Abbas Sayar

Yazar, Şair

Doğum
21 Mart, 1923
Ölüm
12 Ağustos, 1999
Eğitim
Yozgat Lisesi
Burç
Diğer İsimler
N. Abbas Sayar

Şair ve yazar (D. 21 Mart 1923, Yozgat - Ö. 12 Ağustos 1999, İzmir). İktisat profesörü ve araştırmacı-yazar Ahmet Güner Sayar’ın babasıdır. N. Abbas Sayar adıyla şiirler yayımladı. Yozgat Lisesini bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde okudu, ancak öğrenimini yarım bıraktı. 1941 yılında ilkokul öğretmenliği, daha sonra İstanbul’da matbaacılık yaptı. Yozgat’ta Bozlak gazetesini çıkardı. Yine Yozgat’ta çıkardığı Bozok gazetesinin yayınını kırk dört yıl (1952-96) sürdürdü.

İlk şiirleri 1947’de yayımladığı Gönül Sandalı adlı kitabında yer aldı. Diğer ürünlerini çeşitli dergilerde yayımladı. Can Şenliği eseri sahneye uyarlandı. Filme de alınan Yılkı Atı adlı eseriyle 1971 TRT Roman Başarı Ödülünü, Çelo ile 1973 TDK Roman Ödülünü, Can Şenliği ile de 1975 Madaralı Roman Ödülünü aldı. 1995 yılında Edebiyatçılar Derneği tarafından kendisine Onur Ödülü Altın Madalyası verildi. Ayvalık Lisesinde edebiyat öğretmenliği yapan Ender Sayar (Atabek) ile evliydi. 1976 yılında çeşitli Avrupa ülkelerini gezip gördü. Türkiye Yazarlar Sendikası, PEN Kulüp, Edebiyatçılar Derneği üyesiydi.

“Genellikle büyük öykü niteliğinde görülen bu yapıtında (Yılkı Atı) yeni dili, başarılı çevre betimlemeleriyle orta Anadolu gerçeklerini yansıtırken, olumlu olumsuz kişileri, koşulları içinde ele aldı. Onların ruhsal durumlarını yansıtırken özentiye ve gereksiz uzatmalara, gerçeği saptıran çözümlemelere düşmedi. Edebiyatımızda rastlanmayan bir doğallıkla atların dünyası, ilişkilerini, değişik olaylar karşısındaki değişik durumlarını yansıttı. Bu başarısını öteki romanlarında sürdürmeyi bildi.” (Şükran Kurdakul)

ESERLERİ:

ŞİİR: Gönül Sandalı (1946), Sereserpe (1953), Gibi (1965), Şey (1966), Neco’ya Mektuplar (1990), Boşluğa Takılan Ses (1991), Şiirler (2002).

ÖYKÜ: Yorganımı Sıkı Sar (1977).

ROMAN: Yılkı Atı (1971), Çelo (1973), Can Şenliği (1975), Dik Bayır (1977), Tarlabaşı Salkım Saçak (1987), Anılarda Yumak Yumak (1990).

DENEME: Noktalar (vecizeler, 1991), Eli Yür El de Yüzü (2003).

KAYNAKÇA: TDE Ansiklopedisi (c. 7, 1976-98), Atilla Özkırımlı / Türk Edebiyatı Ansiklopedisi (1982), Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (1982), Yurt Ansiklopedisi (c. X, 1984), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).

 

 

 

YILKI ATI

1

 

Güneş yine sırtından yüreğine girdi. Bir hoş oldu içi. Dönüp, yaklaşmakta olan hayvanlara baktı. Tayını aradı. Tozdan hiç birini seçemedi. Başını önüne çevirdi, yine daldı...

Kırat, yaklaşıp boynunu ve burun sırtlarını koklayıncaya kadar hareketsiz durdu. Kırat ile göz göze geldiler. Birden huysuzlaştı. Başı ile kıratın başını itti. Sürekli, acı acı kişnedi. Döndü, yürüdü, diğeri peşini bırakmadı...

