Tıp doktoru, genel cerrahi uzmanı; öykü, roman, deneme yazarı. 8 Haziran 1952, Ardahan doğumlu. Tam adı Ahmet Alper Akçam. Yazar Dursun Akçam’ın oğlu, yazar Taner Akçam’ın ağabeyidir. Ardahan, Kırıkkale, Ankara’da öğrenim gördü. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesini 1974 yılında bitirdi. Ankara, Karabük, Yalova, Erzincan, Bursa SSK hastanelerinde yirmi altı yıla yakın genel cerrahi uzmanı olarak çalıştı.
2000 yılından itibaren etkin hekimlikten ayrılarak yalnızca
edebiyatla uğraşmaya başladı. Çalışmalarını Mudanya’da sürdürdü.
Roman, öykü, makale, deneme, eleştiri, mektup türlerinde yazın
çalışmaları bulunmaktadır. Edebiyatçılar
Derneği, Bursa Kültür Sanat Vakfı üyesidir.
Ödülleri:
“Nesi Varmış” adlı öyküsüyle Türk
Tabipleri Birliği Öykü Yarışması 1997 Ödülünü, 2002 Orhan Kemal Öykü
Yarışmasında mansiyon, Sağlık Emekçileri Sendikası Edebiyatçılar Derneği 2001
Öykü Yarışması Birincilik Ödülünü, 2008 Yunus Nadi Öykü Ödülünü, 2011 Troya Edebiyat Ödülünü aldı.
Alper Akçam
İçin Ne dediler?
«Alper’in biçemi güzel. Onun öykülerinde, Anadolu’ya özgü insancıl
gerçeğin ağırlığı var. Bu durum, ona, okurlarının öykü kişileriyle kolayca
ilişki kurmalarını, giderek onlarla uyum içinde düşünmelerini sağlıyor. Kısası,
okurla Alper’in kişileri, birbirleriyle çelişmiyorlar. Bir özlemi yansıtan
kişiler olduklarından, okurların hoşlarına bile gidiyor olabilirler. Çünkü,
onun kişileri, bugünün Türkiyesi’nde, yozlaşmayı temsil eden burjuvayla küçük
burjuvaya ters düşüyor.
Alper’in kişileri, Türkiye toplumunun çürümemiş yanını temsil
ediyorlar. Toplumun çürümüş yanını yansıtmak amacıyla, kokuşmuş düzenden zarar
gören insanları arıyor, onların umut veren yanlarını gösteriyor bizlere.
Diyebilirim ki, Anadolu insanını ezen düzene, gerçek tanıklar arıyor. Her
zaman, bu tanıklarını bulduğunu söyleyemem, ama bulduğu tanıklar, Anadolu’nun
ekinsel (kültürel) birikiminin ürünüdürler.» (Vecihi Timuroğlu)
ESERLERİ:
Öykü:
Karanlıkta
Bir Işık (1998), Ağaların Ağası (1998), Islaktı Gözleri (1999), Soluksuz
Sıcaklarda (2000), Açık Kapıların Arkası (2000), Doktor Civanım (2001), Yükledi
Günahını Sırtına (2002), Çalı Çiçeği (Çocuk öyküsü, 2004),
Dostum Keleş (Çocuk öyküsü, 2005), Gidenler Gelenlerdi (2005), Şalter
Kemal (2006), Kiev’de Aşk (öykü- Cumhuriyet Kitap, Kasım 2008), Nal Sesleri (2007, 2018), Son Balık (2018), Köşeli
Pisküvet (Çocuk Öyküsü, 2018).
Roman:
Masalsı
(2005), Geçmiş, Bir Zamandı (2009), Kiraz
(2014), Eğer (2015), Sığıntı (2017), Munise (2017), Aslan Asker Arslan (2018),
Karagöz Oynatıyoruz (Çocuk Romanı, 2018).
Araştırma- İnceleme
- Eleştiri:
Karnaval
ve Türk Romanı (2006, 2018), Anadolu Rönesansı (2009, 2012), Dillerine Kurban / Orhan Kemal’de Diyalojik Perspektif
(2014), Dilin Dört Atlısı (2016).
KAYNAKÇA: İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004)
- Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
(2006, gen. 2. bas. 2007), Vecihi
Timuroğlu / Alper Akçam’ın Öyküleri Üzerine (Cumhuriyet Kitap, 18.1.2001),
Kâmuran Semra Eren / «Öykü Amaçtır, Edebiyat Amaçtır» (söyleşi, Cumhuriyet
Kitap, 13.6.2002), Murat Erol (Heceöykü, Ağustos-Eylül 2005), Taner Akçam'a Ağabeyinden Mektup Var (odatv.com,
01.05.2012), Alper Akçam (alperakcam.com.tr, 28.06.2019), Alper Akçam kitapları
(kidega.com, alperakcam.com.tr, idefix.com, Babil.com, dr.com.tr, 28.06.2019).
Zaman, yaşanandı. Yitip gidendi avuçların içinden ve bir ustaydı zaman.
Oracıkta, becerikli bir örümcek gibi, gümüşten ağlarını ördü, ördü... İvedi,
tezcanlı, sessiz... Duvarlarda onlarca yıl önceki çekiç vuruşlarıyla tarihe
direnen kara taşlara, yere döşenmiş düz yüzeyli taşlara, duvar taşlarının
arasından pıtır pıtır dökülen kurumuş kara toprağa, üstteki örtmeyi tutan
yıllardır yanından geçenlerin el izlerini, bakışlarını taşıyan direklere,
örtmenin yan yana dizilmiş, bazıları çürümeye yüz tutmuş ağaçlarına, ağaçların
arasındaki yuvalarına girip çıkan serçelere, sığırcıklara, pembecik ağızlı avaz
avaz kuş yavrularına, şakır da şakır aç çığlıklara, ana çağrılarına, sevgiye,
sevecenliğe, evin hep açık duran, eskimiş, kocabaşlı hayvan boynuzlarıyla
çizilmiş kocaman tahta kapısına, kapının altındaki o zamanın ve üzerinden
geçenlerin ayak izlerinin kararttığı, yıpranmış, yer yer yenmiş yüksek ağaç
eşiğe ve kapının içinde, öte yanında, yıkılmış avlu örtmesinden içeri düşmüş
güneşe... Belki de, zaman değil de, uçuk bacadan karanlık avlulara vurmuş
güneşti onca örümcek ağını tüm gördüklerinin üzerine gümüşten iplikçiklerle
yayan, tüm gördüklerini sarıp sarmalayan. Yanılgıyı, acıyı, üzerine gölgeler
düşmüş geçmişi uyuyakaldığı yerde okşayan... Uyan Gülgez uyan!
Ne zamandır burdaydı Gülgez? Ne zamandır gözleri kapının eşiğine
kilitli, örtmenin bir kenarında, taştan örenmiş sekide oturuyordu?
Ne zamandır, o eşikten geçtiği bir geceyi anıyordu?
Gecelerden bir geceydi işte. Aysız, yıldızsız, ışıksız. Karanlığı kadar
şanssız, bahtsız bir gece. Kapıdaki köpekler bağa vurdukça vurur. Geceyi yırtar
örtmenin iki ucunda karşılıklı zincire bağlanmış iki köpeğin sesi. Aşağıdaki
incecik derenin, çermenin şırıltısı ve köpekler... Ezel'in serin esintiye
karışıp gelen o er kokusu... Gülgezi bekleyen Ezeldir gece karanlığını el
yordamıyla yoklayan. Köyün ortasındaki yolu alttaki bostanlardan ayıran uzun
taş çeperin öte ucunda, bir söğüdün altında, bir elinde kır atının dizgini,
pusuda yatmaktadır Ezel. Köpekler onca uzaktan ayrımındadır Ezel'in. İncecik,
şırıl şırıl akan dere ve karanlık yorganına bürünmüş sessiz gece... Bir de
eşik! Dış kapının altındaki o koca ağaç yükselti, kararmış eşik. İçerde, iki
kapı ötedeki yüksek tavanlı, sıcak gübre kokulu ahırın her boşalışında,
karanlık avlulardan ağır ağır çıkan, güneşe gözlerini henüz alıştıramamış koca
gözlü hayvanların tırnaklarını taktığı, gün batımına yakın içeriye kovalanan
küçük kaz ve tavuk civcivlerinin üzerinden atlarken zorlandığı kocaman eşik. Ne
çok söylenmişlerdir üç kuşak önce gelip buralara konan, atayurdu Ahıska'dan
getirdiği kıl çadırını çoğu toprağın içinde kalmış taş duvarlı bir eve
dönüştüren, bu eşiği de buraya konduran Ömer Dede'ye... Ne çok!
Ah bizim koca dedemiz, bunca yüksek mi yapılır eşik?
