı bulamadı. Hamit, meclislerde sohbeti sevilen biriydi. Şiirleri ve tiyatro
eserleri son yıllarda değişik yayınevlerince yeniden basıldı.
“Bazı şairlerin yazgıları kötüdür. Ya
küçümsenir, yadsınır ya da göklere çıkarılır. Onların günlerinde sağlam
değerlendirilmemeleri sonucudur bu. Kimi mutlular, sağlıklarında yerlerini
bulurlar, kimileri ölünce. Şairlerin değerlendirilmelerinin şiir ölçülerinin
dışına çıkmaya başladığı, bir takım politik akımların yazgısına bağlı bulunduğu
bu günlerde durumu yeniden saptamak gerekiyor.
“Hamit, bunlardan. Hem övüldü hem yerildi,
daha kötüsü küçümsendi yaşadığında. Şair-i âzam! Bir de üstelik son günlerde
bir sol-sağ çekişmesinin sembolü haline geldi. (Mehmet Akif gibi). Onu sevmek
yahut sevmemek, bir şiir beğenisi olmaktan çıkıp bir politik tutumu belirtmek
haline geldi. Bunu da toplumumuzun büyük yanlışlarından, sağlam sınıfsal
değerler kuramamış olmamızın yanlışlarından biri olarak düşünebiliriz.
Fransa’da Racine’i yahut Corneille’i küçümseyen bir solcu olduğunu sanmıyorum.
Bir ulus kültürünün böylece paylaşılması hazin bir talan gibi geliyor bana.
“Hamit’in kötü değil, sadece kötü değil,
üstelik gülünç bir şair olmadığı söylenemez. Bütün ciddiyetine, bütün stratejik
edasına karşın söylenemez. Bu olgu, biraz da, yukarda belirttiğim gibi, onun
kendini seçmemesine bağlı bir ikilemdir. Onun şiirinin, onun
değerlendirilmesinin geçirdiği evrim, bir bakıma Türk şiirinde birtakım
değerlerin, şiirsel ve beşeri birtakım değerlerin geçirdiği evrimdir diye
düşünülebilir. Kararsızdır, tarafsızdır. Neyle nasıl eğleneceğini bilmez. Tam
bir Osmanlı kaypaklığı içindedir. Bazen eğlendiğini mi, katıldığını mı
anlayamazsınız.” (Turgut Uyar)
ESERLERİ:
ŞİİR: Sahra (1879), Makber (1885), Ölü (1885), Hacle (1886), Bunlar Odur (1885), Divaneliklerim Yahut Belde (1885), Bir Sefilenin Hasbihali (1886), Bâlâ'dan Bir Ses (1912), Validem (1913), İlham-ı Vatan (1916),
Tayflar Geçidi (1917), Ruhlar (1922), Gârâm (1923).
OYUN: Mâcera-yı Aşk (mensur, 1873; manzum, 1910), Sabr u Sebat (1875, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda oyn., 1961), İçli Kız (1875), Duhter-i Hindu (1876),
Nazife (1876, Abdullahü's-Sağir'le, 1917), Nesteren (1878), Tarık
Yahut Endülüs'ün Fethi (1879, Sadi Irmak ve Behçet Kemal Çağlar tar.
sadeleştirilerek 1960, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda oyn., 1962), Tezer Yahut Abdurrahman-ı Sâlis (1880), Eşber (1880), Zeynep (1908), İlhan (1913), Liberte (1913), Finten (1916, Ahmet
Muhip Dranas tar., 1959, Kenan Akyüz tar., 1964), Tarhan (1916), İbn-i Musa
yahut Zadülcemal (1917), Sardanapal (1917), Abdullahi's-Sağir (1917), Yadigar-ı Harb (1917), Hakan (1935), Cünûn-ı Aşk (tefrika, yaz., 1917, kitaplaşmadı), Kanuni'nin Vicdan Azabı (yaz., 1937,
basılmadı).
DİĞER ESERLERİ: Mektuplar (Süleyman Nazif tar., 2 cilt, 1916), Hâtırât (İkdam ve Vakit'te tefrika, 1924-25), Yabancı Dostlar (1924), Rûznâme (Vakit'te tefrika, 1925). Abdülhak Hamid'in Londra yıllarını Yusuf Mardin, Abdülhak Hamid'in Londrası adlı kitapta romanlaştırdı. Tiyatro eserleri İnci Enginün tarafından günümüz Türkçesine çevrilerek yedi cilt halinde yayımlandı (1998-2002).
KAYNAKÇA: Şahabettin Süleyman / Abdülhak Hamit, Hayatı ve Sanatı (1913), Faik Ali Ozansoy / Şair-i Âzâm'a Mektup (1923), Abdülhak Hamit Tarhan / Hâtırât (İkdam ve Vakit'te tefrika, 1924-25), Mehmet Zeki / Türkiye Teracimi Ahval Ansiklopedisi (c. II, 1929), Orhan Seyfi Orhon / Abdülhak Hamid (1937), Necip Fazıl Kısakürek / Abdülhak Hamid ve Dolayısıyla (1937), Fevziye Abdullah Tansel / Hususi Mektuplarına Göre Namık Kemal ve Abdülhak Hamid (1949), Hikmet Dizdaroğlu / Abdülhak Hamit (1953), Gündüz Akıncı / Abdülhak Hamit (1954), Asım Bezirci / Abdulhak Hamit ve Tarık / Yahut Endülüs'ün Fethi (1966), Orhan Okay / Abdülhak Hamid'in Romantizmi (1971), Yusuf Sıtkı Mardin / Abdulhak Hamid'in Londra'sı (1976), Yusuf Sıtkı Mardin / Abdulhak Hamid'in Londra Yılları (1982), Turgut Uyar / Bir Şiirden (1982), İnci Enginün / Abdülhak Hamid Tarhan (1986), Feyzi Halıcı / Parlamenter Şairler (1990), Türkiye Büyük Millet Meclisi Albümü 1920-1991 (1994), Âdile Ayda / Bir Demet Edebiyat (1998), Taha Toros / Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre (1998), Yılmaz Taşçıoğlu / Abdülhak Hamid Tarhan (1999), İbnülemin Mahmud Kemal İnal / Son Asır Türk Şairleri (c. II, 2000), Baki Asiltürk / Osmanlı Seyyahlarının Gözüyle Avrupa (2000), Serap İncegümüş / Gezi edebiyatımıza önemli bir katkı (Cumhuriyet Kitap, 26.4.2001), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), Doç. Dr. İsmail Parlatır / Tanzîmat Şiiri: Abdülhak Hâmit Tahran / Büyük Türk Klâsikleri (cilt:8, 2004), Mehmet Atilla Maraş / Şair Milletvekilleri 1 - 22. Dönem 1920-2005 (2005), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).
Ne idim ben, ne tabii bir kız
Belki sahrada rebii bir kız
En büyük zevkim, ümidim, neşem
Kırda seyran idi, her gün, her dem
Düşünürken o büyük sahrada
Beni halk eyleyeni tenhada
Duruyorken hareketsiz, sessiz
Yere inmiş göğe benzerdi deniz
Aksi tekbir ile dolmuş dereler
Secde eylerdi bütün meşcereler
Şebi mehtap doğar aynı şafak
Her taraf nura olur müstağrak
Akıyormuş gibi her suda hayat
Yüzüyormuş gibi hep mahlukat
Uçacakmış gibi eflake zemin
Halden, mazi ile atiden emin
Mutmain şevk ile soldan, sağdan
Bir şataretle inerdim dağdan.
1. Merhaba ey harap makbereler,
Sâfiline
küşâde pencereler!
Nezdinizde karârı pek severim.
2. Bence hep
şi'rdir bu meşcereler,
Şu
bayırlar, harâbeler, dereler
Bu esen rüzgârı pek severim.
3. Bahrdan
levhime gelir safvet,
Safvet-i levh o en güzel sanat.
Ebrden kalbime iner rikkat,
Rikkat-i kalb, o en büyük hikmet.
Ben hazân ü bahârı pek severim.
4. Dilemem
şeyh ü şâbdan irşâd,
Encümenden hiç istemem imdâd,
Bana üstâd-ı sun 'dur üstâd,
Bunu
cehlimden eyle istişhâd,
Cehl ile iftiharı pek severim.
5. Servden
istikâmet öğrendim,
Senge baktım metanet öğrendim,
Sayelerden
himâyet öğrendim,
Âkıbet
bir muhabbet öğrendim.
Ben bu nakş u nigârı pek severim.
6. Müteharrik
çemen belâgatten,
Dem urur tâirân fasâhatten,
Gonca bir ders açar letâfetten,
Beni
âgâh eder selâsetten.
Reviş-i cûybârı pek severim.
7. Yetişir âsmân önümde kitâb,
Bana
mekteb gelir şu penbe sehâb.
Encümen
cânişînidir girdâb,
Ne hoş urmuş bu merkade mehtâb.
Şu gelen ihtiyarı pek severim.
8. Eder ilkâ
hayâlime ziynet,
Hande ettikçe her seher Kudret,
Görürüm
her tarafta bin ibret,
Tek
ü tenha önünde ey Vahdet,
Ettiğim âh ü zârı pek severim.
9. Olmadım
sarf u nahve ben âgâh,
"Gıramer"den
de anlamam billâh,
Ulemâ benden etsin istikrâh,
Hiç vazîfemde olmaz, ey hemrâh,
Çünkü Perverdigâr'ı pek severim.
10. Batmasın
payına sakın bu çiçek,
Bir melek geldi söyledi gülerek,
Buradan sevdiğim güzâr edecek,
Ben de onun esiriyim gerçek,
Ben o merdüm-şikârı pek severim.
11. Vechi mir
'at-ı hüsn-i sîrettir,
Zülfü meşşâte-i tabîattir,
Çeşmi
hemreng-i sermediyettir,
O da bir derstir, fazilettir,
Severim, yâdgârı pek severim.
Seneler var ki yazmadım bir şey,
Hadisat işlemekte peyderpey,
Yeter insan kanıyla yazmak için..
Yiyerek sanki bir köpek nâ-şı..
Olmuşum bir behîmeden vahşi,
Müterakkıb kudurmak, azmak için.
Develer kini bende kin-i âdem,
Hayyelerden zehirlidir handem,
Olurum ağlayınca bir timsah.
Ben ki tufanı yoldaşım sanırım,
Bahr-i ummanı gözyaşım sanırım,
Ve O bahrin içindeyim sebbah.
Sanmayın yer katında bir bodrum,
Açmışım gökyüzünde bir uçurum,
Ki derununda ben varım ancak.
Anlıyan kimse var mı hatırda,
Ben eminim ki devr-i hazında,
Yazdığım şeyler anlaşılmayacak.
Bulmuşum tesliyet bu vâdide,
Ne saadet ki hal-i pîride
Şarib-ül leyli venneharım ben.
Bugün olsam da bir cihandîde,
Değilim şimdilik hazandîde,
Karlar altında nevbaharım ben.
Volkan ağzında her biten çiçeğim.
Yıldırım yağdırır ateşböceğim,
Eyledim lâlezâr bir ağılı,
Hani ya nerede böyle şeyhuhet,
Ya şebabette var mı deymumet.
Dağlıyım ben, fakat yanardağlı.
Hey Çamlıca mehtâbı ne olmuş sana öyle?
Küskün duruyorsun.
Bir şey kuruyorsun.
Seyrinle iyan et bana, ilhâm ile söyle:
Aksetmede âlâm-ı vatandan mı bu halet?
Anlat; bu tahavvül neye etmekte delâlet.
Vaktiyle ederken bu havâliyi zılâlin
Bir sâha-i nilî.
Ey neyyir-i leylî,
Matem döküyor arza bugün bedr ü hilâlin
Bir şeb ki, zîrinde küsûfun,
Seyrangehi olmakda tuyûfun.
Mâzîden esip gelmede bir nevha-i vâveyl.
Bir âh-ı müebbed.
Hangi güneşin mâtemidir zulmetin ey leyl,
Ey şi’r-i muakkad
Yıldızlar olur bence meâlin gibi nâ-yab
Atîde görünmezse o mâzideki mehtâb
Olmazdı sabahın da yarın gülmeye meyli
Pîşinde bu dîdar-ı mahûfun.
Kartallara baktım düşüyorlar yere bi-ta’b;
Oldum sanıyordum
Melekü’l Mevt ile hem-hâb
Birkaç Perişan
Söz
Makber ki âsâr-ı mevcûdemin en ahiridir, fenâ
bulmuş bir vücûdun bekaası için yapıldı. Makaabirde mündemiç olan maâlî-i
şi'riyyeden Makber'de bir eser bulunmadığını bilirim. Makber, bir feryâd-ı
tahassürü şâmildir ki hiçliğe müstenid olduğu için mütâlâasından hâsıl olacak
netice de hiçtir. Lâkin bence, bir şeydir.
Evet bu kitabı pâymâl-i mutâlâa eden fikir, bir
kabristanı dolaşmış olur, ve kabristanda olduğu gibi hiçbir şey anlamıyarak
içinden çıkıp gider.
Bu kitabın mukaddimesini görmekle neticesine vâkıf
olmak, yâhut mündericâtını okumakla ismini düşünmek birdir. Bu kitap,
kabristanda yazıldı ki bedbaht müellifini iyi tanıyanlara keder, tanımayanlara
ise kelâl verir. Teessürâtımı yalnız gönlümde saklamak, yâhut yazıp da
bastırmamak mümkün ve belki evlâ iken bu sûretde meydana çıkarmak lâzım mı idi
suâli vârid olursa onun cevâbı hazırdır: Vâdî-i sükûta düşenlerin ecsâdından
mürûr-i zamanla bir avuç toprak kaldığı gibi, gönülde olan en azîz bir yadigârdan
da mürûr-ı zaman ile bir belirsiz hayâl kalır. Ben o hayâle kaani' değilim.
... Makber hiç olmazsa benden ziyâde muammer
olacaktır. İşte bunun için neşr olundu. Gönlümdeki feryaddan yapılmış bir
mezardır ki muhteviyâtını taşlara yazılmış sözler gibi isterim. Heyhât!.
... Makber'in, âsâr-ı sâirem gibi fenâ bulacağına
şüphem yoktur. Zâten teessürümün muhâfaza-i şiddetine ebediyyet bile kifayet
etmez. Müellif, Hâlikının huzûruna yüreğinden bu yaranın kanları cereyan ede
ede çıkacaktır.
Bâzı kalbde kederle sürûr cânişin olamaz. Kalb
yardır ki perverde ettiği hüznü dünyânın olanca haz ve meserretleri izâle
edemez. Yine de o hüzün hiç bir mesrûriyyete mâni değildir. Bâzı gönüllerde
ise, hüzün ve meserret müctemi' bulunur. Bir hüzünde safâ bulunması, bir tebessümün
keder-engîz olması bundandır. Fakat yine kalb vardır ki muhâfaza ettiği kederi
sevinç tezyîd eder. Benim kederim bu ekdârdandır.
Kederimin artması için sevinmek isterim. Bunu
kimselere anlatamam. Bu işin lisânı anlaşılmaktan berîdir. Sükût edelim.
Fakirin bir eseri olduğu için Makber'i şiir diye
telâkki etmek isteyen olursa mütâlâasında benim şairliğimden bir nişan bulmaz. Ancak
düşünür ise bir feryad duyar ki isterse onu bir şiir zanneder. O feryad,
beşerin aczidir.
En güzel, en büyük, en doğru şiir, bir hakîkat-i
müdhişenin tazyiki altında hiçbir şey söylememektir. Makber ise hitâbet
ediyor.. İnsan bâzı kerre hatırına gelen bir hayâli tanıyamaz, o kadar
güzeldir! Zihninden uçan bir fikre yetişemez, o kadar yüksektir; kalbine doğan,
bir hissi bulamaz, o kadar derindir; bu acz ile bir feryad koparır, yâhut pek
karanlık bir şey söyler; yâhut hiçbir şey söyliyemez de kalemini ayağının
altına alıp ezer; bunlar şiirdir.
.. Makber, umûmiyeti itibariyle pek çok nazarlar
için soğuk bir eserdir. Bu soğukluk yalnız benim kalbimi ihrak eder. Alem-i
edebiyyâta bir âhiret lâzımdır. Makber, o âhiretten nişandır. Makber, hayât-ı
edebîmizin kabristânıdır, benim zevâlimdir.
Makber, bir fikri birçok tarz-ı beyanda söylüyor.
Elfâzı havâs için hiç, mânâsı havâs ve avâm için hiç, vücûdu bir merhume için
bir mezar, binâenaleyh bence bir şeydir. Makber, uğradığım felâketin ağırlığına
nisbetle hafif, derinliğine nisbetle tehî, şiirliğine nisbetle hiçtir, fakat
bana nisbetle bir şeydir.
Makber, makber değil bir türbe, türbe değil bir
mâbed, mâbed değil bir küre, küre değil bir fezâ-yı bî-intihâ olmalıydı,
halbuki bir makber bile değil, nûr-ı ilâhînin indiği, fikr-i insanînin
çıkamadığı bir minber olmalıydı. Makber, bir mahşer olmalıydı. Heyhât!
Fikir çıkmamalıdır demem, çıkamaz bir halde
bulunmalıdır. Makber'de iniyor, müebbeden iniyor! Bu ebedî iniş bir derinliğe
dâl olsa bile hayfâ ki yine makber olmaktan başka bir şey değil: Makber'in
mânâsı makaabirin zevâhirinden ibârettir.
... Güzel çehreler nâmına, büyük nâmlar ashâbına
heykeller yapıldığı gibi, güzel fikirler, büyük vak'alar için de beyitler
yapılmalıdır. Mezar, Allahın yaptığı bir heykel. Biz onu nasıl tasvir ve tecsîm
edebiliriz? Hangi şâir bir güzel kıza onu görmiyenlerin nazarında tecsîm edecek
kadar cismâniyyet vermiş? Hangi kalem mehâsin-i tabîiyyeyi hakkıyle taklîd
etmiş? Bizim yazıp da en güzel bulduğumuz şiirleri bize ilhâm eden tabiattır. O
şiirler suda görünen akse benzer.ki mutlak hâricde bir müsebbibi olur. Bâzı
ekâbir-i edeb, bir şâirin meziyyâtı kendi beyninde tevellüd ettiğini iddiâ
ederler. Ben bu fikirde değilim. Benim - eğer varsa - mehâsinim dağların,
bayırların, güzel yüzlerin, çiçekleridir. Seyyiâtım benimdir.
