Şair ve yazar. 3 Aralık 1964, Kayseri doğumlu. İlköğrenimini Bilecik’te,
liseyi Erzincan’da bitirdi. 1995 yılında Anadolu Üniversitesi İktisat
Fakültesinden mezun oldu. 1997-2008 arası özel bir araştırma
şirketinin Kayseri temsilciliğini yürüttü.
Anadolu İlim ve Edebiyat Eseri
Sahipleri Meslek Birliği Yönetim Kurulu’nda ve Türkiye Yazarlar Birliği Kayseri
Şubesi Yönetim Kurulu’nda ikişer dönem görev yaptı. Kayseri Enstitüsü
Derneğinin kurucu üyelerindendir. Evli ve iki çocuk annesidir.
Şiir ve denemeleri Akpınar, Bayatî, Berceste, Bizim Ece, Çemen,
Dikili Ekin, Erciyes, Fidayda, Gonca, Güllük, Gün Doğumu Kültür-Sanat, Güncel
Sanat, İdakörfez Fanzin, İklim, İslami Edebiyat, Kayseri Kültür Ocağı, Kültür
Çağlayanı, Kümbet Altında, Mavi Sürgün, Okumaca, Ortanca, Sakızağacı, Şiir
Vakti, Somuncu Baba, Sükût, Vezin, Yedi İklim ve Yeniden Diriliş dergilerinde yayımlandı. Katıldığı birçok şiir
yarışmasında ödüller aldı.
2009 yılından itibaren Kayseri Hakimiyet gazetesinde “Duygu
Yansımaları” isimli köşe yazılarına Kayseri Gündem Gazetesi’nde devam etti.
ESERLERİ:
Şiir: Naz Çiçeğim (2002),
Bir Günde Dört Mevsim (2006), Süveyda (2009).
Derleme: İncesu’dan Sesleniş
(2006, Mehmet Sarı ile ortak çalışma), Üşüyorum
- Şiir Güldestesi (2010 ), Göç
Hikayeleri (2013).
Çocuk Kitapları: Anne
Peygamber Nerede (2011), Anne
Seccadem Nerede (2011).
Deneme: Sızı (2012), Eserlerden Esintiler (2015).
Araştırma: İstasyon Mahallesi
Demiryolunda Zaman Yolculuğu (2014).
Roman: Siyah Elmas -Hz. Bilâl (2012, 2014) Aşkta Kaderim Sensin (2016).
KAYNAKÇA: Nurkal Kumsuz / Bu Şehrin Işıkları (2006), İhsan
Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2. bas., 2009), Sergül Vural, bilgi teyidi (11.10.2017).
CÂNRÜBÂ
Sergül
VURAL
Hasretin kuyusunda, vuslatına merhaba
Bakma sen güldüğüme çok özledim Cânrübâ
İliklerimde özlem, yüreğimde hıçkırık
Yanağımda açılan tebessümlerim kırık
Vuruldum ki sevdâya mızraksız ve kurşunsuz
Yalın ayak yüreğim hem mutsuz hem sükûnsuz
Sensin hayat kaynağım, sensin umut kandilim
Gözemde aşk odu var, sen ezeli sevgilim
Gönül sazendesiyim güftem sensin bestem sen
Ne gördüm ne de bildim senden güzel bir
ahsen
Cânrübâ, gönül sızım, hiç dinmeyen niyazım
Adınla ses veriyor, inliyor gönül sazım
Nağmelerim coştukça notalarım hep sus/ta,
Gel ki çığlık çığlığa duygularım mahpusta
Sen ey gönül mihverim, sen ey geceme
mehtap!
Güneşin mihrakında dayandığım tek mihrap!
Sermest olan gönlümle döndükçe dönüyorum.
Ebedi ateşinde sanma ki sönüyorum!
Ömrün seyrüseferi yürürken adım adım,
Bir Gün elbet adınla anılacaktır adım
Kınalı ellerimde güneş doğar, gün batar
Bir uhde ki Cânrübâ, Kızıl Deniz’i yakar
Bir sabah gözlerime çekilir kara sürme
O vakit ağarınca, beni dünyaya verme
Ufkumun derununda özümdür yol gösteren
Şu koskoca dünyayı ne büyüktür döndüren
Karanlığın içinde daldım maviliğine
Kemiğimden sıyrılıp tutundum iliğine
Gecem kâbus, günüm pus, akşamımı hiç sorma,
Gel de darağacında duran gönlümü yorma,
Çıkar beni Cânrübâ kayboldum bu dünyada
Boğulmak üzereyim düştüğüm heyulada.
Kızılca bir şafakta çığlık çığlığa sürur
Daldığım ufuklarda senin hayalin durur
Sen varsın nefesimde, bu titreyen sesimde
İnce bir yakarıştır nazım da sitemim de
Cânrübâ, alın yazım, ılık-naif meltemim
Seninle bahtiyarım sensizliktir matemim
Tacım aşktır, ferim Sen, Fâni kalacak adım
Gönül sultanlığında kalmaktır tek muradım.
Aşk içirdin gönlüme bir sâki edasıyla
Uyudum ninni diye, muhabbet sedasıyla
Testilerce bâdeyi yudumladım, doymadım
Öyle sermest oldum ki dünyayı da duymadım
Ne Züleyhâ ne Leylâ tanımlamaz ki beni
Bana dokunan gözler bende görmeli seni
Efsunlu gülüşüne hasret kaldım Cânrübâ,
Bitmedi ki sözlerim yarım kaldım Cânrübâ…
SERGÜL VURAL
09.05.2014
Saat: 00:35
Berceste Aylık Kültür Sanat Edebiyat
Dergisi, Cânrübâ, Yıl:13, Sayı 154, Temmuz-Ağustos 2015, sayfa: 30
SONSUZLUK
MÜDERRİSİ
Sergül
VURAL
Yoktur iki cihanda ne emsali ne eşi,
Nurlu yüzün gönlümün hiç batmayan güneşi.
Avuçların ebeden bâde sunan sâkidir,
Bir avuç sudur özün ve aklın idrakidir.
Ne saatler yetişir ne günler ne de aylar,
Yanında rahvanlaşır dizi dizi saraylar.
Öyle bir telaş ki bu baştan sona heyelan,
Toprağın sinesinde senden başkası yalan.
Canım kurbandır sana nefsim zarar etse de,
Kalbin aklı bâkidir akıl firar etse de.
Ne varlık ne de yokluk tat vermez hiçlik
kadar,
Susuz kaldım Sevgili, nazar et azar azar.
Teslim aldı uykular gecelerimi eyvah!
Doğ ki gönül ufkumda uyansın sonsuz sabah.
Şafak vakti ömrümün kızıllaşan düğünü,
Verilsin ellerinden gönlümün son öğünü.
Sabır kuyularında bambaşkaymış derinlik,
Ufuklar başka âlem ve başkaca enginlik.
Ey gönül ikliminin en nihâi adresi!
Sensin câhil gönlümün Sonsuzluk Müderrisi.
Göğün kanatlarını gel de çek üzerime
Aynasıyım ruhunun, sırlar ek üzerime
Mesafeler bir adım denizler bir karıştır,
Vuslata haykırışım gönülden yakarıştır.
(Berceste Aylık Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, Sonsuzluk
Müderrisi, Yıl: 13 Sayı: 149, Kasım 2014 sayfa: 32)
Sergül VURAL
SÜVEYDA
Sergül
VURAL
Kalbimdeki basîret ve olgunluk beneğim,
Ne olursun, tut beni, tut belimden süveyda.