Yine de, kimsenin aklına gelmemiş, eli varmamıştır o koca eşiği yontup
alçaltmaya. Atalardan bir anıdır evin önünde. Her girişte, çıkışta, her
takılışta bir yürek burkulması, emeği geçene, çoktan toprak olmuşa saygı
gibi...
Gecelerden bir geceydi işte, Gülgez elinde bohçası dışarı çıkmak için
kapıya yanaştığında. Gecenin kör, sağır bir yarısı... Önce, kapının arkasındaki
o koca dayağı, kapıyla avlunun toprak tabanındaki bir yerli taş arasına konmuş
odunu kaldırmıştı. Sessiz ve ikirciksiz... Bir daha onlarca yıl o kapıdan içeri
giremeyeceğini bilmeden. Sol arkada, iki kapı içerdeki evde, sağ yanda, bir
kapı içerdeki tahta döşeli tahta sekili konuk odasında yatanları uyarmadan,
kaçak bir gölge olup karanlığa karışmalıdır Gülgez. Ezel'e doğru...
Tam dışardaki göz kesmez karanlığa ilk adımını atarken bir kez ve son
kez daha takılmıştı o koca eşiğe! Zor tutunmuştu kapının yan çerçevesine. Az
kalsın örtmenin altına döşenmiş taşlara kapaklanıyordu. Tutunup kapının
kenarından düşünmüştü Gülgez. Geceyi dinleyerek düşünmüştü. Bir uyarıydı belki
eşik, yanlışa engel olmaya çalışan bir dost eli... Kesilip taşındığı
ormanlardan, gelip geçene dokunarak yaşama katılan bir yüce çam esintisi.
Eşik deyip geçmemeliydi! (…)
ASLAN ASKER ARSLAN
Alper Akçam
Aslan
Asker Arslan, bir kuşağın daha doğar doğmazkendini içinde bulduğu, bir daha
içinden çıkılamamış bir burgacın romanıdır.
Kıbrıs
mitinglerinde, üniversite işgallerinde, sınav hakkı boykotlarında, hazine
arzilerinin konduculara dağıtımında, toprak ağalarının topraklarını köylülere
pay etmede, üniversiteleri bırakıp işçi yazıldıkları fabrikalarda... Başkaları
için savaşmak göreviyle yazgılı doğmuşlardı sanki.
Çoğunluğu
taşradan, kırsal bölgelerden çıkıp gelmişti. 1960'ların görece özgürlük
ortamında filizlenmeye başlayan bir hak ve iktidar kavgasının yanında, futbol
topuyla datanışmışlardı.
Sabahtan
akşama top oynadıkları toprak alanları vardı şehirlerin ortasında... Nazım
şiirleri okuyup Ruhi Su türküleri dinledikleri, devrimci söylevler çektikleri
üniversite amfileri...
12
Eylül'de, yurtlarını, işçi sınıfını, çalışan yığınları kurtarmaya gönüllü
oldukları için askerler tarafından yargılandılar.
Kazanmış
görünenlerin de, yitirenlerin de belki birlikte yitirdikleri, uzaklardan bir
yerden kıs kıs gülenlerin oynattıkları bir oyundu 12 Eylül. Aslan Asker Arslan
tuzağa düşürülmüş bir ülkedeki, "bir insanlık durumu" olarak yazıya
döküldü...
DOSTUM KELEŞ
Alper Akçam
"’Ben
sana demedim mi baba?’ diye seslendi Ömer, üzgündü...
Elindeki
kırık ağacı kaldırdı Sefer, karşısında bilgiçlik taslayan oğluna fırlattı. Odun
Ömer'in kafasının tam ortasına indi!
İnledi
Ömer, yere yıkıldı! Kanlar boşandı Ömer'in yüzüne, boynuna. Her yanı kıpkırmızı
oluverdi birden.
Arap
öküz acıyla inledi! Boyunduruğu zorlayıp Ömer'e ulaşmak istedi, başaramadı.
Sefer
dondu kaldı. Neye uğradığını şaşırdı.
Kim
atmıştı odunu tek oğlunun kafasına, kim koymuştu yavrusunu kanlar içinde böyle?
Kendisi
mi, kendi kırılası kolları mı? İnanılacak gibi değildi olanlar!
Dizinin
bağı çözüldü, şaşkınlıktan gidemedi Ömer'in yanına. Nereden gördü, nereden
gördüyse, koşar adım geldi bir adam, arkasından birileri daha... Birisi ölmüş
dedi, bir başkası henüz yaşadığını söyledi.”
Dostum
Keleş’te yaşamla, doğayla iç içe öyküler var. Kimi zaman bir öküzün gözyaşında,
kimi zaman bir köpeğin kilometrelerce yolu gizlice geçerek sevdiği çocuğun
yaşamını kurtaracak sezgisinde, kimi zaman yoksul öğrencinin ekmeğine sürülecek
dut pekmezi değerinde…
Yaşamı
yürek genişliğine sığdıran öyküler; düş dünyasını uzak ufuklara taşıyan
öyküler… Hem uzak her birimize, hem çok yakın… En güzeli, onlara daha yakından
bakın…
MUNİSE
Alper Akçam
Hayalle hakikat arasında, geçmişten geleceğe doğru uzanmış bir
köprü gibi Munise…
Yazar Alper Akçam, amca Durmuş’un Cılavuz öğretmen okulu eğitimi
ve ekmek parası için Ardahan’dan Muş ovasına dört gün dört gece dağlarda
yürüyüp bir ay güneşin altında ağalara tırpan çektiği yıllardan anılarını
yazdığı “Antep Tırpancıları”nı almış eline, Hürrem Arman’ın “Piramidin Tabanı”
adlı Köy Enstitüleri anıt yapıtını da açmış, kendini Haymana, Güdül Beypazarı
köylerinde okul yapımına, öğretmenliğe adamış Topal Hasan Efendi’yi katmı
metne, sekiz yaşında Ardahan’dan ilk çıkışında, zapzayıf, kepçe kulaklı bir
çocuk iken, asteğmen babası Dursun Akçam ve annesiyle birlikte İstanbul Samatya
hastanesinde ziyaretine gittikleri ütücü kadın, onlarca yol sonra telefonda
sesini duyduğu yetim Munise’nin hayat hikâyesinden kulağına çalınanları ana
izlek tutarak, hepsinin üstüne hayal dünyasının ufuklarını açarak kurmaca
denizinde bir araya getirmiş. Kahramanların anlatıcı olduğu, kahramanların
birbirine ses ve el verdiği bir roman çıkmış ortaya… Hayatın içinde ama,
hayatın çok ötesinde; bir sis ve bulut dünyasında…
NAL SESLERİ
A. Alper Akçam
Edebiyat
yapıtlarımız, yani, masalımız, öykümüz, romanımız ve diğer türler; düş ve
düşünce dünyamızın en ışıltılı, en heyecan verici, en değişken, en yaratıcı
alanında yer bulur kendisine. Ünlü bilgin Einstein'in "düş gücü bilgiden
daha önemlidir" sözü de, düş ve düşlem dünyamızdaki zenginliğin bizi ne
kadar üretken kılacağına, başarılı bir insan olabilme yolunda hangi önemli
kapıları açacağına işaret ediyor gibidir. Nal Sesleri, uyaran, şaşırtan, düş
gücümüzü zorlayan bir öykü dosyası...
Televizyonlarla,
tanıtım çalışmalarıyla bizi kendisine çeken, çok satan, alışılageldik olan
kitapların, filmlerin, dizilerin ya da oyunların bizi çok da
geliştirmediklerinin farkında olabiliyor muyuz acaba? Ayrı birer birey olarak
var olmak, yaşamda iz bırakabilmek yerine, birbirinin aynısı gibi yaşayan,
benzer düşünen insanlardan oluşmuş bir tüketim toplumunun sıradan bir parçası
kılınmaya doğru sürüklenip götürülüyoruz sanki. Kaynağında, bize çok yakın bir
coğrafyadan, daha dün yaşanmış gibi sıcacık anılardan söz eden bir sesi
duyuyoruz satırlarında. Büyük kentlerin karmaşasından, beton ve otomobil
sıkışıklığından, görevler ve zorunluluklarla dayatılmış bir yaşamdan dışarı
taşmayı başarmış birisi el sallıyor bize.
Bizden,
aramızdan biri o... Dörtnala koşturduğu atının üzerinde, doğa ve hayvan
sevgisinin coşkulu kucağına, yeni düşler ve heyecanlar dünyasına çağırıyor...
Yılkı
atlarınınki kadar onurlu, yılkı atları kadar direngen olsun yaşam
sevinçlerimiz...
(Tanıtım
Bülteninden)