A. Süheyl Ünver

Tıp Doktoru, Minyatür Sanatçısı, Hattat, Tıp Tarihçisi, Sanat Tarihçisi, Yazar, Şair

Doğum
17 Şubat, 1898
Ölüm
14 Şubat, 1986
Eğitim
Darülfünun Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi)
Burç
Diğer İsimler
Ahmet Süheyl Ünver, Elif Sin

Hekim, sanat ve tıp tarihçisi; şair ve yazar, hat, tezhip ve minyatür sanatçısı (D. 17 Şubat 1898, İstanbul - Ö. 14 Şubat 1986, İstanbul). Tam adı Ahmet Süheyl Ünver’dir. Kimi yazılarında Elif Sin imzasını da kullandı. Muhaberât-ı Umumiye Müdürü ve ulemadan Tırnovalı Mustafa Enver Bey’in oğlu, ünlü hattat Mehmet Şevki Efendi’nin torunudur. Menbaülirfan Rüşdiyesi ve Mercan İdadi­si (Lisesi)’nde bitirdikten sonra, 1915 yılında girdiği Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (Askeri Tip Fakültesi)’den, ailevi sorunları nedeniyle, bir süre sonra ayrıldı. Darülfünun Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi)’ni 1921 yılında bitirdi. Öğrencilik yıllarında tıp öğreniminin yanı sıra güzel sanatlarla ilgilendi. 1916-23 yılları arasında Medresetü’l Hattatîn’de ebru, tezhip, minyatür ve hat (güzel yazı) sanatı öğrendi. Ressam Hoca Ali Rıza’dan özel karakalem ve suluboya, ayrıca Yeniköylü Nuri, İsmail Hakkı Altunbezer ve Tahirzade Hüseyin efendilerden de hat, tezhip ve minyatür dersleri aldı. 1921-23 yıllarında Yenibahçe’de Gureba-yı Müslimin Hastanesi Cildiye Kliniği’ne devam ederek deri ve frengi hastalıkları üzerine ihtisas yaptı. Ancak iç hastalıkları uzmanı olmak istediğinden, buradan Haseki Hastanesi dahiliye asistanlığına geçti. Burada Prof. Akil Muhtar’ın (Özden) öğrencisi oldu.

Dr. Ahmet Süheyl, 1925’te Mekteb-i Sanayi’de (sonradan Sultanahmet Endüstri Meslek Lisesi) dersler verdi. 1927’de Paris’e giderek iç hastalıkları uzmanlığı öğrenimini tamamladı. Paris’te kaldığı iki yıl içinde Millî Kütüphane’deki Osmanlı minyatürleri ve Selçuklu tıbbıyla ilgili kaynakları inceledi. Paris’te kaldığı iki yıl içerisinde yüksek lisansını tamamlayan A. Süheyl, 1929’da Türkiye’ye döndü. Kısa bir süre sonra Viyana’ya gitti ve orada Dr. Luger’in yanında çalıştı.

Süheyl Hoca, 1930 yılında İstanbul Darülfünun’u (Üniversitesi) Tıp Fakültesi’nde müderris (hoca) muavinliğine getirildi. 1933 Üniversite Reformu’ndan sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Tıp Tarihi Enstitüsü’nü kurdu ve bu bölümün başkanı oldu. Bu dönemde Tıp Fakültesi’nde tıbbi deontoloji (etik kuralları inceleyen bilim dalı)dersleri verdi. 1936 yılında Topkapı Sarayı’ndaki nakışhaneyi düzenleyerek buralarda yıllarca tezhip ve minyatür dersleri verdi. 1939’da profesörlüğe, 1949’da ordinaryüs profesörlüğe yükseldi. 1936-55 yılları arasında bir yandan Güzel Sanatlar Akademisi’nde (sonradan Mimar Sinan Üniversitesi) Türk minyatür ve süsleme sanatları dersleri verirken, bir yandan da Topkapı Sarayı Müzesi’nde aynı konuda özel kurslar düzenleyerek öğrenci yetiştirdi.

Prof. Ünver, Avrupa ve Amerika’da tıp tarihi araştırmaları yaparken Türk süsleme sanatı sergileri de açtı. Sanat seminerlerini, 1957 yılından itibaren, mensubu olduğu İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde, kurucusu olduğu Tıp Tarihi ve Deontoloji Enstitüsü’nde, 1967 yılından itibaren Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde kurucusu olduğu Tıp Tarihi ve Deontoloji Anabilim Dalı kürsüsünde sürdürdü. Yönetimini üstlendiği Tıp Tarihi ve Deontoloji Enstitüsü’nde, bağış yoluyla topladığı yazma ve basma kitaplarla, Türkiye’nin alanında en kapsamlı tıp kütüphanesini oluşturdu. Hekimler, bilim adamları, tarihçiler, edebiyatçılar ve sanatçılar ile ailelerinin bağışladığı belgelerle bir belgelik kurdu. Bu belgeliği, otobüs biletlerine varıncaya kadar, insan yaşamı ile ilgili her türlü malzeme ile zenginleştirdi. Katıldığı uluslararası tıp tarihi kongrelerinde Türk tıp tarihinin çeşitli yönlerini tanıttı.

A. Süheyl Ünver, 1939’da Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşunda görev almıştı Türk tıp tarihini “Selçuklu Tıbbı” ve “Osmanlı Tıbbı” olarak iki ana başlık altında inceledi. O dönemlerdeki hastalıkların sağaltım (tedavi) yöntemleri ile birlikte medrese ve hastane binalarının yapı ve bezeme özelliklerini araştırdı. Sanat tarihçisi olarak minyatür, hat, ebru gibi Türk geleneksel sanatlarını ve bu sanatların ustalarını inceleyerek bunlarla ilgili bilgiler veren çok sayıda eser yazdı. 1920’lerden başlayarak Türk tarihi araştırmaları da yaptı. Tarihsel yapılardan hat ve nakışa kadar çeşitli alanlarda bilgi toplamış, kroki ve resimler çizmişti. Derlediği bilgilerle bir belgelik oluşturdu, bu bilgileri yayımladığı kitap ve makalelerde kaynak olarak kullandı. Okuduğu, gördüğü, işittiği her yararlı bilgiyi defterlere geçirirdi. Hazırladığı bin beş yüze yakın defterdeki bilgilerle bir dönemin toplumsal ve kültürel yapısını yansıtarak Türk kültür tarihi içinde kendine önemli bir yer oluşturdu.

Prof. Ünver, 1973 yılında emekliye ayrıldıktan sonra özel belgeliğindeki kitap ve notlarının bir bölümünü Süleymaniye Kütüphanesi, Türk Tarih Kurumu ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Enstitüsü’ne, astronomi ile ilgili kimi malzemeyi Kandilli Rasathanesi Müzesi’ne bağışladı. 1981’de 1. Uluslararası Türk-İslâm Bilim ve Teknoloji Tarihi Kongresi’nde Üstün Hizmet Beratı, Türk Millî Kültür Vakfı Türk Millî Kültürüne Hizmet Şeref Armağanı ile 1985’te Kültür Bakanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülünü almıştı. Cumhuriyet Türkiye’sinde klasik sanatların yeniden doğuşunu sağlayan kişilerden biridir. İstanbul-Ümraniye’de adına bir kütüphane kurulmuştur.

Prof. Süheyl Ünver, Türk geleneksel sanatının her dalının önce tarihi üzerine araştırmalar yaparak bu alanlarda eserler verdi. Sanat, bilim ve tıp tarihi konularında iki binden fazla yayını, bunların arasında Divan edebiyatı tarzında yazdığı şiirlerini topladığı bir de Divan’ı vardır. Arapça, Farsça, Fransızca biliyor; ney çalıyor; ebru, tezhip, minyatür ve hat sanatıyla uğraşıyor; Türk kültürünün bütün yönleriyle ilgileniyordu.