Tayı görülmüyordu yine. Anasına güç olur, peşine takılıp eve gelir diye bırakmıyorlardı. Öğle güneşinin ge­çici sıcaklığı Kısrak’ı yeniden canlandırdı. Durgun, dü­şünceli hali sona erdi. Başı istekle yere eğildi. Dudakları, yarı yarıya toprağa bata bata kuru, ince, bölük ot parça­larını topladı. Otun böyle kıl ucu olduğu günlerde sığır otlakiye ve ekin kökü kalmış tarlalarda bir geniş gidiş dö­nüş çizgisi çizer. Bir hayvan topluluğu sürekli yürüyüş içinde görülür. Bahar ve yaz aylarının dinlendirici çoban­lığı yoktur. Artık, sık sık çobanın “oohaa, çüüşşs, höösstt” sesleri hayvanların kulaklarını yara eder. Yüzlerce hay­van başının bir eğilip kalktığını, isteği tükenmiş ayak in­ciklerinin birbirine çarpa çarpa yol aldığını görürsünüz...

Hayvanların başları bir süre toprak üstünde kaldı. Çobanın sesi bu kez onları ilgilendirmiyordu.

Nereye? Diyordu çoban. Nereye Kaşifinoğlu?

- Devrik köyüne Tombak Emmi bir alacak işim varda…

Tombak İşi alaya aldı:

- Yaa, dedi, herif de kaç gündür para gaylesinde idi. Hazırlandı, senin varmanı bekliyor. Belki de köyün kehinde karşılar seni... Çifte tavuk kesmiş şerefine.. Koyun yoğurdu çaldırmış... Kaba minderler serdirmiş.. Sonra ciddileşti:

-  Git, gitmeye emme, nerde borcunu bilen? Elini versen kolunu alamazsın bu milletin elinden... Hepsi din­siz, hepsi imansız.. Var gör alacağını iste.. Herifçioğlu se­ni bir de borçlu çıkarsın da gör... Nerde hak bilen? Hele Devrikliler mi? Tüm bir âlem bilir haksızlıklarını... Allah zulumlarından Ümmeti Muhammedi esirgesin... Git, gi( bakalım!.. Çıkmayan canda umut var hani...

Gözü, elinde almaksızın Dorukısrak’a takıldı:

  - Ula, dedi. Kaşifînoğlu, senin işin rast gidecek... Ne yayan yapıldak tepersin o yolu? Bin Üssüğünoglu’nun Kısrak’a. Git gidebildiğin yere kadar... Canının istediği yerde bırak... Doru bu yıl İrbaam’ın zekatlığı.. Vay dini kırık dürzü, vay kerhaneci İrbaam, bir zamanlar Do-ru’nun tırnaklarını yalıyordu. Namıssızı adam eden bir kısrak... Simdi kuşun kurdun yemi... Vay olmam diyesice zalim, vay ırzı kırık vay..

Kaşifinoğlu, Tombak’ın sözlerini tasdikledi:

- Yapar, dedi. Yapar. Her bir kötülük gelir elinden... Kimin piçi ki gâvur?..

Sonra Doru’ya yaklaştı. At hiç oralı olmadı. Atlayıp üzerine binişine ses çıkarmadı. Beli hafiften eğildi. Tom­bak Emmiye eyvallahı çökertip Kaşifinoglu yola düştü. At. boynu eğik, gaylesiz gidiyordu. Yürüyüşü fena sayılmazdı.

Bir süre tozlu dağ yolunda gittiler. Küçük bir tepeyi aşınca Devrek Köyü göründü, önce atla köye dek gitmek geçti aklından. Sonra kendi kendine güldü:

- Adama gülerler adama... Gemsiz, yularsız, eğersiz, mindersiz atınan yola çıkmış deyi.

Aşağı atladı. Kısrak’ın başını tepe yönüne çevirdi. Kıçına eliyle yalandan vurdu: -Hööst, dedi.

Hööst hösst...

Konuşmaya başladı yeniden:

- Dorukısrak’ın gençliğinde şu İbraam rafazısına va­rıp da ‘İbraam ağa şu atın tüyünü okşayım deseydim, ‘Ulan siktir deyyus’ derdi, üzengisine ayak bastırmazdı kimseyi.. Eee, gör gel... Tanrıya havale etmeli her işi.

Doru beş on adım gitti, başını toprağa eğdi. Birkaç ot kökünü kokladı. Koparmaktan vazgeçti, tepeye doğru yürüdü. Tepenin ufka açılan yerinde durdu. Güneş başını alıp gitmiş, boşlukta son ışıkları kalmıştı. Işıklar iplik ip­lik gözlerine doldular. Başını dikleştirdi, boşluğa uzun bir kişneme bıraktı. Sesler ışıklarla oynaştılar.

Bu akşam geçen günlerin tersine hava ılıktı. Bulular gökyüzüne bağdaş kurmuş gibi idiler, gideceğe benzemiyorlardı.

Doru bir heykel donukluğuna büründü. Ve yağmur teklemeden düşünceye dek kıpırdamadı. Çok geçmeden bulutlar sicim sicim çözülmeye başladılar.

Doru kulaklarını dikti. Günün gözünde oynaşan son gıklarından arta kalan birkaç kıvılcım karanlığa iplikler halinde uzandı. Yeniden kişnedi. Koşarcasına yola düştü. Gitmiyordu. Götürüyorlardı...

Yağmur aralıksız iniyordu. Bir boy ıslandı. Yüz kez suya batırılmışa döndü... Gövde yüzeyinden deli karanlı­ğa görünmez bir buhar dağılıyordu. Şoseye geldiğini anladı. Hızını azalttı ve sonra durdu. Köyün fersiz ışıklarına tiksinti ile karışık bir istekle baktı. Gözünden yine kıvılcım fırladı. Yolun ıslanmış taşlarında nalsız tırnaklarının sesleri duyuldu. Koşuyordu…

Köyün hemen altından geçen deredeki suları hışırtı ile yardı. Hızı azalacağına arttı. Köye girdi, evin kapısına başı ile vurdu. Ev, kendisinindi. İbrahim kadar, karısı çoluğu, çocuğu, öküzler, inekler, keçiler, tavuklar kadar Doru kısrağındı bu ev. Bu kapı, İbrahim’den önce kendisine açılmalıydı. Başını geri çekti. Kapı sürgülüydü. Kıçını döndü, üstüste birkaç çifte fırlattı. Yine bir tahtası kırıldı kapının. Açılmadı. Zaten o da kapının açılmasını beklemeden yürüdü. Hırsla kişneyerek bir aralığa saptı. Köpek sesi bile duyulmayan köy sokaklarında bir süre Doru’nun sesi dolaştı. Uyuyanları homurtularla uyarttı.

Uyumayanlar hemen konuşmaya başladılar:

Fadişinoğlu:

-İrbaam’ın Doru, dedi.

Jandarma Ahmet Çavuş’un karısı:

- Sefil ortalarda, dedi.

- Gâvura kurban olsun, dedi Molla Mustafa’nın Be­kir.

Karısı:

- Merhameti var gâvurun, dedi...

Bekir:

- Bu murtatta zırnığı yok, dedi.

İncenin Osman:

-  İrbaam, bu ata zulm eder, ahir Allah çektirir bu dürzüye, dedi...

Kardeşi:

- Ona ne şüphe, dedi.

Biri:

- O bir tarafta çeker, dedi...

-  Ağızsız dilsiz hayvan, çoluğuna, çocuğuna merha­meti var mı? Nankör dürzü. Doru yarış kazanınca tırnaklarının altını yalardı... Doru adam etti Üssüğün İrbaam’ı, babası ne boklu sanki? Kurttan kurt doğar.

-Ulan şu atı içeri alsak mı?

-  Senin nene gerek ağam! O kerhaneciden her bir kötülük umulur. Atımı çaldı diye feryadı bırakır alimallah.

- Umulur kerhaneciden.

- Umulur.

Dorukısrak köyde fazla durmadı. Bir boy sokakları dolaştı. Sonra köyü çıktı. Geldiği yöne doğruldu. Yağ­mur olanca hızıyla yağıyordu. Kısrak oralı olmadı. Dere kıyısına geldi. Yarım saat önce bir çırpıda geçtiği su, gö­zünde büyüdü. Kıyıdan aşağı doğru yürüdü. Bir süre gitti böyle. Yine, gaylesizlik sardı içini. Önüne bir bağ evi çık­tı. Yel tutmaz yönüne geçti. Gövdesinin yarısı yağmurdan kurtuldu.

Gece yarısına doğru yağmur dindi. Bulutlar doğuya doğru kayıp gittiler. Koyu mavi, parlak bir ay çıktı ortaya. Gökyüzü iyice yıkanmış, tozdan topraktan arınmıştı san­ki.. (…)

                                                                                                                (Yılkı Atı, 1971)

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör