Abdullah Şanal

Türkolog, Yazar, Şair

Doğum
03 Ağustos, 1947
Eğitim
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Burç

Şair ve yazar, gazeteci. 3 Ağustos 1947 tarihinde Konya’nın Beyşehir ilçesine bağlı Yeşildağ kasabasında doğdu. Varsıl dedelerinin kol-kanat gerdiği oylumlu bir aile içerisinde, düşlerini; masalların, bilmecelerin, ocak başı sohbetlerinin, eski bir radyo ve gramofon  ile  ilginç kitapların bezediği mutlu  bir çocukluk evresinde Yeşildağ İlkokulu'nu  bitirdi (1957). Varlığını kuşatan okumak, sürekli bir öğrenim görmek tutkusu; babası ile çelişen dramatik çatışmalar yarattığından evini terk etti. Atıldığı  yeni okullar serüveninde acılı yıllar yaşadı. Anasının özverili desteği yanında, çoğu İzmir’de geçen  yaz tatillerini, bulabildiği değişik işlerde çalışıp değerlendirerek Beyşehir  Ortaokulu ve Lisesi'nden mezun oldu (1964).

Üniversite yaşamına; İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazanarak başladı ise de, sorunlarıyla savaşım içinde kaldığından, sürdüremedi. Edebiyat Fakültesi’ne geçti. Türkoloji bölümünde okudu. Bir yandan da, bu fakülte değiştirme olayının gerçek amacı bilerek hazırlanıp girdiği;  pedagojik uzmanlık eğitimi veren Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nun  ‘parasız yatılı’ sınavlarını kazanıp ekonomik sorunlarından kurtulmayı başardı. Çapa’nın ileri kültür  ve paylaşım ortamı içerisinde mutluluğu yeniden yakalayan Şanal; edindiği sağlam birikimle sanatçı kişiliğini de özgürce geliştirip yetkin kılan  üniversite öğrenimini, aynı yıl içinde aldığı 'Türkoloji' ve 'YÖO' diplomaları ile tamamladı (1968).

 Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak İstanbul, Rize ve -Tuzla/Balmumcu hattında yaptığı yedek subaylık dönüşü- Artvin  Öğretmen Okullarında  çalıştı.1972 yılında atandığı  Antalya'da, İmam-Hatip Lisesi'nden, Antalya Lisesi'ne geçti. Uzun yıllarını verdiği ve adeta özdeşleştiği Antalya Lisesi'nden, Şubat 1994'te emekliye ayrılıp; bilgi, inanç ve coşkuyla yaşanılır kıldığı resmi görevini noktaladı. Şanal, evlenip yerleştiği Antalya’da yaşıyor; Evrim ve Emre adlarında iki oğul, Güneş adında bir torunu var…

Üniversite yıllarından beri 'yazmak eylemi'ni kesintisiz sürdüren sanatçı; 12 Eylül faşizmine karşı çıkarak Dil Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD), Antalya Sanatçılar Derneği (ANSAN) gibi demokratik kitle örgütlerinde aktif görevler aldı. Kırkmerdiven, Atatürkçü Düşünce, ANSAN Sanat dergilerini çıkarıp yazınımıza kazandıranlardan birisi oldu. Düşünsel planda 'üretken bir eylem adamı’  olarak 3 yıl kadar da gazeteciliği denedi; bölgesel 'Akdeniz Atılım' gazetesinde  'köşe yazarlığı ve düzeltmenlik'  yaptı (1995-1997).

Yazın dünyamıza, sıcaklığını yaşadığı gerçeklerden alan sağlam, etkileyici, zengin duyarlıklı imgelerden örülmüş şiirleriyle giren şair; adını, 70'li yıllarda duyurdu.

Evrim, Türkiye Yazıları, Yapıt, Öğrenci Yazıları, Varlık, Olgu, Dönemeç, Yeni Olgu, Sanat Edebiyat 81, Dönem, Kıyı, Yaba, Gerçek Sanat, Karşı Edebiyat, Temmuz, İmece, Kırkmerdiven, Eşik, ANSAN Sanat, İnsancıl, Mavi Portakal, Yeni Biçem, Morca, Öğretmen Dünyası, Çalı, Çağdaş Türk Dili, Müdafaa-i Hukuk, Ardıçkuşu, Berfin Bahar, Beşparmak,

Damar, Mavi Ada, Beyaz Gemi, Kar, Çıtlık, Şehir; Poyraz, Mavi Yeşil,Tay, Afrodisyas Sanat, Çağdaş Yaşam, Kasaba’dan Esinti, Tmolos Edebiyat, Yaşam Sanat vb. dergiler ile bazı gazetelerde yayınladığı şiir, deneme, araştırma-inceleme, eleştiri ve güncel yazıları yanında; görsel ve işitsel medyamızda yaptığı söyleşileriyle de dikkatleri çekti, kendinden söz ettirdi. Ne acı ki, 'çağdaş düşünceleri yüzünden' soruşturma, kovuşturma, kitaplarının toplanması, öldürüm kastıyla saldırı gibi çirkin, baskıcı 'susturma girişimleri' ni de sıkça görüp yaşadı!

Abdullah Şanal, halk türkülerinin lirik damarından yola çıkarak, Promete'den Mustafa Kemal'e, Mevlana'dan Anadolu insanına değin geniş bir insan coğrafyasına gerçekçi bir perspektifle işleyip yaydığı ilginç bir şiir dünyası yarattı. Kendisi, yurdu, siyasal-politik, güncel olayların ışığında insanlığın tarihi; bazen duygulu, bazen ironik, çoğun da isyancı bir sese dönüşüyor şiirinde. Toplumcu sanatımızda vurucu, sarsıcı, teşhir ederek eleştirici 'tavrıyla' öne çıkan zengin çağrışımlı bu şiir; paylaşılır bir dünyayı yaratma özleminin düşünsel kaynağını aşarak  'evrensel olanı' kucaklar.    

Şükran Kurdakul'a göre:"Şanal'ın ürünlerinde, insanı ve gerçeğini kavrayarak sıcaklaşan öfkeli bir içtenliğin ağır bastığı kabul edilir." Bu içtenlik, çeşitli denemelerini de 'şairce' kılar bir bakıma. O, coğrafyası alabildiğine geniş düşünce yazılarında da işlev ve değiştirime inanmıştır. İnsanlığa faydasız güzelliği yüceltmez. Sanatına kan veren Türkçeyi ise bayrak edinir.

Çoğu TRT’de olmak üzere, diğer radyo ve TV’lerde yaptığı konuşmalar; yurt içinde ve bazı Avrupa ülkeleri ile Gürcistan’da katıldığı söyleşi, panel, imza günü etkinlikleri şairin adını yaygınlaştırmış; Asım Bezirci’nin saptamasıyla: “Kurtuluş Savaşı gerçekliğimizi, devrimci yaptırımı oylumunda, farklı vurgulayabilen birkaç ozanımızdan birisi olarak görülmüştür.”

Onuruna verilen çeşitli şükran plaketi, şilt, katılım belgesi vb. alan sanatçının ‘hakkında yazılanlar kaynakçası’ da zengindir.

Abdullah Şanal; T.Y.S., Edebiyatçılar   Derneği, ANSAN, BESAM, Antalya Kent Konseyi ve Altın Portakal Film Festivali jüri üyesi vb. olarak; profesyonel anlamdaki bir dergide çıkan ilk şiiri "Ruhi Su'yu Dinlerken" (Evrim, Ağustos1975) günlerinden beri, aydın olmak bilinciyle yüklendiği  'çağının tanığı olmak' görevini kesintisiz sürdürüyor. Uğraşıları arasında kitap tanıtımı ve dağıtımı, editörlük, sergi işletmeciliği de var.

 “Bilinçlidir. Neyin, niçin ve nasıl yazılacağını bilen bir şairdir. Bu işlevin bağlamında, çürüyeni, aksayanı göstermekle, yansıtmakla kalmaz; dünya görüşünün değiştirici, dönüştürücü tavrını da açıkça koyar ortaya. Dolayısıyla özünde, söyleyişi açıktır, durudur. Onun kaygısı, tanıklığını yaptığı topluma ve çağına karşı, bilinçlendirici işlevi, mesajı doğrudan vermektir. 70’li Kuşak içinde, toplumcu gerçekçi sanatın bilinçlendirici, öğretici işlevi, Şanal’ın şiirlerinde en açık biçimde yansır. Hatta daha da ileri giderek eleştirici bir tavır getirir şiirine. Öfkenin bilinçle örtüştüğü sarsıcı, vurucu ve teşhir edici bu eleştirel tavır; yaşadığı ortamdan, kişisel ilişkilerden, toplumsal sorunlara değin uzar.” (Mehmet. Y. Bilen)

Aldığı Ödüller: 1996 T.G.C. Anadolu Basını Tashih Ödülü (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nce)/ 1998 İbrahim Yıldız Şiir Ödülü ( Uçurum Kokan Okyanus ile)/ 1998 Antalya'ya İz Bırakanlar Ödülü ( Antalya Altın Portakal Vakfı tarafından) / 2005 Ruşen Hakkı Ulusal Şiir Ödülü (Kocaeli Yüksek Öğretim Derneği tarafından).ESERLERİ:

ŞİİR: Yorgun Sevi Çıkmazı (1973), Bir Hüznün Sancısı (1980), Sorum Var Rüzgârlara (1984), Adın Türkülerimde (1989), Uçurum Kokan Okyanus (1997), Milenyum Şarkıları (2004), Aşkın Yedi Rengi (2005), Derbeder Söylenişler (2009), Çılgın Türk’ün Destanı (2012), Sesime Kor Düşürdün (2015), Duraksız Bir Koşuda  / Toplu Şiirler-1 (2015), Sevdalı Bir Seüven /Toplu Şiirler-2 (2015). 

DENEME: Yaşasın Edebiyat (1997), Afrika'ya Yolculuk (1997), Narçiçeği Antalyam (2012).

ANI-ANLATI: Yıldızlar Sevgilimdi.

KAYNAKÇA:  Ruşen Hakkı (Kocaeli, 11.6.1980), Oktay Akbal (Cumhuriyet, 26.6.1983), Kemal Sülker (Gösteri, Haziran 1985), M. Yaşar Bilen (Önsöz, 24.2.1987), Ruşen Hakkı (Kocaeli, 18.2.1985 ve 30.6.1989), İbrahim Dizman (Kıyı, Şubat 1990 ve Haziran 1988), ETV (Sanat İnsan İçindir, 20 Ekim 1994), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), Sinemagazin (7,8,9,10,11 sayılar/ Ekim 99- Ocak 2000), Tanzimat’tan Günümüze Edebiyatçılar Ansiklopedisi (2001), Hasan Akarsu (Ardıçkuşu, Şubat 2001), İhsan Işık (Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi, 2001), Yasemin Göksoy / Bir Portre (Sabah - Akdeniz, 4.12.2004), TRT (Bu Toprağın Sesi, 1 Mayıs 2005), VTV (Geçmiş Zaman Olur Ki, 25 Mayıs 2008), Damar (Aralık 2005, Sayı:177),TRT (Yayın Dünyası, 6 Kasım 2012), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).

 

ÇEKİRDEK ÇATLAMIŞSA

Ben suskusu çığlıklarda bir tohum

Karanlığa hep üşüdüm, hep korktum

Usumda her gece bir balta büyür

Yeryüzüne sığmaz olur düşlerim

 

Saklı sular baharında düşlerim

Ağaç mıyım orman mıyım ben neyim

Hasretlere düşmüş acılı tenim

Allı turnam haber saldım tez ilet

 

Toprağım kıraçta yağmura barışığım

Serin bir yel bulut salsa üstüme

Çırpınan yüreğim sürgüne başlar

Ve çekirdek çatlar altın sarısı

 

Çekirdek dediğim sabır ağısı

İşi gücü direnme, yıkılmak bilmiyor ne

Ağıyı “bal eyleyip” doluyor türkülere

Her yanım sıyrık içre yüzümde gülümseme

AH ŞİİR AH

AH ŞİİR AH

 

çocuk günlerimden beri

uzatmalı tek sevgilimsin şiir,

evlendik ya seninle kapanıp kaldım işte.

dışarı çıksam bile

güneş uğramıyor yörüngemize.

 

nasıl bağladın bilmem

iyi davranan bir eş de değilsin hani,

nirvana’ya erdi ya bekleyen budha

sorular yanıtsız yıkanır suda...

 

senle benim sevişmemiz

nakışlanmış taşlara gör,

dalından koparılmış ham meyveler gibiyiz

yere düşsek çiğneniriz

bağrımızdan kanı damlar imgelerin.

 

suçu sabit birine yargıç ne der bilirsin,

başıma işler getirdin:

‘kırk katır mı, kırk satır mı!?’ dediler

senden vazgeçemedim

tapınırcasına sevmek suçunu hep işledim...

 

kendini doğurdun bana ve seni ben doğurdum,

zayıf düştü bedenim:

etimi, kanımı, ruhumu yiyip bitirdin

boşayacağım seni göreceksin

ne ki şimdilik arada çocuklar var.

 

ne dişi şeysin öyle, adın saklı, tanımın yok,

yaşıyorsun bende işte

derdime dert katıp ummana döktün,

söktün ciğerimi şiir;

gece gündüz demedin hep istedin.

 

(15 Haziran 2008-Babalar Günü)

AŞKI YAŞAMALISIN

 

AŞKI  YAŞAMALISIN

 

aşk, ölüme bayrak açan isyanıdır insanın

ve apansız sarsılması yerin, göğün, dağların

susuzluğu kışkırtan tuz, kum çölündeki vaha

zincir kıran o vahşi at, alıp başını giden

gözlerine kan oturmuş annesiz bir tay bazen

bazen bir güvercinin sesinde çınlayan tel..

 

kırılanı onaran el; pamuk ektim diken tarla

deli bahar yağmuru aşk, sürüklüyor ne varsa,

kutuptaki aysberg gibi suskun balık şaşkınlığı.

aşk, tanımsız şiir işte; etinde yangınlar dili

yaşamayan anlamaz ki kendine tapan şeytan

balçıkta kirlenen kan,

küllendikçe kor kesilen ateşlerin cehennemi.

 

ölüyü dirilten gizem, karanlığın efendisi

mağarada su likeni, kına girmesiz bıçak,

aşk düşmandan daha alçak belaların büyüğü.

ama çelişkisi güzel sevenin bulunmasa da

kendini doğuran melek aşkın cennetindedir

kasırgalar ırmağında bir çöp gibi yüzmek aşk.

 

ey aldanışlar pervanesi, ışığına düşen kuğu

içinde titreyen mumu yak eritsin yüreğini,

dönüşümsüz taşlar gibi yerinde durmaktansa

koş geçmeye eleğimsağmaların altından

o çocuksu ütopyan bir ömür sürse değer

aşk koşudur hiç yorulmaz

kapıları kilitlemek bil / sen ölümden beter.

 

aşk yaşamı emzirendir, sen de yaşamalısın

rahminde büyütür o binlerce yosma gülü.

kırılan buz çatırdar, toprağı sarar çayırlar

sarnıçlar ormanında gökyüzü boncuklanır,

öpsen  tohumun döner bir ceylanı ağzından.

aklı bırakacaksın; deli gibi seveceksin her şeyi

saçların  uçuşurken soluğun lâv kesilmeli...

 

    9 Temmuz 2004- Antalya

(Damar, Aralık 2005. Sayı:177).

 

AŞKIMIN BAŞKENTİ SENSİN

AŞKIMIN BAŞKENTİ SENSİN

 

seni can evimde duydum, kendimde yaşadım seni

bakışın girdi çıktı kuşkonmaz bir karanlık

akdeniz’den geldim ki... karaya vurdum artık.

 

karlı kışta yaşamak/kentin kente karışması

yolculuğuna başlamak çözülen saçlarından

tenin tene yapışması, sonrasız bir çoğalmak.

 

öyle suskun ne güzel; yüzün türkü çiçeği

boynum uzuyor sende, al yüreğimi sakla

gülün olsun soldurma, sıcak öpüşünle sar.

 

göğsün, göğsümde bahar, kışı cemre karşılar

sakla gülü koynunda, sevginde büyüt beni

adını koyma şimdi daha zamanımız var.

 

bu rüzgârın nesi var/böyle esmeyecekti

kentim çağırıyor ki bak ezinç duyuyorum

sarılıp soyuyorum tansık güzelliğini!...

 

git desem kalıyorsun, gizemli gülüyorsun

boşaltıp-doluyorsun, goncan hareleniyor

müthiş karışıyoruz ayrı duramıyoruz.

 

iki kent birleşince başkentim oluyorsun

tenin yıldız kokuyor ve kayıp gidiyorsun

nasıl bir sevmektir bu esmerim biliyorsun!..

 

(Küçük İskender:‘Aşk Şiirleri Kolonisi’ /Ocak 2004)

DÜNYA ŞİİR GÜNÜ

DÜNYA ŞİİR GÜNÜ

 

şeytan üçgeninde kaldım;

şiire, aşka, ölüme inandım

ezilenler içindir isyanım.

doğaya eklemledim insanı

girmeyip tarihi yapanların buyruğuna

örsümde sözcükleri dövdükçe 

bir uslu güzellendim.

 

aklı yadsıyan da benim,

çekimine tutulup imgelerin

kanımdan güller emzirdim.

aşka sınır çizemedim,

akıl dışı bir aklın

çılgın  akan o lirik ırmağında

acılar damıtır  terim.

tufanları koparır ölüp dirilmelerim.

 

yorgunum sana sığındım

ey şiir bırakma beni ölürüm, 

yurdun gökyüzü diye

ipekten merdivenler örüp durdum.

bilirim  tanrıların dilisin

ve şeytanın şarabısın bir de

toprağıma düştün işte

gülden ince bir yaprağın sesinde.

 

(21 Mart 2014-Antalya)

FEYLESOFÇA SÖYLENİŞLER

FEYLESOFÇA SÖYLENİŞLER

 

 

1- Krallığım

şiirim, krallıktır benim desem hani yeri var

gökkuşağı’na taht kurdum puşt yanında yerim dar.

 

2- Yüzümdeki

yüzümdeki yalnızlık ve hüzün sevdalı açıyor hiyeroglifini

sürüp dehlizlerinden kendini, aşmış gecenin kirli eşiğini.

 

3- Olta Meselesi

sığ sulara olta atmam, derin sulardadır balığım,

sıradanlık sarmıyor beni aşkımla artıyor varlığım.

 

4-Aşk Nedir

aşk, öpüşlerle ısındıkça katmerlenişidir gülün

damıtır imbiğinde ayrılık altın rengini hüznün..

 

5-Bitmeyen Şey

sular mı çürüyor ne, akan kan hiç durmuyor?

bir duvarı yıkıyoruz bir başkası çıkıyor!

 

6-Yoksuluz Ya

evet yoksuluz dostlar ama neyin yoksuluyuz?

yitirmişiz kendimizi sen, ben, o çıkmazlarında.

 

7-Paradan Yana

bir yılbaşı düşüne yattım milyarın biri bana çıktı,

hesabı görmeye gittim ki kör salih, kavağa çıktı!...

 

 

8-Beklediğim

canım karışmış benim, göğsümde yara derin

esme rüzgâr, yağma kar yollarda cerenim var...

 

9-Sığınağımda

şair, sen neyi güdersin  bir karanlık ormanda?

ayıptır söylemesi; ışık, doğuracak odamda!

 

10-Anla Melâlimi

ah haşim’im, vah yetimim sen ne büyük şairmişsin,

sevisiz hıyar tarlasında yapayalnız, çaresizmişsin!...

 

11-Ah Fikret Ah

ey gençliğimin şairi, ata’nın özsuyu fikret,

dilsiz devrim ağacın baltalara yonga şimdi.

 

12-Gecelerce

el ayak çekildi, it uludu ve sular aktı köprüler altından

bir mecnun kaldı bir de ben zorum mu var ki aklımdan?!..

 

GİTME ANNE

GİTME ANNE

 

gölgem yansıyınca sulara

ıslığıma doluyorsa hasretin,

harelenir yüzün gelir

yüzün, güllerden incedir.

 

gitme anne, sesin senin

mızrabıma düşmüş destan,

saldım sert esen yellere

gözyaşım dinmez nicedir.

 

saçlarında kekik-yavşan

geçitsiz dağlara varsam;

yansam, yakılsam,arasam

yıldızım kaymış, gecedir.

 

gittin anne, küs bıraktın

kimsem yok, öksüz bıraktın!..

 

(24 Şubat 2008/Yeşildağ)

-Beşparmak, Mayıs/Haziran 2009,Sayı:151-

(Edebiyat Galerisi, Nisan 2011).

HÜZNÜNDE KUŞLAR

HÜZNÜNDE KUŞLAR

 

artık kırlangıçları göremiyorum

baharı yok mu ne bu kentin

saçaklar altında yuvaya dururlardı

kirletilmiş kokusu iğdelerin.

 

hani yağmur çiselese bıldırcın tufanı

sığırcıklar da yok çil tüylü uçarı

ağacı beton kentlerde

in kendi çığlığına-çık yukarı!

 

üveyikler nerdesiniz göremiyorum

bir çiğnem et için ağzında tüfeğin

gık'ı bile çıkmıyor serçelerin

balıklarsa göçer olmuş sularımızdan.

 

susam yüzlü kuş sesinde çocuklar

seherin kavşağında büyültür ekmeği

hepimizin gözlerinde martı leşleri

artık kırlangıçları göremiyorum..

 

(Cumhuriyet Dergi, Sayı:27( 24 Ağst.1986)

KİTAPLAR BENİM KRALLIĞIM

KİTAPLAR BENİM KRALLIĞIM

  

Dünya edebiyatının öncü şair ve yazarlarından V.Hügo’nun duyarlı saptamasıyla; “Kitap basımının icadı, dünyanın en önemli olayıdır”. Bu görüşe katılmamak olası mı? Evet, rotatifler  döneliden beri dünyamız artık eskisi kadar karanlık değil. Ve kitaplar, zorlu çağları aşıp da gelmiş insanlığımızın meş’aleleri! Churchill’in; “Kitap yazmak bir maceradır” sözü ise, bir başka boyuta parantez açıyor.Bu söz, belki İngiltere için doğrudur. Ama bizde, kitabın asıl macerası yazıldıktan sonra başlıyor!..

1967’den beri kesintisiz yazıyorum. En büyük tutkum okumak ve yazmak. Kitaplar benim krallığım! Özgür ve güçlüyüm sevdiğim bir kitabın içindeysem. Kendi egemenliğimi kurmuşumdur kitaplığımda. Bu bilinç ve öz doyuma eriştiği için olsa gerek; “ Yasalar ölür, kitaplar kalır” diyebilmiş Bulwer Lytton...

Evde bulunduğum zamanlar hayatım daha çok kitaplığımda geçer. 9 m2’lik odamda bir şu kitabı, bir bu dergiyi karıştırırım. Bunlar, krallığımın, kendine özel saatleri...Kitaplığım ve odam toplumun hayhuyundan da, yararsız geleneklerinden de kendimi uzak tutmaya çalıştığım sığınağım!..

Niye ki yalnız bırakmazlar insanı? Böylesi demlerimde sıkça çalan telefon sesinden de, eşim  ya da çocuklarımın yemeğe çağırmasından da irkilirim. Bozulur büyü...Hele de yazıyorsam iyiden rahatım kaçar...

“Ben kitaplarımı yaratmadan onlar beni yarattı” der Montaigne. Bu yargısı, bana da uyuyor. İlkokul günlerimden beri kitapların kurduydum. Sahaflara dadandım İstanbullu yıllarda. Kitaba karşı içimde, beni, zorluklarla kazanabildiğim paradan çıkartan aşırı bir sevgi var. Üç koca valizle gitmiştim Rize’ye. Birkaç gömlek ve çorap dışındakiler, özenle biriktirdiğim kitaplarımdı...

J. Swift; “Kitaplar aklın çocuklarıdır” diyor ya, eğer doğruysa söyledikleri; Rize Öğretmen Okulu’ndaki o tertemiz çocuklara, usumdaki yüzlerce çocuğu da arkadaş olarak götürmüştüm!..

Yıllar geçti aradan, Antalyalıyım. Antalya’nın doğası harika bir kitap, oku oku bitmiyor...

Gittikçe çoğaldı kitaplarım. Tuttum beş-on tane de ben yazdım. ‘Polisiye maceralar’ yaşadı yazdıklarım!..Ve tabi sahibine de yaşattılar! Alman yazarı Henrich Böll’ün tespit ettiği gibi;

“Aklın, bir tehlike sayıldığı yerlerde, ilkin kitapların yasaklanması rastlantı değildir”...Oysa ki;  “ Kitaplar aklın ilacı!” (Ovidius)...

Bir atasözümüz;  “Kalem, kılıçtan keskindir” der. İki ‘keskin’ söz beni o denli etkiledi ki, kitaplığımı kurabileceğim fazladan bir oda edinmek uğruna, bir daire ile arabamdan oldum!

Beni kurgulara sürükleyerek koşullarımızı zorlatan sözlerden birisi, Çiçeron’un; “Kitapsız bir ev, ruhsuz bir vücuttur” deyişidir. Montaigne ise; o doyulmaz ‘Denemeler’inden birindeki; “Evinde kendi kendisiyle baş başa kalacak, kendi kendine övgüler söyleyecek, şundan bundan kaçıp gizlenecek bir yeri olmayan kişi benim gözümde zavallının biridir” sözüyle, daha bir acımasız çıktı!..Neyse ki çalıştım ve başardım. Kitaplarım ve ben sanırım mutluyuz...

   Basımı 1900’lere uzanan ilginç kitaplarım var.180 yıllık bir ‘Osmanlıca Sözlük’ de cabası.

Seçmesini bilene, kitap en iyi dost. Benim kitaplarım ise değerli...Ödünç vermekten korkuyorum başlarına ‘bir iş!’ gelmesin diye. Ve nitekim geliyor da. Epiktetos’un ‘felsefi aforizmaları’ ile Atatürk’e ilişkin ‘görüş ve hatıraları’ gitti gider ki hâlâ yanarım...Yeni basımları da yok... “Ödünç verilen kitap ya kaybolur ya da parçalanarak geri döner” diyen İspanyol atasözü haklı...Öte yandan olaya, La Fontaine’in o pek meşhur “Horoz ile İnci”  fabll’ını anımsattığı için  üzülüyorum...Bilirsiniz nesneler (eşya), değerini bilenlerin elinde anlam kazanır...

Bu günlerde yeni kitaplarımı basıma hazırlıyorum. İçim kıpır kıpır. Kitaplarım basılınca yeni serüvenleri de başlayacak. ‘Kitaplarım krallığım’ demiştim ya kuşkulu bir egemenlik benimki. Ne kadar süreceği de belirsiz. Hem bir şairin, bir yazarın duygularını kendinden başka kim anlayabilir ki? Aldık sazı elimize içimizi döküyoruz işte. Dünya’yı, mitolojideki Atlas gibi, omuzlarımız üzerinde yukarı kaldırmaya çabalayan çelimsiz zavallılarız aslında.

Gücümüz, belki de yüreğimizden geliyor.İçtenliğimiz, her şeyimiz bizim. İçimizdekini dışa vurmaktan kaçınmıyoruz yazarak..Kutsuyoruz sözümüzü...Sisysp gibi, o tılsımlı, ağır kayayı kan-ter içinde kalarak yuvarlayıp duruyoruz tepeye!..

 “Okumaktan kesilmek, biraz da ölmektir” diyor ya  Suut Kemal Yetkin; insanlar ölmesin istiyoruz.İnsanlar, ışık içinde yaşasın!...

“Kitaplardan önce kendimizi okumaya çalışalım” diye düşünen Mevlâna’ya kulak verirsek, benim de diyeceğim şu: “Kitaplar insandır! İnsanlar kitapları okudukça kendini de okur ve değiştirir..” .Bu değişim herhalde iyiye, güzele, doğruya evrilişi içerir. Öyle olmasaydı; “İnsanlık, yalanı ve adaletsizliği kılıçla değil, kitapla yenecektir” demezdi Emile Zola. Bir bildiği olmalı bu dünya güzeli yazarın da...

 “İnsanın hayvanlığı yemekle, insanlığı okumakladır” diyen vatan şairi Namık Kemal’i ulusça severiz. Cemil Meriç ise; “Kâinatın anahtarı” olarak görüyor kitabı. Voltaire’in şu savını; “Vahşiler dışında tüm bilinen dünya kitaplarla yönetilir” savını, kabullenmekte biraz zorlanıyorum doğrusu. Acaba öyle mi? Vahşi olmayan toplumları da nice kara vicdanlı ‘kitapsızlar!’ yönetmeye kalkıştıkça kararıyor dünyamız...

Tanrı’nın ilk emri: “Oku!”.. Adı görklü Muhammet ise; “Bilgiyi yazın da yitirmeyin” dermiş. Ümmeti, kulak asmışa benzemiyor pek! İslam ülkelerinin durumu ortada. Thomas Aquinas’ın da vurguladığı gibi; “Tek kitaplık adamlardan korkunuz”!...

Yazımı, Hz. Ali’nin; “Çocuklarımızın yarın söz sahibi olmasını istiyorsanız, bugün onlara kitap hediye ediniz” sözleriyle noktalıyorum. Çağdışı birileri, onların söz sahibi olmasını istemese de.....(Akdeniz Atılım,7 Aralık 1996/ Ege Haber,Sayı:1/1 Şubat 1997/ Poyraz, Mart 2011, Sayı:16).

 

 

KIYAMET GÜNÜDÜR

 

KIYAMET  GÜNÜDÜR

 

      rüzgâr

      delirmiş gibi

saldı ordularını

ve açıldı bayraklar

      ürküp

      kişnedi

      atlar

toz dumandır gidiyor.

 

     kuş

     düştü yuvasından

çatlayıp kırıldı dal

     uçtu

     yalın

     çatılar,

andız/ belverdi gökdelene.

 

     köpürdü denizler

     toprak

     karıştı göğe

ayakları yerden kesildi

     bir çocuğun

kuş, hıçkırdı boşlukta..

      

        apansız

         vurdu

          dolu

   sulu sepken/ kar

karaya  oturdu bir gemi                                                                                                                                 

       hışmında

           kış

         cadısı

çekti çizmelerini.

 

      her şey

    karıştı birden

mezardan çıktı ölü.,

       güneş

       örttü

      yüzünü

 yarıldı...dağ

açtı ağ zı nı krater!..

 

(Bana Şiirden Ellerini Uzat,

Antoloji, Ocak-2012, Sivas)

 

 

KURTULUŞ’U YAZANLAR

KURTULUŞ’U YAZANLAR

 

yıkımların ortasında terkedilmiş bir halktılar

'devrim' çiçeği  gibi yaprak açtılar onlar.,

ne parkaları vardı, ne postalları

bir somun ekmekleri bile yoktu onların,

kızgın güneş indiğinde dağlara,

bayrağın gölgesinde dimdik ayaktaydılar!..

 

sarılıp yoksul silahlarına her cephede

vuruşanlar onlardı: ana, vatan, yâr diyerek.

toprağı işleyerek bakırı, tunç kılan canlardı,

derin siperlerini kazdılar cumhuriyet'in.

külleri anka doğuran o garip atalarımız

alnımıza, kanlarıyla 'kurtuluş'u yazdılar!....

 

 29 Ekim 2000

(Beşparmak, Mart-Nisan 2007. Sayı:138).

LEYLEKLER DÜŞÜNDÜ

LEYLEKLER  DÜŞÜNDÜ

 

ateşten ağzı suyun

akardı yorgun..

 

döndüler

şenlendi sokak

ve kişnedi at,

dal verdi zaman

sarktı kapılardan

bir kadının hıçkırığı

leylekler

düşündü,

tüfekli atlılar

karanfil acılarda

gülümsediler.

 

ve sırtları rengârenk

boyunları al

ispinozlar

sürdü afrikalardan,

atından, avradından

koptu bir adam

ve saatler

saatleri,

çanlar

çanları çaldı

zembereğin çarkında

her şey gecedir.

 

kadın,

açtı mor bohçasını

kuytu suların

karanlık kuyuların

varıp indi dibine

karıştı yüzlerine

yetim çocuklarının

okşanmış saçlarının

kesti beliklerini

yakıldı oy ağıtlar

ve yandı

ağıtlardan.

 

buzlaştı ağzı suyun

akmıyor durgun.....

 

(Sanat Edebiyat 81 , Sayı:?..)

 

SARI BAŞAK ÇİKİTA

SARI BAŞAK ÇİKİTA

 

tavansız gökyüzünde avare gezinen ay

saklanacak yer m'ararsın benim gibi kendine,

o yumuşak kollarına atılıp sonsuzluğun

kayan bir yıldız olsaydım, nerede çocukluğum?

 

beyazperdemde gülen sarı başak 'çikitam'

kimin koynundasın şimdi, mavi düşlerin hani?

ister miydim dümdüz olsun aşklara yürünen yol

serüvenci huyum benim, hüzünlüyüm sevdiğim.

 

sizin olsun yeni kentler, eşya dolu evleriniz

ben bir aztek beyiyim, tuz kokmalı terimden,

taşların yarığında akrep kovalıyorsam

zehirinin panzehiri okuma sürülecek!....

 

yanıyor çöl; kayalar vadisi uzakta değil, serin

izimizi silmeliyim, kucağımda sesin var,

ışık sızmış mağaraya postumuzu sermeliyim

gir içime/sen çikitam, kurumaz bir içdeniz bu.

 

boş odalarda yanan ölgün lambalar gibi

ak derili, kara yürekli eller

biz vahşi masumları neden anlasınlar ki

şeytanımsı yüzlerinde kum çiziği heykeller!..

 

Zürich / Mayıs l999

SES BAYRAĞI DİL

SES BAYRAĞI DİL

   

Dilimizin önemi ve işlevi konusunda düşünenler azaldı. Eğitim ve öğretimde bir karmaşadır gidiyor. Darda kaldıkça birlik ve bütünlük söylevleri çekenler de halkımızın öz dilini yeterince bilmiyor, kullanamıyor. Medya ise bir başka alem! İnsanımız, komşusuyla, hatta dostlarıyla bile anlaşamıyor. Ayrı tellerden çalan yoz bir müziğin gürültüsü içinde şaşkın ve yorgunuz. Yaşamanın gülden ince anlamını, kokusunu kardeş coşkular içinde duyumsayamıyoruz. Biraz tatsızız kısacası...

Oysa dil; insanların duygu, düşünce ve dileklerini anlatmak için kullandıkları ses işaretleri dizgesidir. Ortak anlaşma aracıdır. Sözlükteki kelimelerinin “dilbilgisi” denilen bilimin yasaları çerçevesinde doğru ve düzgün kullanımı eylemidir. Yaşayan, gelişen, değişen canlı bir varlıktır. İnsan topluluğunun kültür ve uygarlığı “Dil olgunluğu” ile ölçülür. O yalnızca bir im’ler topluluğu, bir iletişim aracı değil, kültür, ahlâk, hukuk (tüze) gibi toplumun kuruluşunu yaratan en önemli öğedir. Heideger’e göre; “Düşüncenin evi” olan dil; kendimce açımlarsam “insanlığın kendisidir”. Kültürdür, uygarlıktır, bilimdir, sanattır, şiirdir, sevdadır, yaşama sevincidir...

 “Türkleşmek, Türkçeleşmektir!” diyen M.Kemal de; “Yönetici seçilseydim, işe, dili düzeltmekten başlardım!” diyen Konfüçyüs de sözlerini boşuna söylememişler. Ziya Paşa, atasözü gibi kullanılagelen bir dizesinde; “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” dese de “söz önemsenmeli!”, özü sözü bir insanlar yaratılmalı. Sözcüklerin doğru seçilerek yerinde kullanılması, sağlıklı bir tavrın-davranışın da işaretidir çünkü. Mevlâna; “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol” demiyor mu? Bir başka yönden bakarsak; “Dervişin fikri neyse zikri odur!” olmalı.

Dilin bir ayna olduğunu düşünüyorum. Bu aynadan yansıyan yüzümüze çeki-düzen vermekle, kendimizi denetleyip güzelleştirmekle, içinde yaşadığımız toplumu da önemsemiş, sevmiş, saygı göstermiş ve yüceltmiş oluruz ki kendimiz de önemseniriz. Değer ve saygı görmeyi hak ederiz. Farklılığımızı fark ettiririz! Aydın bir insan olarak benimsenir, toplumdan dışlanmayız. Yalnız kalmayız. Gönül anlamına da gelen dil, Yunus’leyin arı-duru kullanılınca “Gönlümüzün aynasıdır”. Gir gönlüme gör kendini gibilerden aşk dolu bir görevi de yüklenir.

Türkçemiz köklü ve zengin bir dildir. Geniş açılımlı deyimleri, terimleri, mecazları, türeyişe elverişli sıcak im’leriyle etkin bir işlevi var. Dil sözcüğü bile çağrıştırım gücünü örneklemeye yeterli: (Dillenmek, dillenici, dile kolay, dili yatkın, dile getirmek, dili uzun, dile dolamak, dil yarası, dile düşmek, dili sürçmek vb.). Görülüyor ki yabancı sözcüklerin “istilasını” hak etmiyor Türkçemiz.. O’nu yalnız bırakıyoruz. Sevip korumuyoruz. Dilim varmasa da söyleyeceğim ‘dilimizi bilmiyoruz!’. Oysa bilmek zorundayız. Çünkü O, kimliğimizdir, onurumuzdur, sorumluluğumuzdur...

Tarih, dilin kavramlar dizgesi olduğunu bilmeyen, umursamayan toplumlarla gerekli kültür birikiminin yaratılamayacağını göstermiştir. Türkçemizin ise geniş bir Dünya coğrafyasını kucaklayan anıtsal birikimleri var. Dilimizin bu soylu ürünleri bizleri gönendiriyor, övünç veriyor. Bu övüncü, F.Hüsnü  Dağlarca’nın; “Türkçem benim ses Bayrağım!” dizelerindeki o kutsal coşku ile ulusça, birlikte yaşamalıyız. Ziya Gökalp; “Güzel dil Türkçe bize/Başka dil gece bize..” diyerek önemli bir gerçeği ve tehlikeyi vurguladığı halde O’nu gecelerin tutsağı kılmak üzereyiz. Bilisizce harcıyoruz dilimizi. Hem de harcandığımızın ayrımına varmadan.

Dilimizin kendine özgü varlığı, canlılığı ve diğer Türk Cumhuriyetleriyle bütünleşmesi gereken açılımı yaşamsal gerçeğimizdir ve bağımsızlığı içerir. O halde; “Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk Ulusu, dilini de yabancı  diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” (M.Kemal Atatürk)...( Akdeniz Atılım, 21 Eylül 1995 / Güncel Sanat, Eyl-Ekim 2010, Sayı:8).

   

 

SESİME KOR DÜŞÜRDÜN

SESİME KOR DÜŞÜRDÜN

 

dikenleri kana batan bir gülü sevdim

     kokladıkça esriklendim

       dumanı sardı başımı

dağlara, yıldızlara yazdım adını

  ışığına koştum  pervane gibi

      ateşinde külü sevdim.

 

kökü toprağıma gülmez bir çalı gibi

  uzadıkça göğsüme battı elleri,

      ısırganım oldu bazen

       vurup dağladı etimi.

    hasret dokuyan geceler

ağladım, acının rengini sevdim..

 

 sürgün düşlerinin rengini sevdim

             varım yoğum,

        kutsadığım her şey o.

  ne yaptımsa anlamadı halimden

    çocuk gibi azarladı, suçladı

ondan vazgeçemedim hep zoru sevdim.

 

 

kandan açan gülü sevdim koynunda

       dert anası garip ülkem,

      bülbül gibi feryat etsem    

        sesime kor düşürdün.

      söndürecek su beklerken

çöllerine atıp yaktın savurdun külümü..

 

( Ekim 2012 / Antalya- Konyaaltı)

(Çağdaş Yaşam, Şubat 2014, Sayı:31).

SEVDİĞİM TEZ GELESİN

SEVDİĞİM TEZ GELESİN

 

                 -Zeynep’e-

 

senden haber gelmeyince

uykuyu, tüneği yitirdim

dönüp durdum sırılsıklam bu gece.

sol yanımda yastığına sarıldım

yağmur yağdı ince ince içime..

 

 

liseli aşıklar gibi

elin ilk değdiğinde elime

fırtınada çapa tutmaz gemiydim.

sürüklendim, vurgun yedim

sevdim seni ölümüne, bilirsin.

 

 

bu kentin yaz sıcağında

suya inmiş ceylan gibi gülüşün.

bu yaşta bu sevda belâ,

cennet’teki huri misin

varıp gitme dayanamam leylim yâr.

 

 

gün saymaktan usandım bak

kafeste aç arslan gibi bıraktın.

biraz vahşi, biraz ürkek

biraz mahzun yola dönmüş gözlerim,

yüreğimi ısıran ne, tez gelesin güzelim…

 

(18 Ağustos 2013-Antalya)

SUSUŞU DERİN

SUSUŞU DERİN

 

    -"Kızılırmak" şairine-

 

göllerden esen yel o hani bileceksiniz

hasreti dağlaradır

uykusuz bir akdeniz’dir mavi türkü çağırır

dinmez yürek yarası sızım sızım ağırır,

eli avuçlamış okyanusları

içiyor desem değil /içmiyor desem değil

ela gözlerinde ceylan sürüsü

ağlatır şahinimi avcının ürküntüsü...

 

bungu dağı sarmış, başı efkârlı

karlı, yüklü dalları ağaçların

uça uça vardığını kuşların

biliyor dağlara, bulutlu doruklara

dalıp gitmiş dipsiz sonsuz sulara.

öfkesi kınındadır bileceksiniz,

kıraçta sevdalı yaşayandır o

dudakları çatlamıştır o’nun

duruşunda isyanım var; susuşu derin.....

 

-1973/ Ankara-

TARATOR AMCAMIZ

TARATOR AMCAMIZ

   

Abdullah Şanal

      

Anı-Anlatı

     

Karlı bir kış günüydü. Köyümüze çıkagelen gezgin bir  taratoracı (!) , yönetimin izniyle,

ilkokulun koridoruna gerdiği  beyaz  perdesine, mum ışıklarından yansıyan garip gölgeler düşürdü! Sopalara çivilenmiş  deri şekiller canlanıp hareketlendi...Olaylar, görüntü ve sese dönüştü. İstiklal Savaşımızı konu edinen, ‘Kahraman Çocuk’ isimli bu büyülü gösterim; hüzünlü duygular sağanağı halinde gözlerden-kulaklardan yüreklerimize akıp, düşlerimizi ısıtarak, hepimizi bir güzel ağlattı!..

Serüvenin bittiğine inanamadım! Sürükleyip giden şey, sinema mıydı desem? Halkımın diliyle: ‘Taratora’ mıydı ki? Kukla mı, Karagöz mü? Ortaoyunu, tulûat, meddah mı?... Adı,ne olursa olsundu. Salt bir gölge oyunu değildi izlediklerim.Esiniyle, içimde yurtsever yangınlar tutuşturan soylu ve gerçek bir sanat şöleniydi o.. Sanat, benliğime saklanmış bir özge tohumdu belki de!?..Okuldaki eylem, ruhumu tetikleyince, narın kabuğu çatladı!..Taştı cevherdeki lâv!.. Şanslıymışım  diyorum.Taratorcu amcamıza, zanaatının adı yitik o güzel ustasına selam ve saygılar olsun..... 

Kim, nereden getirmişse arkadaşların eline oyuncak bir ‘film makinesi’ geçmişti o sıralar. İyi anımsıyorum. Şeridinden kesilmiş küçük film karelerinden birini takıp da  Güneş’e tutarsan, içinde resimler gülümseten ilginç bir mercekler kutusuydu bu. Sonraları Beyşehir’de okurken; çark kolunu çevirdikçe hareket edenini de, dolmakalem yerine ‘pornokalem’ olanını da gördük, edindik, inceledik. Merak ettik, sorguladık, düşünmeyi öğrendik. Öğrendikçe değiştik, geliştik, insan olduk!  Bilimsel gelişimler ışığında kardeşçe yaşanası şu güzelim dünyada, değerler üretip bölüşmek varken; niye sürer ki zulüm, yıkım, kan revan? Cehaletin kör gözleri, nasıl da zindan ediyor yaşamı!..

Oyuncak film makinesinin şanslı sahibi, delikli 2,5 kuruşa veya 1 yumurta karşılığı satışa sunduğu(!)  gösterimini, biz gariban çocuklara itiş-kakış içinde-bazen para ve sıra yüzünden küfürler ettirip dövüştürerek-izletirken; nihayet gerçek bir sinema filmiyle de tanıştırıldı  köylülerimiz!..

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın, kaymakamlıkça, muhtarı harekete geçirip tellal çağırtarak hepimizi  köy meydanına toplamayı başardığı bu yarı belgesel eğitim filmini, jandarma nezaretinde izledik!.Hiç unutmam, sıcak bir yaz gecesi, Cemeller Yüzü’nün Kırkköprü mevkiindeki  kavun tarlası bekçiliğimden, çardağımı terk edip de gelmiştim. Meydan; kadın-erkek, çoluk-çocukla tıka basa dolu..Bir kaynaşma, bir cümbüş ki sorma gitsin!

Yeşildağ bu, ağaç bol. Sazlığı var, otlağı var, ormanı var, dağı var. Koca meydan, kalasların sıra sıra dizilerek oturmalık yapıldığı açık hava sinemasına  çevrilmiş. Salonun perdesi de, Rafet Dayının  camıs ahırlı evinin,  sırtını meydana dönmüş taş duvarı!...

Kocaman akülere birtakım kordonlar bağladılar. Askeri jeepin üstündeki makineye fişler geçirdiler. Işıklar ‘rap’ diye yandı: Elektrikmiş! Ve kasnak döndü, şeritler hışırdadı... “Jenarötör çalışıyor, tamaaam!”.dediler. ..Herkes sustu..Hayret!..Pala Duranların duvarı

konuşuyordu!.....

16 mm’lik bu gezici köy filminde, doğa felaketleri ve toprak kaybımız işleniyordu. Kızıl dilli canavarın ağaçları yutuşu ürküttü beni. İçime korlar düştü ağaçlarım düştükçe!..Ormanı cennet kılan kuşların, ceylanların, porsukların, kirpilerin, börtü böceğin cayır cayır yanışını izledik. Gariban hayvanların gözlerine çöken  o ölüm  korkusu, çaresizlik ve tükeniş tarifsiz acıydı.... Zalim bir savaştı bu, korunmasız  tarafın hiç bir silahı yoktu!..

Baltanın,yangının, selin, keçinin; özetle, hırsın ve çıkarcılığın hızla çölleştirdiği sancılı bir dünyada yalnızlaşan insanlığımızı sorguladım kendimce..İç açıcı gidişatta değildik. Kesiyor, söküyor, yakıyorduk ama yerine yenisini dikmiyorduk..Barbar mıydık, bilisiz mi?.. Doğa ana bir küserse felaketti sonumuz!. Ve hepimiz suçluyduk! ‘Babam bile suçlu’ dedim, içimden. Hızar makinemiz biçti, keçi sürümüz kemirdi, ev ahır derdine bitirdik  Anamasları...

Ben ‘7. Sanat’ı  etkin faydası nedeniyle sevdim! Yangına düşen her fidan bir garip candır; umutsuz çırpınır, çığlık atar belleğimde. Doğa ana kül içinde ağıt yakıp ağladıkça; duman basar yüreğimi de kötülere kızar, kargışlarım. Bağışlayamam.Ve, isyan kokar şiirim:

 “dün, tellalların ünü dağları tuttu - yanıyor cayır cayır yeşil ormanlar,  - anamaslar

kıpkızıl yılan dili - ağızlarda o dikilmemiş sövgü -   omuzlar kazma kürek - yandı.,bitti dağlarım - camiye koşarken halk!” (Sıla Günlüğü).

Yangına, yıkıma nasıl tepki vermeyeyim. Ağacı kutsamışım ben..Nobel Ödüllü Amerikalı yazar John Steınbeck’i ve eserlerini çok severim. Halkının sarsılmaz yanını kuran tinsel güçlerin ve belirsiz bir Tanrıya bağlanan umutların işlendiği o metafizik-mistik ‘Bilinmeyen Bir Tanrıya’ romanı, beni büyüleyip şok etmiştir adeta!..Kitaptaki; eşini yitiren kahramanın, çiftliklerindeki karanlık bir ormana  çekilerek, gece boyunca sarılıp kaldığı ulu bir ağaçla bütünleştiği ve trans halinde kaynaşıp adeta gizil bir güçle ‘seviştiği’ izlenimini veren son sahne usumdan hiç çıkmaz!..Yaramı hüzün sarmışsa; bir koruya, ormana, parka dalıp gizemli ağaçların dilinde ararım teselliyi. Çocukluğumdan kalan bu sığınma refleksi, Şamanca bir tapınmayı içeriyor belki de?!..

Ah Tarator Amca ah! Bak nereden alıp nerelere götürdün beni? Gönlüm uslanmaz, deliydim:  Düşlerime geçit veren sinemayı hep sevdim!...    

 

 

UFO'LARI BEKLİYORUM

UFO'LARI  BEKLİYORUM

 

burdan gitmek istiyorum

ey UFO'lar alın beni.

 

dün gece de göğe baktım

sessiz, derin

ve tanrısal bir şeydi

sanrı gibi bir şeydi

kapıldığım melânkoli.

laciverdi uykusunda

gülüyordu ay,

topaç gibi dönüyordu

çevrenimde yıldızlar

etim çözüldü birden

gökler emdi sanki beni

uzaklaştım dünyanızdan

dostlarım

uzaylara götürüyor bir gemi.

 

bu geminin dönüşü yok

gölgesi yok bir alevin

yelesinde gidiyorum  insanlar,

tüyler gibi uçuyorum

yalnızlıklara.

sizlerle de yalnızdım ya

dolup taştım benden bana,

gözüm yapışmış camlara

halinizi görüyorum insanlar!

hasret yandım gecelerce

savaş-kıyım geldiniz

siz  sevgisiz değildiniz

nasıl oldu dersiniz?!.

hoşçakal  hüzünlü dünyam

yorgun-yıkık savaşçı

yıldızlara dikeceğim bayrağı...

 

her gün sizi bekliyorum

ey UFO'lar alın beni!.....

 

(8.GÜN, Şubat 99, Sayı:7)

 

YAĞMUR HAVASI

YAĞMUR HAVASI

 

bu gece yağmur yağacak.

kanı çekilmiş göklerin

çivisinden çıkmış yıldız,

kuşlar suskun, kıpırtısız

sazlık pusuda sanki;

bulutlar,

sarkıtmış memelerini

bu gece yağmur yağacak.

 

rüzgâr bir kırık esiyor

göl şaşırgın, dağ kara

gıcırdıyor kağnılar da.

keçinin kuyruğu dikeldi

sürttü burnunu kedi,

çadırlı yıllardan bilirim

dolu yağacak belki de!?.

 

yaz gidiyor, sular çekti

güzlük döktü bostanımız,

hasadımız

ambarlara girdi ya

tarhanalar ıslanacak;

salçayı,

ocaktan alın komşular

bu gece, yağmur yağacak.

 

ninem dizini ovuyor;

gümüş dalı toz içinde

etlenecek zeytinim.

yıkanacak;

kara gözlü sevdiğim!..

gök üzüme ala düşmüş

tavuklar: 'gıt, gıt, gıdak!'

bu gece yağmur yağacak.

 

Yeşildağ / Eylül 2000

 

YALNIZIZ

YALNIZIZ

 

susuz kuyu ki yalnızlık

ben her zaman içindeydim,

çırpındıkça dibe vurdum,

kana bulandı bedenim.

demek, onlar da yalnızdı

ayrı ayrı baktılar, görmediler.

 

sırça bir köşktü yalnızlık

yumrukladım kırılmadı kapısı,

içindeydim gezdim durdum;

ne açıldı, ne kapandı...

tükenmedi odaları 

yorgun düşüp sızdım kaldım.

 

sonsuz stepti yalnızlık

at koştursan da bitmiyor,

kuş uçmuyor ki üstünden

el sallayıp haber salsam

ne bir rüzgâr, ne bir bulut,

bir ağaç bulup sarılsam!

 

ağaç zaten benden garip;

suyu kesik, dalı dargın.

yalnızlık metropol bir kent

için ezik caddelerde...

gülümseme yok yüzlerde,

insan; yaşamın düşmanı.

 

sis içinde dağın başı;

iz silinmiş, azığın yok,

görülecek ne kalmış ki

sürgit çocuk ağlayışı.

insan, insanın düşmanı 

yalnızlık, insan icadı!.....

 

 Mart 2000

(Edebiyat Galerisi, Nisan 2011)

 

YAŞAMAK

YAŞAMAK VE ÖLMEK

 

‘Ölüm ve yaşam’ üstüne çok düşünmüş insanlar. Ozanlar, şiire dökmüş işi. İlginç yorumlar getirmiş filozoflar. ‘Varlık ve yokluk’ zıtların birlikteliği içinde akraba! Her şey, iç içe geçmiş bir zincirin halkalarında dönüyor. Gizemli bir oyun ki sonu yok, başlangıcı belli değil... Sürgit bir devinim içinde yerini almışsın...

 “Evrende hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan hiçbir şey de yok olmaz” ise eğer; niyedir buncası ürküntü, tedirgi, isyan, yakarış?..Sıçrama tahtasının ucuna basmışsın bir kere, rolünü iyi oynasana...Halikarnas Balıkçısı; “Yaşamın tanımı yoktur” dese de; yaşamak, özel bir görev yüklemiş sana. “Ölümü göze almazsan adam gibi yaşayamazsın”. Hamlet’in söylemiyle: “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bunda!”...

Ölümü aşmak, yaşama tutunmak olası mı? Ölümlü olduğunun bilinciyle aklını devreye sokup ‘yaratmaya soyunması’ değil midir insanları yücelten?!. Hayatı kaybetmekten daha acı bir şey var: Yaşamanın anlamını kaybetmesi...Şu dünyaya gelişim, anlamını yitirmesin diyedir yaşamsal değerlere sarılması insanlığın. Ölümün ayak izlerinde ürüne durmasaydık ‘sanat’ da, ‘uygarlık’ da olmazdı. Dünya güzel olmazdı kısacası...

Sanat söz konusu olunca ölümü de, yaşamı da, acıyı da  cesaretle karşılayıp ‘dönüştürme’ gücünü buluyorsun. Ölümsüzlüğe tutunuyorsun belki de?!. Boşa geçmiş bir ömür, daha doğar doğmaz ölmeye başlamak değil de nedir ki! “Ey yaşam, senin bunca değerli oluşun ölüm sayesindedir” demiş Seneca. Ölüm ve yaşam eskiden beri vardı ve var olacak. Bilinmesi gereken, hayatın bir kez yaşanabildiği. Korkaklarsa her gün ölür zaten!...

İnsan, çoğu şeylere alışabilir ama alışmak, sıradanlaştırıyorsa yaşamı ‘iyi ölmeyi hak etmeli’ diye düşünürüm ben. Epikür de çok düşünmüş bunu. “Ölümün hiç bir şey olmadığı fikrine kendini alıştır; çünkü iyi de, kötü de ancak bizdeki izlenimleriyle vardır” diyesi. Bilgemiz hoş söylemiş sözünü de üstün toplumlarda geçerli bu sözü. Algılama özürlü, yıkıcı topluluklarda kime, hangi izlenimi bırakacaksın? İyilerin ipine sarılmazlar ne fayda!...

Oylumlu düşününce ölüm korkunç gelmiyor insana. Sorun, olayları ve kavramları nasıl algıladığımıza bağlı. C.Sıtkı gibi; “Koşun çocuklar, koşun komşu kızlar / Avuçlarıma sığmıyor yıldızlar!” diyebilmenin şaşkınlık veren ürpertisini yaşamak varken; La Fontaine gibi; “Açmamak olmaz ölüm kapıyı çalınca!” tevekkülüne sığınamıyorum doğrusu. Olasıysa, biraz ertelenmeli ölüm.Daha bitirilmemiş önemli işlerim var!...

Montaigne’nin dingin bir yaşamı vardı ki hayranıyım. ‘Denemeler’ isimli o ölümsüz kitabından iki sözünü alıyorum; “Bütün dertlerin bittiği yere gideceğiz diye dertlenmek, ne büyük budalalık” demiş, birinde. Diğer sözü daha bir ışıltılı: “Ölüm, başka bir yaşamın kaynağıdır”. C. Sıtkı Tarancı da, Montaigne gibi düşünüyor olmalı ki, dizelerin sıcağında kucaklamış ölümü: “Kabrime çiçek getirenlere gülerim /Gafil kişilermiş şu insanlar vesselam/ Bilmezler ki bu kabirle yoktur alâkam / Ben o çiçeklerdeyim, ben o çiçeklerim”...

İşin başka boyutları da var. Ölüm eşitlikçidir aslında. Victor Hügo’ya göre; “Ne hükümdar tanır ne soytarı; herkesi aynı iştahla yutar!” .. Kim ne derse desin, ölümün gizil gücü kendinde saklı. Ve biz o limana günü gelir sığınırız. İnanmış, kavuşmayı düşlediği cennet’inin peşindedir. Pirimiz Yunus Emre’nin amacı ise ölümlerden bile ötede: “Cennet  Cennet dedikleri/ Birkaç huri, birkaç melek / İsteyene ver sen anı / Bana seni gerek seni”...

Yahya  Kemal Beyatlı; “Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde” diye düşünür. Ben; “bir yolun başlangıcı sonunda vardığımız!” demişim, yıllar öncesimin bir şiirinde. Şu ya da bu, her neyse. “Ölüm gelmiş Cihan’e, baş ağrısı bahane” bilisizliğiyle oturup da ağlaşamayız. Yaşam için verilen  savaşta, Dadaloğlu gibi; “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” diyebilmek belki de en iyisi. Evet, direnmektir bu. Ve zor olan ‘ölmek değil’ ; alçakça öldürümlere duyarsız, bakar-kör kalıp da ‘sürüngen-leş-mek’tir...Değer mi ha, söyleyiniz!...

(Akdeniz Atılım,19 Ekim 1996/ Beşparmak , Eylül-Ekim 2007. Sayı:141).

                                                                                             

 

YILDIZLAR SEVGİLİMDİ

YILDIZLAR SEVGİLİMDİ

 

Abdullah Şanal

 

Bir zamanlar çobandım. Anamas Dağları’na vuran çan seslerinde yankılanır türkülerim. Geceleri, gökyüzünü tutuşturan yıldızlardı beni alıp götüren. Hele de bulutsuz yaz geceleri...

Sürülerin göçerinde Koca  Osman  Yaylası’na kurduğumuz kıl çadırın tavanı silme yıldız keserdi. Onlarla konuşur-dertleşirdim; düşlerime sağılırdı  göz kırpan sevecen gülüşleri.

Gün erişti dağlardan ovalara, ovalardan kentlere indim. Kente aralanan o zorlu kapıda; albenili kitaplar, sinema salonları, film kareleri girdi serüvenime. Sahnenin perdesini gizli bir el açarken, havaya tapınç sessizliği çöker, o güne dek bilmediğim ‘esrarengiz dünyalar’a kanatlanmış bulurdum kendimi! Yıldızlar, sevgilim olurdu benim. Ve ben yıldız olurdum.

Düşlerime geçit veren sinemayı hep sevdim!..

   

Urumelihisarı’na oturmuşum;

Oturmuş da, bir türkü tutturmuşum:

  

 “İstanbul’un mermer taşları;

Başıma da konuyor, konuyor aman martı kuşları,

Gözlerimden boşanır hicran yaşları;

                                         Edalı’m

                                         Senin yüzünden bu halım”

 

“İstanbul’un orta yeri sinema;

Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;

El konuşur, sevişirmiş; bana ne?

                                          Sevdalı’m

                                          Boynuna vebâlım!” 

 

 

Orhan Veli, 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği çeşitli yoksunluklar, enflasyon, pahalılık,

vurgun ve karaborsa ortamında bunca şiirini ucun ucun halkçılığa, toplumculuğa, dahası

tarifsiz  kederler içinde; İstanbul Sinemaları’nın kadife perdeli sığınağına kaydırırken ben henüz doğmamıştım. Ne ki, Göller Yöresi  çocuğu olarak doğup da, 14-15  yaşlarına dek yaşadığım sılamda çeliğime su yürüyünce; tabular dayatılmış, olanakları kısıtlanmış,

yaşama sevinci  bastırılmış, fotoğraf çektirirken bile gülmesi ayıp sayılmış çoğu Anadolu insanı gibi, ben de düştüm o kaçınılmaz melankoliye!..Garipliği, mahzunluğu, fakirliği duyumsayıp yaşadım. Doymak bilmez bir açlığın koynunda yaşadım aşkları da...İçimdeki 'yalnızlık' dinmek nedir bilmeyen fırtınalı bir şeydi!...

‘İyi ki yaşadım’ diyorum. Yüreğimin gel-git’lerine ışıklı yıldızlar düşüren o gizemli günlerimi; renk bahçesi afişlerin ışıltısında hayallerimize sokulan bir dünya güzeli ile

göz  göze gelinmiş loş sinema fuayelerinin o kutsanmış soylu sıcaklığını hiç unutmadım,

unutamıyorum...

Meraklı bir çocuktum, yeni şeyler arıyordum. Farkını fark ettiren ‘benliğimi’ arıyordum

belki de?  Gecikmeden buldum o’nu!..Okudukça bilinçlendim, edebiyatın, sanatın güzelliğine ve dönüştüren gücüne erdim. ‘Yazmak’ dedim kendime, ‘yazmak senin kaderin!’...

Lise 1’de dağıtmıştım, inadına avareydim. Deniz gözlü sarışın ufak tefek bir kız girdi usuma ki şiirine sevdalandım! Ve şiire vurdum kendimi. Vuran mıydım, vuruldum mu anlamış değildim ya, şiir belam oldu benim.Yakamı hiç bırakmadı!..“işte o gün  bugündür şairim, şiir yazarım”.... Sanatı ‘iş’ edinerek yaşamak cinneti içindeyim hâlâ. Kaderimi ben çizdim! Elimle çekmişim ipimi yani!..Ülkem garip, ben garip...Sorumluluklar içinde, eğilip bükülmeden  adam gibi yürüyorum işte kendimce.

Öğretmendim; öğrencilerimi, Leonarda Da Vinci gibi: “Sevgi, bilgiden doğar” diyerek sevdim. Özgüvenli bir ‘Şair, yazar, gazeteci ve türkolog ’ olmasaydım; ‘türkücü’ ya da ‘sinemacı’ olmayı isterdim... ‘Olamasam’ demiyorum; sanatçıysan olacaksın, yoktan var edeceksin!  Yaratmaya  sevdalı özgür ve asi varlığımı seviyorum. İnsanlığın mimarı olabilmiş bütün sanatçıları önemsiyor ve saygıya değer  buluyorum...Onlar, karanlığı aydınlatan yıldızlar gibidir. Dünyamızı değiştirir, yaşanılır kılarlar. Bu kendini aşarak seçilmiş insanlara; bilgelere, bilginlere, aydınlara  öyle içten imrenir, öyle özenirdim ki:

Düşlerim yıldız açardı ve yıldızlar sevgilim olurdu benim!....

Yaşamın öteki boyutlarına düşünsel sıçramalar getiren  çocukluk evremde; toprak damlı evimize nasılsa girebilen lambalı, külüstür bir radyonun; arabesk işlemeli kitapların, dedemlerin büyük evinde başına toplandığımız ‘sahibinin sesi’ marka plaklar döndüren uzun ve kıvrık huni kulaklı gramofonun, küçük teyzemin dilinde ballanan masalların, köyümün düğünlerinde sahne bulmuş birkaç ortaoyunu düzenlemesinin yanı sıra; o zamanlar ‘müsamere’ denilen ve birkaçında  benim de  rol kestiğim(!) okul tiyatrosunun  ayrıcalıklı birer yeri var...

Ramazan ayları, Hayali Küçük Ali’nin, nazar boncuklu radyomuzdan yansıyan sesinde; biz bastıbacaklar kadar  büyükler de kendini bulur; ‘Karagöz ve Hacivat’ ile adeta özdeşleşirdi.

Komik ses taklitleri yapar, gülüşürdük!.. Acans saatlerini iple çeken babama göre: “Bu radyo her şeyimiz” idi. İyi de bana yetmiyordu ‘bu her şeyimiz!’...Tiryakisi olduğum mikrofonda tiyatro, arkası yarın programları, Orhan Boran’ın Yuki’si, opera aryaları vb. -rüzgârıyla düş yüklü yelkenimi iyice şişirdiğinden- içimdeki; uzak ülkelere koşmak, ilginç serüvenlere atılmak isteğini kamçılıyordu!..

Asıl derdim; kapağı büyük kentlere atıp okumak, iyi bir öğrenim görmekti. Varsıl ata ocağımın harmanı hasadı, koyun, keçi, öküz derdi; bağ, bostan, tarla edinme hevesi  beni bağlamıyordu. ‘Kızıl İle Kara’ nın  Julien’i gibi  kol işçiliğini sevmeyip kaytarışım, babamı çileden çıkarsa da faydasız, usum başka dünyalardaydı. Ayrıksı bir ozandım ve düşlemimde yarattığım tanımı oldukça zor kocaman bir evrende yaşıyordum!..Değil  o güzelim Yeşildağ’ın sazlıklarına, Beyşehir Gölü’ne bile sığmıyordum artık. Sonsuz, mavi ve derin okyanuslar hasretimdi...

Kavuşmaya can attığım yıldızlar sevgilimdi benim. Parlayan bir yıldız olmaktı ereğim!?...

ŞANAL’IN SANATI İÇİN YORUMLAR

ŞANAL’IN  SANATI İÇİN YORUMLAR

 

 “ Gür ve sağlıklı bir çıkış yaparak bugün çağdaş yazınımızda yerini alan Abdullah Şanal, toplumsal kavganın bağrında yeşerttiği şiirini, militan bir duyarlılıkla oluşturur.” (REMZİ İNANÇ)

 

***

 

“ Şanal’da, paylaşılır bir dünyayı yaratma özleminin düşünsel eylemi ön plandadır. Şiirinde, eleştirel tavırlı bir orman uğultusu var.”  (HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL)

 

***

 

“  ‘ozansam/ susmak yasak/ sesim kısılmayacak/ölüm yiğitçe gelsin/ apansız gideceğim/ yaramı göstermeyeceğim’ gibi dizelerini okuyunca anladım şair öğretmen ŞANAL’ın gerçeğini… Ne mutlu böyle öğretmenleri olanlara!”  (OKTAY AKBAL)

 

***

 

“Akdeniz’in yumuşak lirizmine karşı, gür ve tok sesiyle şiire; direncin,umudun, sancılı hüzünlerin öfkesini getiren Abdullah Şanal, kabaran asi yüreğiyle ovaların, denizlerin dinginliğini dalgalandıran ve boralara dönüştüren bir şairdir. Kişiliği gibi, şiiri de sınır tanımaz bir bağımsızlığı içerir.” (MEHMET YAŞAR BİLEN)

 

***

 

“ ‘Bir Hüznün Sancısı’nda, şair; öfkesini dizginleyebildiği dizelerde daha bir başarıyı yakaladığı  yepyeni ve değişik imgelerden örülmüş  şiirler üreterek  dikkatleri çekiyor.” (MUZAFFER  UYGUNER)

 

***

 

“ Şanal’ın şiire yatkın dili, ozan olmak sorumluluğu, şiirimize söylenmedik, ama söylenmesi gerekli nice ürünler taşıyacaktır; buna yürekten inanıyorum.”  (RUŞEN HAKKI)

 

***

 

“ Şanal’ın ürünlerinde, insanı ve gerçeğini kavramada sıcaklaşan öfkeli bir içtenliğin ağır bastığı kabul edilir.” (ŞÜKRAN KURDAKUL)

 

***

 

“ Halk türkülerinin lirik damarından yola çıkarak, Promete’den Mustafa Kemal’e, Mevlana’dan Anadolu insanına değin geniş bir insan coğrafyasına gerçekçi bir perspektifle işleyerek yaydığı ilginç bir şiir dünyası var ozanın. Kendisi, yurdu, siyasal-politik, güncel olayların ışığında insanlığın tarihi; bazen duygulu, bazen ironik, çoğun da isyancı bir sese dönüşüyor şiirinde.”  (İBRAHİM DİZMAN)

 

***

 

“ Abdullah Şanal’ı, Kurtuluş Savaşı gerçekliğimizi, devrimci yaptırımı oylumunda, -sarsarak düşündürücü etkileşimi içinde- farklı vurgulayabilen birkaç ozanımızdan biri olarak görüyoruz.”  (ASIM BEZİRCİ)

 

***

 

“ Şanal’ın dizelerinde yazın denen, sanat denen güç’ü sevmek; acıları duymak, duyurmak, yaygınlaştırmak ve böylece de o acıların yitip gitmesini istemek çabasının gerçek temsilciliğini, sözcülüğünü buluruz.” (OKTAY AKBAL)

 

***

 

“ Yıllarını şiirinin buyruğuna vermiş kesintisiz yazan, yazdıklarını da sıcak ve yaşanır kılmayı başaran  Abdullah Şanal; her eseri ile kendini sürekli aşarak toplumcu sanatımızın güçlü adlarından birisi oldu.”  (KEMAL SÜLKER)

 

***

 

“Toplumcu gerçekçi sanatın bilinçlendirici, öğretici işlevi, Şanal’ın şiirlerinde en açık biçimde yansır. Coşkusuyla, sıcak duyarlığıyla birden etkiler okurunu.” (M. YAŞAR BİLEN)

 

***

 

“ Ereği; ‘göğün sonsuzluğuna nar çiçekleri ekmek’ olan ve 70’li yıllarda başladığı şiir yürüyüşünü hiç düşüp kalkmadan sürdüren şairin, insana, Akdeniz maviliğini duyumsatıp yaşatan o serin dalgalı sesini; kentlere, ülkelere sığmayan derin hasretini çok seviyorum ben.”  (RUŞEN HAKKI)

 

***

 

“Milenyum Şarkıları” kitabında, şairin Avrupa’da iken yazdığı şiirler de var. Hasret kokan bu dizeleri okurken; iç burkan bir gülüş çiziliyor yüzünüze... Şanal, diğer kitabı “Aşkın Yedi Rengi” ile de, 77 binlik aşk ikliminin imgeler kilimini dokuyor yüreğinden:

“sen ateş hırsızı gibi-tanrılara kafa tutup-gökten dehayı çaldın- ve sürüldün çağdan çağa-tuz basıp derin yarana- karanlıklarla dövüştün” (Aşkın Yedi Rengi). Şairin  dili, içtenliği, estetik bilinci ve sağlam kurgulu dizeleri adeta çarpıyor okuru. Şanal’ın şiirleri, yaşayan, seven, acı çeken; insanı içtenliğine sarıp götüren karasevdalı şiirlerdir!... (RUŞEN HAKKI)

 

***

 

“ Şiir sevdamdır benim. Ben hayatı seviyorum, çeliğe su veriyorum! Adımın ‘şiir delisi’ne çıkması bile övüncümdür. O, kural ve tanımlara sıkışıp kalmaz, ödün vermez; hep kendisi olmayı isteyen savaşımcı bir asidir. Her anına tutkuyla sarıldığım bunca yılın özgün akışı içinde, eyleme uymayıp hep önünde yürüyen şiire adadım kendimi. Varlığına yürekten bağlanıp vazgeçemediğim tek belalı sevgilim oldu şiir! Bildiğim ve yaşadığım şiir; akıl dışı bir aklın sınır tanımaz serüvenidir.”   (ABDULLAH ŞANAL)

Yazar: Çeşitli yazarlar

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör