Gazeteci-yazar,
çevirmen. 1952, Siverek / Şanlıurfa doğumlu. İlk ve ortaöğrenimini memleketinde
tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi (1979).
Öğrencilik yıllarından başlayarak Hilal dergisi ve Millî Gazete’de
çalıştı. Millî Gazete’de yazı işleri müdürlüğü yaptı (1979-82). Aynı
yıllarda kurduğu Piran Yayınevini yönetti (1975-77). İngilizce dil kurslarına
katılmak üzere Londra ve Cambridge’de bulundu (1986). Avukatlık stajını
tamamlayarak (1981) gittiği Suudi Arabistan’da Mekke Umme’l-Qura Üniversitesi
Davet ve Usulü’d Din Bölümünü bitirdi (1989). Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i
Nur Külliyatı’nı yeniden yayına hazırlayan Zehra Yayıncılık’ta danışmanlık
ve editörlük yaptı.
Makaleleri
Hilal (1969-80), Millî Gazete, Yeni Devir (1978-81), Bilgi ve
Hikmet, Sözleşme, Serbestî, Dava, Nu-bihar, Düşçınarı, Kardelen, Köprü ile
sahipliği ve yazı işleri müdürlüğünü üstlendiği Yeni Zemin (1993-94)
gazete ve dergilerinde yayımlandı. Çağdaş İslâm düşünürlerinden çeviriler
yaptı.
ESERLERİ:
DERLEME-SADELEŞTİRME:
Bediüzzaman Said Nursî (Abdurrahman Nursi’den, yay. haz., 1979),
Şırnak Baskını (basın taraması, 1992), Bediüzzaman’ın Volkan Yazıları (sad.,
yay. haz., 1994), Büyük Cevşen ve Meali,
Küçük cevşen ve Meali, Namaz Tesbihatı ve Türkçe Meali, Melaye Cizırı Diwan (Metne Kurdi - Türkçe Çevirisi, 2011),
GEZİ:
İran’da İslâmın Zaferi (1980).
ÇEVİRİ:
İslâm (İsmail Faruki’den, 1987), İslâmî Üniversite Kavramı (Prof.
Hasan Bilgrami - Prof. Seyyid Ali Eşref’ten, 1988), İslâmda Felsefi Düşüncenin
Doğuşu (Ali Sami en-Neşşar’dan, 1999), Vaad Edilmiş Günler (Taha
Hüseyin’den, 2001), İslâm Devletinde Kamusal Özgürlükler (Gannuşi’den,
2001), Divan (Molla Ahmed-i
Ceziri’den, 2007).
HAKKINDA: İhsan Işık / Türkiye Edebiyatçılar ve
Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006).
Peygamber döneminde herşey çok sade ve
basitti. Bir arada yaşamanın koşulları karmaşık değildi. Tüm problemler Medine
Site Devleti’nin sınırlarını taşmıyor ve yine bütün problemler bizzat
peygamberin önderliğinde çok rahat bir biçimde çözümleniyor ve hayat devam
ediyordu. Peygamberin vefatını müteakip dönemde yani raşid halifeler döneminde
şehir devletinin sınırları genişlemeye başlayınca yeni bir takım problemler de
kendini göstermeye başladı. Ebu Bekir dönemindeki ilk ve önemli problem
kuşkusuz irtidat hadisesi oldu. Bu problemin kökeninde itikadi olmaktan ziyade
siyasi bir takım mülahazalar yatmaktaydı. Yönetenlerle yönetilenler arasındaki
ilk anlaşmazlık riddet olayı gerisindeki otorite sorunu olarak ortaya çıktı,
irtidat olayını sert bir şekilde bastıran Ebu Bekir devletin yönetilenler
üzerindeki otoritesini ilk kez ortaya koymuş oldu. Onu takip eden Hattab oğlu
Ömer döneminde devlet giderek kurumlaşmaya başladı. Fütuhat döneminin
başlamasıyla Medine Site Devleti iki büyük imparatorlukla (Bizans ve Fars
imparatorluğu) yüzyüze gelmiş oldu. Devletin merkezi otoritesini biçimlendiren
tabir yerinde ise bürokrasi çarkının şekillenmesi İran’dan alınan “divan”
örneğiyle bu dönemde ortaya çıktı. Yine devlet başkanının tabii ki o günün
deyimiyle halifenin yahut emirü’l mü’min’inin seçilmesi gibi direkt olarak
siyaseti ilgilendiren konuda da bu dönemde yeni bir takım uygulamalar getirdi,
ilk kamuoyu yoklaması diyebileceğimiz uygulamaya bu dönemde tanık oluyoruz.
Abdurrahman ibni Avf’ın başkanlığında yürütülen bu faaliyetle yeni devlet
başkanının seçiminde değişik bir yöntem ortaya konulmuş oldu. Burada ödünç
olarak kullandığımız “devlet” tabiri elbettte ki bu dönemde müslümanlar
tarafından kullanılmamaktaydı. Devlet deyimi Kur’an ve Sünnet gibi İslamın iki
temel referansında da zaten teknik olarak geçmemekteydi. Elbette yöneten ve
yönetilenler vardı ve bu iki taraf arasında bir sözleşme de söz konusuydu. Bu
sözleşmenin esasları yazılı olmaktan çok sözlü idi. Her halife yöneten olarak
müslümanların işlerini tedvir etmeyi üstlendiğinde müslüman topluma (ümmet)
karşı bir takım taahhütlerde bulunmayı teamül haline getirmişti. Kendisine
itaat edilmesini isteyen her halife, bu itaatin sınırlarım ve çerçevesini de
peşinen belirtmekteydi. Bunun bilinen tipik örneğini Ebu Bekir’in, kendisine
biat edildikten sonra söyledikleri şu ünlü sözlerinde görüyoruz.
“Ey insanlar! Ben sizin en iyiniz
olmadığım halde yöneticiniz olarak seçildim. İyi ve güzel şeyleri yaparsam beni
destekledin. icraatımı kötü yapacak olursam beni siz düzeltin. Zayıf olanınız,
Allah’ın izniyle hakkını efendisine verinceye kadar benim yanımda güçlüdür.
Güçlü olanınız da, Allah’ın izniyle zayıfın hakkı ondan alınıncaya kadar benim
canımda zayıftır. Allah’a w Resülu’ne itaat ettiğim sürece siz de bana itaat
edin. Allah ve Resülu’ne itaat etmezsem siz de bana itaat etmeyin.” (…)
İslamın iki ana referansı olan Kur’an ve
Hadis belli bir devlet modelini ortaya koymuyor. Sadece yönetimin mutlaka
gözönünde tutması gereken vazgeçilmez ilkeleri vazediyor. Önemli olan devletin
şu veya bu biçimde veya formasyonda olmasi değil, yönetenlerin sözkonusu
ilkelere uyup uymamasıdır. Yönetenlerin uymaları gerekli olan ilkelerin başında
adalet, eşitlik, hukukun üstünlüğü, ahde vefa ve istişare gelmektedir.
Dolayısıyla müslümanlar mevcut yönetimlere karşı mücadele verirken tarihlerinde
ideal bir devleti örnek almak yerine her dönemde geçerli olan ve hiç bir zaman
değerini ve geçerliliğini yitirmeyen ilkeleri referans olarak öne çıkarırlarsa
daha inandırıcı olurlar diye düşünüyorum. Bir kısım çağdaş İslam düşünürünün
devlet modeli olarak asr-ı saadeti ve raşid halifeler dönemini göstermeleri
ilkeler bazında değil de formel ve reel çerçevesiyle kastediliyorsa eğer, bunu
geçekleştirmenin imkansızlığı tartışma götürmez açıklıktadır. (…)
Sonuç olarak; İslamın bugün kullanılan
anlamıyla siyasallaşması modern zamanların doğurduğu bir sorundur. Modern
devlet ve onun kutsalları müslümanların zihinlerinde yaşattıkları ideal
devletle (medine-i fazıla) ne kadar örtüşebilir? Devlet ve iktidar bir
müslümanın yaşamında olmazsa olmaz bir şart olarak mı algılanmalıdır? İslam
dünyasında İslamın hayata hakim kılınmasının ancak siyasi iktidar ve devlet
yoluyla sağlanabileceği tezi İran dahil bir çok ülkede istenilen olumlu
sonuçlar vermedi. Tağuti rejimlere dayalı devletler eleştirilirken, alternatif
devlet modelleri yahut çeşitli farklılıklarla birlikte bir arada yaşamayı
mümkün kılacak makul projeler üretilemedi. Radikal müslüman gruplar mevcut
devletleri eleştirmede elbette haklı idiler. Çünkü sözkonusu devletler ceberrut
yapısıyla halkların üstüne bir kabus gibi çökmüş ve adeta devlet halkın gözünde
tanrılaştırılmıştı. Böyle bir devlet yapışı, böyle bir otorite meşru olamazdı.
Ama bu yapı eleştirilirken yerine konulan şey neydi acaba? Yeryüzü devletinin
yerine gökyüzü devleti mi konmalıydı?
Deyimin doğru olup olmadığı hususundaki
tartışmaları bir yana, acaba siyasal İslamın buna karşı cevabı neydi? Ebu’l
A’la Mevdüdi devlet yerine “İslami Hükümet”deyimini, Seyyid Kutub da zamanın ve
mekanın koşullarını nazara alarak hareket halindeki fıkh (el-fıkhü’l-hareki)
tabirini kullanması belki de bu boşluğu doldurmak içindi. Devleti öne
çıkarmalarına rağmen bu tabirleri kullanmaları devletin ceberrut yapışını
yumuşatmak amacını taşımış olabilir. Siyasi İslamla kastedilen, İslamın
yönetime hakim olması ve mevcut devlet otoritesinin şeriat (İslam hukuk
sistemi) kurallarına göre yeniden dizayn edilmesi ise eğer, bu daha başka bir
tartışma konusudur. Şeriatın uygulanması halinde mevcut demokratik sistemlerle
ne ölçüde çelişkiler doğabilir? Bunu teorik olarak tesbit etmemiz oldukça
güçtür. Uygulama ile ilgili problemler “el-fıkhü’l-hareki” mantığı içerisinde
rahatlıkla çözümlenebilir. Bu anlamda “siyasi İslam”ı sadece Batı
emperyalizmine karşı geliştirilmiş gerici bir hareket olarak nitelemek
haksızlık olur. Ama hiç kuşkusuz siyasi İslamın kendi içerisinde çelişkileri
vardır, açmazları vardır, İslam coğrafyasında bu vadide yaşanan tecrübeler
gösteriyor ki siyasi İslam yeni bir mecraya doğru yol almaktadır. İslam hiç
kuşkusuz toplumu dönüştüren zengin dinamiklere sahiptir. Müslümanlar yüzyıla
yakın bir dönem içerisinde edindikleri bunca deneyimlerden sonra artık bu yeni
dönemde siyasetin parlak, cazibeli ve bunca şaşaalı geniş dairesi içerisinde
kendilerini tüketmek yerine dine ve İslama hadim olabilecek meşru bir siyasetin
yapılabilmesi için gerekli olan alt yapının hazırlığına ve sağlam bir zeminin
oluşturulmasına çalışacaklardır.