Bitirmeden evvel şunu da söyliyeyim: Makber'in bende
vuku'unu şiiri okuyacağınız vaka, içinde Cavaliciro'nun bulunduğu vapurda geçer.
haber verdiği musibet, her hâlimle berâber eş'ârıma da bir büyük inkılâb
getirdi... Dediğim inkilâb, semâ ile mezarın müsâdeme edecekleri bir noktada,
yahut bir fezâ-yı namütenahide bulunmaktır. Kalbim müddetlerce bu iki kuvve-i
harikulâdenin arasında kaldı. Bunlar yakınlaştıkça ben tesliyet bulur,
ayrıldıkça nevmîd olurdum. Nihâyet birleştiler. Ben ezildim: Makber çıktı! Bu
şiir midir? Ne mümkün! Semâ ile mezar birleşmemeli, daha doğrusu ayrı
kalmalıydılar. Ben iftirak ve istiğrak ile figan etmeliydim. O şiir olurdu.
Makber'den evvel yazdığım şeylerin pek çoğunu
beğenmem. Bâzısını pek az beğenirim. Makber'i ise hiç beğenmiyorum. Çok
seviyorum. Beğenmediğim şu sebeptendir ki bu kitabın edebiyyât ile pek az münâsebeti
var. Sevdiğim şunun içindir ki bu kitap O'dur. Bütün mevcûdatı şiir görenler
nazarında belki Makber de bir şiire benzer. Bence bir şâireyi andırır. O şâire,
Sâni-i Kudret'in bir şiiri idi.
Makber'in muhteviyatı, bunca nekaayisi,
haşviyyâtiyle berâber bir merhûmenin rûhâniyyeti, bir rûhun mâneviyyâtıdır.
Makber onun hâli, onun resmi, onun hayâli, onun heykeli, onun mezârıdır. Onun
hiç beğenilecek yeri kalmıyan hayâtıdır. Yine tekrâr edeyim: Makber, O'dur.
Bunun için severim.
Lâkin Makber edebiyyât nokta-i nazarına karşı
çirkin bir çocuktur. Mâsum fakat güzel değil, hakir bir feylesoftur; hikmet,
fakat şüpheli kusurlu bir hüsündür. Feryad, fakat musanna, mâmur bir mezardır.
Hazin değil, fakat mezar. Bir mağrib fakat parlak, bir güzel fakat sevimsiz. Bir
şiir, fakat kafiyeli. Bunun için de beğenmem. Fikrin serhaddi memât olduğu
gibi, şiirin de elfâza intikalde hududu kafiye oluyor, ne yapalım! Makber için
bir fikr-i şer'i beyan etmek lâzım ise işte bu kitap bir merhûmenin mezarıdır.
Zâirinden fâtiha niyâz ederim.
Eyvah!. Ne yer, ne yâr kaldı,
Gönlüm dolu âh-u zâr kaldı.
Şimdi buradaydı gitti elden,
Gitti ebede gelip ezelden.
Ben gittim, o hâksâr kaldı,
Bir gûşede târmâr kaldı;
Bâki o enîs-i dilden, eyvâh!.
Beyrut’ta bir mezar kaldı.
Nerde arayım o dilrübâyı?..
Kimden sorayım o bî-nevâyı?
Bildir bana nerde, nerde Yarab?...
Kim attı beni bu derde Yarab?..
Derler ki: “Unut o âşinâyı,
Gitti tutarak rehli bekayı..
Sığsın mı hayale bu hakîkat?..
Görsün mü gözüm bu mâcerâyı?..
Süratle nasıl değişti hâlim?..
Almaz bunu, havsalam, hayalim.
Bir şey görürüm, mezâra benzer,
Baktıkça alır, o yâra benzer.
Şeklerle güzâr eder leyâlim,
Artar yine matemim, melâlim.
Bir sadme-i inkilâbdır bu,
Bilmem ki, yakın mıdır zevâlim?
Çık Fâtıma lahddan kıyâm et,
Yâdımdaki hâline devam et,
Ketmetme bu râzı, söyle bir söz,
Ben isterim âh, öyle bir söz..,
Güller gibi meyl-i ibtisâm et,
Dağ-ı dile çare bul, merâm et:
Bir tatlı bakışla, bir gülüşle,
Eyyam-ı hayatımı tamam et.
Makber mi, nedir şu gördüğüm yer?.
Yâ böyle revâ mı câ-yı dilber?..
Bir tecrübedir bu, hiledir bu..
Yok, mahvıma bir vesîledir bu..
Bak bak, ne değişmiş ol semenber!..
Gül çehresi, bak, ne yolda mugber...
Nefrin, bu siyah bahta nefrîn,
Feryâd bu hâle tâ-be-mahşer..
Yarab, bana bir melek ıyân et,
Bir de beni öyle imtihan et:
Doğsun göreyim o mâh yerden,
Nûrun çıka ey İlâh yerden.
Maksûd-ı hayatı dermiyân et,
Ferdâ-yı beşer nedir, beyân et!
Ya fikrimi rûhuna kıl isâl
Yâ rûhumu hâkine revân et.
Derd oldu mukîm, çâre gitti,
Gûya vatanım kenâre gitti;
Ben gurbet-i dâimîde kaldım,
Bir türbe-i bî-ümide kaldım.
Ufkumdan o mâhpâre gitti,
Bir matla’-ı şeb-nisâre gitti...
Gördüm yüzünü misâl-i zulmet,
Matla’ ona bir sitâre gitti...
Gördüm yüzünü türâb içinde,
Geldim, aradım kitab içinde.
Bir hâb gelir o, dideden dûr,
Gitti diyemem mezara ol nûr.
Bu sıfr nedir hisâb içinde?.
Erkam ona inkilâb içinde.
Bir hîçî-i zî-vücûd, yahut,
Bir kabrdir ıztırâb içinde.
Her gûşesinde
dehrin nâm-ı beka-nisârın,
Şâyestedir
denilse âlem senin mezârın.
Beyt-i Hudâya
konmuş câhın matâf-ı eslâf,
Durmuş başında
bekler bir kavm türbedarın.
Her şaha böyle
tali' yâr olmaz ey şehenşeh,
Nadir gelir
naziri bir böyle şehriyârın.
Bâb-ı necâtı
sensin, ey Fâtih, eyliyen feth,
Miftah yaptı
ancak ceddi büzürgvârın
.
Ecr-ı azîm-i
vasfın kaydına Hâmid ey Şâh,
Afveyle bu
kusurun sen ol günahkârın.
Medhinde
şairane ilhamlar gerektir.
Ta'rîfi yerde
bitmez arşa çıkan kibarın.
Abdülhak Hamit
KAYNAK: Ziya
Karamuk (1948)
1. Ölüm kılar bizi
ikâz hâb-ı gafletten;
Ayırmayan da o, lâkin zalâm-ı hayretten.
2. Senin delilin olur, hem seni eder takîb;
Ağır
gelir sana reftârı fart-ı sür 'atten.
3. Eder temashur ile hande, bir kenara durup,
Dönüp gidince kadar biz bu rezm-i
işretten.
4. Gezin mesîrede, eğlen yâ bir ziyâfette,
Olur biri ona hempâ o gün, o hey 'etten.
5. Gülüp şafak doğacakken senin de hurşîdin,
Onun çıkar yüzü, dehşetle umk-ı
zulmetten.
6. Ümid ü ye's
verir, bir yanında dûd-ı cahîm,
O
bir yanında çiçekler bahar-ı cennetten.
7. Gehî vürûdunu bekler dü dest ile âdem;
Gehî dü çeşmini örter düşünse dehşetten.
8. Nasıl taakkul olunsun ferâizi ömrün?..
Ukûle za'f gelir dâima bu kuvvetten.
9. Ölüm değil mi eden bir marîza bahş-ı sükûn,
Ederse de onu mehcûr bezm-i ülfetten?..
10. O rütbe renc
görür sanki bunda insan ki,
Ölünce hiç göz açmaz menâm-ı
râhattan.
11. Akîde rehber iken
bir cihan-ı bakîye,
Ölüm deyince ölür fâniyân haşyetten.
12. Fünûn, zunûn
demedir; hikmetin adı hayret,
Sonunda çünkü o mânâ çıkar bu suretten.
13. O, kendi kendine
görmez: fakat işaret ile;
O, kendi kendine gelmez; velîk Kudret 'ten.
14. Durur hakîkat-ı
eşya türâb şeklinde,
Suâl-i âhıret ettikçe ben bu türbetten.
15. İnâyet eyle İlâhî,
büyüklüğün biliriz,
Yazıkdır eyleme nevmîd halkı rahmetten!..
16. Birut'ta kumlara
batmak ümidimin güneşi:
Ne oldu, anlamadım zerre ben bu hikmetten!..
HYDE PARK’TAN
GEÇERKEN
ABDÜLHAK HAMİD
TARHAN
Nedir
mahvolmuş eş’ârım beni icâd eder bir kuş?
Bütün
şâirleri ahkâmına münkâd eder bir kuş?
Neden
bilmem bugün kalbimde bir feryâd eder bir kuş
Bu
virân hatırım bir fikr ile berbâd eder bir kuş
Vurur
feryâde bir yâh-pâre bâd-i bâm-dâd olmuş
Perişandır
tutarsan cümle heykeller remâd olmuş
Zevâl
vermiş bahâra, cûylar yekser cemâd olmuş
Anın
gelmiş ziyâret birle ruhun şâd eder bir kuş.
Tecessümler
kılarken her cihetten serdî-yi firkat
Düşerken
pâre-i berfe müşâbih girye-i hasret
Acep
kimden alıp kılmakta arz-ı müjde-i vuslat
Bahân
sevgilim senden mi istişhâd eder bir kuş?
Seninle
hem-demim bir sahâ-yı beyzâda ben ey gül
Gelir
bir kûh-sâr-i maneviden bin dem’-i bülbül
Nic’olmuş
altı ay zarfmda yâ Rab gönce vü sünbül?
O
meş’aller ki yâdımda bu şeb îkâd eder bir kuş?
Verir
dehşet, bugün bir kabr-i seyyârım çemen-ber-dûş,
Eder
tevhîş, esîr-i gurbetim, çıktım vatan ber-dûş,
Bulutlar
incimâd etmiş, ağaçlıklar kefen-ber-dûş,
Bakar
yıldızlara hayretle istib’âd eder bir kuş.
Ne
anlarsın bu hâlimden benim ey çehre-i rûşen
Meserretten
mi matemden mi bilmem ettiğin şiven?
Firâkıyla
o hûri-i nâzenînin azm ederken ben
Bu
hiçistân-ı nisyânı behişt-âbâd eder bir kuş
Nedir?
Mücrim değil, işkenceden durum fakat bed-baht,
Dahîl-i
cennetim, hem sohbet-i hürüm fakat bed-bah
Saâdet-yâb-ı
sıhhat, şâd ü mesrûrum fakat bed-baht
Nasıl
bir yâdigârın derdidir bu yâd eder bir kuş?
Nasıl
mümkün olur denmek onun zevkinde yok bir şey
Figânı
bî-sebebtir, hüzn ile şevkinde yok bir şey
Sarây-i
pâdişâhı kim onun fevkinde yok bir şey
Onun
fevkinde istihza-i istibdâd eder bir kuş
Alır
lezzet o bizlerden ziyâde âb-ı câriden
Nesîm-i
kûh-peymâdan, sehâibten, sahâriden
Letâiften
ne gördüyse bilip eltâf-ı Bârî’den,
Dıraht
üstünde bir diğer kuşa ta’dâd eder bir kuş.
Verir
dünyâya ol ma’mûre-i suflâya ulviyyet,
Verir
vicdâna, ol neş’et-geh-i edyâna emniyyet
Verir
insâna, ol hayvân-ı pür-iz’âna hürriyet,
Bu
ser-bâzâne mantıklarla kim irâd eder bir kuş.
Eser
görmekteyim yâ Rab şu hayvancıkta şefkatten
Olur
fikrimdeki mağrible bâhis rûz-ı hilkattten,
Aceb
gönlüm müdür mey’ûs olup nûr-i hakikatten,
Zalâm-ı
leylden karşımda istimdâd eder bir kuş
Beni
sen sevgilim ma’zûr gör, ma’zûr ü mecnûnum,
Gözümden
yaşlar akmakta fakat billâhi memnûnum
Nasıl
mehtâba âşıksam sana ben öyle meftunum
Habîr
olsa bu halimden bana imdâd imdâd eder bir kuş.
Bugün
bir makberin müştâkıyım ben eylerim feryâd,
Seninçün
de yarın hasretle etsin makberim feryâd,
Onun
gûşunda da bilmem olur mu sözlerim feryâd?
Nedir
yâ Rab beni feryâd ile mu’tâd eder bir kuş?
Zemîstân
içre kalmış yâdigâr-ı sayf-ı handândır,
Fenâdan
bahs eder bir bülbül-i kudsî-yi rıdvândır,
Beyrut’tan
gelse lâyık, hüdhüd-i sâî-yi cânândır,
Beni
ikâz için, ihyâ için bî-dâd eder bir kuş.
Değil
ben, kalb-i hamûşum değil ey zehre-i esmer,
Senin
mihrinle söz söyler bugün bir resm-i büt-peyker*
Sevâbitten
inen nûra seni tercih eder yerler,
Mezâhirden
çıkan ruhu sana isnâd eder bir kuş,
Meserret
görmek istersen eğer ekdâr hâlinde
Beni
seyr et ki handânım ben âh ü zâr hâlinde
Aceb
zihnimden istihrâc edib eş’âr hâlinde
Alır
fikrim benim, kendi gibi âzâd eder bir kuş
Güzâr
ettim bu gurbet-gehde birçok deşt ü deryâdan
Ne
gördümse yazık, tefrik olunmaz şimdi ru’yâdan
Fakat
çıkmaz senin avâz-ı hüznün gûş-ı hülyâdan
Ölürsem
de olur ruhum benim feryâd eder bir kuş.
(Londra,
Mart 1886)
Dehâ yaratmakla tabiat mı kıskançtır? Yoksa bol bol
doğuyor da hayat mı onları daha tohum iken yokediyor? Bunun cevabı henüz
verilmemiştir. Fakat ben gerçek bir dehânın hayat şartlarına mahkûm olacağına
inanmıyorum. Bir çocuk, nasıl etrafını zorlayarak doğarsa,
büyük çapta keskin bir zekânın hayat, muhit ve cemiyeti de öylece zorlıyarak
yükseleceğine kaniim.
Ömrün yardımı, yalnız dehânın dekorunu
zenginleştirir, verimini arttırır, sınırlarını ve çapını genişletir.
Bunun az bir şey olmadığını, ben de biliyorum. Amma
şu kadar var ki, gerçek bir dehâ, meydansız at ve atsız bir meydan gibi
değildir. O büyük kuvvet, muhtaç olduğu zaman atını da, meydanını da
yaratabilir. Hattâ atsızlığı ve meydansızlığı bir kuvvet haline kor.
Abdülhâk Hâmid'e hem yaradılış cömert davrandı; hem
ömrü güleryüz gösterdi.
Dedesi şairdi ve eczanesinin üstüne:
Ne ararsan bulunur derde devadan gayri
mısraını
yazacak kadar hakîmâne bir tevazua sahipli. Ceddâniyeti böyle olan Hâmid
Bebek'de doğdu, Çamlıca'da serpildi.
Hani yine kendisinin:
Bu yerlerde doğan bir şâir olmak pek tabiîdir
dediği
Çamlıca'da...
Tanzimat sonrasının bu en büyük siması, Fuzülî'den
önce Hâfız'ı ve Nefi'den evvel Firdevsî ile Muhteşem'i, Şirazlı Örfî'yi
okumuştu. Sefarethane münşisi Mirza Şevket'i ona koşturan da talihidir.
Acemce'yi İran payitahtında öğrendi. Ağabeyisi
Nasuhi Bey'le birlikte Paris'e gitti. Fransızca'yı diline rametti. İngilizce'ye
de Londra'da sahip oldu. Bu kadar zengin bir talih cömertliğine binde bir bile
rastlanmaz.
Ben onu sefirlikten azledilip memleketine döndüğü
gün tanıdım.
Devlet onu azletmiş, millet Sirkeci'de alkışlarla
karşılamıştı. Bu tezadın değerini bilmem söylemeye hacet var mı?
O akşam, Tokatlıyan'daki ziyafette mideden ziyade,
gönül ve kafalar doymuştu. Nitekim birkaç gün sonra devlet de millete uymuş ve
Hâmid'i Âyan'a almıştı.
Fikret, ondan bahsederken "Geniş bir cephe,
mûnis bir nazar, bir fıtrat-ı mahrem" der.
Onda alın, gerçekten bir tan yeri gibi geniş ve
yine onun gibi içinden ışıklı idi. Hârikulâde beyni, röntgen aydınlığı ile
buradan sızıyor hissini verirdi. Yuvarlak başı, monoklunun inip kaldırdığı sağ
kaşı, güzel ve mânâlı yüzüne bulunmaz bir başkalık veriyordu.
O zamanlar, sakalına ancak ince ve belirsiz bir ak
yaldız serpilmişti. Yalnız göz altlarında heyecanlı ve çok ihtiraslı bir
yaşayışın izleri seziliyordu. Redingotu, plâstronu ve emperiyal paltosu ile
şıktan ziyade zarif görünüyordu. Saçlarında bir tek siyah kalmadığı günlerde de
bu itinalı, zarif giyinişi bırakmamıştı.
Seksen beş yılı, bükülmeden, en küçük bir kıvrıma
bile yer vermeden taşıdı. Boyu da mısraları gibi kendini zamana çiğnetmedi.
Her birinden ayrı bir zarafet ve incelik havası
dağılan Şair-i Âzam'da yalnız ses kalındı. Azıcık ispirto ile örselenmiş, kalın
sesini dinlerken, ben, kaç kere vâhiyleri düşünmüşümdür. Sesinde ney demleri
gibi zengin bir derinlik vardı.
Nükteyi şaşılacak bir ciddiyetle yapar ve bu
tezadın karanlığı içinde zekâ şimşeği, daha kamaştırıcı bir parlaklık alırdı.
Tevazuun büyüklüğünü ben onda gördüm.
İnsan edince kendi kemalde imtizac
Tenzil-i kadr-i âhere hissetmez ihtiyâc
beytini
o, kendisi için değil, kendisine saldıranlar için söylemişti. Bu mısraları onun
gururuna şahit tutanlar yanılıyorlar. Hâmid'de tevazu el gibi, parmak gibi
tabiî bir şeydi. Yalnız bir kere onun mağrur konuştuğunu gördük. Hem Allah için
gururu da kendisi kadar büyüktü.
Eskiciler nâkâfi sözüne sataşmışlardı. "Arapça
bir kelime ile Acemin nâ'sı yanyana gelir mi a cahil"? diyorlardı. O vakit
Hâmid, muhteşem bir şiirine nakâfi'yi redif yaptı ve;
Bugün ben yazdım, elbette yazar ahfad nâkâfi
Hükmüyle zamanın alnını mühürledi. Bence bu hüküm
istikbal fatihliğinin de buyrultusudur.
Bazıları, o gelinceye kadar, şiirimizde derinlik
yoktu derler. Bu büyük geçmişimizin şerefli varlıklarına iftira olur. Hayır
derinlik, Türk şiirinde Hâmid'le başlamaz. Fakat Hâmid'in şiiri muhakkak ki
derinlikleri dalgalandıran bir kuvvettir.
Ben, onu:
Derin bir cevv-i lâhutî, geniş bir darbe-i şehper
mısraıyla
tarif edenlerle beraberim. Bu kanaatler, ona dehâsının armağanı idi. En derin
his uçurumlarına dalar, en yüksek hayal göklerine süzülür ve her ikisinden de
şâhâne ganimetlerle dönerdi.
Ona gelinceye kadar, hiçbir şairin ilham zenginliği
böyle ciltler halinde tepeleşmemiştir. Derinliği onunla başlatanlar da galiba
bu noktaya dayanıyorlar.
Halbuki bunun sebepleri başkadır. Eskiler, dar bir
sanat çerçevesi içinde mahpusturlar. Gazel ve kasideleri ne kadar çoğaltsalar
renk değişmiyordu. İki üç renkle yapılan tablo, ne kadar büyük olursa olsun,
tabiatteki bütün kemâli kucaklıyabilir mi?
Darlığı sezen büyükler, muhiti genişlelemeyince
derinliğe doğru gitmişler, imkânsız sanılacak güçlükleri zorlamışlardı.
Noktasız gazel ve kasideler, murassalar, gönül ve beyin akümülâtörlerinin
boşalmasından başka nedir? Granit üstünde tarla açmakla bunlar arasında zorluk
bakımından ne fark var?
Hâmid, böyle bir ölçü ve nizam darlığı içinde
değildi. Amma çemberleri tek başına kırmadı. Kendinden önce gelenler bu yolda
hayli alın teri dökmüşler, ince patikalar açmışlardı.
Biz, yeniyi güzel yaratışlar ile ruha çakacak bir
büyüğe muhtaç olduğumuz zamanda o yetişti.
Şahsiyetini zaman eline, ihtiyaç avuçlarına
cilâlattı. Hâmid'in talihi, yalnız doğduktan sonra başlamıyor, zamanında
doğuşu, imkânların önüne serildiği bir çağda dünyaya gelişi de başka bir
bahtiyarlık eseridir.
Onda bütün gençler için ibretle seyredilecek bir
şey var. Hâmid niçin çok yazdı? Neden çabuk tükenmedi? Şiiri, yalnız kalbinin
kaynadığı gençlik demlerine mahsus bir heyecan verimi sayanlar olmuştur. Amma
lâftır bunlar. Bir fidan nasıl kökünü derinliklere indire indire koca çınar
olursa, bir şair de kültürünü genişlettiği kadar uzun ömürlü, çok eserli, derin
izli olur.
Onu hatırladıkça, gözümde ilk canlanan hayali,
Maçka’daki apartıman salonunun köşesinde, çok daha güzel bir başka dünyanın
insanı gibi vakur ve rahat oturuşudur. Onun sadece bu oturuşu ile, ölünceye
kadar ihtiyarlığı yenmesini bilenlerden olduğuna hükmedebilirdiniz. Sanki bu
çaba ve bu inatla koltuğundadik tutardı vücudunu, yorgun da olsa, uykulu da
olsa.
Ne
zarif giyinirdi! Bir fotoğrafındaki yakası geniş şeritli siyah kostümünü bir
zamanın modasına uyarak sanki ilk defa onun üstünde denemiş ve
yakıştırmışlardı. Bu güzel adamın sakalı da çehresine başka bir tatlılık
verirdi. Monokl her zaman gözünde mi idi pek hatırlamıyorum. Fakat o tek cam
bile, ışığından zekâ taşan bir bakışın üstünde gururla parlar gibi idi.
Ellerini kımıldatışı ayrı bir dildi ve bu dilden eşi Lüsyen hanım bir kitaptan
bir cümle okumuş gibi anlardı. Hemen içeriye gider ve Hâmid’in ya yeni bir
şiiri yahut eserlerinden biri ile gelirdi. Bunlardan sonra, salondakilerden
birisi sesini titreterek “Makber”den bir mısra okur, hanımefendi arkasını
getirirdi. Hâmid’in şiirlerini, bu kültürlü kadın şüphesiz uzun beraberliğin
havası içinde onun açıklamaları ile tâ ruhuna sindirmişti ve Hâmid’in konuşma
dili dışındaki kelimelerinin anlamını bilmese bile bu şiirlerin musikisine
hayran kalmıştı.
Abdülhak
Hâmid’in:
Var
ol, Lüsiyen, tavaf et ey nur,
Ey
âhır-ı ömrümün şebabı!
Dediği
Lüsiyen hanıma derin bağlılığı ona bakışlarından seziliyordu. Gerçekten Lüsiyen
onun son aşkı, ömrünün sonunda gençliği idi. Etrafında bir nur dalgası gibi
dolanmasını istiyordu onun. Ölüme bu aydınlıkla gidecekti ve öyle gitti. Fakat
ya gençliği Hâmid’in? Ya gençlik aşkları? O şahane gençlik devrindeki Don Juan
hayatı? Paris’te, Londra’da geçirdiği çılgınca maceralar? O, Kamil?
O
Otöy bülbülünün feryadı,
Çıkmadı
gitti gönülden yâdı!
Bunların
hepsi bir tarata, ya o “Makber”, nedir o? İlk karısı Fatma hanım için yardığı
bu uzun mersiyeden şunu anlıyoruz ki, aşk, Hâmit için, bir tarafı ölüme
çevrilen iki yönlü bir aynadır. “Halce” de bunu daha açıkça belirtiyor.
“Makber”deki metafizik içinde Fatma hanım erimiş ve yerini insanın ölüm
karşısındaki dehşet ve isyan duygularına bırakmıştır. Böyle olduğu halde, ölen
sevgili için bazı mısraları da var ki, sadelikleri içinde içimize işliyor. Bir
örnek:
Ben
ölmeğe gelmişim bu Hind’e.
Ölmek
dedi, kahkahayla güldüm,
Duydum
ki fakat içimden öldüm.
Ah!
bütün “Makber” ve “Halce” bütün şiirleri bu dille yazılmış olsalardı...
Şimdi
Abdülhak Hâmit hakkında şiirinden daha hazin bir hâtırama geçiyorum. Şiirlerini
“Servet-i Fünun”a hep gönderir, kendisi gelmezdi. Fakat bir gün Süleyman
Nazif’le beraber geldi. Ahmet İhsan yoktu, matbaada yalnız müdür Muhtar Halit
ile ben vardım. Elini öptük, oturduk, bir müddet konuştuk. Süleyman Nazif
düşünceli görünüyordu. Meseleyi kalkıp giderlerken anladım. Her hafta Abdülhak
Hâmid’in, Süleyman Nazif’in ve Cenap Şahabettin’in şiirlerini dergiye koydurmak
Ahmet İhsan’ın ekonomik sistemine artık fazla ağır basmağa başlamıştı. Ben
mücadeleden bıkmıştım ve Hâmid’in devamlı olarak yazıp yolladığı şiirlerini
bazan bir hafta sonraki sayıya aktarmağa başlamıştım. İşte durum böyle iken ve
Cenap ile Nazif henüz buna ses çıkarmazlarken, Hâmid’in bu teşrifi vuku
bulmuştu. O kısa zaman zarfında ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Yalnız gitmek
üzere Süleyman Nazif’le ayağa
kalkmışlardı. Nazif elimi sıkarak iki adım önden yürüdü, fakat Hâmit eli
elimde, hafif bir sesle kulağıma şöyle bir söz fısıldadı:
-
Şiirlerimi her hafta koysanız memnun olurum, ihtiyaca faydalı oluyor da…
Bunu
söyliyen Hamit mi idi? Bu ses? İçim burkuldu ve yüzüm bilmem nasıl kızardı. Bir
şey söyliyemedim. O da bir cevap beklemedi. Camlı kapı kapandı ve Nazif’le
beraber çıkıp gittiler. Bütün gün neşem kaçmıştı. Yalnız neşem mi? Bir aralık
bir isyan, hattâ bir öfke bile duyar gibi olmuştum. Neden bunu söylemişti?
Belediye kendisine Maçka’da apartıman tutmuştu, henüz milletvekili olmamıştı
ama emekli maaşı vardı. Her akşam Anadolu kulübünde hâlâ viskisini içtiğini de
söylüyorlardı. Öyle iken…
O
günden sonra Hâmid’in Maçka’daki apartmanında ziyarete gidemedim.
Süleyman
Nazif ertesi hafta matbaaya gelişinde bana bundan hiç bahsetmedi. Lüzum da
kalmamıştı. Ahmet İhsan'ın rızası ile
Hâmid'in şiirlerini her sayıya
koymakta devam edecektik. Yalnız Nazif, gülerek bana şunu anlattı:
- Geçen hafta sizden ayrıldıktan sonra Cağaloğlu'nda
bir otomobil durduracak oldum, beyefendi ‘Hayır’
dedi, ‘hava çok güzel, şöyle Babıâliden aşağıya doğru yürüyelim.’Ben
‘Yorulursunuz’ diye itiraz ettim,
fakat dinlemedi.
Ve
Nazif devam etti:
- Yavaş yavaş, yokuştan inmeğe başladık. Vilâyetin karşısından geçerek
kitapçılara doğru yürüdük. Beyefendi hep camekânlara bakıyordu. Birinde ‘Divaneliklerim’, kitabını gösterdi
ve ‘Ah Kamil’ dedi, arkasından ‘Ben onun
kadar hiç bir kadını sevmedim’ diye içini
çekti. Bir başka camekânda başka bir aşkım hatırlıyarak Tereza gibi bir
isim söyledi ve yine aynı sözü tekrarladı.
Meğer en çok onu sevmişmiş! Böylece
her camekânda, bir kitabını çıkardığı yılları hatırlıyor, iki dakika evvelki sevgilileri unutuyor, başka başka isimlerle en çok sevdiği dilberleri
anıyordu. Ben şaşırmıştım. Bir şey
demiyor, yalnız dinliyordum. Yokuşun altında tekrar otomobile binmeği teklif
ettim. Bir kere coşmuştu. ‘Daha yürüyelim’ dedi.
‘Köprüden bineriz’. Çaresiz yola devam ettik. Artık yorulmuştu, fakat garip bir hisle yürümekte ısrar ediyordu. Nihayet Eminönü'nde bir otomobile
binerken:
-
Maçka'ya çabuk gitsek, diye söylendi,
geç kaldık galiba. Lüsiyen beni bekler! Ve bu sözünün arkasından yine aynı heyecan ve samimiyetle: - Ah
Lüsiyen! Lüsiyen! dedi, ben onun
kadar hiç bir kadını sevmedim.
Kelime
kelimesine olmamakla beraber -bu da
pek tabiidir- Süleyman Nazif’in bana anlattığı budur. O, bir hafta evvelki
hayretinden kurtulamamıştı. Fakat ben öyle
düşünmüyordum. Çünkü benim kanaatimce,
Abdülhak Hâmit yalnız şiirlerinde değil, hayatında da bir tezat adamı
idi. Şair olsun, romancı olsun, tiyatro
yazarı olsun, hiç bir edebiyatçıyı eserlerinin havasından ayıramayız. Nasıl ki Ziya Gökalp’in Abdülhak Hâmit hakkındaki şu sözü de bu bakımdan
çok anlamlıdır:
“Abdülhak Hâmid’in eserlerinde mantıksız bir hayatla
hayatsız bir mantığın mücadeleleri gözükür.”
(Edebiyatçılar Geçiyor, 1967)
Milletlerin edebiyatında şahsiyetler vardır ki, eserlerinden önce
varlıklarıyla bir hadise, bir merhale teşkil ederler. Abdülhak Hâmid’de
onlardan biridir. 1852 Şubatının 5’inci günü Bebek’te doğan çocuğun dünyaya
açılan gözleriyle birlikte, Türk edebiyatı yepyeni bir ufka yüz çevirecekti.
İstanbul’un fethi gibi bu tarih de, bir çağ kapayıp ötekini açan bir dönüm
noktası sayılmalıdır. Gerçekten, edebiyatımızda yeniye yönelmiş ne varsa hepsi
bu tarihten, daha doğrusu bu tarihte doğan müstesna çocuğun okuyup yazmaya
başladığı günden başlar. Bir Hâmid’den evvelki edebiyatımızı, bir de ondan
sonrasını düşünün: Arada yüz yılların ancak gerçekleştirebileceği bir fark
görürsünüz. Halbuki bu değişikliği Abdülhak Hâmid tek başına ve bir hamlede
yapmıştır. Hiç kimse, devrinin düşünce ve şekil kayıtlarını kırarak ileriye
atılmakta onun kadar cesaretli, onun gibi kararlı olamamıştır, sanırım.
Kendinden evvelkilere hiç bir şey borçlu olmayan
büyük şair, zamanında yenilik namına ne düşünülebilirse hepsini yalnız
kendinden sonrakilere değil, hatta daha yaşlı çağdaşlarına da öğretmiş; onlara
da istikamet değiştirtmiştir. Bir tarihten sonra, bütün Tanzimatçıların
kalemini, şiirde ve nesirde, Abdülhak Hâmid’in zarif parmakları idare etmiş
gibidir, dersem, beni garabete heveslenmiş olmakla değil, belki şimdiye kadar
söylenmek istenmemiş bir gerçeği açığa vurmakla suçlandırabilirsiniz. Bence,
edebî mânasıyla nesrimiz “Makber mukaddimesi”, beşerî anlayışta Türk şiiri
“Bunlar odur”la başlamıştır. “Selimi evvelin meziyeti siyasiyesini Osmanlı
eshabı kalemi arasında en evvel tarife nesren muvaffak olan Kemal, nazmına
nazîre söylemeye çalışsın!” hitabını Hamid’e tevcih eden ben değilim, bizzat
Namık Kemal’dir.
Neler vehmederek vücuda getirdiğimiz eserlerin ömrü,
ebediyete kıyasla, camdaki buğu üzerine parmağımızla çizdiğimiz şekillerin
ömründen fazla değildir. Bizim yazdıklarımızı mütemadiyen silmekle eğlenen
zaman Abdülhak Hâmid’in yazdıkları üzerinden de elbette bir silgi geçirmek istemiş,
fakat muazzam eserin ancak sathına dokunarak özünü yok edememiştir. Fakat,
bugünün nesli Abdülhak Hâmid’i eser olarak değil de sadece ad olarak tanıyorsa,
bunun sorumluluğunu kolay’la yetinen tembelliğimizde ve günün piyasa
yazılarıyla seviyesini kaybeden zevkimizde aramalıyız.
(Hisar, Mart 1952)
“Abdülhak Hâmid’i gömdüğümüzün ertesi günüydü.
Zonguldak’ta bir vazife emri aldım. Şairin refikası, kendisine veda ederken
bana dedi ki:
-
Oraya gittiğiniz çok iyi...
Hâmid’in ölümü karşısında en canlı alakalardan birini
duyan da Zonguldak’tır, bu alakaya benim namıma ve Hâmid’in en yakınlarından
biri sıfatıyla bizzat teşekkür etmenizi rica ederim.
Hatırlıyorum ki Abdülhak
Hâmid de birkaç kere bana Zonguldak’tan bahsetmişti. Bir defasında Zonguldak’a
gönderdiği bir mektubun metnini
göstermiş, Zonguldak üzerinde, o yerin kendisine duyduğu alakayı beğenmekten
gelen bir dikkat ve hassasiyetle durmuştu.
Hâmid’e ait, fikir, his ve
hatıralarıma, ölümünden beri, ilk defa olarak dil vermek teşebbüsünde
bulunuyorum. Hatta hususi sohbetler, münakaşalar, neşredilmemiş notlar ve yazı
arası kısa bahisler bir tarafa, doğrudan doğruya ilk defa olarak... Böyle bir
günde, tesadüf karşıma Zonguldak’ı çıkarıyor. Hâmid’in hususi bir dikkatle
baktığı bir yeri, bana muhatap gösteren tesadüften ayrıca zevk duyuyorum.
Abdülhak Hâmid, Türk
cemiyetinin en nezaketli anlarından birinde doğdu ve asra yakın bir zaman
çerçevesi içinde, cemiyetteki bu incelik karakterinin bütün seyirlerine,
ihtilâtlarına, istihalelerine şahit oldu.
Hâmid’i, sadece, yaş ve görgü
bakımından seyrettiğimiz zaman derhal büyük çap ve büyük çap ve büyük ölçüyle
yüz yüze geliriz.
İtiraf etmeliyim ki
sanatkârın ömrü ve bundaki âmiller meselesi, bence koca bir davadır. Öldürücü
müessir, kimi alıp, kimi bırakmıyor? Niçin götürüp, niçin bekletiyor?
Bilgimizde böyle sorulara karşılık yok. Buna rağmen tuhaf bir tesadüf
zincirinin tekrar tekrar verdiği misallere dayanarak hükmedebiliriz ki,
sanatkârdaki keyfiyet vergisi, istediği kadar kemmiyet vergisinden ayrı olsun,
çok büyük keyfiyetler, anlaşılmaz bir tabiat müsaadesiyle kemmiyetlerini de
peşlerinden çekmek imtiyazına erişmişler, bol yazmışlar, çok görmüşler, uzun
yaşamışlardır. Bu, belki ruhumuzun kalıbımıza üflediği bir devam ve mukavemet
nefhasından geliyor. Belki kuvvetli bir ruhla maddesi arasında, gökteki bir
kartalın gövdesiyle kanatları arasındaki ahenge eş, bir muvazene, bir anlaşma
var. Her ne olursa olsun! Sanatkâr ki alnında Allah’ın dudak izlerine benzer
bir ışıkla doğar ve kalabalıklardan bu ışığın delaletiyle ayrılır, o, bu nura
vâris olmakta ne kadar talih sahibiyse, nurunun ışıldayacağı ömür ölçüsünde de
o kadar talih sahibidir ve birinci talihin, ikinciyi doğurmakta az çok ve
esrarlı bir hüneri vardır. Kula mahsus ibdâ nevileri ve hadleri içinde, aslan
payını kapmış olan sanatkâr, yaratıcı kudretini fışkırtırken, çok defa en zayıf
ve narin bünyeyi yıllarca ayakta tutacak bir başka kuvveti de, sanki istihsal
edendir.
Bizi kemâllerine inandırmış
sanatkârlar arasında bu iki hususiyet ve
talihi bir arada buluyoruz. Omiros,Sâdi, Şekspir, Göte, Hugo onlardandı.
Onların sihirbaz kudretleri, sakallarındaki her tel bembeyaz oluncaya kadar
sürdü, bir an felce uğramadı.
Tabiatı tek ve yekpare örnek
diye alanlardan değilim. Fakat ondan bir mavera ve sebepler âlemine akmak şartiyle,
tabiatteki düzen ve nispetlere hayran olanlardanım. Orada birçok unsurların
müşterek bir kaderi var; ağaç evvela yemiş verme kabiliyetinden düşer, sonra
kurur. Arı, bal yapmayı unutursa, ölür. Hatta insan yapısı, bir fabrikanın
çelikten cihazı bile, yeni baştan ve uzun zahmetlerle diriltilmeye muhtaç
olmamak için, durmadan, dinlenmeden işlemeye mahkûmdur. Adeta, cemaat, nebât,
hayvan ve insan, hangi marifet nevine göre biçilmiş bir bünye taşıyorsa,
bünyesini, zamanın aşındırıcı hamlelerine karşı korumak için, mevcut marifetini
inkıtasız tekrara borçlu kalıyor.
İnsandaki ruhu, bu
unsurlardaki marifet hassasile karşılıklı koyabiliriz.
İşte çok defa, uzvi
yıkılışından evvel ruhi çöküşüne şahit olduğumuz sanatkâr da zaman denilen
ejderhaya tek bir kaleden mukabele eder: Sanat kalesi.
Zamanın hakiki fatihleri, bu
kaleyi taş taş ördüler, sonuna kadar duvarlarını yükselttiler ve içinden hiç
çıkmadılar.
Sâdi, seksen yaşında Gülistan’ı bitirirken, Hâmid,
seksen altı yaşında Vicdan Azabı piyesini karaladı ve Göte, en ileri
çağlarından birinde şöyle dedi:
“Herkes hayatında ancak bir kere bulûğ ıstırabı
çeker. Fakat dehanın çocukları ölünceye kadar ve sayısız bulûğ acısı çekerler.
Çünkü, böylece her defasında gençleşirler.”
Bütün bu düşüncelerden maksat, demek değildir ki
bir sanatkârın kıymeti, yaşadığı yaşla ölçülür. Öyle olsaydı Zaro Ağa’ya iki
mısra söyletir ve onu dünyanın en büyük sanatkârı diye gösterirdik. Dünyanın en
eşsiz kafalarından biri, 39 yaşındayken beyninde bir kanser çıbanıyla ölen
Paskal gibilerini ne yapacağız? Buna mukabil, yirmi, yirmi beş yaşlarında
sanata küstükten sonra hayata da küsen ve kum çöllerine gömdüğü beş-on seneyi
ancak doldurup çok genç ölmekten başka çare bulamayan Fransız şairi Rembo
misalini de iddiamız lehinde kullanmayalım.
Bir, ruha ve onun tek kudret kaynağı olduğuna
inananlar, ruhu, ele avuca sığmaz, kanun ve çerçeveye girmez, girifit ve
esrarlı, kapris ve cilve dolu bir varlık halinde idrak etmek isteriz. Basit
vakaların karakteri ondan uzaktır. Onun, ters bir mizaç hareketiyle, bir
bedeni, kâğıt gibi kavurup yakabileceğini anladığımız kadar, keskin bir hayat
şevk ve iradesiyle de, çürük bir kalıbı ensesinden kavrayıp tutabileceğine
inanırız. Bizce ruh, keyfiyetin ve madde kemmiyetin mümessilidir. Kemmiyetin
ise, keyfiyete uşaklık etmekten başka rolü ve kendi kendisiyle hiçbir kıymeti
yoktur.
Onun içindir ki buraya kadar, bir kalite
cevherinin, kantite âlemi üzerindeki tesirlerini araştırdık şimdi
kaydedebiliriz ki yalnız eser ve yaş sayısı cephesinden Abdülhak Hâmid’in dış manzarası,
keyfiyetleri, kemmiyetleriyle barışık yaşamış ve temel şahsiyet rolü oynamış,
harikulâde ve büyük talihli ustaların dış görünüşleriyle çizgisi çizgisine
uygundur.
Acaba doğrudan doğruya keyfiyet olarak Abdülhak
Hâmid, nedir? Cevap vermeye çalışalım. Abdülhak Hâmid, Türk cemiyetinin en
nezaketli anlarından birinde doğdu. Nezaket kelimesi, bu anın dehşetini ifade
etmekte biraz zayıftır. Bu an, bir cemiyetin kafa ve ruh sıklet merkezini,
kültür ve medeniyet mihrakını değiştirdiği andır. Türk cemiyeti şarktan garba
doğru ana membaını değiştiriyor. Bu cemiyet ki fertten devlete kadar, bütün
müesseselerini İslam dünyasının ruh ve kalıpları içinde yoğurdu. Asırlarca bu
ruh ve kalıpların kıymet hükümlerini, rakip dünyanın toprakları üstünde
yürüttü. Hatta bir aralık kavgasını muvaffakiyetle bitirmiş göründü. Şeksiz ve
şüphesiz bütün dünyaya hükmettiği anlar geldi. Fakat sonra, ne oldu?
Hükümranlığını, bütün bir espri, ideoloji ve sistem ağı şeklinde örüp muhafaza
edebildi mi? Hayır!..
İstanbul’un fethiyle yenik devrine giren ve yeni
doğuşunu imzalayan garp dünyası, hazırlığını Kanuni çağının sonuna doğru
bitirdi ve bütün kuvvetiyle taarruza geçti. Ne bizim garba akınlarımız, ne
sonunda garbın bizi toslayışları, askeri ve siyasi birer taarruz değildir. Bunlar
medeniyetlerin, ideolojilerin, esprilerin çarpışmaları, birbirini imtihana
çekmeleridir. Artık her gün biraz daha toprak, nüfus, nizam ve hayatiyet
kaybeden Türk cemiyeti, dehşetli sarsıntılarla, Abdülhak Hâmid’in doğduğu
Tanzimat günlerine kadar geldi ve o günlerde birdenbire davaların en büyüğüyle
karşılaştı:
Ne olacağım?.. Kendimi nasıl kurtaracağım?
Kurtuluşumun formülü nedir?
Ortada iki örnek var: Hıristiyanlık ve İslamlık
dünyası örnekleri... Biri, müspet ilimleriyle, tabiat ve hadiseleri teşhire,
eşyayı ihataya başlamıştır. Din hükümlerini yeryüzü kanunlarından ayırmış,
ondan sadece cemiyete kalp vazifesi gören, hususi bir hassasiyet ve iman
yoğurmuştur. Böylece akılla kalbin tezatlarını kaldırmış, haklarını ödemiş,
şirketini kurmuştu. Öteki, deri üstü manzarasıyla, ham softaların elinde,
kâinata en kaba mantık çerçevelerinden ibaret... Bu çerçeveleri kendi
görülerine asla el sürdürmez. İnsan kafasının her türlü arayıcı hamlesine
düşmandır. Bu hamleyi bizzat dinin emrettiğini bilmez. Vaktiyle kurduğu, iş
gördürdüğü ve kutsileştirdiği müesseseler şimdi fiil sahasında, bütün
külçeleriyle iflas halindedir.
Bu bilanço
karşısında ne yapalım?
Tabii garp dünyasına dönelim.
Burada bir
sorgu zinciriyle karşılaşacağız?
Bu dönüş doğrumudur?.. Bir şey hangi mikyaslar,
hangi hadlara kadar aslından inhiraf edebilir?
Noksanlarımızı açığa vurmuş olan garp dünyası,
ihtiyaçlarımıza da kefalet etmiş midir? Bir heyetin dış çizgilerini kopya
etmekle, ruhi ve mahrem maktalarına kadar inmek mümkün mü?.. Düşman silahından,
kurtuluş umulabilir mi?.. Bizim olan ve markamızı taşıyan yeni bir silah
dövülemez, yeni bir dünya inşa edilemez mi?Bizim de bir rönesansımız olamaz mı?
Şahsiyet, üzerinde fedakârlık yapılabilmesi kabil bir şey midir?.. Bir veya bir
gurup millet ve cemiyetin mahsulleri arasında, bütün insanlıkça iştirak edilecek orta malı mahsulle, edilemeyecek
hususi mahsul arasındaki ‘nuance’lar nelerdir?..
Tanzimat hareketi bu muazzam davanın, muhtemel
hiçbir sualine cevap vermedi. Meseleyi saf tefekkür adamlarından ziyade basit
siyaset adamları işledi. Cemiyet, sığ, kısır bir taklit psikolojisi ve ürkek,
muvazaacı bir hamle içinde garba doğru itildi. Abdülhak Hâmid vesilesiyle
başımıza koca bir mesele açtık. Bu meseleyi açmaya mecburduk. Zira hiçbir
hadise altın gibi saf ve istiklalli değildir. Bir vakayı çepçevre sarabilmek
için, onu kendi dekoruna ve dekorunu, yerleştiği büyük fona nispet etmek lazım.
Kaldı ki hiçbir büyük sanatkâr, devri izah edilmeden, izah edilmiş olamaz.
Sanatkâr, cemiyetin bütün hayat problemleri
karşısındaki mizaç ve hassasiyet merkezi, ruh hamurkârı, ince ve mistik bir
idrak mekanizmasıdır. Yoksa lodos rüzgârı estikçe muvazenesi bozulan isterik
bir kadın gibi uluorta bir his aleti değil!..
Bunun içindir ki, Türk cemiyetinin sırat köprüsü
kadar tehlikeli bir geçide ayak attığı devirde hemen sanatkârını soruşturmaya
mecburuz. Cemiyetinin bu macerası, bakalım, onun menşurunda nasıl renkler
doğuruyor?.. Cemiyetten aldığı tesirler, onda, su dolu bir kâsenin içine
boşaltılmış kızgın bir kurşun mayii gibi, bakalım ne şekillere bürünecek?..
Heyhat ki tanzimat sanatkârına baktığımız zaman, onun da tanzimat münevverinin
ayni, sığ ve safdil bir mukallit olduğunu görürüz. Garbı anlamadan, garba
hayrandır. Louvre’un büyük salonlarında, Rafael, Mikelanj, Greko kopyaları
yapan acemi talebeleri andırır, meşk meraklısıdır. ‘Büyük’ ve ‘Ulvi’ye uzaktan
tutkundur. Fakat içinde hiçbir nefis mürakabesi, hiçbir şahsiyet humması,
hiçbir dünya ve sanat telakkisi yoktur.
İşte Abdülhak Hâmid, bu kategori içinde meydana
geldi, kendisini o zümreden bildi ve zümrenin kıymet hükümlerini makbul ve
gidişini mükemmel buldu. O kadar ki, dürüst, iyi niyetli, fakat basit bir
idealist olan Şinasi’ye şöyle hitap etti:
Nevbenev câme ettiler ilbas/Şi’rü
inşâya, çok mukallitler/ Sen
fakat eyledindi vaz’ı esas,/ Geldi
senden vücuda mucitler,/ Öyle
bir mektep eyledin bünyad/ Çıktı
tilmızler, bütün üstad.
Buna rağmen o, kendisinin habersiz olduğu bir
tarafıyla, ferdiyetinin müstesna örgüsüyle bu zümrenin seviyesini aşmış, bu
zümrenin ideolojisinden farklı bir şey beklemeksizin; gösterdiği istikametlere
doğru hızla koşabilmiş, onların hazmedemediği maddeleri temessüle başlamış,
taklit tesirini orijinale yaklaştırmış ve bir intikal devrinin şaşkınlığı
arasında, birdenbire büyük ve ilk şahsiyet kıtasında görünüvermiştir. Bu hal, o
anın şartlarına göre göz kamaştırıcı bir manzara, kocaman bir merhaledir.
Namık Kemal bu manzaranın önünde:
“Hâmid, sana hitap edebilmek için isminden büyük
kelime bulamıyorum.” Demeye mecburdu.
Nitekim garbı, ifade aletleri, mevzuları,
unsurları, metotları, keyfiyet ve kemmiyet ölçüleriyle aksettiren ilk örnek
olarak bu merhale, arada bin bir görüş, duyuş, anlayış farkı olsa da, bugüne
kadar resmen ve zahiren aşılamadı. Bir ‘Bütün’ halinde istihlâf edilemedi.
Hatta ondan sonra, en yakın günlere kadar korkunç tereddiler, birbirine geçmiş
nesillerin anarşileri baş gösterdi.
Tanzimat’ın memleketimizde en müşahhas müessesesi
‘Düyunu Umumiye’ kadar ifade edilebilecek bir müessese tasavvur edilemez.
Avrupa’dan borç para alan cemiyet, borcunu ödemek için nasıl kendi göbeğinde
alacak takip eden bir müesseseye razı olduysa, anlayışsız taklit psikolojisi de
Abdülhak Hâmid’den sonra bir ‘Edebiyatı cedide’ye, bir ‘Fecri âti’ye cevaz
vermek vaziyetine düştü. Birer Düyunu Umumiye edebiyatı olan bu mekteplere
nazaran Hamid’in farkı, garptan aldığı kıymeti hak etmeyi bilmesinde, ondan
kendine bir natür yapmasında, tek kelimeyle düşünebilmesindedir.
Hamid’de ilk göze çarpacak kıymet, biraz evvel
ferdiyet görgüsü diye ifade ettiğimiz gibi onun ‘indi-vudu’sü, benlik
mayasıdır. Bu benlik, garbın büyük üstatlarına ait metafizik meseleleri, kendi
meselesi yapmayı bilmiştir. Hamid’de, ölüm, Allah, hayat ve kâinat problemleri
birinci plandadır. Kâinata baktığı vakit, şu tabloyu görüyor: “Pişimde bu
secdegâhı tevhit,/ Aklımda şükuk, dilde ümmit,/ Fevkimde likayı sermediyet/
Zirimde fenâyı âdemiyet...”
O, varlığının hesabını ister. Oluşun sırrını her
yerde arar. Hiçbir şey öğrenmez. Fakat her şeyin çürüdüğünü görmekte, her
maddenin içini, gizli bir kurdun oyduğunu duymaktadır.
Fanilik fikri onu dişlemiştir. “Evet, hakikati
eşya, turap şeklinde...”
Fakat bu hükme nasıl razı olsun, en büyük korkusu
yok olmak. Sorar: “Eğer gubar ise encamı hasretim Yarab!/ Nedir bu şey ki düşer
gözden ab şeklinde”.
Hiçbir cevap almaz: “Sükûttur çıkacak secdeler,
selâlardan,/ Gönül tanin ededursun rübap şeklinde”.
Karşısında bir mezar var, bu mezarda bir zamanlar
elini sıktığı, hararetini duyduğu, gözlerinin içindeki hayat alevlerini
seyrettiği bir vücut yatıyor. O artık yok, o gözler artık birer renkli taş
gibi, gördüğünü anlamayan bir madde soğukluğu içinden bakıyor. Kabil mi? Buna
inanmak, yok olmaya inanmak, yokluğa inmek, dibine varmak kabil mi? Olamaz!
Bunun ilerisi var. Mezar taşının dilsizliğine bakmayın. O gizli bir dille
ebediyete açılmış bir dehliz olduğunu haber veriyor. Hamid’in de alnına
baksanız, o da dilsiz. Fakat içi?.. Bu korkunç ve bedbin muhasebeden, maverai
hırs ve ümide geçiyor ve ilahi nikbinliği yakalıyor: “Bu taş cebinime benzer ki
ayni makberdir./ Dışı sükûn ile zâhir, derunu mahşerdir./ Bu hak, leylei ümidi
andırır bence,/ Bakılsa zulmete benzer, fakat münevverdir”.
Necip Fazıl Kısakürek / Varlık (15 Ağustos 1937, s:
98)