Sen gözümün bebeği, sen ki sevda meleğim,
Dehlizlere düşmeden tut elimden süveyda.
Şu kararan kalbimin kardan beyaz noktası,
Kim demiş kara diye, sen ki sevda ustası?
Sana kara diyenin mürekkebi, hokkası,
Dökülmesin üstüme, tut kolumdan süveyda.
Mehtabın yansıması, kara değil ak yüzlüm,
Nasıl ısıttın, nasıl, güneşe hasret özlüm?
Yakıyorsun gönlümü kömürden kara gözlüm,
Sönmesin bu yangınım, tut selimden süveyda.
Gönül pâyitahtıma vekil kıldım seni ben,
İster yaşat sevdanla, öldür beni istersen,
Yeter ki hiç dokunma ateş oluyor bu ten,
Yüzüyorum alevde, tut salımdan süveyda.
Uykuyla uyanıklık arasında bir yerde,
Sıkışıp kalmaktayım nedense her seferde,
Kurtarmak için beni, haydi haykır “yeter”
de!
Baharlarım kaçıyor, tut dalımdan süveyda.
Mısralarım tutuklu dudaklarım kilitli,
Açılmayan kapılar açılmaya niyetli,
Anahtarım sendedir, bu can sana akitli,
Dökülsün gönül sesim, tut dilimden süveyda.
Geçti rahvan saatler tutamadım dünümü,
Bırakma tuzaklara, set ol da kes önümü,
Yardım et ne olursun kurtarayım günümü,
Esiyorum gün be gün, tut yelimden süveyda.
Sergül Vural
KİTAPLARI HAKKINDA
YAZILANLAR
NAZ
ÇİÇEĞİM VE SERGÜL VURAL’IN
ŞİİRİ ÜZERİNE
Şiirin
genel tarihinde kadın şairler nicelik bakımından ciddi bir azınlığı oluştuyor.
Daima şiirlere ilham verdikleri halde şiiri yazan olarak düşünüldüklerinde
neredeyse şair kalabalığının içerisinde parmakla sayılacak kadar az kadın şair
vardır dese yeri. Duygu dünyası bakımından daha ince, daha duyarlı olduklarını
zannettiğimiz, belki de kendileri de öyle olduklarını bildikleri ve iddia ettikleri
halde neden şiirden çoğu zaman uzaktadırlar buna anlam vermek de güç doğrusu.
Ama yine de aralarından her devirde şairliğe gönül veren kadınlar da çıkmıştır.
Türk
Edebiyatı da kadın şairler bakımından hemen hemen dünya şiiriyle aynı
paraleldedir. Divan geleneğinde olsun, halk geleneğinde olsun kadın şair sayısı
iki elin parmağını geçip geçmemekte tereddüttedir. Gerçi sosyal koşullar
nedeniyle çoğunlukla adları anılmadığı, anonim başlığı altında
değerlendirildiği düşünülürse, belki de sandığımız kadar az olmadıklarını da
söyleyebiliriz. Öte yandan, feminizm gibi kadının toplum içindeki sosyal,
ekonomik, siyasi bakımlardan maruz kaldığı yok saymaları aşmaya çalışan
toplumsal hareketlerin de yaşandığı modern hayatta da, kadın şairlerin sayısı
erkeklere kıyaslandığında yeterli niceliğe ulaşamıyor. Belki bir uğraş olarak
şiire gönül indirmeye yeltenmedikleri içindir.
Kayseri’nin
edebiyat ortamında, bir kadın şair olmak nasıl bir şeydir. Anlamam elbette
imkansız. Fakat bir miktar fikir sahibi olmak için gereken gözlemlere de
çeşitli vesilelerle sahip oldum. Sözünü ettiğim vesilelerden biri de, vaktiyle
Anasam ve dağıldıktan sonra bu çevreden insanların birlikteliklerine olan
tanıklığımdır.
Sergül
Vural ve şiirleriyle, Anasam camiası içerisinde önce, Naz Çiçeğim adlı
kitabıyla, sonra Kon Kafe, Kültür Kafe ve nihayet Büyükşehir Belediyesi’nde
Cuma akşamları düzenlenen şiir etkinliklerinde tanıştım. Sergül Vural,
yıllardır bir kadın şair olarak, Kayseri’nin şiir atmosferinde hem kendine bir
yer arıyor, hem de diğer kadın şairler için bir yer aralamaya çabalıyor. Bunu
biliyorum.
Eğri
oturup doğru konuşmakta fayda var. Kadın şairler genellikle objektif
eleştiriden nasiplenemezler. Çünkü etraflarında birileri muhakkak onları teşvik
etmek, belki incitmemek veya sırf konuşacak bir şeyler söylemiş olmak için
onların şiirlerine övgüler dizerler. Bu durum elbette centilmenlik sayılabilir.
Ama öte yandan objektif eleştirilerden yoksun kalmak birçok kadın şair için
gözlerinin bağlanması, şiirlerinde gelişmeye yol açacak yol göstericilikten de
mahrum kalması anlamına gelecektir. Ben bu yazıda centilmenliği elden
bırakmadan, incitmeden, şairi şiir ve eleştiriden soğutmadan eleştirinin
görevini yerine getirmeye çalışacağım.
Bir
Günde Dört Mevsim, Sergül Vural’ın ikinci şiir kitabı. Kitabını üç bölüme
ayırarak seksenbeş kadar şiiri bir araya getirmiş. Birinci bölümde hece ölçülü,
ikinci bölümde serbest, üçüncü bölümde ise sone çalışmalarını yayımlamış.
Kitaptaki
şiir çeşitlemesine bakarak ilk elde şunu söylemek mümkün… Şair henüz kendi
şiirinde nerede duracağına tam olarak karar vermiş olmasa gerek. Hece, serbest
veya sone. Aslında bu üç farklı şiir tekniğinin hepsinde de ürün verebildiğini
de göstermek istemiş olabilir. Fakat edebiyatın genel müeyyideleri dikkate
alındığında bu çeşitlilik bir kararsızlığın göstergesi sayılabilir daha çok.
Bir şair elbette farklı arayışlara girecektir. Farklı teknikler deneyecektir.
Fakat genellikle bu arayışların her biri farklı kitaplarda bir araya geldiğinde
şairin çok yönlülüğü dikkate değer bulunacaktır.
Hece
vezniyle yazdığı şiirler konusunda herhangi bir yorum yapmaktan özellikle
kaçınmayı tercih ediyorum. Her ne kadar herkes kadar fikir sahibi olsam da
konunun uzmanları farklıdır. Onların söyleyecekleri şair açısından daha yol
gösterici olacaktır. Sonelerini de aynı gerekçelerle bir kenara bırakıyorum.
Serbest
vezinle yazılan şiirlere gelince. Sergül Vural’ın dahil olduğu edebiyat
topluluğu içerisinde serbest şiir, bazen açıkça dile getirilmese bile
genellikle şiirden sayılmayan bir tekniktir. Bunun sebepleri üzerinde ayrıca
durulabilir. Ama iki temel nedenle serbest şiir bu topluluktan kopuktur.
Birincisi serbest şiirin, Türk Şiir geleneğiyle ters düşmesi, ikincisi de
serbest şiir tekniklerinin bu topluluk içerisinde ne yazık ki neredeyse hiç bilinmemesidir.
Durum böyle olduğundan, çokları tarafından serbest vezin, herhangi bir bilgi ve
birikim gerektirmeyen, hiç bir kurala tabi olmadan rastgele kelimeleri alt alta
yazarak elde edilebilen bir şiir sanılmaktadır. Belki serbest şiirin şiirden
sayılmamasının sebeplerinden biri de çok kolay ve basit görünmesidir. Zaten
serbest şiirdeki asıl zorluğun, onunla iletişim kurmadaki esas engelin tam da
bu kolay görünmeden kaynaklandığını burada belirtmekte yarar var.
Sergül
Vural gibi, bu atmosfer içerisinde serbest şiir yazmayı deneyen şairlerin
karşısına çıkan problemlerden en önemlisi, serbest vezin hakkında yol
göstericilik yapabilecek birilerinin olmamasıdır. Zaten Sergül Vural’ın serbest
şiir örneklerinde görülen aksaklık ve eksiklikler bu iki kaynaktan beslenir.
Örnekleri tartışacak kimse olmaması, özgün, gerçek örneklerin hangi şairlerce
yazıldığının bile doğru dürüst bilinememesi ya da bilinen isimlerin göz ardı
edilmesi...
Yazdığı
önsözden anladığımıza göre şair, şiir işçiliğinin farkında ve önem veriyor.
Geriye yalnızca serbest şiirdeki işçiliğin nasıl olması gerektiğini bilmek,
gereken işçiliği yapmak kalıyor.
Sergül
Vural’ın serbest şiirlerinde daha çok Garip dönemi şiirini andıran sade ve
basit söyleyişler dikkat çekiyor. Kısa dizelerle kurduğu bu şiirlerde dize
açısından söz konusu olan sözcük tasarrufu şiirin geneli için söylenemez. Oysa
aynı tasarruf, eksiltme, arındırma şiirin geneline uygulandığında çok farklı
sonuçlara ulaşabileceğini hatırlatmakta fayda var.
Sergül
Vural’ın şiirdeki izleği daha çok aşk sevgi üzerine yoğunlaşıyor. Bunun
ardından, gündelik hayatında, etrafında karşılaştığı kadın sorunlarına da
değindiği görülüyor yer yer. Özlemler, ölümler, insani problemleri de dile
getiriyor. Fakat bu eğilişlerde herhangi bir şekilde feminizm veya diğer
herhangi bir ideolojiyi devreye sokmamaya özen gösteriyor. Sözünü ettiğim
tamamen bireysel bir hümanizm. Bunlardan başka kimi yerlerde şair fizik ötesi
hislerini de şiirine dahil ediyor. Bunlardaki dozajın şiiri rahatsız edecek
seviyelerde olmayışı Vural’ın şiirinde artı hanesine eklenecek bir diğer
özellik olarak zikredilebilir.
Sergül
Vural şiirinde ilginç olan şu ki, en kayda değer mısralara sone tarzında
yazdığı şiirlerle karşılaşıyoruz. Sözgelimi “Evrenin ruhu gibi bir aşkın
esiriyim” (s. 80), “Doğru söze ne denir yutkunurum sessizce” (s. 85),
“Varlığımız hiç olur yüreğimiz korkuluk”(s. 87) gibi dizeler bunlar. Şairlik
kumaşının izi sürülürken kuşkusuz okuru etkileyen mısralara bakılacaktır ilkin.
İşte bu tür mısralara bakarak Sergül Vural’ın şiirde ilerleyen zamanlarda daha
farklı, daha özgün dizeler üretebileceğinin ipuçlarını görebiliriz.
Birçok
şair, üstelik çok ünlü bir çok şair ilk kitabını anmak bile istemez. Sonradan
ilk kitabını inkâr edenlerin sayısı hiç de az değildir. Bunu neden söylüyorum.
Yıllar geçtikçe insan değişiyor ve gelişiyor. Yıllar evvel bilerek veya
bilmeyerek sarf ettiği sözlerle değerlendirilmek istemiyor kimse. Buna rağmen
bu tür bir durumla karşılaşmadan da bir yerlere gelinemiyor anlaşılan. İki
kitap yolun başı demek. Umuyor ve diliyorum ki, Sergül Vural öyle bir yol kat
eder ki, dönüp baktığında yıllar önce böyle şeyler de yazmışım diyeceği bir
noktaya ulaşır. Kaldı ki, Bir Günde Dört Mevsim, Sergül Vural’ın bundan sonra
yazacağı şiirin önemli bir basamağı olacaktır.
Sadık M. Alkım
2008
Erciyes
kadar efsunkâr ve başı dik, bakışları ile ruhunu ayna gibi yansıtan bir şair
tanıdım Nevşehir şiir etkinliğinde Göreme' de... Bir anda sanki yıllardır
birbirini tanıyan dostlar, kardeşler gibi sardı sarmaladı ruhlarımız ve Sergül
Vural ismi 2007 den beri hep gündemimde olmuştur. Zaman ilerledikçe Sergül
Vural'ı takip ettim ve daha yakından, şiirleriyle tanıma, muhterem eşleriyle de
tanışma imkânını buldum.
1964' de
Kayseri' de dünyaya gelen Sergül Vural, İlköğretimi Bilecik' te Liseyi
Erzincan' da bitirmiş. 1984' de evlenerek Kayseri' ye yerleşmiş. 1995' de
Anadolu üniversitesi İktisat Fakültesi lisans bölümünden mezun olmuş. Kayseri'
de bir zamanların en güzide edebiyat Meslek birliği olan Anasam' da da görev
yapmış.
"Naz
Çiçeği" o'nun ilk şiir kitabının adı… Kayseri Geçit yayınları arasında
yayınlanan Naz Çiçeği, 80 sayfadan ibaret bir kitap.
Şair, bu ilk
kitabında hece ve serbest vezinli şiirlerinden örnekler sunmaya çalışmış. Elbette
ki, Sergül Vural şairimiz, özellikle kutsal topraklara Hac görevine gidip
geldikten sonra, bu kitapın içindeki şiirlerin çok çok fevkinde, çok ileri
noktalarda şiirler kaleme almıştır. Hem de birbirinden şahane şiirler. Bu ilk
kitap, ilk naz çiçeği...
Sergül
Vural'ın edebi çizgisinin özellikle "hece" şiirinde ileri noktalara
ulaşacağını gayet iyi biliyorum.
Naz Çiçeğim'
de şair, aşkın, sevdanın şairi olduğunu mısralarıyla dediği gibi anlatmaya
çalışmış. Kitabın önsözünde dediği gibi "mutlulukla gözyaşını dizdize
hisseden" bir şair o...
Evet;
"Ben hiç şair olmadım /olamadım diyen Sergül Vural, gani gönüllü, hoşça
bakışlı ve Yunus anlayışlı bir şairimizdir. Bu ilk “naz çiçeği" nde şiir
serüvenine başlangıç yıllarındaki çaışmalarını almış. Bu bakımdan, şairin
bugünkü şiirleriyle mukayese ettiğimizde, Sergül Vural' ın kaydettiği müthiş
ilerlemenin farkına varmaktayız.
İncesu
eşrafından, Pabuççuların Mükremin Çavuş'un torunu olan Sergül Vural'a
başarılarının daim olması dileğimle Erciyes kadar yüce selam ve saygılarımı
sunuyorum...
Mustafa CEYLAN
21 Aralık 2009
“SÜVEYDA”
Süveyda,
şair Sergül Vural Hanım’ın üçüncü şiir kitabıdır. Sergül Vural’ın 2002 yılında
Naz Çiçeğim,2006 yılında da Bir Günde Dört Mevsim başlıklı şiir kitapları
yayınlandı. Ayrıca birçok yayın organında adını ve şiirlerini gördüğümüz
Vural’ın İncesu’dan Sesleniş isimli ortak bir antolojisinin (2006 yılında)
İncesu Belediyesi tarafından yayınlandığını da bilmekteyiz.
Sergül Vural
Hanım’ın özgeçmişi hakkında fazla bilgi sunmayacağım. Kayseri (İncesu) doğumlu
olan Sergül Vural, son olarak 1995 yılında Anadolu Üniversitesi’nden mezun
olduğu bilinmektedir. (Bakınız: Nurkal Kumsuz, Bu Şehrin Işıkları, Kayseri,
2006, 145; İhsan Işık, Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi,
Ankara, 2006, IX, 3780) Şiir alanında birçok ödüller alarak sanat
kuruluşlarının takdirini kazanmış ve ustalığını ispat etmiştir.
Süveyda,
Sergül Hanım’ın son şiir kitabının hem adıdır, hem de bu kitapta yer alan bir
şiirinin başlığıdır. Süveyda Arapça bir kelimedir. Kalpte bir nokta anlamına
geldiği gibi, “Üzüntü içinde düşüncenin (fikrin) bozulması (fesada uğraması)
sonucunda oluşan karasevda, malihülya, kuruntu (melancolie) hastalığı” için de
kullanılan bir kelimedir. (Bak: Levis Ma’luf, el-Muncid, Beyrut,1967,362)
Osmanlı dönemi metinlerde ise kalbin ortasında olduğu varsayılan kara benek,
anlamındadır. Süveyda ül-kalb, esved ül-kalb, habbetül-kalb şeklinde, yürekte
bulunan siyah nokta anlamında kullanıla gelmiştir. (Bak: Ferit Devellioğlu,
Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara,1970,1166) Kalbdeki gizli günah
anlamına da gelen süveyda, gizemselliği, gizli kalmış olanı, yani gizil’i,
gizli kalmış potansiyeli de çağrıştırıyor.
Sergül Vural
Hanım kitabına Süveyda adını koymakla bizlere şiirin bir kalp sesi, kalbin
derinliklerinden gelen çığlık olduğunu hatırlatıyor. Gerçekten de gerçek şiir,
kalpten gelen ve kalpleri ürperten, kalplerde deprem yaratan, coşturan ya da
taşkınlıkları dindiren, insanları uysallaştıran, hayatın monotonluğundan
uzaklaştıran bir sanattır. Her türlü heyecan, aşk, nefret kalble ilgilidir.
Süveyda için esere sunuş yazan Şair İsmail Âdil Şahin bu hususu “Süveyda,
hatıralarla hayallerin birleştiği, düşlerin gerçekle buluştuğu, fikirle
duygunun tatlı bir izdivacının mahsulüdür. Süveyda, aşkın hem bizatihî
kendisidir, hem de izdüşümüdür ama o, gönül imbiğinden süzülmüş, akıl
süzgecinden geçirilmiş saf bir bal şerbeti gibidir.” cümleleriyle dile getirir.
Esere ad
olan Süveyda isimli şiirin ilk ve son dörtlüğünü görüşlerinize sunuyorum:
Kalbimdeki
basiret ve olgunluk beneğim,
Ne olursun
tut beni, tut belimden süveyda.
Sen gönlümün
bebeği, sen ki sevda meleğim,
Dehlizlere
düşmeden tut elimden süveyda.
(…)
Geçti rahvan
saatler, tutamadım dünümü,
Bırakma tuzaklara,
set ol da kes önümü,
Yardım et ne
olursun kurtarayım günümü,
Eriyorum gün
be gün, tut yelimden süveyda.
Sergül Vural’ın şiir anlayışını Nurkal Kumsuz
“Sergül Vural; şiiri hayatın kendisi olarak kabul eder… Temaları genellikle
şahsî duyarlılıklarının ürünüdür” diye (Bak: Kumsuz,145) açıklar. Vural da
Süveyda’nın Önsöz’ünde
Kumsuz’un
görüşünü şu cümleleriyle adeta onaylar:
“…Teslimiyetim
geceye değildir; aslında kendimedir… Kendimi özleyiştedir… Hayaller kalır
gidişlerin hüznünde… Tütüyorum ocağında duyuşun, düşünüşün… Yakalamak istediğim
sesler kaçıyor, ben kovalıyorum. Ne yoldaşı var hissimin, ne de sırdaşı, ben
düşündükçe yaklaşıyorum kendime ve yazıyorum, yazıyorum…”
Sergül
Vural’ın şiirlerinde sevgi, bağlılık ve mutluluk mesajları yer alır. Süveyda’da
yer almayan bir şiirinin dörtlüğünde bağlılığın, sevginin, sığınmanın
sıcaklığına dikkatinizi çekmek isterim:
Sen varsın
bedenimin her bir hücre taşında,
Sen varsın
şu ömrümün lokma lokma aşında,
Yüreğimin
aynası, gözlerimde sen varsın.
Şu dörtlükte
de baharın ılık havası, tabiatın canlanışı, insanların hayata bağlanışı, yaşama
azmi ve sevinci çağrıştırılır:
Yeniden
dirilişte sanki toprağın yüzü,
Takvim döndü
cemreye mevsim baharı vurdu.
Asırlardır
bitmeyen yeniden doğuş bugün,
Yüzü ısındı
günün, iklim baharı vurdu.
Süveyda’da
aşk ve sevgi konusunun işlendiği şiirler önemli bir çoğunluktadır. Sevdim Seni,
başlıklı şiirden iki dörtlüğe bir göz atalım:
“Kaşına,
gözüne, yüzüne değil,
Ben bana
sunduğun yüreği sevdim;
Nazına,
sazına, sözüne değil,
Yıllara
vurduğun emeği sevdim.
Sular
çağladıkça çağlar ya hani!
Çağlıyorum
sana sular misali,
Cemâlin
gözümde aşkın timsali,
İçinde
yaşayan meleği sevdim.
Sergül
Vural’ın şiirlerinde vezne, kafiyeye ve dil’e hâkim olunduğu görülmektedir.
Hele şiirlerinde anlatılan aşk olunca gerçek dünyadan soyutlanmış bir dünyanın
ılık havasını hissediyoruz. “Aşka Can Feda” başlıklı şiirde : “Aşk sarayı çok
geniş, içinden çıkılmıyor” deniliyor. “Aşk Ateşi” nde ise:
“Aşk ateşi
içinde tütmeyen duman mısın?/ Söyle bana sevdiğim, can mısın, canan mısın?”
mısrâıyla aşk sorgulanır. “Aşkı Öğrenmek” de aşkın semavî yol oluşuna işaret
eden Vural, aşkın, manevî sarhoşluğa götüreceğini şöyle anlatır:
Deryalarda
damla sarhoş,
Damlalarda
derya sarhoş,
Cümle evren,
dünya sarhoş,
Aşk deryada
sal’dır dedi.
Merhum
Prof.Dr. Mehmet Kaplan, “Aşk duygusu insanları bir masal kahramanı yapar ve
dünyanın katı nizamını değiştirir. İnsan bu dünya ile uzak ufukları yakın,
mümkün olmayan şeyleri mümkün sanır…”diye (Bak: M. Kaplan, Cumhuriyet Devri
Türk Şiiri, Ankara,1990,479) yazar. Süveyda’da Aşk Yorgunu başlıklı şiirde
aşkın gücü, yakıcılığı ve insanın içinde oluşturduğu fırtına şöyle anlatılır:
Öyle bir
fırtına, öyle bir boran,
Kalmadı ne
hatır, ne de hal soran,
Aşk yorgunu
oldum, başka yok yoran
Bıkmasam bir
türlü, bıksam bir türlü...
Tarih
boyunca aşkla ilgili çok şey söylenmiş, aşk birçok değerle karşılaştırılmış,
gerçekle aşkın karşıtlığı üzerinde durulmuş. Dr. Muhammed İkbal, Cavidname
(Çev: Annemarie Schimmel, Ankara,1958,37) eserinde aşkı; “Aşk, hem kül,
hem kıvılcımdır; onun işi din ve ilimden yüksektir.” diye tarif eder. Aynı
eserde aşkın akıl ile ilişkisinin de şöyle açıklandığı (s.122) görülür:
“Akıl, hakkı aşk sayesinde tanır; aşkın
akıldan aldığı fayda. Muhkem bir esas oluşudur. Eğer aşk, akıl ile beraber
bulunursa, başka bir âlemin ressamı olur. Kalk! Başka bir âlemin resmini
yap! Aşkı akıl ile karıştır…”
Sergül Vural da aşk ve sevgi şiirlerinin
çoğunlukta olduğu Süveyda’da ateş ve su ile aşkı yan yana getirir,
karşılaştırır. Laçin Yayınları (Kayseri)
arasında çıkan 128 sayfalık bu sevimli eserin şairini tebrikle şiir
dostlarına tavsiye ederim. Yazımı “Ateş,
Su ve Aşk” başlıklı şiirin ilk iki dörtlüğü ile bitiriyorum.
Aşka ateş
diyorlar, ateşler suyu yakmaz,
O kendini
yakarken alev alev gül olur.
Sönmeyen
ateş o’dur, alazından su akmaz,
Aleve
gizlenirken savrularak kül olur.
Sudur hayat
kaynağı, dokunamaz ki söner!
Damlasına
bin hasret pervanelere döner,
Dokununca
söner de, alevlenince dener,
Küle dönse
yeniden, alev alev gül olur.
Yrd. Doç. Dr. A.Vehbi ECER
Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi/ Şubat
2009
Üzerinde
yaşadığım dünyada her kıvrım bir harf, her şekil bir sembol... Etrafımda
yüzüyor kalemimin avları... Bana da onları yakalamak düşüyor... Böyle diyor
Sergül VURAL…
Binlerce
yıllık şiir geleneğimizden kopmadan, son derece akıcı bir dil ve kendine özgü
bir üslupla sesini bize duyuruyor. Şimdiden şunu söyleyebiliriz ki gümrah bir
kaynaktan geliyor bu şiirler. Gelecekte de nice iyi eserler bekliyoruz Sergül
Vural’dan.
(Sergül
Vural, Süveyda, Laçin Yayınları, şiir, Kayseri 2009-04-07)
Ahmet AYDOĞDU
Bizim Külliye Dergisi, 2009
Henüz
“efrâdını cami, ağyarını mani” bir tarifi yapılamamış olan şiir ve şiiriyle bir
Anka gibi Kaf Dağlarını aşan bir ulu şair…
Süveyda,
damlanın deryada kaybolduğu değil, deryalaştığı eserin adıdır.
Süveyda,
ölçüye sığmayan hayâllerin, buluş, düşünüş ve duyuşların bir ölçü içerisinde
sunuluşunun adıdır.
Süveyda,
mihrak noktasına ilahî sevgi olmak üzere; halka halka varlıklar dünyasının,
beşerden bitkilere, cansızlara kadar uzandığı yaratılmışlar âlemine duyulan
sevgilerin türlü anlatım güzellikleriyle bütünleştirilerek ifade edildiği
güzelliğin adıdır.
Süveyda,
zaman, mekân kavramlarını ötelere taşıyan bir büyük yüreğin kolları gelecek
çağlara uzanacak bir asma gibi kıvrıla kıvrıla ötelere uzanışının adıdır.
Süveyda,
hatıralarla hayâllerin birleştiği, düşlerin gerçeklerle buluştuğu, fikirle
duygunun tatlı bir izdivacının mahsulüdür.
Süveyda,
aşkın hem bizâtihî kendisidir hem de izdüşümüdür ama o gönül imbiğinden
süzülmüş, akıl süzgecinden geçirilmiş saf bal şerbeti gibidir.
Aşkın ve
ondan hiç ayrılmayan hicran, hasret ve vuslat kavramlarının genişliğine ve
derinliğine işlendiği nice şiir, okuyanlara aşk deryasının dalgaları arasında
medler ve cezirler yaşatmak için gönül ufuklarında doğacağı günü bekliyor.
Bir hanım
şair çıkmış Erciyes’in eteklerinden sırtını Erciyes’e, başını bulutlara
yaslamış bazen Karacaoğlan, bazen Köroğlu, bazen Yunus, bazen Mevlânâ gibi, ama
kendisi, mutlaka kendisi olarak şiirler terennüm ediyor.
Üslûbundaki
kendine özgü güzellik, neredeyse şiirlerinin tamamına hâkim. Kelime seçimindeki
dikkati, dağarcığının zenginliği, âhenk ve akıcılıktaki başarısı, safiyet ve
samimiyetin nakış nakış mısralara yansıması, mecazlardaki derinlik, edebî
sanatlardaki zenginlik ve hanım sesi kadar yumuşak bir sunum… İşte üslûp…
Şiire
sevdalanmış bir yüreğin, sevdasıyla açılmış rengârenk çiçekler, şiir olup
düşmüş ak sayfalara renk vermek için… Şair bizi gizli dünyalarında gezdirmekte
ve dünyasına hâkim olan mavi renkli ufuklardan pembe şafaklara, mahzun
akşamlara taşımakta…
Ben
inanıyorum ki, çok kısa zaman içinde adını bütün edebiyat dünyası ezberleyecek
ve bu isim edebiyat tarihimize altın harflerle yazılacaktır.
İsmail Âdil ŞAHİN
2009
“SÜVEYDA VE SERGÜL VURAL”
Bayan şairi az bir toplumuz diye zaman zaman
hayıflanırım. Bunu düşünürken, Batı şiirine baktım, hatta dünya şiirine baktım,
oralarda da, bizden farklı bir kompozisyon yok. Avrupa’da da şiiri erkekler
yazıyor, diğer ülkelerde de. Ya da erkekler ön plana çıkıyor. Bu, acaba kadının
yaratılışın şiiri olmasından mıdır? Kadının çocuk sahibi olmasından sonra,
kendi şiirini çocuklarında görmesinden midir?
Şiirlerin çoğunun kadın ilgisini çekmeye yönelik olmasından mıdır? Erkeklerin
daha aktif, kadınların daha çekingen olmasından mıdır? Şiirin biraz da duygunun mahremiyetini ifşa
hali olması yüzünden kadının kendini teşhir korkusuna düşmesinden midir?
Aslında üzerinde durulması ve bunun sebep ve saiklerinin araştırılması gerekir!.. Bu bana sosyal realitenin fıtrattan beslenen
tabii bir sonucu gibi geldi. Buna rağmen, çok az da olsa yazabilen, ortaya
çıkan ve edebiyat ortamında kendi yerini arayan bayan şairlerimizin özel
öneminin olduğunu düşünürüm. Çünkü onların duyarlılıkları ile şiirin atmosferi
aynı kaynaktan besleniyor. Şiir gönlün diliyse evvela bayanlarda bu dil yankı
bulmalıdır. Bulanlar yok mu? Var elbette. İşte bunlardan birisi size: Sergül
Vural.
Vural, ilk tanıdığım günden bu yana çizgisinde
herhangi bir kırılma olmayan, inandığı gibi yaşayan, inandığı gibi yazan bir
bayan şairimiz olması, şiirde ısrar etmesi, şiir dünyası ile annelik dünyasını
birbirinden besleyerek götürmesi, onu farklı bir konuma taşıdı bende. Son
kitabı “Süveyda”yı okuyunca ona ilgim biraz daha arttı. Bu ilgi, onda gördüğüm
umudu boşa çıkarmayacak malzemelerden kaynaklanmaktadır. Ayrıca şiirin artık
heves dönemini aşmış, bu işe gönlünü, hatta hayatını koymuş olmasındandır.
“Yol biter,
şiir bitmez, döner durur semâzen,
Biterse ben biterim, söner mavide neyzen.”
Haksız mıyım? Şimdi bu beytin bize ifşa ettiği şiir
hakikatine bakalım: Yol biter mi? Aslında yollar hiçbir zaman bitmez. Ama bir
insanın ömrü biterse onun yolculuğu da bitmiş olur, böylece onun yolu da biter.
Peki, şiir biter mi? Hayır, o bir yürekte, bir duygu ve akıl teknesinde
yoğrulup pişirildikten sonra dilimize tadını verdimi, hayata doğmuş olur ve
ölümsüzleşir, dolayısıyla insan öldükten sonra da yaşar şiir. Hatta onun
yolculuğu daha uzun ve daha geniş ufuklara açılır. Burada şair, yol gerçeğiyle
şiir gerçeğinin birbirini nasıl çağrıştırması gerektiğini anlatıyor. Onunla da
yetinmiyor bir aşk raksına dönüştürüyor bunu. Ona metafizik bir heyecan ve
duyarlılık katıyor. Sema’nın aşkı vecd’den işba’ya oradan da istiğrak haline
taşıyan teslimiyetine sığınan şair, şiirin bitmesi halinde kendisinin
biteceğini söylüyor. Böylece “Ney”in susacağını, mavi türküsünü söylemeyeceğini
dillendiriyor. Necip Fazıl’ın “Şiir Allah’ı aramaktır”, dediği poetik realite
burada bütün donanımıyla karşımızdadır.
Sergül Vural’dan söz ederken, elbette bir beyitle
başladığımız şiirini, onunla sınırlı tutmayacağız. Kitabının başına aldığı kendi şiir anlayışını
anlatan, Batılıların diliyle poetikasını açıklayan şair, bu şiirine; “Yüreğimde
bir çift göz, gök mavisi şiirdir: / Kanatları sedeften, pırıltısı sihirdir”,
diye başlar. Şair, yüreğine bakan bir çift göz’ün şiir olduğunu, o bakışın
orada sedef ve sihir gördüğünü söylemek istiyor. “sedef” ve “sihir” kelimeleri
öyle sanıyorum ki özel olarak seçilmiş gibi geldi bana. Çünkü sedef, denizin
istiridye kabuğunda kendi şiirini oluşturmasıdır. Sihir de şiirin
kuşatıcılığını ve etkisini anlatmak için seçilmiş bir kelimedir. ‘Sihir’
kelimesine şairin tavizsiz bir şekilde bağlandığı manevi değerlerin kaygısını
duyduğunu düşünmek istiyorum. Hani, Kur’an’a ‘Sihir’ diyenlere karşı Yüce
Yaratıcı’nın yönelttiği eleştiri önemli bir dikkat noktası olarak
düşünülmelidir. Tabii burada onun maksadı bu değil, ama çağrışıma kapı
aralamasına da engel olamaz. Çünkü ortada bir Kur’an gerçeği var...
Şimdi onun “Dizeler”ine bakalım:
Selam verdim borçlu çıktım kaleme,
Dağ elendi, toza döndü dizeler.
“Söz kılıçtan keskin” dedim âleme,
Söz ateşti, köze döndü dizeler.
Kimi zaman sancılandı dillerim.
Kimi zaman aşkı vurdu tellerim,
Yandı yürek, savruldu hep küllerim,
Sevdam ile öze döndü dizeler.
Bir anlatsam, dinlesen şu garibi,
Her ne yazsam okur mu ki sahibi?
Mısraların derman veren tabibi,
Can evimde söze döndü dizeler.
Dokunmayın kalemime, sözüme,
Yazdıklarım hep geliyor sazıma,
Sevdiklerim oynamıyor nazıma,
Bahar geçti, güze döndü dizeler.
Bu şiirin tahliline girmeyeceğim. Şairin kararlılığını
ifade ettiği, ‘yazdıklarının azına gelmesi’ ile ‘dizelerin güze dönmesi’ ciddi
bir çelişki gibi gözükse de doğru ve yerinde bir ifade. Çünkü burada yazarı
karamsarlığa götüren sevdiklerinden arzuladığı ilgiyi görememesi onu böyle
melankoli bir hale çekiyor. Haksız da değil. Bir bayan, hayatını şiire adamış,
üstelik bunda da ciddi bir kalite çizgisi yakalamış, ama çevresi, hatta
edebiyat camiası duyarsız... Bu, aslında sadece Sergül Vural’ın problemi değil.
Bütün şairlerimizin çok ciddi bir çaresizliğidir. Gecelerini verirsin, bir
mısra, bir beyit bir kıta oluşturmak için. Kafan çatlar, yorgun düşersin,
ortaya eserin çıkar, kimi haset ırmağını tutar üzerine, kimi kıskançlık
balyozuyla saldırır, kimi nemelazımcılık perdesiyle örter üstünü. Görmemek gibi
bir hastalıktan yakasını kurtaramayanlara isyandır aslında o ifadeler... Böyle
olmasa Şair, “Her ne yazsam okur mu ki sahibi?” diye sorar mıydı?
Süveyda’daki şiirleri saymadım, ama galiba 100’ün
üzerinde şiiri 128 sayfalık bu kitapta yer alıyor. Bundan önceki kitabıyla
bunun arasındaki zamana bakarsak Vural, hayli üretken bir gayreti temsil
ediyor. Böylesine yoğun bir çaba ve esere rağmen, şiirindeki çıtasının
düşmemesi sevindiricidir. Aslında hemen her şiiri, üzerinde durup söz edilecek
mısralarla donanmış. Sonuç itibariyle şunu söylemek isterim: Şiirimizi besleyen
ana damarlardan gelenek, burada
yönlendirici mevkidedir. Şair, çağdaş düşünceyi geleneksel kalıplar içerisinde
vermeye özen göstermiş. Bir aşk isterisi yok ama aşk bütün yalınlığıyla şiirine
hâkim. Konu çeşitliliği duygusal bütünlük içinde kendi inancının sağlam
kaynağından besleniyor. Onu başarılı kılan da bu yanıdır.
Böyle bir hatırlatmadan sonra, kabul buyurursa bir
küçük de eleştirim olsun istedim:
Süveyda herhangi bir inceleme araştırma ya da deneme
kitabı değil ki, ona “Takdim (veya
Sunuş)” ve “Önsöz” koyasınız. Keşke İsmail Adil Şahin dostumun yazısı kitapta
değil de, kitap çıktıktan sonra bir dergide yayınlansaydı. Daha değerli ve
etkili olurdu. Ve yine keşke kendi şiirine kendisi ‘Önsöz’ yazmasaydı. Şiir
kitaplarına profesyonelce yaklaşan hiç kimse böyle şeyleri yapmıyor. Artık bu
şiirlerin bu tür referans yazılarına ihtiyacının kalmadığını düşünüyorum.
Tebrik ediyor, yeni eserlerini bekliyoruz...
Son söz yine Sergül Vural’ın olsun:
Aşka ateş diyorlar, ateşler suyu yakmaz,
O kendini yakarken alev alev gül olur...
Sönmeyen ateş o’dur, alazından su akmaz,
Aleve gizlenirken savrularak kül olur.