“Süheyl Ünver ayrıca iyi bir hekim, büyük bir tıp tarihçisi, ressam ve kültür adamıydı. Bu çok yönlü insanın en önemli özelliği ise, artık pek rastlanmayan, zarif ve kibar bir İstanbul Efendisi olmasıydı. Yaygın bir merak ve ilgi sahibi olan Süheyl Ünver’in bizlere bıraktığı her şeyde bu ince kişiliğinin izlerini görmek mümkündür. (...) Bütün ömrünü çalışarak geçirmesi, devraldığı kültür mirasına eklediklerini gelecek nesillere bırakmak amacına yönelikti.” (Nuran Yıldırım)

BAŞLICA ESERLERİ:

Divan (?), Sanayi Hıfzıssıhası (1925), Uygur Hekimliği (1936), İslam Tababetinde Türk Hekimlerinin Mevkii ve İbni Sina’nın Türklüğü (1937),  Anadolu Beylikleri ve Tıp Tarihimiz (1938), Yılan Remzi ve Selçuklular Tababeti (1939), Mahya Hakkında Araştırmalar (1940), Selçuklular Döneminde Tıp (1940), İlim ve Sanat Bakımından Fatih Devri Albümü (1943),  Türk Göz Hekimliği Tarihine Ait Notlar (1946), Ressam Nigârî (1946),  Fatih Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı (1946), Hattat Ahmet Karahisarî ve Ali Kuşçî (1948), Ressam Nakşî Hayatı ve Eserleri (1948), Ressam Levnî Hayatı ve Eserleri (1948), Kapılarda Türk Tezyinatı Örnekleri (1948), Müzehhip Karamanî (1951), Hattat Ahmed Karahisarî (1964), 56 Türk Motifi (1967), Kahvehanelerimiz ve Eşyası (1967), İstanbul Rasathanesi (1972), İnce Oyma Sanatı (1980), İstanbul Risaleleri (5 cilt, 1995-96). 

KAYNAKÇA: Osman Nuri Ergin / Dr. A. Süheyl Ünver Bibliyografyası (1941), İbrahim Alaeddin Gövsa / Türk Meşhurları (1946), Ünver, Süheyl (Ana Britannica, c. 31, 1986), Erguvanlar ve Boğaziçi (Babıalide Sabah, 12 Mayıs 1966), Türkiye Ansiklopedisi (1974, c. 4, s. 1399), Nuran Yıldırım / Bir İstanbul Efendisi (Yeni Yüzyıl, 14.2.1986), Gülben Mesara / A. Süheyl Ünver Bibliyografyası (1998),  Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002),  Nail Tan-Özdemir Tan / Gurur Kaynağımız Kastamonulular II (2004), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Bilim Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 2, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).

 

HOCALARIN HOCASI SÜHEYL ÜNVER

Aziz Dostum Uğur Derman Bey, Süheyl Hoca'nın doğumu ve ismi hakkında diyor ki:
"1898 Şubat'ının onyedisi, Hicrî Takvim'e göre 1315 yılı Ramazan ayının 27'nci gününe rastlar. O gün İstanbul'da Kadir topları atılırken, Mustafa Enver Bey'le Safiye Hanım'ın Haseki'deki evlerinde bir evlâtları dünyaya gelmiştir... 

Doğum Çok kolay olmuş, bu yüzden de yavruya "Ahmed Sehîl" ismi verilmiştir. Çocuk bu ismi ortaokula kadar taşıyacak; fakat, rüşdiye tahsili sırasında fransızca hocası, isminin mânâsını öğrenip "Oo.. Monsieur Facile!" (Bay Kolay) deyince, kendisinin bundan sonra böyle Çağrılacağı korkusuyla Sehîl, ismini "Süheyl"e Çevirecektir..." 

 

(M. Uğur Derman, "Hâtıralardaki Süheyl Ünver", Lâle  Mecmuası;Türkpetrol Vakfı    yay. sayı: 6, Aralık 1988)

 

"İnsanlık" tahsilini şüphesiz önce ailesinden, sonra da Üsküdarlı Ressam Hoca Ali Rıza Bey (1858-1930), Abdülazîz Mecdi Tolun (1865-1941) gibi fazilet ve kültür âbidelerinden alan; yüksek tahsilini, o devirde memleketin tek üniversitesi İstanbul Dârülfünûnu'na bağlı Tıp Fakültesi'nde tamamlayan Ahmed Süheyl Bey, 1920'de mezun ve bir süre sonra iki ihtisaslı tıp doktoru olacaktır...

Mederesetülhattâtîn. 1) Ahmed Süheyl, 2) Necmeddin (Okyay), 3) Mustafa Halim (Özyazıcı)

Bu arada, hüsnihat, tezhib, minyatür, cild gibi sanatlar için Medresetülhattâtîn'e devam edecek ve 1922 yılında buradan da mezun olarak, hem tıp, hem de güzel sanatlar hocası sıfatını alacaktır... 

Daha sonra, Türkiye'ye "Tıp Tarihi ve Deontoloji (meslek ahlâkı) Bilim Dalı"nın gelmesi için Çalışacak, 1933 Üniversite Reformu'yla, İstanbul'da bu kürsüyü kuranlar arasında yer alacaktır... 

Hayatı boyunca durmadan Çalışarak binlerce makale, kitap, desen, resim ve müthiş bir arşiv malzemesi oluşturan, sonra da bu birikimi Türk Milleti'ne ve Dünya ilim âlemine armağan eden Süheyl Hoca, her insan gibi doğmuş, büyümüş, okumuş, evlenmiş, evlât ve torunlara karışmış... Sonra da İlâhî dâvete boyun keserek Hakk'a yürümüştür. 

                     * * *

Çocukluğumda seyrettiğim bir film, hâfızama şöyle bir cümle bırakmıştır: 

- "Her insanın yaşamak için bir sebebi, ölmek için bir kıymeti vardır.."
Katıldığım her cenâze töreninde aklıma hep bu söz gelir ve Süheyl Hoca'nın dünyasına girene kadar,"..ölmek için bir kıymeti olmak.." tarifiyle bir "savaş ilkesi"nin kastedildiğini sanırdım. Ama, bir gün Hoca dedi ki: 
- "Kardeşim; yüz sene sonra ne sen kalacaksın, ne ben. Bunu hepimiz biliyoruz.. Onun için, yapacağımızı yapalım..." 

Onun tarifiyle, sadece tüketerek yaşadıktan sonra iz bırakmadan kaybolmak, en büyük günahlardandı. 

Bir güzel insandı Ahmed Süheyl Ünver Bey... Yaş ve sınıf ayrımı yapmaksızın herkese saygı ve sevgi doluydu. Gerçek bir dost, müşfik bir hekim, fevkalâde bir aile reisi, eşi görülmedik Çalışkanlık ve dikkate sahip bir "âlim-san'atkâr"dı. Yaratılış mûcizesinin her eserine tek tek hayranlık duyar, gördüğü her kültür veya tabiat eserini kalemiyle, fırçasıyla ya da fotoğraf makinesiyle tesbit eder, devamlı araştırır, öğrenir, öğretirdi. 
- "Dikkatimiz, nâmusumuzdur.." derdi Süheyl Hoca... "Dikkatsiz insan ergeç nâmusundan olur."
- "Hepimizin vücudu birer mektepdir... Kendimizi tanıyalım!" 
Bu sözüyle de, "kendini bilen âlemi bilir, âlemi bilen Allah'ı bilir" gerçeğinin kapısını açardı.
- "Dostlarım!.." derdi, "..gönül kazanalım, gönül!" ... "Anlamalıyız ve anlatmalıyız.." 
Biliyoruz ki Süheyl Hoca, "ne güzel bağıştır, gerçek sözü duyup da Müslüman kardeşine gidip ona da öğretmek" diyen Son Peygamber'in yolundan giderdi...

                                                      * * *

İlim, ikbâl, şöhret, san'at, para gibi kavramlarla "fazilet", her zaman bir araya gelmiyor. Yâni, her âlim, aynı zamanda "fâzıl" olmayabiliyor. Her san'atkâr, veya şimdiki deyimle her "sanatçı" da öyle. Hele şöhret basamaklarını hızlı hızlı tırmananlara, faziletin o murassâ elbisesi ağır geliyor sanki!..

Nedir "fazilet"?.. 
Fazilet: Yaratan'ın âyetleri olan "yaratılmışlar"a hayranlık ve sevgi duymaktır.
Fazilet: Bütün dinlerin emrettiği ahlâkî esaslara uymaktır. 
Fazilet: Haddini bilmek, yaşayışını "benlik" ve "gösteriş" libâsından soymaktır.
Fazilet: Başkalarının hakkına tecâvüz etmeden, kendi hakkıyla doymaktır. 
Fazilet: Küçük-büyük, zengin-fakir demeden her insanı adam yerine koymaktır.
Fazilet: "Almak" yerine "verme"yı geçerli kılmak, hocalarını ana-baba gibi saymaktır...
Fazilet: Hırs, tamâ', bencillik gibi huylardan kendikendini yıkayıp yumak ve aç yatan komşusu olmadığını öğrendikten sonra uyumaktır.
Bize böyle öğrettiler...

Hem ilmiyle hem san'atıyla şöhret bulmuş, lâkin faziletinden hiç tâviz vermemiş bir mübârek şahsiyetten bahsediyoruz... 

                                                            * * *

1898 yılının 17 Şubat'ında; yâni 1315 Hicrî yılı Ramazan ayının 26-27'nci gecesinde Kadir topları atılırken dünyaya gelen Ahmet Süheyl Ünver, beyhude harcanan nice ömürlere sığmayacak bir mesaiden sonra, arkasında ışıklı bir yol bırakarak, yine bir 17 Şubat günü (1986), fânî vücuduyla toprağa girmiştir...
Posta Telgraf Nezâreti mensuplarından Mustafa Enver Bey'le güzide hattatlarımızdan Şevki Efendi kızı Safiye Hanım'ın oğulları Ahmed Süheyl Ünver kimdir, neler yapmıştır, kültürümüze ve dünya kültürüne neler vermiştir, bu konuda hacimli kitaplar yazıldı. Ancak bir özet gerekirse: 

İki ayrı tıp ihtisasına rağmen onun gönlünde yatan, kaybolmaya yüztutmuş Türk kültür unsurlarını canlandırmaktı. Hayatını, hiçbir dakikasını boşa geçirmeden bu işe adadı. Tıp Tarihi ve Deontoloji Kürsüsü ile Topkapı Sarayı Nakışhânesi'nde ve Güzel Sanatlar Akademisi'nde pek Çok san'atkâr yetiştirdi, ölmek üzere olan Türk süsleme ve kitap sanatlarının yeniden dirilişini sağladı. İkibine yaklaşan bibliyografyası dışındaki diğer eserleri, Türk Tarih Kurumu, Süleymaniye Kütüphanesi, Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsü ve kızı Gülbün Mesara arşivlerindedir.

 

1946 - 1986 arasındaki 40 yılı Süheyl Ünver Hoca'yla yakın yaşamak ve bu kırk yılın 12 yılında onunla Çalışmak bahtiyarlığım için Allah'a hamd ederek, bâzı hâtıralarımı nakledeyim...

Babamın görev yaptığı Topkapı Sarayı'nda Hoca'yı tanıdığım zaman 6 yaşındaydım. İki oğlum, Çok daha erken yaşlarda tanıdılar onu... Büyük oğlum Oruç Emre Göksoy yeni doğmuştu. Tam o günlerde, Fakülte hocalarından bir zât, "oniki yaşındaki oğlunun kendisine büyük terbiyesizlik ettiğini" anlattı. Bir "taze baba" olarak dehşete kapıldım. Geleceğe dair endişelerimi Süheyl Hoca'ya açtığımda:
-"Boşuna endişelenme kardeşim.." dedi. "Hiç elma ağacında armut yetiştiğini gördün mü?... Sen nasılsan, evlâdın da öyle olur..."
                                                                       * * * 

Süheyl Hoca, bu memleketin ilmine-irfanına gerçekten tutkun insanlarca mutlaka tanınır ve saygı görürdü. Hatırladıkça ürperdiğim bir örnek vereyim: 1974'de oğlum Oruç Emre 7, kardeşi Emrah 6 yaşındaydılar. Bir dost ailenin hatırı için Bandırma'ya gittik. Sabah, bize orada katılanlarla birlikte 8 kişi, kahvaltı edebileceğimiz doğru-dürüst bir yer ararken, o muhitte beklemediğimiz özellikte bir muhallebici dükkânı bulduk. Duvarlar ciddî hüsnihat levhalarıyla, orijinal hamâsî tablolarla ve Çeşitli fotoğraflarla bezenmişti. Pırıl pırıl tezgâhın arkasında, insana hem huzur, hem de saygı telkîn eden yaşlıca bir insan güzeli servis yapıyordu.

Oruç bir ara masadan kalkıp, Çocuk merakıyla duvarlara yaklaştı, oralardaki fotoğraflara baktı, sonra yanıma gelerek yavaş bir sesle: "Baba.." dedi. "Orda Süheyl Dede var!.." 

Tesadüfün bizi nereye getirdiğini anlar gibi oldum. Kalktık, hesabımızı sordum. O mübârek Çehreli güzel insan, fevkalâde edeb dolu bir sesle:
- "Hesabınız yok efendim, belli ki yabancımız değilsiniz, şeref verdiniz.." dedi.
Şüphem kalmamıştı. Karşımdaki zât, ismini sık sık Süheyl Hoca'dan ve Uğur Derman kardeşimden duyduğum, lâkin o güne kadar vicâhen tanıma imkânını bulamadığım Bandırmalı Ali Öztaylan'dı. Sarıldık birbirimize..

                                                                 * * *

Süheyl Hoca kanâatkârlığı bizzat yaşardı. Öğle vakitleri, hepsi bir Çay fincanı tabağına sığacak mikdarda, ufak bir simidin yarısını, tavla zarı kadar kesilmiş kaşarpeynirlerini Çayla birlikte yer ve şükrederdi. Bu arada, "hakka rızâ göstermek"le "hakkını aramayı" da birbirinden ayırırdı. Derdi ki:
- "Bilir misiniz?.. En sabırlı mahlûk örümcektir.. Ağını kurar ve kısmetini bekler. En sabırsız ve açgözlü mahlûk da sinektir. Herşeye saldırır, her yere konar.. Ne iştir ki; bu en açgözlü ve sabırsız mahlûk, en sabırlı mahlûka yem olur!.."
- "Tâlip olmayınız, matlup olmaya bakınız..." (İsteyen değil, istenen kişi olunuz.)

Semâzen Lâle. 

"Mevlevî olmasa giymezdi külâhı başına,
Durmadan böyle döner hep felek-âsâ lâle"

Fâtih Sultan Mehmed portresi Çalışması Fâtih'in Defteri'nin kapağı (15. yy üslûbu)

Türk kültürüne Süheyl Hoca kadar tutkun başka birini tanımadım. Öyle detaylara inerdi ki!.. Birlikte Çıktığımız gezmelerde, hiç geçmediğini söylediği bir sokağın başında durur ve sorardı: 
- "Kardeşim, sen bu sokaktan hiç geçtin mi?.."
Geçmediğimizi söyleyince:
- "Hadi o zaman, gelin kaybolalım!"
diye sokağa girer ve o sokakta mutlaka yeni birşeyler bulurdu. Bir güneş saati, bir tonoz, bir temel, bir eski duvar kalıntısı... Ve tesbitini hemen söylerdi:
- "Bu duvar, şimdi yerinde yeller esen Şerefâbâd'ın selâmlık bölümünün parçası..."
Sadaka taşlarını, kuşevlerini, selsebilleri, "mezaristan" dediği mezarlıklarımızın önemini, daha neleri neleri ondan öğrendik.
Birgün Ahmet Yakupoğlu'na demiş ki:
-"Hani bî-namazlar için, "Kuruçeşme'de abdest alır, İhmâlpaşa'da namaz kılar!" derler ya.. Bilir misin ki Kuruçeşme'de sahiden bir İhmâlpaşa Câmii var?.."
Ahmet Ağabey İstanbul'a geldiği bir sırada bunu fakîre nakletti. Aynı gün birlikte Kuruçeşme'ye gittik. Kumsalda biten "İhmâl Paşa Çıkmazı"ndaki, sokağın ismiyle anılan "Defterdar İbrahim Paşa Câmii"ni bulduk!.. Ertesi gün Aydın Bolak Bey, Uğur Derman Bey, Ahmet Ağabey, bendeniz ve bazı arkadaşlar o câmide Cuma namazına gittik... İmamın söylediğine göre, yıllardır bu kadar kalabalık bir Cuma cemâati gelmemiş İhmâlpaşa'ya.. Eh, 30 kişi kadar olmuştuk!..

                                                                  * * *

Süheyl Hoca'yla gezmenin doyulmaz bir tadı vardı. Sanıyorum 1963 yılında Gebze'ye gittiydik. Rahmetli oğlu Aydın Ünver'in kocaman arabasına Hoca, ressam-hattat Murtazâ Elker, anatomi profesörü Fâzıl Noyan, Ayhan Pekşen ve bendeniz doluştuk. Orhan Câmii'ni, Çoban Mustafa Paşa Külliyesi'ni gezdik, resimler Çektik. 
İstanbul'a dönüş sırasında Süheyl Hoca bir ara dedi ki:
- "Haydi beyler, biz bu arabada bir cumhuriyet kuralım. Murtaza Bey Üstâdım siz Reisicumhur olun.. Bendeniz Başbakan olayım. Fâzıl Bey Sağlık Bakanı, Aydın Ulaştırma Bakanı olsun, Çünkü arabayı o kullanıyor!.."
Ayhan'la fakîri de sanayi ve teknoloji bakanlıklarına atayan Süheyl Hoca'ya Murtazâ Bey itiraz etti: 
-"Hayır efendim, cumhurbaşkanlığı size lâyıktır, bendeniz olamam!.."
Olurdunuz-olmazdınız diye gülüşmeli-şakalı bir yolculukla İstanbul'a varıp evlerimize dağıldık. Birkaç gün sonra Süheyl Hoca beni odasına Çağırdı ve elindeki levhayı göstererek:
-"Hapı yuttuk kardeşim!.." dedi.. "Reisicumhurluk üstümüze kaldı. Baksana, Murtazâ Bey ne yapmış!.." 
Levhada, Murtaza Elker Üstâd'ın Süheyl Hoca ismine Çektiği nefis bir tuğra vardı!

                                                                     * * *

Doğumunun 112'nci ve bizlerden ayrılışının 24'üncü yılında Süheyl Hoca için Allah'a şöyle yakarmak istiyorum:

Noksanımız ganî elbet, yoktur sözün hadd ü keyli.

Yârab lûtfunla karîb et Resûlüne ol Süheyl'i...

 

Hasan Âli Göksoy

 

İzmir-Selçuk, 17 Şubat 2010

Yazar: Hasan Âli GÖKSOY

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör