Şair ve yazar.
28 Haziran 1955, Bursa doğumlu. Fırat Lâçingil, Osman Ertuğrul imzalarını da
kullandı. Bursa Yıldırım Beyazıt Lisesi (1974) mezunu. Anadolu Üniversitesi AÖF’ni yarıda bıraktı. 1967’den
itibaren kitapçılık yaptı. Ülkü, Tuğ ve Sanat kitap evlerini yönetti. Bursa’da
sahibi olduğu Sanat Kitabevi ve Yayınlarını işletti.
İlk şiiri (Balıkçı Çocuğu), 1967 yılında Millet (Bursa) gazetesinde çıkmıştı.
Şiirlerini ve yazılarını daha sonra Millet
(1967-73), Bursa’nın Sesi (1974-75),
Hakimiyet (Bursa, 1975-76),
çıkardığı Yeni Nilüfer
(1975-76), Hisar (1976-80), Millet (1976), Türk Edebiyatı, Doğuş Edebiyat, Küçük Dergi,
Töre, Bürde, İpek Dili (1995-96), Düşlem, Bursa Araştırmaları Dergisi, Akatalpa,
Onaltıkırkbeş, Patikalar, Çini Kitap, Eliz Edebiyat, Bursa’da Zaman, Sekizinci Kıta, Ihlamur ve Bursa Günlüğü gazete ve dergilerinde
yayımladı. Bursa’nın Sesi gazetesinde
“Ozanca Söyleşmeler” başlığı altında haftalık sanat yazıları, İstanbul Millet gazetesinde de “Sanat Otağı”
başlığı altında günlük sanat yazıları yazdı.
ESERLERİ:
Şiir: Çağrışım (1973), Soluk
(1974), Uğraşın Sabahına Doğmayı
Beklerken (1978), İklimler
Değişir (1983).
Deneme-İnceleme: Sinema Yazıları (1977),Başlangıcından
Bugüne Bursa Dergileri (2014).
Antoloji: En Güzel Bursa Şiirleri (1983).
KAYNAKÇA:
TDE Ansiklopedisi (c. 2, s. 113), TBE Ansiklopedisi (2001), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007). Dr. Arslan Tekin /
Edebiyatımızda İsimler ve Terimler (2005).
Bursa’nın Setbaşı mevkiinde bulunan “Mahfel
Kıraathanesi”, başlangıcından günümüze önemli bir toplanma ve buluşma yeridir. Bin
dokuzyüzlerin başında gazino olarak çalıştırılan mekân, Türk Ocağı’nın burada
faaliyete başlaması ile daha toplumsal bir kimlik edinir. Eski askerler,
memurlar, kentin ileri gelen kimseleri ve tabii bu arada gazeteciler, şairler,
yazarlar da mekânın müdavimleridir. Türk Ocağı bünyesindeki faaliyetler 1931’de
Halkevi’ne devredilince Mahfel bir müddet de Halkevi’nin mekânı olarak
kullanılır. Daha sonrasında “Mahfel Kıraathanesi” olarak günümüze kadar
varlığını sürdürür.
Bu satırların yazarı Mahfel’in 1970’lerden beri
müdavimi olan bir şair-yazardır. Dolayısıyla bu yazıda doğrudan kendi
tanıklıklarıma dayanan bir bakış açısıyla Mahfel’de yaşanan edebiyatçı-sanatçı
buluşmalarını, sohbetlerini anlatmaya çalışacağım bu yazıda.
Çocukluğumda babamın elimden tutup götürdüğü mekânlardan
biri olmasına rağmen “Mahfel”i daha çok algılamam Çelebi Mehmet Ortaokulu’nda okurken mümkün
oldu. Yaşı küçük olanların ve ortaokul talebelerinin buraya kendi başlarına
girip çıkmaları normalde imkânsız gibiydi. Yaşça büyük ve gösterişli tipe sahip
ağabeylerimizle ancak ortaokul son sınıf öğrencisiyken kahvehanenin bilardo
salonuna sızabiliyorduk. Gel zaman git zaman yaş-baş müsait olunca daha çok
asıl zevatın oturduğu bölüme de girebilir olduk.
1940’lı yılların sonundan 1970’li yıllara kadar Rıdvan Akçaylı beyin
işlettiği kahvehanede bizim dönemimizde yani yetmişlerden itibaren yakını Osman
Enver Özer safa sürüyordu. Yakışıklı, hayat dolu bir adam keyifle nargile
tüttürüyordu Mahfel’in işletmecisi olarak. Bizim dönemimizde de –daha önceleri
olduğu gibi- kahvehane müdavimleri birbirleriyle alâkalarını belli bir seviyede
sürdürüyordu. Laubalilik yok, samimiyet var. Emeklilerin üslûbu ve masası
farklı, bu arada zaten herkes oturacağı yeri biliyor. Ben de genellikle yaz
günleri bahçenin üstünde yer alan setin en ucundaki masayı yeğliyorum. Orası
hem Gökdere’yi hem Setbaşı Köprüsü’nü hem de kahvehaneye girip çıkanları seyir
için en müsait yerdir çünkü. Böylelikle köprüye hakim olmakla birlikte dere
yatağındaki güzelliklere de bakabiliyorsun. Ayrıca kahveye gelen gideni
kaçırmadığın gibi, istediğini görüyor, istediğini de bakış açısı yaratıp
aynartıyorsun. Ne zevk.
Mahfel’de bahçe sefası hayatımıza hoş heyecanlar
katan bir eylem oluyordu her defasında. Bahçedeki havuz ve onun çevresindeki
masalar da rağbet gören kahve köşelerini teşkil ederdi. Belli bir silsile ile
yükünü alan kahvehanede en kalabalık saatler bile belirli bir huzur dairesinde
yaşanır, tatlı söyleşiler –gürültüye dönüşmeden- başladığı gibi sürerdi. Belki
de en keyifli demler kalabalık içinde ama kalabalıktan arınmış bir ruh hali ile
katılınan ve ortak bir cezbeye kapılınan sohbet saatlerinde yaşanırdı.
Derken şair-yazar Selâmi Üney’le bir müddettir çok
sık buluştuğumuz bu mekânda “Yeni Nilüfer” dergisini çıkarma serüvenimiz
başladı 1975’te. Derginin bütün ön hazırlığını Mahfel’de ve Yeşil kahvelerinde
yaptık desem tastamam gerçeği söylemiş olurum. Daha sonraları Ersan İşhanı’nda
büro tutmamıza rağmen birçok şeyi Mahfel’de düşlemeye ve gerçekleştirmeye devam
ettik. Muhtevadan mizanpaja, yazar arkadaşlarla çeşitli konularda mütalaaya,
müşavereye kadar. Kısası o günlerde bir uyumadığımız kalıyordu Mahfel’de. Bir
de hakiki Mahfel’li sanat ve sanatçı dostu edinmiştik: Nevzat Kabu. İstanbul’da
doğmuş, Kabataş Lisesi’nde okurken Behçet Necatigil’in talebesi olmuş, ondan
edebiyat, sanat sevgisi öğrenmiş bir gönül insanıydı Kabu. Merinos Fabrikası
muhasebesinden emekli, konuşurken teklemesine rağmen kendini dinletebilen,
karşısındakini de daima iyi dinleyen çelebi mizaçlı ve ayrımsız herkese dost
bir insan. Tipik bir Mahfel müşterisi klâsiği. Emekli ahbabı ile emekli,
sanatçı dostu ile sanat muhabbeti yapardı. Kahvehane bizler için biraz da
onunla manâlı hale geliyordu.
Mahfel’e değişik devirlerde birçok edebiyatçı,
sanatkâr, politikacı ve sporcu abone olmuştur mutlaka. Ben burada daha çok
1970’li yıllar zarfında gördüklerimi, sohbet ettiklerimi kaydetmek istiyorum
ilkin. Bizim çıkardığımız “Yeni Nilüfer” dergisi şair ve yazarlarından Selâmi
Üney, Mehmet Önalp, Turhan Gürel, Basri Gocul, Mustafa Kemal Kuloğlu, Bahri
Çokkardeş, Mehmet Kuru. O yıllarda “Duygu” dergisini çıkaran guruptan Nahit
Kayabaşı, Özcan Ece, Niyazi Satık, Recep Demir, Selâhattin Tanyıldız. O dönemde
Bursa’da bulunan edebiyat hocaları Ahmet Uysal, Sabit Kemal Bayıldıran, Abbas
Cılga, ressam Yıldırım Derya. Bursa’ya gelişlerinde şair ve yazar İsmail
Gerçeksöz, Yaşar Faruk İnal, Vecdi Çıracıoğlu, Ali Bilgiç. Edebiyatla her daim
içli- dışlı olan Muvaffak İnan, Melih Elâl, Ceyhun Erim, bir dönem Setbaşı
civarında oturan yazar Ramis Dara, hikâyeci Nadir Gezer, eleştirmen Erol Akyüz,
Mahfel’le ilgili bir hatıra kitabı da yayımlayan şair Yüksel Akyüz, yine
şairlerden Tarık Suberk, Ertuğrul Seyhan, İhsan Üren, Hilmi Haşal, Ferit
Durmuş, Turgut Çelik, Şinasi Uzer, Bedriye Sönmez, Hafize Gün, Muzaffer
Gültekin, Güner Özoğuz, Rasim Demirtaş. Ayrıca ressamlar, tiyatrocular ve
müzisyenler de sanatkâr tablosunu tamamlıyorlardı. Tiyatroculardan Şükrü
Serener, Necmettin Özdamar, Kemalettin Berksü, Emin Gümüşkaya(daha çok yandaki
Mustafa Necip Sokakta bulunan ‘Havana Birahanesi’ sakini), Ahmet Uğurlu, Metin
Belgin, Mesut Hakyemezler, Mustafa Uğurlu, Bora Özkula, Erkan Can, Cihan
Büyükışık, Hakan Güneri, Halil Kumova, Macit Sonkan, Karagöz Hüseyin Bağlar, Burhan
Narınç vd. kahvenin gelip gidenlerindendir. Gençliğinden itibaren Mahfel’i ihmal
etmeyen ilim adamlarımızdan Prof.Dr. Necmi Gürsakal da halen burada sohbeti
yeğleyenlerdendir. Yılmaz Akkılıç, Raif Kaplanoğlu, Tankut Sözeri, Mustafa Öz, Ekrem
Hayri Peker, gençlerden Kerim Bayramoğlu vb.
araştırmacılar, İhsan Celâl Antel, Mazhar Yüce Doruk, Nuri Erbak,
Erdoğan Serinçay, İlhan Özer, Bülent Suberk vd. fotoğrafçılar ve Niyazi Menteş,
İsmail Kemankaş, Mehmet Özman, Erdal Çolak, Serkan İnceoğlu, Şükrü Gökçek vb.
gazeteciler de Mahfel’e zaman zaman yol düşürmüşlerdir. Eski gazetecilerden
Mümtaz Şükrü Eğilmez de Mahfel’den söz eder anılarında. Aslında kültür insanı
olarak Mahfel’e yolu düşenler bu saydığımız adların kat be kat fazlasıdır. Biz daha
çok birebir tanık olduğumuz müdavimleri sayıp döktük. Ayrıca tanık olduğumuz
sohbetlerin içeriklerine ait notlarımız bile bu dergi hacmini aşacağı için
sohbet örneklerini bir başka yazıya bıraktık.
Mahfel bir asırlık hayatı süresince; nice
politikacıyı, edebiyatçıyı, ressamı, tiyatrocuyu ve sporcuyu ağırladı. Nice
insanın sohbet koyulttuğu bu mekân zaman geldi katlı otopark yapılmak istendi,
gün oldu ağır yangın geçirdi ama her şeye rağmen varlığını günümüze
değin sürdürdü. Ne var ki seksenli hele hele doksanlı yıllarda toplumumuzun
değer yargılarında, insanımızın önceliklerinde yer değiştirmeler meydana geldi.
Zevk değişti, tel değişti, bakış değişti, algılayış değişti. Değişim bir yol
alışsa hakkıyla değişimdir. Tersi tek kelimeyle yozlaşmaktır. Bursa’mız da
kültürel bir altüst oluşla karşı karşıya kaldı. Kıymetli kültür adamı Mehmed
Safiyüddin Erhan “Bir Zamanlar Bursa’ydı –Bir Pâyitahtın Pâyimali” adlı eserinde ve değerli yazar Yavuz Bubik
muhtelif kitaplarında kentin kültürel dokusunun değişimini hayıflanarak anlatırlar. Mahfel benim için daha önce hani
şu tabelâsının ”Mafel” olarak yazıldığı zaman yangın geçirmişti. Sonra
düzeltildi o yazım hatası. Neyse ki “Mahfel”i mahfil bilenlerin çoğu elini
ayağını çekmişti bu dünyadan. 18 Ocak 1999 gecesi ise cayır cayır yandı Mahfel.
Kahvehanenin yandığını İstanbul’dayken bir bayram gününde öğrendiğimde “Yunan
işgalinde bile yanmayan bu mekânı sulhta nasıl koruyamadığımızın” psiko-sosyal
tahliline giriştim. Bursa’ya döndüğümde ilk işim yangından arta kalan “Mahfel”e
koşmak oldu. Gördüğüm manzara karşısında ters yüz olup avare bir yürüyüşe
geçtim. Bir de ne göreyim? Ulucami’nin yanı başındaki “Çınarlı Kahvehane” de
ızgara salonu olmamış mı? Şair İhsan Deniz’le bu kahvede buluşmalarımız geldi
gözümün önüne. O nargilesini tüttürürken bir yandan da dergimizi, edebiyatımızı
konuşur, değerlendirirdik. “Hadi nargileciler Kültürpark’taki çay bahçelerine
sığınmışlardır, ya diğerleri?” diye içlenmekten kendimi alamadım.
Zaman hükmünü sürdürürken küllerinden yeniden
doğdu Mahfel. Tahir Deveci işletmeciliğinde yeniden kıraathane kimliğine yakın
bir kafeterya olarak hizmet verdi bir müddet. Daha sonra Bursa Büyükşehir Belediyesi
bir protokolle 1956’dan beri SSK mülkiyetinde bulunan binayı devraldı. Bir süre
belediye uhdesinde işletilen kahvehanede yine şehrin renkli simaları buluşmaya
başladı. Eski sohbetleri yürüten edebi
şahsiyetlerin nitelikli sohbetleri ayarında olmasa da “Mahfel”de günümüzde de
eski günleri hatırlatan buluşmalar ve sohbetler yapılmağa çalışılıyor diyerek
bu fasla ara verelim.
Yaklaşık iki yüz yıldır batıya gitmeğe çalışan bir trendeyiz. Lâkin ne
denli uğraşsak batı bize “el kapısı” oluyor ya da Avrupa Birliği kıstasları, kriterleri ciddi bir mania teşkil ediyor.
Anlamamazlıktan geliyoruz inancımızdan ötürü dışlandığımızı. Hani diyoruz AET
ekonomik bir dayanışma topluluğu idi. O şimdi bir “Hristiyan Birliği” diye
üfürüyorlar arkadan. Bir ara “olsun bunda ne var, gerekirse camilerimize sıra
bile koyarız” düşüncesi bile geçmedi mi akıllardan. Yeter ki “aile resmi”nde
yerimiz olsun değil mi. “Geniş aile”de yer yoksa bile “genişletilmiş aile”de
olsak da yeter, beyinsizliğinin dumura uğrattığı bir alabora hali. Bizim
aydınımızı helâk eden toplumsal
şizofrenide kayıplarımızın haddi hesabı yok ama artık biz önümüze bakalım.
İkircikli bir yapı oluşturan toplumsal düzenin yarattığı “farklı kesimler”,
“farklı bakış açıları”, yarılmalar, bölünmeler, kırılmalar, travmalar ve
darbeler içinde bir ülke nasıl yol alır? Oğuz Atay’ın –belki de kendi olan oyun
kahramanı - “Oyunlarla Yaşayanlar” dan
olmayı sürdüremeyip hayatına son verdi. Yetik Ozan(Turgut Günay)’ı hiç anlamağa çalıştık mı? Ya gencecik yaşta
hayatlarına son veren şairlerimiz. Acaba onların kaybında bu toplumsal
şizofreninin ne kadar payı var hiç
düşündük mü? Sözü bir şekilde senarist, yazar Ayşe Şaşa’ya getirmek istiyorum.
“Sinemaya adım attığım 60’lı yıllarda Türk düşüncesine yerli bir
perspektif getirmek için büyük çabalar
gösteren rahmetli Kemal Tahir ile, sinema alanında onun fikirlerinden esinlenen
Halit Refiğ, Metin Erksan gibi sinemacılarla yaptığımız yoğun sohbetler beni
derinden etkilemişti. Anti-Batıcı marksistler
olarak, o dönemde geliştirmeye çalıştığımız sistematik, 70’liyılların
ortalarına doğru beni tatmin etmekten artık uzaktı…80’li yıllardan başlayarak
artık kimliğimi yeni bir boyut çevresinde derinleştirmeye çabalıyordum. Tevhid
düşüncesi, İslâm metafiziği, tasavvuf bu
yeni boyutun odağını teşkil etmekteydi”.(1) Halini ve çabasını böylece
özetleyen Ayşe Şasa’ya yazdıkları ve yaşadıkları üzerinden dikkatlice bakarsak
dirayetli ve hakikatli bir insanı, bir kadını, bir sofiyi görürüz.
1941 İstanbul doğumlu olan Ayşe Şasa; zengin ve şasaalı bir hayat tarzı
süren Avni-Melike Şasa çiftinin üç çocuğundan biridir. Dadılarla büyütülüp özel okullarda okutulan ama yalnızlık ve
iletişimsizlik yüzünden ruhu ve bedeni incinen bir çocuktur O. Ana-baba şefkatini özleyen, Yabancı uyruklu dadıların
hoyrat yaklaşımlarına maruz kalan,ana-baba şefkatine çok muhtaçlık duyan küçük
Ayşe daha yedi-sekiz yaşlarındayken bir kâğıda “Ben çok yalnız bir çocuğum. Bu
şişeyi bulan lütfen beni arasın” diye bir not yazacak kadar keder içindedir.
Baba Avni Bey ise “tenis, yelken, avcılık, kayak ve balık tutmak” gibi
tutkuların peşindedir. Şunlar Şasa’nın
bizzat yaşayarak vardığı bilindik ama tekrarlamayı ve sorgulamayı gerektiren
tesbitlerdir : “Çocuklarına bale dersi, piyano dersi aldırıyorlar, yabancı dil
öğretiyorlar. Ama hiçbir manevi, hiçbir dini telkin yok. Ben buna görgü, bu
insanlara görgülü demekte zorlanıyorum. İşte bütün bu Batılaşma modasının
trajik bir maraz olarak ortalığı kemirdiği bir döneme denk düşüyor benim
çocukluğum”… “Bizim burjuvazimiz Batılı burjuvazi gibi değil. Ne fikirden ne de
kültürden nasibini almış bir garabet”.
1960’da Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni bitiren Şasa bir dönem Robert
Kolej İdari Bilimler Bölümü’ne devam eder. Onsekiz yaşında sinemaya girerken
Marksist bir bakış açısını sinema yoluyla yaymayı misyon edinir. “Sinemaya
girdiğimde Yunan trajedilerini yerli filmlere uygulamaya çalışmıştım. Türk
sinema seyircisi,Türk filminin varlığında beni kendimle yüzleştirdi. Bana
tutulan bu aynada kendimi, gerçek kimliğimi kavrayışımı, Müslümanlığımı idrak
edişimi, beni kendimle yüzleştiren Türk sinema seyircisine borçluyum. Hayat
hikâyemi bir tek çizgiye indirgeyecek olursam, hep bir arayışın, hakikat
arayışının özeti olduğunu söyleyebilirim” (2). Bu arada Ayşe Şasa,
Paris’te Yüksek Sinema Enstitüsü’nü
bitirip yurda dönen yazar, yönetmen ve çevirmen Attilâ Tokatlı ile evlenir. Bu
evlilik –geçim sıkıntısı ve anlaşmazlıklar yüzünden- kısa sürer. Tokatlı’dan
ayrılan Şasa bir süre sonra yönetmen Atıf Yılmaz’la evlenir. Senaristliğe 1963
yılında yönetmenliğini Memduh Ün’ün yaptığı “Çapkın Kız” filminin senaryosunu
Bülent Oran’la birlikte yazarak başlayan Şasa; ilk senaryosunu takiben, 1973
yılına kadar şu filmlerin senaryolarına imza koyar: “Cemile”(1964), “Son
Kuşlar”(1965), “Murad’ın Türküsü”(Yaşar Kemal’le birlikte, 1965), “Toprağın
Kanı”(Recep Bilginer’le birlikte, 1966), “Ah Güzel İstanbul”(Safa Önal’la
birlikte, 1966), “Kozanoğlu”(1967),
“Balatlı Arif”(1967), “Harun Reşid’in Gözdesi”(Sevda Sezer’in romanından
uyarlama, 1967), “İlk ve Son”(Esat Mahmut Karakurt’un romanından Memduh Ün ve
Bülent Oran’la birlikte yaptığı uyarlama, 1968), “Cemile”(1968), “Köroğlu”(1968),
“”Kızıl Vazo”(Peride Celâl’in romanından uyarlama, 1969), “Yedi Kocalı
Hürmüz”(Sadık Şendil’in oyunundan uyarlama, 1971), “Unutulan Kadın”(Bülent
Oran’la birlikte, 1971), “Battal Gazi Destanı”(1971), “Güllü”(Atıf Yılmaz’la
birlikte, 1971), “Cemo”(Kemal Bilbaşar’ın romanından uyarlama, 1972),”Utanç”(1972),
“Kambur”(Erdoğan Tünaş’la birlikte,1973), “Güllü Geliyor Güllü”(Erdoğan
Tünaş’la birlikte,1973). Ayşe Şasa bu
devrede “Hep O Şarkı”(1965) ve “Taçsız
Kral”(1965) filmlerinde de yönetmen yardımcılığı yapar.
Ailesinden göremediği ilgiyi; kültür sanat alanında çalışırken edindiği
dostlarında arayan Ayşe Şasa, ilk defa
bir film setinde karşılaştığı Kemal Tahir’den ciddi bir alâka görür. “İlk
gördüğüm zaman beni çok etkiledi Kemal Tahir. Çünkü benim içinde yaşadığım
dünyanın çok dışında bir dünyadan söz ediyordu. Anadolu insanından, Osmanlı’dan
söz ediyordu. Burada insiyaki olarak o andan itibaren geleneğimi aramaya
başladım. Ve Kemal Tahir çevresinde bu nedenle yer aldım. Yani Batıya karşı
gelirken, ona karşı köklü, yerli bir gelenek arıyordum. Ve bu ihtiyacımı, bu
arayışımı çok iyi cevapladı Kemal Tahir.”. Kemal Tahir ve eşi Semiha hanımı manevi anne
ve babası sayan Ayşe Şasa, Kemal Tahir’in Osmanlı ile Batı Medeniyeti
arasındaki farklılıkları izahından etkilenir. Bir de Tahir’in şu sözleri ufkunu
açar: “Maskaralık ve şaklabanlık yaptığın müddetçe seni baş tacı ederler. Fakat
ciddi ve sahici bir şey yaparsan, yapmaya teşebbüs edersen kimse yüzüne bakmaz
ve ilgilenmez. Dahası husumet beslerler. Onun için yolunu seç”. Zamanla
Kemal Tahir hakkında billurlaşan şu görüşlerini kaleme alır: “Kemal Tahir’i, onun sanatçılığını ve
düşünürlüğünü aşılmaz yapan sır onun kişiliğindeki erişilmez tevazu.. Tasavvufta
“âdab” tabir edilen o büyük iç
terbiye…Hakikate inanılmaz bir alçakgönüllülük ve geniş yüreklilikle bakma
yeteneği.. Kendini, kendi nefsini, hakikatin işleyişi karşısında sürekli
denetim altında tutma, gerilere çekme becerisi.. Hakikate, nereden, hangi
kaynaktan gelirse gelsin, peşin yargısız teslim olma, olabilme genişliği.
Devlet Ana’da sözü edilen ‘gereğinde çocuktan, deliden, kadından bile akıl
alma’ bilgeliği.. Yol Ayrımı’nda Doktor Münir Bey’in varlığında tarif edilen o
kutsal nitelik : ‘Onda gereğinde en ağır çilelere sabırla katlanmayı bilen
insanların onurlu terbiyesi vardı..’ Kemal Tahir’i erişilmez yapan şeyin bir
âdab, bir iç-terbiye olduğunu kavrayınca, ulaştığı o delici vizyonun –Doğu Batı
çelişkisinin, Batı yasalarının Doğu üstündeki öldürücülüğü konusundaki eşsiz tesbitlerinin
– neden pek çoklarınca anlaşılmadığını da kavrıyorum. Aynı âdabı paylaşmayan,
ondan yoksun olan kimselerin, bu âdabın ürünü olan o büyük vizyonu da
paylaşmaları mümkün değildi.. Böyle vizyona varmak, elbette, her şeyden önce,
bir makam, bir mertebe sorunuydu… Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı konusu, özü,
biçimi itibariyle, Türk sanatını yüz elli yıldır, acıklı bir biçimde pençesinde
debelendiği batılı trajik hayat görüşünden bütünüyle arıtıp trajik olmayan
yerli hayat anlayışına, bu anlayışın beslediği zengin yerli estetiğe
kavuşturmuştu.. Bu, yalnız Türk sinemacılarına değil, Türk sanatının bütününe
sunulmuş, çok geniş spektrumlu ölümsüz bir hayat kaynağıdır. 1968 yılında Halit
Refiğ’in öncülüğünde billurlaşan Ulusal Sinema görüşü, esinini şüphesiz Kemal
Tahir’e borçluydu.. O günden bu yana ve bu günden geleceğe, Türk sanatında,
mahalli boyutun özgün derinliğini taşıyacak her kuramda, her üründe yine
mutlaka Kemal Tahir’den bir iz olacaktır.”(3)
Marksist bir sinema anlayışını batılı bir dramaturjiyle halka aktarmak
cehdiyle başladığı sinema serüveninde Kemal Tahir’in yönlendirmesi ve kendi iç
gözlemleriyle içinde bulunduğu açmazı hisseden Şasa ilk kavrayışlarını şöyle
dillendirir: “Sinemaya ilk girdiğim yıllarda en büyük tasam, Türk filmine
cahili olduğu Batılı dramaturjiyi giydirmek, o günkü Batıcı zihniyetime uygun
olarak onu “adam etmek”ti (!). Batılı dramaturjiyi Türk filmine giydirince
ortaya çıkan onulmaz sahteliği ve sakaleti ancak sonraları fark etmeye
başladım. Yerli malzeme –Türk hayatı, Türk davranışı,Türk jesti- Batılı sanatın
biçim anlayışıyla bağdaşmıyor, ortaya malzemenin sürekli kustuğu bir çirkinlik
çıkıyordu. Türk sinemasını sahiciliğe ulaştırabilmek için, öncelikle Türk
toplumunun özgün yapısından, Türk tarihinin özelliklerinden kaynaklanan yeni
bir espriyi, Türk nomosunu derinlemesine kavramak; onu bütün ayrıntılarıyla
nitelemek, tarife sunmak gerektiğini o zaman fark ettim.”.(4) Ulusal Sinema
akımı içinde bir biçimde yer alan Atıf Yılmaz-Ayşe Şasa çifti de diğer Ulusal
Sinemacılar gibi Ortodoks marksistlerden tepki alırlar. Bunu Şasa şöyle
dillendirir: “1968’de Atıf Yılmaz(Şasa’nın ikinci eşi) ve ben Türk sinemasında,
Türk filmlerinde orta oyunundan, minyatürden yararlanmaktan söz edince, en
saygın eleştirmenler tarafından alaya alınmıştık. Bir Batılı(Avrupalı ya da
Amerikalı) filmcinin filan empresyonistten etkilenmesi, falan Batılı filmde,
örneğin gotik esin kaynaklarından söz etmesi bir erdemdir de, bizim kendi
malzeme ve dünyamıza yönelmemiz nedense hep şüpheyle, alayla karşılanır.
Şovenlik karalaması hazırda bekliyordur. Bütün bunlara rağmen, 1950’den bu yana
yapılagelen Türk filmlerinde, çoğunlukla sanatsız ve bilinçsiz bir biçimde de
olsa mahalli bir sinematoğrafinin, hiç değilse bazı müphem ipuçları vardır.
Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz gibi yönetmenler, bu
eğilimleri yüzeye çıkarmak konusunda bazı spontane buluşlar yapmışlardır.”. (5)
Çocukluktan itibaren yaşadığı travmalara düşünsel sıkıntılarının
eklenmesiyle sarsılan Ayşe Şasa bir manada mürşidi saydığı Kemal Tahir’in
kansere tutulmasına ve bu hastalıktan ölmesine
de çok üzülür. Hastalığı artar . 1981’de okumağa başladığı mutasavvıf, düşünür
ve şair Muhyiddin İbn Arabi’nin “Füsûsu’l- Hikem” adlı eseri Ayşe Şasa’yı tam
anlamıyla İslâma ve İslam tasavvufuna yönlendirir. Taptaze ve yeni bir enerji
ile yeni senaryolar yazmağa ve sinema üzerine yeni fikirlerini kaleme almağa
başlar. “Çocukluğumda ve ilk gençliğimde tabi olduğum yoğun Yahudi-hristiyan
etkileriyle derinden hesaplaşmaya o dönemde giriştim. Sinema yaratıcısının
bilinç altını ayna gibi dışarı vuran bir sanat. Senaryosunu yazdığım filmde (‘Utanç’
filmi) kendi ruh çelişkilerimi okumak beni ağır bir kimlik bunalımına
sürüklemişti. Kim olup kim olmadığıma karar vermek için yoğun bir oto-analize
girişmem gerekti. Bir dönemde ağır bir
sinir bunalımına yol açan, meslekten tümüyle çekilmemi gerektiren; bütün
hayatım, bütün değer sistemim, bana etki etmiş tüm ideolojik yöntemlerle kıran
kırana hesaplaşmamı gerektiren bu kişisel bunalım otuz yaşımda başlayıp ancak
on sekiz yıl sonra, kırk sekiz yaşımda nihayete erdi. Kim olup olmadığım
yolundaki sorgulamanın bir aşamasında kim olduğum sorusuna kesin cevabı
bulmakla kalmadım; otuz yaşıma kadar yürekten benimsediğimi sandığım
materyalist dünya görüşüyle asla uzlaşamadığım sonucuna vardım. Yahudi ya da
hristiyan değil, Müslüman olduğuma açıklıkla karar verdiğimden sonradır ki
zenaatımda, sinemada da yürünmesi gereken yolun apayrı bir estetik anlayışın
sınavından geçmesi icap ettiğini kavradım. Trajik dünya görüşünü reddedip
trajik olmayanın peşine düşmem bu dönemece rastlar… Sanatı nefis araştırmasının
bir parçası olarak görmeyenler için sanatçının kimliği önem taşımıyor. Bugünkü
Türk sinemasında, kendim gibi duymaya, düşünmeye eğilimli olanlar içinse bir
tek çıkar yol görüyorum…Olabildiğince samimi ve çok yönlü bir kimlik
araştırmasından geçmek…” (6)
Ayşe Şasa “hayatımda karşılaştığım en olağanüstü metin” dediği “Füsûsu’l-
Hikem okumalarıyla yıllar boyu pençesinde kıvrandığı ruhsal
rahatsızlıklarından, şizofreniden kurtulur. Bu arada 1981 yılında derviş meşrep
bir yazar ve senarist olan Bülent Oran’la hayatını birleştirir. İyileşmesinde
ve yeni bir anlayışa yönelmesinde Yeşilçam’ın bu ermiş ruhlu senaristinin de
büyük payı vardır. “Eşim Bülent Oran’ı, onun temsil ettiği geleneksel hayat
anlayışının, bütün zorlamalara ve eleştirilere rağmen Yeşilçam’dan asla
kovulamayışının nedenini şimdi çok daha derinlerde arıyorum. Kaynağını
masaldan, halk hikâyesinden alan trajik-olmayan yerli hayat görüşü, Batı
sineması ve batılı yaşam tarzı ile gelen Prometeci trajik eğilimleri, kendi ana
eksenini bozmadan eğip bükmüş, trajediye direnen bir dram anlayışı
oluşturmuştur. .. Yeşilçam melodramı yerli hak masalı ile Batılı dramın garip
bir karışımı, trajik-olmayan bir dram türüdür. Bülent Oran’ın deyimiyle, bizim
mutsuz sonlarımız bile mutludur. Çünkü filmin sonunda birbirini seven
kahramanların ikisi birden ölünce seyirci bilir ki kişiler ‘ahirette yeniden
buluşacaklardır.’. Bizim yerli filmlerin öykülerindeki arabesk sarmallar bu
açıdan aslında ‘son’ tanımazlar. Tabi olduğu tüm kültürel baskılara ve erozyona
rağmen geleneksel kültürümüzde onca güçlü olan ezel ve ebed duygusunu bizim
insanımız kaybetmemekte, bu anlamda hayata ‘son’ tanımamaktadır. Eşim Bülent
Oran’ın sinema tarihine sadece bir senaryo rekortmeni ya da basit
anlamıyla popülist bir profesyonel olarak geçmesi, bize has bir dramaturjinin künhüne
ulaşmamayı içerecektir. Bir âhir zaman Osmanlı aristokratı olarak Oran bize
geleneğin silikleşmiş, sulandırılmış ama sürekliliğini yitirmemiş bazı önemli
karakteristiklerini işaretlemektedir. Tüm kitschleşen üslûbuna rağmen Yeşilçam
asli geleneğine hiç ihanet etmemiştir. Onun kitsch’in ardında kurmaya çalıştığı
ahir-zaman dengelerinden âhir zaman gizlerinden, hem insanımızın hem
sinemamızın tarzları için öğrenilecek çok şey vardır. Sinemaya girdiğinde Yunan
trajedilerini yerli filmlere uygulama gayretine düşen benim gibilere kıyasla
Bülent Oran elbette daha orijinaldir, yaklaşımı çok daha anlatıcıdır. Çağlar
boyunca silikleşmiş ama kesintiye uğramamış geleneğimizyeniden canlandırılmayı
ve zenginleştirilmeyi bekliyor. Bu güçlü temel üzerinde, geleneğin temeli
üzerinde, gerçek anlamında –tabiri caizse- irfanî bir sinemanın
yapılarınıkurmaya çalışmalıyız.”
Ayşe Şasa’nın yeniden doğduğu bu evrede tasavvufi düşünce, özellikle de
Arabi’nin eseri ona yepyeni bir ufuk açar. Giderek bir sinema düşünürü portresi
çizmeğe başlayan Şasa’nın bu evredeki çekilen senaryoları şunlardır:
“Delikan”(Atıf Yılmaz ve Onat Kutlar’la birlikte,1981), “Hacı Arif
Bey”(Dört bölümlük televizyon filmi, Bülent Oran’la birlikte, 1982), “Ve Recep
Ve ZehraVe Ayşe”(Yusuf Kurçenli ve Mahmut Cevher’le birlikte, 1983), “Ölmez
Ağacı”(Yusuf Kurçenli ve Bülent Oran’la birlikte, 1984), “Merdoğlu Ömer
Bey”(Yusuf Kurçenli ile birlikte, 1986), “Gramofon Avrat”(Yusuf Kurçenli ile
birlikte, 1987), “Arkadaşım Şeytan”(Ümit Ünal, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz ile
birlikte, 1988), “Hiçbir Gece”(Selim İleri ve Levent Dönmez ile birlikte,
1989), Her Gece Bodrum”(Selim İleri ile birlikte, 1992) ve “Dinle
Neyden”(İsmail Eren’le birlikte, 2008).
Ayşe Şasa’nın Dergâh dergisinde yazdığı – ve daha sonra kitaplaşan-
yazıları bir sinema düşünürünü de muştulamıştı. O önemsediği filmlere dair
görüşlerini yazıyor, sinemamızdaki her samimi gayreti not ediyordu. Sinema
günlükleri olarak yazdığı yazıların yanı sıra verdiği nitelikli mülakatlarla da
sinemadaki yeni çizgisini belirgin bir hale getiriyordu. 1993’te yayımlanan
“Yeşilçam Günlüğü”nü, 1997’de Sadık Yalsızuçanlar ve İhsan Kabil’le birlikte
imzaladıkları “Düş Gerçeklik ve Sinema”
adlı kitabı takip etti. Bu kitapları “Delilik Ülkesinden Notlar”, “Şebek(roman)”,
“Bir Ruh Macerası” ve “Vakte Karşı
Sözler” adlı kitaplarının yayımı izledi. Onun son değerlendirmelerinde
sıradanlığa yer yoktur. Sözgelimi televizyonda yayımlanan yerli dizileri ve
“İslami” etiketli bazı filmleri kıyasıya eleştirdiği “İçimizdeki yangın yeri ve
eşyaların öcü üstüne” başlıklı 4 Aralık 1992 tarihli günlüğünde şunların altını
çizer Ayşe Şasa: “Son zamanlarda TV’de yayınlanan bazı yerli dizileri izlerken
düşünüyorum. Bunların kimi kurulu düzene hiçbir ciddi eleştiri yöneltmeyen;
kimi ciddi, gayretli ve emek verilmiş bir eleştirel bakışa yeltenen çalışmalar.
Ama her iki türün sırt dayadığı dünya, gündemde tuttuğu nesneler dünyası
aynı..Söz konusu dizilerin hepsinde demirbaş dekor ve aksesuarlar belli. Lüks
yazıhane,-bar- içki bardağı-podyum-manken-köpüklü banyo-helikopter-gökdelen..
Bir American way of life(Amerikan tarzı hayat) tasası, bir glamour(cazibe)
endişesidir gidiyor. Ancak bu ithal malı glamour’un her zerresinde göze çarpan
vıcık vıcık bir sefalet var. . Pırlanta ucuz yalancı taşı çağrıştırıyor,
sarışınlığın ardında berber oksijeni var, gökdelen sanki betondan değil
kartondan bir maket… Her şeyiyle sırıtan bu kartonluk nereden geliyor?
Mücevherin ve saç boyasının yalancılığı, kullanılan malzemenin ucuzluğundan mı?
Hiç değil.. Bunlara korkunç özenilmiş, en iyisi aranmış, bulunmuş… Aslında
yerli malı medyadaki glamourun, özendirilmek istenen bu ithal malı hayat
tarzının kökleri ta 60’lı yıllardaki “Küçükhanım” tarzı filmlere kadar
uzanıyor.. İthal malı putların, ucuzluğun, bayalığın ve sakaletin üstüne kurulu
bir kibir dünyası o yıllardan beri karton kapitalizmin karton dekorları ve
aksesuarları olarak manevi evrenimizdeki yangın yerini süslüyor(!).. Karton
plâstik menşeli operet kapitalizminin 60’lı yıllarda dar gelirli küçük
burjuvazi arasında yaygınlaşmasına sebep olduğu bir karşı-kibir akımı, aynı
derecede karton, biçimsel ve operet işi bir solculuğun gelişmesine yol açmıştı.
Modern olmaya çalışan her nesne, her akım, her jest, yangın yerinin arkaik
derinliği ve muhteşem hüznü tarafından kusulup dışlanmaya mahkûmdu. O yıllarda
yapılan “sosyal adaletçi”, “eleştirel” filmlerimiz de kartondan ve plâstikten
payına düşen hisseyi bol bol alıyordu.
Çatık kaşlı patronlar, kürklü patroniçelerden ibaret kılınan şer
görüntüsü, karşısında hep o kartondan antitezi buluyor, çocuksu, sığ, isterik
mi isterik bir devrim anlayışını besleyip güçlendiriyordu… Şimdilerde sulugöz
Pera idealizasyonlarına, levanten hayranlıklarına yönelik, esasta aynı derecede
modern olan nostalji akımı da kendini bu kartonluktan, özentiden alıkoyamıyor.
Yangın yerleşik nesneleri silip süpürmüş. Sahiciliğin manevi boyutu 150 yıl
önce hılısını-pırtısını toplayıp göçmüş… Bilebildiği tek güvenlik alanına,
müminin kalbine çekilip gizlenmiş. Yerini yalanların putperest cehennemine terk
ederek… Bu arada ideolojik İslâmın öncülüğünü yapmaya çalışan o “İslâmi
film”lerimizin konumu göz ardı edilemez. Onların da kartondan, plâstikten,
işporta malı “kitsch”den aldığı payı incelemek ayrı konu alanları oluşturur.
Sözgelimi aksesuar başörtüler bağlayıp slogan attırarak varılacak İslâmın
stratejisi de karton ve plâstik nesneler cehennemine, nihai bir operet anlayışına
baştan yenik görünüyor.” (8).
Tasavvufla ülfetinden güzel ve
kıymetli birikimler derleyen Ayşe Şasa ulaştığı yeni kıyıları “Sinema ve
Tasavvuf” başlığı altında “Derviş ve
Sinema” altbaşlığıyla anlatır: “Elimde eşim Bülent Oran’ın son çalıştığı film
setinden bir fotoğraf. Kamera vizöründen dünyayı temaşa eden bir derviş.
“Derviş ve sinema” diyorum… Tasavvufa ilgi duyan arkadaşlarla sohbet ediyoruz.
Çeşitli zamanlarda yapılan bu sohbetlerden usul usul bir birikim oluşuyor.
Anlaşılıyor ki tasavvuf modern dünyaya yoğun bir ışık düşürmeye, taptaze
beklenmedik yorumlar getirmeye aday.. İçime öyle doğuyor ki tasavvuf, değişik
çevrelerde tartışılmakta olan “Bilginin İslâmileşmesi” sorununa umulmadık
çözümler getirmekle kalmayacak –Batıyı iyi bilen çağdaş mutasavvıflar ilham, keşif
ve fetih yoluyla “pozitif” bilginin batıldan hayra dönüştürülmesinde çok önemli
bir rol oynayacaklar… Tarkovski mistik bir ilhamla sinemayı tepeden tırnağa
dönüştürdü. Bizim sinemacılarımız bambaşka bir doğrultuda yol alarak bu sürece
beklenmedik açılımlar getirecekler.”(9).
Senaryolarının ve bilgece kaleme aldığı sinema değerlendirmelerinin
yanısıra kendi ruh macerasını; apaçık, olduğu gibi anlatan, delilik ülkesinden
notlar ileterek ruhi gelgitlerinin de günlüğünü tutan ama her daim sinemacı
bakış açısını koruyarak yaşamını bir film şeridi gibi sunan bir yazardır Ayşe Şasa. Deneyimlerini ve gözlemlerini kuramsal bir
boyuta taşıma hamlesini de gerçekleştirmiş az sayıdaki sinema
düşünürlerimizdendir aynı zamanda. Şasa’nın 2014’teki kaybının ardından
hakkında; Aynur Erdoğan’ın hazırladığı
“Ayşe Şasa’nın Ardından”(10) bülteni ve Serdar Arslan’ın derlediği “Hayret
Perdesini Temâşâ / Ayşe Şasa Kitabı”(11) adlı çalışmalar yayımlanır. Üzerinde
daha geniş ve derinlikli incelemelerin yapılması gereken bir şahsiyet olan Ayşe
Şasa’nın doğumunun 77. yıl dönümüne denk gelen bu günlerde kaleme aldığımız bu
yazı muhtemelen dergimizin dünya kadınlar gününe ilişkin atıfların yapıldığı Mart
2018 tarihli sayısında yayımlanacaktır. Bu çerçevede de muhakkak ki çok değerli
kadınlarımız içinde özel bir yere sahip olan Ayşe Şasa hanımefendiyi saygıyla
ve rahmetle anmak boynumuzun borcudur.
(1)
Ayşe Şasa.
“Yeşilçam Günlüğü”. Ayşe Şasa’nın kitabına yazdığı önsözden. Dergâh Yayınları.
İstanbul 1993.
(2)
Ayşe Şasa.
“Yeşilçam Günlüğü”.sh:107.
(3)
Ayşe Şasa.
“Yeşilçam Günlüğü”. Dergâh Yayınları. İstanbul 1993. Kitapta yer alan 3 Nisan
1991 tarihli ‘Âdab ve Vizyon’ başlıklı günlükten. sh:65-68.
(4)
Ayşe Şasa.
“Yeşilçam Günlüğü”. Sh: 76-77.
(5)
Ayşe Şasa.
“Yeşilçam Günlüğü”. Sh: 27.
(6)
Ayşe Şasa.
“Yeşilçam Günlüğü”. Sh: 106-107.
(7)
Ayşe Şasa,
Sadık Yalsızuçanlar, İhsan Kabil. “Düş, Gerçeklik ve Sinema”. Kitaptaki Şasa’ya
ait “Bülent Oran’ın Hayat ve Sinema Anlayışı” başlıklı yazıdan. İz Yayıncılık.
İstanbul 1997. Sh:137-138.
(8)
Ayşe Şasa.
“Yeşilçam Günlüğü”. Sh: 111-114.
(9)
Ayşe Şasa. “Yeşilçam
Günlüğü”. Sh: 117-119.
(10)
Aynur
Erdoğan(Haz.). “Ayşe Şasa’nın Ardından”. Akif
Emre’nin genel yayın yönetmenliğini yaptığı Dünya Bülteni Araştırma
Masası’nın 2014’te yaptığı derleme.
(11)
“Hayret
Perdesini Temaşa/Ayşe Şasa Kitabı. Derleyen: Serdar Arslan. İnsan Yayınları.
İstanbul 2015.
Çok eskidendi hatırlıyorum. Bursa Alacamescit’teki evimiz yanmadan önce. Küçücüktüm
ama mahallemizin yazlık sinemasına akşamları annem ve ablamla gittiğimizi
hayal-meyal hatırlıyorum.
Daha sonra kapalı sinemalardaki “kadınlar matinesi”ne de yine annem ve
ablamla –erkek olduğum için- çocuk kontenjanından götürüldüğümü iyice
biliyorum. Saray Sineması’nda bu matinelerden birinde izlediğim “Kaderin Önüne
Geçilmez” filmi Türkan Şoray, Öztürk Serengil, Eşref Kolçak ve Ahmet Tarık
Tekçe’yle birlikte şuuraltıma yerleşir.
İlkokul çağımla birlikte elime geçen her harçlıkla Bursa’nın kapalı
sinemalarındaki bütün filmleri atlamadan seyretmek en büyük zevkim haline
gelir. Sinema sevgimi pekiştiren yan unsurlardan biri de Okçular
Alacamescit’ten ahbabımız olan Sami Akman ağabeyin Yolgeçen yazlık sinemasında
makinistlik de yapmasıdır. Sami ağabey(ilerleyen yıllarda çarşıda uzun yıllar
züccaciye işi yaptı) yazlık sinemadaki gösterimlere bizi misafir olarak
almasının yanı sıra bir de kopan film parçalarını bana hediye ederdi. Ben de o
kopuk filmlerle sinemacılık oynardım. Ayrıca ilkel gösterim makineleri ile
mahalle aralarında tek tek fotoğraf izlettiren seyyarlardan da epey film
parçası izlemişimdir.
Bizim şehrin –çocukluğumdaki- Heykel önü çevresindeki kapalı sinemaları
Tayyare, Saray, Dilek,Yeni ve Marmara’dır. Farklı semtlerdeki Kısmet,
Yazıcıoğlu ve Sunar sinemaları da kapalı sinema kadrosunu zenginleştirirlerdi.
Dilek ve Yazıcıoğlu genelde yabancı film gösterir, diğer kapalı sinemalar “Türk
filmi” oynatırlardı. Film izlemek için eldeki harçlık yetmeyince arkadaşlar
arasında yardımlaşır yine yetmezse bilet kuyruğundaki diğer insanlardan
“eksiğimizi tamamlar mısınız” diye ricada bulunurduk. O yıllarda daha
paylaşımcı bir toplum olmalıyız ki hem sinemaya girerken hem de stadyumlarda bu
türden yardımlaşmalar çokça olurdu.
Yazlık sinemalar ise bambaşka bir âlemdi. Her semtin bir yazlık sineması
vardı. Her akşam bir diğerine gitmek benim için farzdı. Rüya, Sefa, Setbaşı,
Yolgeçen, İnci, Zafer, Nur, Yıldırım, Pınarbaşı vd. Bursa’da yazlık bir
sinemada film izlemeğe gitmek akşam mesiresine çıkmak gibiydi. Sinemanın
durumuna göre yiyecekler hazırlanır, zevkle paylaşılırdı. Film seyrederken en
hafifinden ay çekirdeği çıtlatmak olmazsa olmazdı. Film gösterimi öncesi ve
aralarda çalınan müzikler yaz gecesi keyfini arttırırdı. Kışlık sinemalarda
kaçırdığım bazı filmleri mutlaka yazlık bir sinemada yakalar, izlerdim.
Sinemamızın film üretiminin yüksek olduğu yıllarda (1965-75) yapılan filmlerin
çoğunu kaçırmadan izlediğimi söyleyebilirim.
Zaman içinde çoğalan sinema sevgimle birlikte defterler oluşturmaya
başladım. Meselâ sinema oyuncularının alfabetik listelerini yaptım. Daha sonra,
yönetmenler, kameramanlar, senaristler ve müzisyenler için de alfabetik
defterler oluşturdum. Her harfe bir rakamsal değer biçerek isimleri
yarıştırdım. Sözgelimi bir oyuncunun ad ve soyadının her harfinin rakamsal
karşılıklarının toplamını alarak bir sayıya ulaşırım. Böylece listelediğim
bütün oyuncuların ad ve soyadlarının toplam değerleri ortaya çıkar. Bu yarışma
konsepti içinde bütün oyuncu adları belleğime yerleşir.
Ailemin zor yaşam koşullarından soyutlanmak için de sinema benim için bir
sığınak olmuştur diye düşünürüm bazen. Çünkü kış günlerinde sinema her zaman
sıcacıktır, kaloriferler yanar. Bilhassa Türk filmleri yapıcı, sevecen ve
mahalle hayatımızdan tiplerle doludur. Mutlu sonlar hiç de fena değildir kendi
halinde yaşayıp giden insanlar açısından. Kısacası sinema bir şenliktir bizim
için, benim için. Her fırsatta her solukta sinemaya koşarım. Eve de zamanında
dönmeyi bilirim. Onun için de bir maraza çıkmaz benim sinema sevgimden.
Sakızları ve karamelâları unutmamam lâzım. Karamelâlarda daha çok “Türk
Büyükleri”nin resimlerinin yer almasına karşılık bilhassa Golden sakızlarından
film yıldızlarının ve şarkıcıların resimleri çıkardı. Biriktirirdik o
resimleri, aynısından iki tane olunca takas yapardık arkadaşımızla. Güzel ve
samimi yıllardı. Daha sonra kartpostal biriktirmeğe başladım. Özellikle Yılmaz
Güney kartpostallarının en geniş koleksiyonunu ben yaptım. Delikanlılığımda ilk
romanına bir kitapçı vitrininde
rastlayınca da hemen alıvermiştim. Biz çocuklar –sonra yollarımız ayrılsa da-
çok sevmiştik O’nu filmlerinden. Ben O’nun filmleriyle ve düşünceleriyle
ilişkimi daha sonra “Bizim Nesil ve Yılmaz Güney” başlığıyla kaleme aldım. O
yazı sonradan O’nun hakkında yazılan bir inceleme kitabına önsöz yapıldı iznim
olmadan. Yine o yazıdan Agah Özgüç’ün “Tarih
ve Toplum” dergisinin bir sayısına alıntıladığı bir bölümün özeti derginin
kapağında “Yılmaz Güney Nasıl Çirkin Kral Oldu” başlığıyla yer aldı. Yılmaz
Güney’i biz çocuklar “Çirkin Kral” yapmıştık anlamına gelen bir
değerlendirmeydi yazımın o bölümü: “ ….”.(1)
İlkokul çağımdan itibaren kitaba düşkünlüğüm de başlamıştı. Kitap
okuma kolaylığı sağlasın diye kitapçı
çıraklığı ve giderek seyyar kitapçılık da yapıyordum. Edebiyat ilgimin yanı
sıra sinema sevgimi ve ilgimi besliyecek sinema dergileri ve kitapları da
ediniyor ve yutarcasına okuyordum. “Yedinci Sanat” sinema dergisini ilk sayısından
itibaren özenle alır, okur ve biriktirir oldum. Diğer edebiyat ve sanat
dergileri de ilgi alanımdaydı. Okumakla yetinmez bir de ciltletirdim onları.
Kitaplarım, sinema ve edebiyat dergileri koleksiyonum ileride yazacağım yazılarımın
da kaynakçası oluyordu. Çok geçmeden ilk yazılarım gazete ve dergilerde boy
gösterdi. 1974 yılında Bursa’nın Sesi gazetesinde yayımlanan “Çin Filmleri
“Üzerine”(1) başlıklı yazımı diğer gazete ve dergilerdeki yazılarım takip etti.
Bursa’da kendi çıkardığım “Yeni Nilüfer”
dergisi, Bursa’nın yerel gazeteleri, İstanbul
Ortadoğu ve Millet gazeteleri, Hisar dergisi, Kayseri’de yayımlanan
Doğuş Edebiyat ve Küçük Dergi vb.
yayınlarda yazdım. Ayrıca Cahit Baydar’ın Millet gazetesinde bilfiil çalıştım
da. Bu gazetede 1976-77 “Sanat Otağı”
başlıklı köşe yazılarımın yanı sıra tv
programlarını tanıtan, eleştiren bir sayfa da hazırladım. Tv’de izlediğim
programlara ilişkin eleştirilerimi yazıyordum bu köşede. Daha sonra basında
başlı başına bir iş haline geldi tv programları eleştirmenliği.
Şiir ve sinema hayatımda sıkı bir yer tutuyordu. Bu ilişki muhakkak şiirime
yansıyacaktı. Nitekim “Sinema Koltuklarında Serüven Dolu Bir Çocukluk” şiirimi
o gençlik hassasiyetlerimi şiirleştirdiğim dönemde yazdım. (2şiir)… Şiir, sinema,
hayaller, gençlik başımda harman olmuş gidiyordu.
Sinemada yerli duruşu önemsiyordum. Yazılarımı da bu zaviyeden bir bakış
açısıyla yazıyor o günlerin iddiasıyla millî-ulusal sinemadan yana tavır
koyuyordum. Sinemamızın çıkmaza girdiği bir dönemde; Türk Sinemasının
geleceğine ilişkin yazdığım bir yazıda şu değerlendirmelerde bulunuyordum: “Türk
Sinemasının yarınını bugünden düşünmek belki biraz yadırganacaktır. Bu yarın
kaygısının salt Türk Sineması için olmayıp Türk Sanatının da yarını için
olduğunu belirtirsek herhalde yarın için düşündüklerimizi bugünden yazmakta bir
sakınca olmayacaktır. Bugün çeşitli etkenlerle kitleler üzerindeki büyük etki
gücünü önemli oranda yitiren sinemamız yarın toparlanıp hiç olmazsa kaybettiği
gücü yeniden kazanabilir mi? Yüreğimizin dileği sinemamızın kültürel ve ekonomik
nedenlerle girdiği bu bunalım döneminden yüz akıyla sıyrılması. Bu sıyrılmada
sinemacılara –bilhassa sinema yazarlarına- düşen en büyük görev ise
toplumumuzda bir spor bilinci kadar bir sinema kültürü oluşturmaya çalışmak
olmalıdır. İlkin bu söylediğim acaip gelebilir. Lâkin en fakir köylerimize dahi
ulaşan amatör spor kulüplerimiz sporun anlamını ve muhtevasını pekalâ
yayabilmişlerdir. Sinema kulüplerimiz ise spor kulüplerimizin yanında sayı
olarak devede kulak misali kalmaktadırlar. Sayabileceklerimiz MTTB Sinema
Kulübü, BÜSK ve birkaç sinematekten ibarettir. Bu kadar azınlıkta kalan sinema
kuruluşlarımız yine de ticari sinemalarda yapılmayan çeşitli gösterimler, açık
oturumlar ve yarışmalar düzenleyerek kapasitelerinin üzerinde çalışmaktadırlar.
Fakat her şeye rağmen bu çalışmalar toplumumuzda bir sinema kültürü oluşturmaya
yeterli değildir. Türk Sineması öteden beri aydınlardan yakınmıştır. Bu
yakınmada ileri sürülen “ilgi göstermeme”, “kabullenmeme” vb. sebepler
gerçekten haklılık taşımaktadırlar. Türk aydını sinemasını görmezden geldiği
sürece Türk Sineması kültürel yönden dışa en bağımlı sanat dalımız olmağa devam
edecektir. Ve Yeşilçam Sineması parçalamaktan uçkurunu bir türlü toplayamayan
Behçet’lerle, olağanüstü seks gücüne
sahip bir ademoğlunun anlatıldığı “Erkek
Dediğin” uyarlamalarıyla hiç bir yere varamayacaktır. Türk sinemasına on yedi
yıl egemen olarak yönetmenlik yapan Muhsin Ertuğrul yabancı kaynakları(roman,
oyun vb.) hiç çekinmeden alıp alıp sinemamızda malzeme olarak kullanmış ve böylelikle Türk sinemasının yanlış
temellenmesine sebep olmuştur. Çok sevindiricidir ki son dönem Türk
sinemacıları Türk milletinin düşünce dünyasına ve kültürel değerlerine Ertuğrul
gibi uzak kalmamışlardır ve böylelikle sinemamız kendi bünyesinde “Millî” bir
sinema olma yoluna girmiştir. Bu yolun yolcuları olacak yarının Türk
sinemacıları da kendi kültürlerine yabancılaşmamış kişiliklere sahip
olacaklardır. Yarının görkemli Türk sinemasını yaratacak olan teknik ve sanat
adamlarımız yetişmiş ve yetişmektedirler. Akademik bilgilerle tabii
yeteneklerin kaynaşmasından büyük eserler doğacaktır. Yarının güçlü Türk
sinemasına KültürBakanlığı ile kurulacak sıkı bir dialogun da büyük katkısı
olacaktır. Sinemamız emekçilerinin sosyal güvenlik haklarına ve yararlı
kuruluşların yardımlarına kavuşmalarıyla itibarlı bir endüstri olmaktadır.
Yarın oluşacak düzenli ve gelişmiş bir film sanayi ülkemize ekonomik açıdan da
yarar sağlayacaktır. İktisadi gelişmesi hızlanacak bir Türk sinemasının yarınki
büyük Türkiye’nin kurulmasına da büyük faydası olacaktır. Yarının Türk sineması
mutlaka Türkiye’nin gerçekleriyle mayalanacaktır. Bu mayadan millî sinemanın en
güçlü eserleri fışkıracaktır.”.(3) Yirmi yaşımda idealist genç bir sinema
yazarı olarak gelecekten “ne çok şey” beklemiş olduğumu –kırk iki yıl sonra- bu
alıntıyı yaparken daha iyi fark ettim.
Nerde kalmıştık. Evet yine o yıllarda bazan millî veya ulusal sinema da
beni kesmiyor milliyetçi-ülkücü-türkçü sinema isteklerimi dile getiriyordum. Sözgelimi
“Yeni Bir Sinema Hareketine Doğru” başlıklı yazımda düşüncelerimi minimize
edilmiş bir manifestoyla belirtiyordum. Daha
çok Türk Yurdu ve Töre dergisindeki sinema yazılarını severek okuduğum Oğuzata
Altaylı(Mehmet Nuri Şahin) ile bir anlayış birliğim vardı ve “Türkçü Sinema”
talebim Altaylı’nın talebiyle örtüşüyordu. 1977’de Bursa’da yani taşrada
yazdığım sinema yazılarını güncelleyerek ilk sinema kitabımı yayımladım.
Çevremde sinema bilincini yayabilmek, sevgisini oluşturabilmek amacıyla
giriştim bu işe. Kitabıma bu amaçla bir sinema dergileri ve yazarları dizini de
ilâve ettim. O güne kadar bu dizinler bile pek yapılmamış işlerdi. Kitabım
kendi çevremde alâka buldu. Oğuzata Altaylı Ankara’da yayımını sürdüren Doğuş
Edebiyat Dergisi’nde kitabım için güzel bir yazı yazdı. Vesile ile onunla
mektuplaştık. Daha sonra Oğuz Onaran hocanın “Sinema Kaynakçası” adıl kitabında yer alan
“genel kategoride” yer alan kaynaklar arasında kitabımın da dercedildiğini
görünce “hiçbir çabanın boşa gitmeyeceği” düşüncesiyle mutlu oldum.
Okul hayatımı yarıda bırakarak daha askerliğimi bile yapmadan yuva kurduğum
için hayat mücadelem de çetin bir hal alınca artık kitapçılık yegâne uğraşım
olmuştu. Yuva kurmaktan bahsettim. Bunda
sinemanın da şöyle bir payı oldu. Genç bir şair olan Mehtap hanımla uzun süre
sadece mektuplaştık. Ciddi bir minvalde süren mektup arkadaşlığımıza sinema
şöyle bir yön verdi.(4…).Yazarlıkla geçinilecek bir ortam olmayınca, okumayı ve
yazmayı destekleyen biricik bir iş olarak görmüşümdür kitapçılığı. Nitekim de öyle oldu benim için. Kitaplarımı
ve dergilerimi çıkarabildiğimden ve her türlü yayını da takip etme imkânı
bulduğumdan ötürü her zaman çok sevdim kitapçılığı. O denli kitapla haşır
neşirdim ki Türkiye Yazarlar Birliği’nin ilk yıllıklarındaki(1984-1985) “Yayın
Hayatı” değerlendirmelerini İstanbul ve Ankara’da onca yazar dururken Bursa’dan
ben yazmıştım. Yazılarıma da oldukça şumullü bir yıl içinde yayımlanan kitaplar
listesi de eklemiştim.
Ben bir filmi klasik bir sinema salonunda seyretmeyi severim. Şimdi zorunluluktan
internetten indirip bilgisayarda da film izliyorum ama bu bana çok zevk
vermiyor. Lakin bir yazıya çalışırken eski bir filmi yeniden izlemem gerekirse
indirip izliyorum mecburi olarak. “Şiir-sinema ilişkisi”nden “şair
sinemacı-sinemacı şair”lere, yeni çıkan bir sinema dergisinden yeni çıkan bir
sinema kitabına, “sinema yazarları tarihçesi”nden film eleştirilerine kadar
sinema üstüne deneme yazıları yazmak her zaman en büyük zevkim olmuştur. Halen “Ihlamur”
dergisinde istediğim bir konuya odaklanarak yazılarımı sürdürüyorum. “Sinema
Sevgilim” benim. Benim “Sevgilim Sinema”.
Yirminci yüzyıl dünyada ve ülkemizde bir “sinema yüzyılı” olarak yaşanır. Ülkemizde sinema gösterilerinin başlamasından
film yapım aşamasına gelinceye değin dergi ve gazetelerimizde mahdut sayıda
sinema ilgili değiniler, haberler, fotoğraflar yer alır. Sözgelimi 1914’de
haftada üç kez çıkmağa başlayan “Ferah” mecmuası “tiyatro, sinematoğraf ve
sanayi nefise”den sözeder(1). 1918-1920 yılları arasında “Temaşa” dergisinde
Muhsin Ertuğrul’un ve 1921-1922 yılları arasında “Yarın”
dergisinde Cevdet Reşit’in yazdığı yazılar öncü çalışmalardır. Mustafa Nihat
Özön’ün “Dergâh” dergisi de film tenkidinin ilk örneklerine dair numuneler
neşreder. 1923’de Nazım Hikmet (Ran)’ın babası Hikmet Nazım’ın
idaresinde Osmanlıca-Fransızca yayımlanmış “Sinema Postası” dergisini(2),
1924’de yine Osmanlıca-Fransızca yayımlanan “Opera-Sine” dergisini(sahip ve
müdürü: Osman Mazhar, Başyazarı: Vedat
Örfi(Bengü) görüyoruz(3). 1924’ün diğer sinema dergileri de Hikmet Nazım’ın sahipliğinde yine
başyazarının Vedat Örfi (Bengü) olduğu haftalık resimli sinema ve temaşa
dergisi “Sinema Mecmuası” ve sorumlu müdürlüğünü Mehmet Rauf’un yaptığı “Sinema
Yıldızı”dır(4). Sinema ve ona dair bir şeyler neşretmek sevgisi İstanbul’dan
sonra dönemin taşrasına da sirayet eder.
Bu bağlamda 1925’te Bursa’da yayımlanan “Milli Sinema Mecmuası”na rastlarız.
Nevzat Çalıkuşu “Başlangıcından Bugüne Bursa Dergileri” adlı kitabında dergiye
ait şu bilgileri verir: “Milli Sinema Mecmuası” aylık sinema ve mizah
mecmuasıdır. Millî Sinema Derneği’nin yayın organı olan dergi 1925-1926
yıllarında yayımlanır. Dergide karikatürlere de yer verilir. Mustafa Tayla’nın
“Bursa Basını” adlı kitabında derginin bir nüshasının kapağı yayımlanmıştır. Bu
kapakta yer alan kompozisyonda o zaman Bursa Muradiye’de bulunan Amerikan
Koleji’nin müdiresi ile millî mücadelenin Bursa’lı kahraman kadınlarından Zehra
Budunç(1896-1956)’un karşıtlıkları çizgiyle canlandırılmıştır”(5). Osmanlı’nın son döneminde doğrudan sinema ile
ilgili dergiler dahi çıkmasına rağmen; doyurucu film eleştirileri ve incelemeler
yayımlanmak için yeni dönemde çıkmağa başlayacak lâtin hurufatlı dergileri
bekleyecektir.
Yeni hurufatla yayımlanan sinema yazılarını ve yazarlarını gözden geçirmek
istediğimizde gündelik basında Burhan Felek’in değinmelerinden söz edebiliriz.
Bu yazılar dörtbaşı mamur sinema yazıları olmasa da sinemadan da söz eden
sohbetler nevindendir. Fikret Adil gibi bazı yazıcılar da gazete eklerinde
sinemadan söz ediyorlardı. 1929-1934 arası haftalık veya aylık olarak
yayımlanan ve giderek çoğalan sinema içerikli dergileri de şöylece
sıralayabiliriz: Sinema Gazetesi, Sinema ve Tiyatro Alemi, Artist, Ekran,
Glorya, Foto Süreyya(kuşe kâğıda basılı posterler verir), Holivut, Ses, Sinema
ve Tiyatro Heveskârı Mecmuası, Film Gazetesi, Artist, Elhamra Film, Ankara
Sinema Risalesi, İpek Film Magazin, Sinema Mecmuası(Bursa’da Baha bey
tarafından 5 Kasım 1934-18 Nisan 1936 tarihleri arasında yayımlanır), Ankara
Sinemaları, Sinefon, Sinema Mecmuası(İzmir’de İsmail Hakkı bey tarafından 17
Eylül 1934- 18 Nisan 1937 tarihleri arasında yayımlanır), Sinema-Tiyatro.
1938- 1954 yılları arasında “Yıldız” dergisinin yayımlanması ile sinema
üzerine yayınlar bir ivme kazanır. Erol Güney’in “Tercüme” dergisindeki sinema
yazısı çevirileri bizdeki sinema yazınının gelişmesine katkıda bulunur.
1950’lerde günlük gazetelerin yanı sıra sanat dergilerinde sinema yazanlar boy
gösterir. Başı çeken yazar, zamanında “Dergâh” dergisinde sinema yazılarına yer
veren editör Mustafa Nihat Özön’ün oğlu Nijat Özön’dür. Atilla İlhan, Turhan
Doyran, Burhan Arpad, Semih Tuğrul,TunçYalman, Metin Erksan, Vehbi Belgil,
Tuncan Okan, Halit Refiğ vd.yazarlar sinema yazılarıyla Özön’ü takip ederler.
1956’da ilk ciddi sinema dergimiz olarak kabul edilen “Sinema” Ankara’da yayıma
başlar. Derginin sahibi ve yazı işleri müdürü Mehmet Sayılgan, yazı sekreteri Adnan Ufuk takma adlı Nijat
Özön, teknik sekreteri Ayhan Yılmaz, İstanbul temsilcisi Halit Refiğ’dir. Artık
sinema diye bir sanatımız vardı ve onun üzerine yazan yazarlarımız belirmişti.
Bu gelişmeyi Türk sinemasının ilerlemesi yolunda değerlendirmek
gerekiyordu.1956-1957 sinema sezonu yapılan filmlerle ve bunlara ilişkin
yazılan yazılarla doyurucu geçince sinema yazarları ilk “en iyi on film” değerlendirmelerini
yaptılar. Bu neviden değişik dönemlerde yapılan “en iyi on film” benzeri değerlendirmeler
üzerinde bir başka yazıda duracağız.
1950’li yıllarda sinemacılarla film eleştirmenleri arasında görece bir
işbirliği göze çarpar. Menderes iktidarının tamamında sinema piyasası –sektörün
hiç çözülemeyen finans, sansür vb. sorunlarına rağmen- nispeten sağlıklı bir
gelişme sürecindedir. İktidarın medyaya karşı olumsuz olarak gelişen tavrı
adeta sinemacılarla eleştirmenlerin de birbirleriyle çatışma içine girdikleri
yıla tekabül eder: 1959. O yıl; İstanbul Gazeteciler Cemiyeti ve Türk Sinema
Sanatçıları Derneği’nin beraber düzenlediği sinema şenliğinde, yönetmenlerle
eleştirmenler arasındaki sıkıntı açığa çıkar. Şenliğin seçici kurulunda yer
alan sinema yazarları öznel bir tutumla yönetmenlere tavır koyup taraflı
davranınca kıyamet kopar. Bu sürtüşmenin devamında; 1960 sonrasında sinemamıza
giren genç yönetmenlerin filmleri, eleştirmenlerce yok sayıcı bir tutumla
kıyasıya eleştirilir. 1963’te yapımcılarca hazırlanan sinema kanun tasarısı
gerilimin artmasına yol açar. Neticede yapımcılar, grev deneyimi geçirmiş olan
sinema çalışanları ve genç yönetmenler; 1964’te yapılan “Birinci Türk Sinema Şûrası”ında
eleştirmenlere karşı aynı safta buluşurlar. Şûrada eleştirmenler “fiilen sinemada çalışmadıkları” gerekçesiyle
ittifak tarafından dışlanmaya çalışılır. Bu mümkün olmayınca kendileri bu
forumdan çekilirler. Bir nevi kaçış yani yenilgidir bu. Sinema konusunda
ilgisizliğinden sözedilen devletin ilk defa böylesine ciddi bir organizasyonu düzenlemesinden
sinemamız adına yarar sağlamak mümkünken ortamı terk etmenin yanlışlığı genç
yönetmenler ve yapımcılarca fark edilir. Yapımcılar ve genç yönetmenler Giovanni
Scognamillo ve Nijat Özön aracılığıyla eleştirmenlerle köprüyü yeniden kurmayı
denerler. 1965 seçim sonuçları yeni durumları tetikler. Yapımcılar genç
yönetmenleri boykot ederler ve eleştirmenlere hak vermeğe başlarlar. Bu
hercümerç içinde Sinema 65 dergisi yayımlanır. Geniş bir yazar kadrosu(Tarık
Dursun K, Ali Gevgilili, Hayri Caner, Erdoğan Tokatlı, Çetin A.Özkırım vb.)
olan dergi de ortamda süregiden çekişmeyi önleyemez. Genç yönetmen Halit Refiğ
kendi sinemamıza kıymet vermediğimizi, hala yabancı filmleri ön plana
aldığımızı söylüyor, yazıyor, çiziyordu. İşin aslına bakılırsa Refiğ haklı
sayılırdı. Ama unuttuğu şey ithal filmlere ait sinema sermayesinin ve
çevresinin varlığıydı. Adamların geçimi yabancı filmlerden olunca, onlar yerli
film sanayini umursayacaklar mıydı? Tabii ki umursamayacaklardı. Bu sırada
Scognamillo, Özön ve Refiğ’in bir Ankara buluşmasında sadece Türk sinemasını
konu edecek bir dergi yapılanmasına karar verilir. Agâh Özgüç’le Selim Sabit
Pülten’in “Sinema 65”i bu yeni anlayışın yayını olacaktır.
1960’lı yıllardan 1970’lere giderken sinema üstüne yazanlarda ve sinema
sahasında kitap yayımlayanlarda bir artış gözlenir. 1960 anayasasının ortaya
çıkardığı fikir hürriyeti ortamı her dünya görüşünde düşünen ve yazan aydınları
düşüncelerini çekincesiz sunacak bir ortam bulurlar. Magazin ağırlıklı sinema
yazılarının yerini düşünsel yanı ağır basan sinema yazıları alır. Sinematek
derneğinin yayın organı olarak 1966’da çıkmağa başlayan “Yeni Sinema” dergisi
bu gelişen ortamın sesi olarak etkili bir yayın yapar. Onat Kutlar, Hüseyin Baş
vd. imzaların yazı ve çevirileri ile dergide sosyalist sinema kuramı dillendirilmeğe ve ete kemiğe büründürülmeğe
çalışılır. 1968’de yayıma başlayan “Özgür Sinema” ve “Genç Sinema” dergileri de
“Yeni Sinema”nın estirdiği devrimci
rüzgârın artçı esintilerini yansıtır. Bu arada Sinema 65 ekibinin devam dergisi
olarak AS(Akademik Sinema) Filmcilik ve
Sinema dergisi 1969 Temmuz’unda yayıma başlar. Bütün bu çalışmalar arayış
içinde olan Türk sinemasına bir yön çizmek isteyen hüviyette görünürler. AS’ın kurucusu
Hayri Caner, sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü Selim Sabit Pülten’dir.
Beşinci sayıda Ferhan Bozkurt da genel yayın müdürü olarak idari kadroya
katılır. Dergide Hayri Caner, Nezih Coş, Taylan Altuğ, Cüneyt Şeref Abustay,
Turhan Gürkan, Ermen Şener, Özdemir Hazar vb.isimler film eleştirileri,
incelemeler, sinema teorisine yönelik değinmeler yazarlar. AS’da
Sinematek’in “Yeni Sinema” dergisinde ileri sürülen tezlere karşıt
görüşler dile getirilir. Derginin Ağustos 1969 tarihli 2.sayısında “Türk Sinema
Yazarları Birliği” oluşumu için sinema yazarlarına çağrıda bulunulur. Çağrı
metninde Türk sinema yazarlarının bir araya getirilmesi için AS dergisinin
önayak olduğu ve Turan Aksoy,Erman Şener, Turan Gürkan ve Hayri Caner’den
oluşan bir kurulun “kurucu heyet” olarak faaliyete geçtiği bildirilir. En kısa
zamanda yapılacak bir toplantı ile bütün sinema yazarlarının birlikteliğinin
sağlanacağı düşüncesinin açıklandığı çağrı metni şöyle tamamlanır: “Türk Sinema
Yazarları Birliği’ne şimdiye kadar bu konuda çalışma yapmış inceleme ve
araştırma yazarlarıyla, röportaj ve haber yazarları, senaryocular, basında veya
sinema içinde çalışan bütün sinema fotoğrafçıları da katılabileceklerdir. Ön
çalışmalara ışık tutacak, önemli düşüncelerini bize bildirecek yazar ve
fotoğrafçı arkadaşlardan yardım bekliyoruz. ‘Türk Sinema Yazarları Birliği’ ön
çalışmalarını Beyoğlu, Eren İş hanı kat 1’de yapmaktadır”(6)
1970’lerde “Ulusal Sinema”, “Millî Sinema”, “Devrimci Sinema” hatta “Türkçü-Ülkücü Sinema” konusunda bile
kuramsal yazılar, kitaplar yayımlanır. 12 Mart askeri darbesi tüm bu fikir
akımlarının ve sinemadaki yansımalarının önünü alamaz. Sinemamıza dair her
konu dönemin sinema yazarları(Semih Tuğrul, Alim Şerif Onaran,
Mahmut Tali Öngören, Onat Kutlar, Atilla Dorsay, Engin Ayça, Nezih Coş, Ahmet
Güner, Yücel Çakmaklı, Burçak Evren,
Sezer Tansuğ, Sevin Okyay, Aydın
Sayman, Salih Gökmen, Oğuzata Altaylı vd.) tarafından yazılan yazılarda,
yayımlanan kitaplarda ele alınır, işlenir. 1970’lere damgasını vuran sinema
dergisi ise “YedinciSanat”tır. Atillâ Dorsay, Nezih Coş ve Engin Ayça üçlüsü içerik
kalitesi hala aşılamamış olan bir dergiyi o dönemde(Mart 1973- Haziran 1975)
yirmi dört sayı yayımlarlar. Sinema tarihçiliğimiz de aşama kaydetmektedir.
Nijat Özön’ün ardından, Giovanni Scognamillo, Rekin Teksoy, Burçak Evren, Agâh
Özgüç –son yıllarda- Fikret Hakan ve üniversitelerimizin sinema bölümlerindeki
akademisyenlerin belirli dönemlere ilişkin irili-ufaklı denemeleri Türk sinema
tarihi çalışmalarına katkı sağlar. Sinema hakkındaki ansiklopedik yayınlar da sinema ortamının olgunlaşmasına, sinema
sevgisi ve bilincinin artmasına yol açar. 12 Eylül askeri darbesi ülkedeki
kaotik ortamın yatışmasını sağlasa da sinema sanatı dahil her türlü sanat
üretimi için farklı ve zorlu bir döneme girilmesine sebep olur. Halkın aldığı
sinema biletlerinden sağlanan finans ile çekilen filmlerin piyasası tarihe
karışmış sermayenin tam egemen olduğu bir tarih kesitine gelinmiştir. Sinema
salonlarının angajmanı yerli
işletmecinin elinden çıkmış küresel sermayenin eline geçmiştir. Hangi yerli
konu işlenecek, nerede bu film gösterilecek ve hangi eleştirmen bu filme kafa
yoracaktır.
1990’lara kadar süren belirsizlik ortamının bir şekilde (video filmi yapımı
vs.) aşılması ile Türk sineması kendi ölçüleri içinde iyi işler yapmaya ve
halkına sunmağa devam eder. Acı olan artık gündelik yayınlarda film eleştirisi
veya sinema üzerine çalışılmış bir yazıya rastlamak handiyse imkânsızdır.
1970’lerin gazetelerde, dergilerde, açık oturumlarda, tv forumlarında
tartışılan sinema konularının çeşitliliği ve lezzetini hafızamızda tutuyor, o
renkliliği özlüyoruz. Her türlü okuma- yazma eyleminin –bu arada sinema
okur-yazarlığının- gerilediğini
gözlemekle birlikte verimli bir dönem geçiren sinema dergiciliğimizin günümüz
sinema edebiyatının biricik fideliği konumunda olduğunu belirtmeliyiz. Salt
sinema dergisi olarak çıkanların yanı sıra Ihlamur gibi kültür-sanat
dergilerinin de sinema ağırlıklı olarak yayın politikaları oluşturmaları ve
uygulamaları sinema yazınımız açısından önemlidir. Yeni sinemaya yeni topluma
anlaşıldı ki buradan yürüyeceğiz…
(1)
Burçak EVREN.
Başlangıcından Bugüne Sinema Dergileri. Korsan Yayınları. 1993 İstanbul.
(2)
A.g.e.
(3)
A.g.e.
(4)
A.g.e.
(5)
Nevzat
ÇALIKUŞU. Başlangıcından Günümüze Bursa Dergileri. Bursa Kültür A.Ş.Yayınları.
2014 Bursa.
(6)
Akademik
Sinema Dergisi. Sayı: 2. “Türk Sinema Yazarları Birliği’ne Çağrı”.Ağustos 1969.
İstanbul.
Nevzat Çalıkuşu’nun hayatını üç kelimeyle özetle
derseniz; size şair, kitapçı ve eleştirmen derim. Eğer üç cümle ile özetle
derseniz. Yarım asır boyunca durmadan dinlenmeden şiir-yazı yazmış. Kitaplarla
hemhal olmaya doyamayıp kitabevi açmış. Eline doğru düzgün para geçmese dahi
yazmaya ara vermemiş biri derim. Tek cümleyle ise “Kitaplarla Geçen Bir Ömür”.
Ailesi
Dedesi Selim Efendi (babasının babası) ailesiyle Ahmet
Vefik Paşa’nın valilik döneminde -yani 1881 yılında- Kırım’dan Bursa’ya göç
eder. Devlet aileyi Alacahırka’ya yerleştirir. Daha sonra dede çalışır çabalar
Okçular Çarşısı içinden ev satın alır. Tatarlar ticarete düşkün olur. Dedesi Selim
Efendi; Hakkı Paşa ve İstanbul Oteli’ni işletir. Bursa Ticaret Odası
belgelerine göre Selim Efendi Hancılar Şeyhidir. Lâkabı da Arap’tır. Selim
Efendi ve 1907’de doğan oğlu İsmail Çalıkuşu bir dönem otobüsçülük de yapar.
Ailenin İnegöl’e sefer yapan “sarı kanarya” adı verilen tahta kasa otobüsleri
vardır. Zaman geçtikçe otobüsler satılır. 41 numaralı ehliyeti olan İsmail Bey
bu defa kamyoncu olarak çalışmaya başlar.
İsmail Bey kitap okumaya da düşkündür. Reşat Nuri
Güntekin’in yazdığı Çalıkuşu romanını
okur ve etkilenir. Bu nedenle soyadı kanunu çıkınca Çalıkuşu soyadını
alır.
Anne tarafı ise Artvin’den Bursa’ya gelir. Emin
Pehlivan’ın ailesinin soyadı Lâçingil’dir. 1855 depreminden sonra Yıldırım
Camii’ni tamir etmek için gelir, Camii’nin karşında bir ev alıp Bursa’ya
yerleşirler. Anneanne Fehime hanımın babası Emin Pehlivan -o yıllarda ucuz
olduğu için- Ankara yolundan toprak alır. Emin Pehlivan güçlü kuvvetlidir.
Topraklarını eker-biçer, Baruthane Mezarlığında mezar kazar, güreş tutar.
Elinden her iş gelir. Anneanne Fehime Hanım 1895’te Yıldırım Mahallesinde
doğar. İkinci Meşrutiyet zamanı Kurtuluş Caddesinde oturan Mahmut oğlu Mehmet
(Lâçingil) ile evlenir. Beş çocuğundan biri de annesi Remziye (d.1924)
Hanım’dır. Remziye Hanım, İsmail Çalıkuşu ile 1940 yılında evlenerek Okçular
Alacamescit Mahallesi’ne gelin gider.
Nevzat Çalıkuşu doğduğu sırada babası İsmail Bey
kamyonculuk ile geçimini sağlamaktadır. İznik’te bağbozumunda kamyonla üzüm
çekmeye giderken –diğer dönemsel işlerde
de olduğu gibi- ailesini de yanında götürür. Nevzat Çalıkuşu ve ikizi Necat 10
Haziran 1955’te dünyaya merhaba der. Adalet ve Vicdan’dan sonra Çalıkuşu
ailesinin ikiz çocukları olur. Lâkin Necat iki aylıkken vefat eder.
Ailenin evi Alacamescit mahallesinde, Dağıstan
Çarşısı’nın (Eski Bıçakçılar Çarşısı) yakınındadır. Okçular çarşısından
Çancılar’a inen Bıçakçılar Sokakta iki katlı, bahçeli, ahşap bir evdir. Sünnet
olana kadar ki çocukluğu Karakadi tekkesiyle bitişik bu eski Bursa evinde
geçer. Annesi Remziye Hanım evde terzilik yapar. Aynı zamanda genç kızlara da
terzilik öğretir.
Çocukluğu
24 Ağustos 1958 Pazar günü Kapalı Çarşı yanar.
Bursa’nın Yunan işgalinden sonra yaşadığı en büyük bir felâkettir. Aile o gün Veysel
Karani mesiresine gitmiştir. Çarşının yandığını duyunca hemen eve dönerler. Çok
şükür ev yanmamıştır. Ama kaderlerinde başka bir yangın daha vardır. Bir yıl
sonra 1959 yılında Dağıstan Çarşısından çıkan yangında evleri yanar. Bu yangın
ile birlikte aile birliği çözülür. 1960 yılında annesiyle babası ayrılır.
Ablası Adalet Hanım evlenip gurbete gitmiştir. Nevzat Çalıkuşu ve ablası Vicdan
Hanım, anneleriyle birlikte Kurtuluş Caddesi 23 numarada yaşayan anneanneleri
Fehime Hanımın evine taşınır.
İlkokul
Nevzat Çalıkuşu 1961 yılında Şerif Artış İlkokulu’nda
eğitime başlar. Okul ve mahalle arkadaşlarını çok sever. Okulda en yakın
arkadaşları Osman Yaylalıoğlu, Vedat Karalar, İrfan Akşar ve Şaban Saygın’dır.
Zaten okul arkadaşları aynı zamanda mahalle arkadaşlarıdır. Daha ilkokul
öğrencisiyken şiir yazmaya başlar. Edebiyatı ve Matematik derslerini bir başka
sever. Güzel anıları geride bırakarak 1966 yılında mezun olur.
Kitap Okuma
Dükkânı
1964 ve 65 yıllarında geleceğini şekillerinden bir işte
çalışır: Kitapçılık. Mahalledeki ağabeylerinden Ziraat Bankası Veznedarı
Mustafa Onat’ın oğlu Osman Onat mahallede kitapçı dükkânı açar. Osman Onat ilgi
çekici biridir. Çelebi Mehmet Ortaokulu’nu bitirdikten sonra İngilizceyi
kimseden yardım almadan kendi kendine öğrenir. Antikaya ilgi duyduğu için hurda
arabası ile antika toplar. Altın piyasasını takip eder. Ancak sara hastasıdır.
Kriz geldiğinde titremeye başlar. O yıllarda sara hastalığı bilinmediği için
çevredekiler kendisine deli muamelesi yaparak “Mazhar Osman” lâkabını takar.
Farklı olmasına farklı biridir. Aslında çok zekidir, akıllıdır. Bir gün
Kurtuluş Caddesi’nde Şıkbasan ailesine ait evin altındaki dükkânı kiralar.
Amacı kitap okuma dükkânı açmaktır. Osman Onat resimli romanların her türlüsünü
ciltler halinde raflara yerleştirir. Okur gelince üşümesin diye gaz sobası
koyar. Sandalyeler çoktan hazırlanmıştır. Fiyat tarifesini belirler. Bir cildi
okumanın bedeli 25 kuruştur.
Nevzat Çalıkuşu burada o kadar çok çizgi roman okur ki
parası yetmemeye başlar. Çözüm yolunu da bulur; Osman Onat’ın çırağı olmak.
Böylece çizgi roman okurken para verme derdinden kurtulur.
Ortaokul
1966 yılında Çelebi Mehmet Ortaokulu’nda eğitime
başlamasıyla birlikte mahallenin dışına çıkar. Ortaokul yıllarında şiirin
dışında yeni bir sanat alanıyla tanışır; Sinema. 1959 yılında, daha dört
yaşındayken annesi kadınlar matinesinde Saray Sineması’na götürür. İlk
seyrettiği filmi hiç unutmaz: Kaderin
Önüne Geçilmez. Seyrettiği ikinci film ise yine aynı yıla aittir. Yazlık
Sümer Sineması’nda. Üzerinden uzun yıllar geçtiği için adını hatırlayamaz.
Çelebi Mehmet Ortaokulu’nun İpekçilik Caddesi
tarafındaki kapıdan girince ana binanın ikinci katında, üst bahçeye açılan
koridorun ortasındaki 1-İ şubesinde eğitime başlar. Daha sonra 2-F ve 3-E
şubelerinde okur. Türkçe öğretmeni Muzaffer Alper, Nevzat Çalıkuşu’nun hayatını
etkileyen kişilerden biridir. Meselâ Muzaffer Alper sınıfa girdiği zaman Yazar
Ahmet Kutsi Tecer’in ölüm yıldönümünde saygı duruşu yaptırır. Ardından İstiklâl
Marşı’nın bir mısra okuyup devamının öğrencilerden gelmesini bekler. Bu ortam
onun edebiyata daha çok ilgi göstermesine neden olur.
Orta ikinci sınıfta gazete çıkarmaya başlar.
Gazetesine “Işık” adını koyar. Sınıf arkadaşlarından üçü abone olur. Çizgisiz
defteri ikiye katlayıp 24 sayfalık gazete haline getirir. Üç nüshayı yazar.
Basılır diyemiyorum. Çünkü her şeyi elle yazar. Röportaj bile yapar. Tevfik
Fikret, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı tanıtır. Çabası Türkçe öğretmeni Muzaffer
Alper’in dikkatini çeker. Nevzat Çalıkuşu’yu müdüre götürüp “Benim talebem gazete çıkarıyor” der.
Müdür Ziya Ünsel kendi yazdığı Çılgın
Doruklar gezi kitabını ve Türk Yurdu
dergisini hediye eder. Dergide “Türk Sineması” başlığı altında yayınlanmış
sinema yazısını okur. O yıllarda Türk Sinemasının meseleleri tartışılır. Kendi
kendine “Türk Sineması diye bir şey
varmış. Bunun da meselesi varmış” der. Bu yazı nedeniyle artık filmleri hoş
vakit geçirmek için değil, tenkid etmek için izlemeye başlar. Gazetesinin ömrü
kısa sürer. Beş sayı çıktıktan sonra kapanır. 1969 yılında ortaokuldan mezun
olur.
Lise
Aynı yıl Yıldırım Bayezid Lisesi’nde okumaya başlar.
Tâ ilkokuldan beri şiir yazan Çalıkuşu “Çağrışım”
isimli ilk şiir kitabını 1973 yılında okul arkadaşı Mustafa Kemal Koloğlu
ile beraber çıkarır. 1975 yılında liseden mezun olur. Aynı yıl kendi adıyla
çıkardığı ilk şiir kitabını yayınlar: “Soluk”.
Bu şiir kitabının en önemli özelliği eğitim sistemini eleştirmesidir. Okul anılarını hicivli bir dille
şiirleştirir.
Kitapçılık
1965-74 yılları arasında Pazar günleri Tuz Pazarı’nda
(Pazar yerine yakın) kendi namına kitap sergisi açar. Yavaş yavaş mesleğini
seçmeye başlamıştır. 1974 yılında İmam Hatip Lisesi öğrencisi Necdet Çubuk ile
beraber Fetih Kitabevi’ni açması hayatında önemli bir dönüm noktası olur.
Kitabevinin ilk yeri lisenin giriş kapısının karşısıdır. On metrekarelik küçük
bir dükkândır. Daha sonra parkın köşesine taşınır. Bir yıl sonra tiyatroda
oynamak için kitabevinden ayrılır. 1975 yılında Kurtuluş Caddesi üzerinde
öğretmen Hüseyin Kurt ile Ülkü Kitabevi’ni açar. İki yıl sonra kitabevinden
ayrılır. Hüseyin Kurt kitabevini 1985 yılına kadar devam ettirir. Emekli olunca
İzmir’e yerleşir.
Tiyatro
O yıllarda Bursa’da tiyatroya emek veren bir avuç genç
vardır. Şiiri ve sinemayı her daim çok seven Nevzat Çalıkuşu da gençlerin
arasındadır. Okuldaki birkaç derste sıkıntısı olsa da tiyatrodan uzak duramaz.
1973-1974 eğitim yılında Yıldırım Bayazıt Lisesi Tiyatro Kolunun sahnelediği Hava Parası oyununda rol alır. 1974
yılında Barış Sanat Topluluğu’nun kuruluşunda yer alır. Birçok genç bir araya
gelir ancak oyun sahneleyemeden topluluk dağılır. Aynı yıl Yıldırım Oyuncuları
olarak Ömer Seyfettin’in yazdığı Mahcupluk
İmtihanı öyküsünü oyun haline getirirler. Toplulukta dile getirilen “yönetmen olmasın, herkes kendisini
yönetsin” anlayışına kızarak Erdal Çolak ile birlikte ayrılır. Aynı yıl Selâmi Üney ile birlikte Yeni
Nilüfer Deney Sahnesi’ni kurar, ama oyun sahneleyemezler. Bu girişim bir başka
oluşumun doğmasına neden olur: Yeni
Nilüfer dergisi.
Yeni Nilüfer
Dergisi
1975-1976 yıllarında 12 sayı çıkan Yeni Nilüfer
dergisi, dönemi ve sonraki yıllar için çok önemlidir. Edebiyat dergileri şiir
ağırlıklı yayınlanırken, dergide tiyatro ve sinema ön plânda yer alır. Bu
haliyle diğer dergilerden farklılaşır. Aboneler dahil 500 adet satılır.
Edebiyat dergileri genellikle birkaç kişinin kendi
cebinden verdiği üç beş lira ile kurulur. Yeni
Nilüfer dergisi Nevzat Çalıkuşu’nun anneannesinin verdiği kefen parasıyla
kurulur. Selâmi Üney düşünsel olarak destek verir. Babaannesinden aldığı kefen parasıyla dergi
çıkartır çıkarmasına, peki devamı nasıl gelecek? Derginin aboneleri vardır, ama
abonelerden gelen para masrafları karşılamaz. 1975 yılında kitapçılığı bir
süreliğine bırakıp Kız Lisesi’nin karşısında akrabasının açtığı Sementa adındaki sandviççide çalışır
(Şimdi kırtasiyenin olduğu yer). Kazandığı parayı derginin masrafları için
harcar. Derginin dışında Yeni Nilüfer
Dergisi Yayınları adıyla yayınevi kurar. Daha sonra adını değiştirip Sanat Kitabevi Yayınları olarak da devam
ettirir.
Eleştirmen
Bursa’da 1974-1976 yılları arasında Bursa’nın Sesi gazetesinde ve Yeni Nilüfer dergisinde sinema ve
tiyatro yazıları kaleme alır. Bir gün Bursa
Ekspres gazetesinin kurucusu ve İstanbul’da yayınlanan Millet gazetesinin başyazarı İsmail Gerçeksöz Ülkü Kitabevi’ne
gelir. Nevzat Çalıkuşu’na Millet gazetesinde
günlük sanat yazıları yazma teklifi yapar. Büyük bir sevinçle kabul eder.
Köşenin başlığı Sanat Otağı olarak
belirlenir. Resmi Babıali ressamına çizdirilir. İsmail Gerçeksöz“Nevzat ben buraya 40 yılda geldim. Köşenin
kıymetini bil” der. Gazetede tiyatro ve sinema eleştiri, kitap tanıtımı,
televizyon programları üzerine denemeler yazar.
Yeni Nilüfer dergisinde şiirleri de yayımlanan
Mehtap Ügümü ile 1976 yılında nişanlanır. Okudukları kitaplardan ve
seyrettikleri film ve tiyatro oyunlarından bahsederek mektuplaşırlar. Bu mutlu
birliktelik 1977 yılında evlilik ile sonuçlanır. Evlenince Bursa’ya dönmek zorunda kalır. Bir
süre gazeteye mektupla yazı gönderir. 1977 yılında sinema yazılarını
kitaplaştırır. 1978’de oğlu Tuğtekin doğar.
Askerlik
1978 yılında askere gider. Acemiliği Ankara Mamak
Muharebe Çavuş Talimgâh’ta, ustalığı Kayseri Muharebe Destek Bölüğünde çavuş
olarak yapar. Askerliğini yaparken Kayseri’de yayımlanan Ozanca, Hâkimiyet Sanat, Erciyes dergilerine yazı yazmaya devam
eder. Kayserili yazarlar ziyaretine gelir. O Kayseri dergilerinde şiir ve
yazılar yayımlar. Sözgelimi “Küçük Dergi”ye
askerlik sırasında seyrettiği Ömer
Kavur’un yönettiği “Yatık Emine”
filmi hakkında eleştiri yazar. “Erciyes’te Uludağ’lı Asker” adlı çok sevilen
şiirini de bu devrede yazar ve yayımlar.1980 yılında askerden döner.
Selâmi Üney
Nevzat Çalıkuşu’na Selâmi Üney’i anlatmasını
istediğimde ilk sözü: “Bu can bu yürek
ihaneti bilmedi” oldu. Sonra sözlerine şöyle devam etti: “İnsan olarak birbirimizi çok sevdik. İkimiz
de halk çocuğuyuz. Selâmi ağabey sessiz, sakin ve her şeyden önemlisi insancıl
biriydi. Bir ara Selâmi ağabeyi haksız yere komünist diye damgalamışlar. Ankara’ya, İstanbul’a gitmiş. Her şeyi
görmüş, yaşamış. Bir gün Bursa’ya dönmüş. Kendi mahallesinden biriyle evlenmiş.
Devlet işine girmiş. Ülkeye ve tiyatroya olan sevdasını tanımlayacak söz
bulamıyorum.”
Selâmi Üney;
Yol-Su-Elektirk idaresinde memurdur. 1960’lı yıllarda tiyatroya sevdalanmış bu
yolda gençliğini heba etmiştir. 1975 yılında “Kent Ölgünü” kitabı yayımlanmıştır. Nevzat Çalıkuşu da şiire gönül
verdiği için kitaptan haberi olur. Kitabın içinde yazan adrese “Soluk” şiir kitabını gönderir. Selâmi
Üney de mukabil olarak o zaman Çalıkuşu’nun çalıştığı Fetih Kitabevi’ne gelerek
kendi kitabını hediye eder. Böylece 1987 yılında Selâmi Üney’in vefatına kadar
süren dostluk başlar.
Yeniden
Kitapçılık
Askerden döndükten sonra İstanbul’da kitabevi açmak
ister. Ancak dükkân kiraları yüksek olduğu için bu düşüncesini
gerçekleştiremez. 1980 yılının Mart ayında Bursa’ya dönüp Kurtuluş Caddesi’nde
Tuğ Kitabevi’ni açar. Yıllar öncesinde Nevzat Çalıkuşu’na kitapçılık yolunu
açan Osman Onat “Hayırlı olsun” diyerek
Çalıkuşu’na bir sandık dolusu kitap hediye eder.
4 Nisan 1980’de şair ve yazar ağabeyi İsmail Gerçeksöz
öldürülür. Bu olay Nevzat Çalıkuşu için gerçek bir yıkımdır. 12 Eylül 1980
askerin siyasete müdahalesinden sonra kitabevinin adını Sanat Kitabevi olarak
değiştirir.[1] 1983
yılında kızı Eser doğar. Mutluluğuna diyecek yoktur. 1985 yılında Yeşil
Türbesi’nin arka tarafındaki tünel daha yapılmamıştır. Bugün Emir Sultan’a
doğru giderken tünelden çıkışta sağ taraftaki yere kitabevini taşır. 1992
yılında karşı tarafta sıra dükkânların birine geçer.
Hem Tuğ hem de Sanat Kitabevi’nde fikir ve
kültür-sanat kitapları satar. Fetih, Ülkü ve Tuğ Kitabevlerinde dergi
satılırken, Sanat Kitabevi’nde derginin haricinde gazete de satılır. Adı geçen
iki kitabevinde, Eğitim Enstitüsü başta olmak üzere üniversiteden öğrenciler,
hocalar, şairler, oyuncu ve yönetmenler gelir. Şair, oyuncu ve yönetmen Selâmi
Üney, şair Mehmet Kuru, Prof. Dr. Mehmet Palamut, Prof. Dr. İbrahim Kanyılmaz,
Prof. Dr. İzzet Er, Prof. Dr. Mustafa Kara, şair-yazar İhsan Deniz, şair-yazar
Yasin Doğru, şair-yazar Ali Akmanlar, öğretmen-yazar Özgen Keskin, ressam Mazlum Ümit, ressam-yazar Hüseyin
Şirvan, şair ve dokuma ustası İbrahim Ünal Taşkın, şair Metin Güven, şair Bahri
Çokkardeş, şair Murat Aydınlılar, şair Yücel Ulu, şair Turgut Çelik, eleştirmen
Ramis Dara, şair Yücel İpek, şairİsmail Ali Sarar, gazeteci Niyazi Menteş,
gazeteci-yazar Yılmaz Akkılıç, öğretmen ve yazar Beşir Ayvazoğlu, şair-yazar
Metin Önal Mengüşoğlu, gazeteci Mahmut Toprak ve Mustafa Okur, Prof. Dr. İhsan
Sezal, Prof. Dr. Veysel Bozkurt (o zaman öğrenci) ve şair Cengizhan Orakçı (o
zaman öğrenci) müdavimlerdir. İki kitabevinde kırtasiye malzemesi satılır.
Sanat Kitabevi’nde her dilde Türkiye’yi tanıtan turistik kitaplar ve eşyalar da
bulunur. Üç dönem Bursa Muhtelif Esnaflar Odası başkanlığı, bir dönem belediye
meclisi üyeliği yapar. Bu uğraşlar içinde Nevzat Çalıkuşu edebiyat ve sanat
dünyasından hiç kopmaz. Birçok dergiye ve kitaba makale yazar. 1996 ile 2000
yılları arasında İhsan Deniz ile birlikte İpek
Dili dergisini periyodik olmamakla birlikte 13 sayı yayımlar. 2014 yılında
emekli olur. Aynı yıl kitabevini kapatır.
[1] Nevzat Çalıkuşu, Sanat Kitabevi
yıllarını ayrıntılı olarak anlatmıştır. Bursa
Günlüğü, (Aralık 2019).