Sudur hayat kaynağı dokunamaz ki, söner.
Damlasına bin hasret pervânelere döner,
Dokununca söner de, alevlenince dener,
Küle dönse yeniden alev alev gül olur.
Damlasında yağmuru, yağmurunda bulutu,
Ve gizlenen sevdanın tükenmeyen umudu,
Görerek, hissederek aşılmayan hududu,
Seyre dalar yüreği, ötmeyen bülbül olur.
Alnı aktır alevin hazırdır yücesine,
Suyla besler gönlünü tutkundur ecesine,
Aşkın alın yazısı düşünce gecesine,
Seyre dalar kor ateş, boynu bükük kul olur…
Muhsin İlyas
SUBAŞI
28 Mart
2010
Şiire, kitaba ve edebiyata uzak olanlar için bazen
izahı zor anlar yaşadığımız çok oluyor. Yaptıklarımızın anlamsız olduğunu
açıkça söyleyenlerin dışında arkamızdan da söz edenlerin varlığını biliyorum.
Kitap okuma işini sadece ders kitabıyla sınırlayan öğretmenlerden tutun da
kitaba para vermenin ne kadar da boş bir uğraş olduğunu söyleyenlere bile
rastlamaktayım. Durum böyle olunca öğrencilerin kitap okumamasını da pek
yadırgamamak gerekiyor.
Bir uğraşa gönül vermek, ona gönülden bağlanmak önemli
bir adımdır. Yaptığın işi severek yaparsan, ona sımsıkı bağlanırsan birçok
engeli de kolaylıkla aşabiliyorsun. Zaten sevgi denen soyut kavramın tanımını
da bir çırpıda yapamayışımızın altında da bu gizem saklı. Bir işe candan
bağlanınca önündeki tüm engeller kalkıyor insanın. Bütün yokuşları düze
dönüyor.
Şiire bağlılık da izahı zor bir sevgidir. Özellikle
şiirin çok dar bir alanda kabul gördüğü, şiir kitabı çıkarmanın akla uzak
olduğu bir dönemde şiirle hem hal olmak kişiyi sıra dışı yapıyor hatta bütün
sıralardan azad ediyor. Şiir dendiğinde aklına İstiklâl Marşı ya da okulda
duyduğu birkaç dizenin dışında bir şey gelmeyen için şiirden bahsetmek pek de
akıl kârı bir şey olmasa gerek. Ben kendimden biliyorum, şiir geceleri için
fırsat oldukça mesafeye bakmadan yollara düştüğümü gören çok yakın arkadaşlarım
bile şiir okumak için o kadar mesafeyi göze alışımı anlamakta güçlük
çekiyorlardı.
Şiirin akla uzak bir yanının olduğuna inanırım. Şiiri
yazarken de okurken de bazen hayret etmişliğim vardır. İçime düşen kelimelerin
nasıl olup da dilime dolandığına kendimi inandırmak için şiirleri dönüp dönüp
okuduğum çok olmuştur.
Bir de şiirin birleştiren, buluşturan bir yanı vardır.
Ben bunu da çok önemserim. Aradaki mesafelere aldırmadan şiirin kurduğu
dostluklarım vardır. Şiir birleştirmiştir bizi. Ortak noktamız şiirdir. Öyle
ki, ortak payda şiir olduğu için de kolay kolay yıkılmaz bu dostluklar.
Bu düşüncelerle Reşadiye’de yapılacak şiir gecesine
her şeye rağmen katılmak istedim. Yeni dostlar tanımak, şiiri yüreğine kuşanıp gelen
dostları tanımak istedim. Sayısız kez katıldığım şiir gecelerinden farklı bir
organizasyon olduğunu tahmin ettiğim şiir gecesi her şeyiyle samimiydi. Çünkü
ortak payda şiirdi. Şiirin ortak payda olduğu bir programdan da zaten kötü bir
sonuç beklemek yanlış olurdu.
Okunan şiirler olsun, katılan şairler olsun samimi bir
tebessüm gibi geldi bana. İyi ki katılmışım dedim. Salonda okuduğumuz birer
şiir ancak damakta küçük bir tat niyetinde kalmıştı. Bazılarının adına aşina
olduğum bazılarını ise ilk kez tanıdığım şairlerle gecenin geç vakitlerine
kadar şiirler okuduk. Şiirlerimizi paylaştık. Mesafeye aldırmadan Türkiye’nin
dört bir yanından geceye katılan şairleri tanımak gerçekten güzeldi.
“Nehir Kıyısı Düşleri” kitabının sahibi Ali Rıza
Atasoy Beyefendiyi tanımak, şiirlerini dinlemek, kitabından şiirlerini okumak
çok güzeldi.
“Süveyda”yı duyduğumda üniversite yıllarında içimize
düşen Süveyda’yı hatırladım. Bu adla bir dergi çıkarmıştı Münir Çakmak. Bir de
Süveyda Şiir Akşamları vardı. Sergül Vural Hanımefendi’nin kitabının adı da
Süveyda idi. Kalbe düşen bir gölge gibi şiirini okudu, kitabını imzaladı.
Aruzla yazdığı şiirleri bizimle paylaştı.
Çanakkale’den katılan Mustafa Berçin Beyefendi’nin
şiirlerini okuyunca bir babaya şairliğin ne kadar da yakıştığına şahit oldum.
Gıpta etmedim desem yalan olur.
Programa emeği geçen herkesi kutlamak gerek. Elbette
bu işte de elini taşın altına koyan isimler vardı. Ünal Kar, Osman Baş,
Reşadiye Belediye Başkanı Rafet Erdem ve birçok isim özveriyle çalışarak ilki
yapılan bir geceyi zihinlerimize kazıdılar.
Tanıştığım bütün isimleri buradan saymam çok güç.
Hepsi de değerli şairleri tanımak bana büyük mutluluk verdi. Şiirin bir hikmeti
olarak kaydettiğim notlarımın arasına Reşadiye’yi de eklemiş oldum. Hem de
büyük bir şiir demetiyle.
Mustafa
Uçurum
6 Nisan 2011
“SÜVEYDA”
Bugün
sizlere gecikmeli de olsa 2009 yılında Laçin Yayınlarından çıkan çok değerli
bir kitaptan bahsedeceğim. 13,5x19,5 ebadında, 128 sayfa olan hacmi küçük ancak
değeri büyük olan bu eserin, Türk Edebiyatı adına çok güzel katkılarda
bulunacağından eminim. Hani, tasavvufi literatürde çokça işlenen ve kalpte
siyah bir benek olduğuna inanılan ve ismine süveyda denilen o esrarın kapısı
sayılan bir isim ile müsemma bir kitaptan… Evet, kitabımızın ismi “Süveyda”
olup şâir aşağıda bir bendini almış olduğum yazmış olduğu şiirin ismini
vermiştir kitabına...
“…Uykuyla
uyanıklık arasında bir yerde
Sıkışıp
kalmaktayım nedense her seferde
Kurtarmak
için beni haydi haykır “yeter” de
Baharlarım
kaçıyor tut dalımdan süveyda…” (Sergül Vural, Süveyda, s, 15)
Bu kitap
Kayseri’nin son zamanlarda yetiştirdiği, “Güvercinler Vurulunca” isimli şiiri
ile haklı bir şöhret kazanan bayan şâire ait olması hasebi ile daha bir değer
kazanmaktadır. Nihayetinde bilinir ki Türk Edebiyat Tarihinde kadın şâirlerimiz
erkek şâirlerimize nazaran daha az yetişmiş bulunmaktadır. Şiir, Sergül Vural
Hanım için vazgeçilmez bir hayat demektir. Hayatın derunî incelikleri şiirin
esrarında saklıdır Sergül Hanım için. Pişmenin ve olgunlaşmanın yegâne yoludur
şiir…
Edebiyat
tarihi üzerine yazılan eserleri incelediğimiz zaman her şâirin kendine göre bir
şiir tarifine rastlamak mümkündür. Büyük lügat kitaplarımızda ise şiirin:
“mevzun ve mukaffa manen güzel tahayyülat ve tasviratı câmi kelâm” (Şemseddin
Sâmi, Kâmus-ı Türkî) diye tarif edildiğine şahit oluruz. Ancak bu tarif
şâirlerimizi tatmin etmemiş olmalı ki, her şâiri kendi lisanı ile şiiri değişik
şekilde tarif etmek zorunda bırakmıştır. Bu tariflerin değişik olmasının
nedenlerinden birisi de şiirin ne kadar zor bir sanat olduğundan
kaynaklanmaktadır. Peyami Safa’da
“sırrın dilidir” şiir. Cahit Külebi’de: “Şiir, insanın kendi ana dili
çalgısında söylenen bir türküdür.” Necip Fazıl Kısakürek’te ise: “Şiir, Allah’ı
sır ve güzellik yolunda arama işidir.” Sembolist şâirlerimizin başında gelen
Ahmet Haşime göre ise: “Şiir bir hikâye değil, sessiz bir şarkıdır.” Ahmet
Haşim saf şiirin peşindedir.
Peki, Sergül
Vural için şiir nedir, onun için şiir ne anlam ifade ediyor acaba? Kitabının ön
sözünde: “Üzerinde yaşadığım dünyada her kıvrım bir harf, her şekil bir
sembol... Etrafımda yüzüyor kalemimin avları... Bana da onları yakalamak
düşüyor.” Derken sembolistlere yakın bir
düşünceye sahip olduğunu fark ederiz. Aslında hiçbir kimseyi hiçbir şekilde bir
akıma nispet etmek doğru değildir. Ancak
Sergül Hanım’ın şiirlerini incelediğimiz zaman imgelere çokça yer verdiği de
gözlerden kaçmamaktadır ki, artık imge Türk Şiiri için vazgeçilmez bir unsur
olmuştur... Sergül Hanım kendi şiir tarif ve anlayışını mezkûr kitabındaki
“Şiirim” isimli Nev’i Mesnevi” tarzında yazmış olduğu beyitlerinde şöyle ifade
eder.
“Ah, bu şiir
sevdâsı bambaşka bir sevdâdır
Bilseniz
derinlerde nasıl gizli dünyadır
Âsumanımda
güneş toprağı yakar geçer
Hamları
pişirirken ırmağı yakar geçer.” (A.g.e. s, 9)
Şiir demek
bir şâir ve şâire için, gönül hazinesindeki hayal ve kelimelerin izdivacından
doğan esrarlı bir çocuk demektir. Şiir Mallarme’de “kelimelerin dinidir”.
Sergül Hanım için de şiir vazgeçilmez bir hayat tarzıdır. Tıpkı Cahit Sıtkı
Tarancı’nın “Ziya’ya Mektuplar”da dediği gibi o da aynı kelimeleri terennüm
ederek: “Şiir! Şiir! Şiir! Şiir! Şiir! Şiir! Şiir, fikri sabitimiz olmalı, bizi
tımarhanelik edebilmelidir” dercesine şiire âşıktır. Kitabının 12. Sayfasındaki
“Şiir Atan Yürek” isimli dörtlüğünde bu ıztırabını anlamak mümkündür:
Kelâm
kalemde donsa yürek şiir atıyor
Kalem kâğıda
kansa yürek şiir atıyor
Ben şiirin
kendisi yücenin kölesiyim
Yansa şu
koca âlem yürek şiir atıyor...
Kitabın
sunuş yazısı Kayseri’nin şiir de; şiir denilince de hem hece ve hem de aruzda
duayeni olan İsmail Âdil Şahin’e ait olması bu kitaba ayrı bir değer
katmaktadır. Bu kitapta şâiremizin halet-i ruhiyesinin bir şerhini bulmamız
mümkündür. Şerhâ şerha yüreğinin kaynak pınarlarından kâğıda aktardığı yalın ve
lirik duyguları ile şiire kazandırmış olduğu değer daha bir artmaktadır. Şâirin
yüreği gamlı, sözleri efkârlı olur. Bunun nedeni elbette nahif duyguların
gönülde iskân ederek şiirde tecelli etmesidir. İşte bu tecellinin yansıması
olarak:
“...
Ben yüceler
yücesi bir aşkın esiriyim
Belki de
âşıkların cümlesinin pîriyim
Ruhumun
ötesinde aşkımın şiiriyim
Bu dünyadan
giderken söyle hatırlar mısın?” (A.g.e. s,13)
Yüreğindeki
o esrarengiz âlemi anlatan dizeler dökülmüştür.
Şâir demek,
bilgiye nazaran cehaletini ikrar eden bilge kişilik demektir. Türk tarihinde
bilge kişiler her zaman ozan kimlikleri ile toplumun önderleri olmuşlardır.
Dede Korkut örneği bunun en somut delilidir. Zaten şiirin da şuurdan geldiğini,
şuurun ise zihnin açıklığı ile kişinin lehinde ve aleyhinde olabilecek olayları
yorumlayabilecek melekeye sahip olması demek olduğunu bilince, Sergül Hanım’da
bunu görmek mümkündür. Bu ise şâiri
daime ilme ve bilgiye karşı iştitaka şevk ile sevk eden ahlakî bir erdemdir. Bu
içgüdüsel duygu onu bilge kişi yapıncaya kadar böylece devam eder durur. Bunun
farkında olan şâiremiz “Cahillerin Piri” isimli şiiri ile bu olguyu şöyle dile
getirerek:
Şu hayal
okulunda doğduğum günden beri
Önlüğüm
olmasa da aslında öğrenciyim
Bilmediğim
şeyleri öğrendim dünden beri
Başım dimdik
olsa da bilgiye dilenciyim
Fark etmez
rengi, ırkı yelken açtım deryaya
Bana bir
harf öğreten her kulun esiriyim
Cemâlini
görmeden düştüm böyle sevdâya
Ben aslında
dünya da cahillerin piriyim” (A.g.e. s, 120)
Aklî
olgunluğunu idrak edecek derecede samimiyetini okuyucusunun anlayışına sunar.
Aynı zamanda burada Hazreti Ali (r.a.) efendimize nispet edilen “Bana bir harf
öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözüne de telmih yaparak bir edebî sanat
örneği de sergiler.
Şâir,
gönlünde beslediği bu hayallerinin çocuğunu bazen sevgi ve şefkat, bazen
dirayet ve celadet ve bazen de himmet ve adalet ile beslemeye çalışır. İşte
bundan dolayı kalemden edebî değeri olan kelimeler nakış nakış ya bir güzelleme
ya bir taşlama ya bir gazel ya bir sevdâ ya da toplumsal bir eser olarak akar
beyaz kâğıtlara.
Şiir bir
şâir için kelimeler ile bilenmiş, kâlemde gücünü gösteren manevi bir silahtır.
Gönül işçisi olan kelime avcısı kelamın hamalı bir şâirin başka bir silah
taşıması da zaten düşünülmez. Kalemi elinde yalın kelimeler ile savaşa çıkmış
bir kahraman edası ile pervasız dalar kendi âlemindeki gönül cengine. İşte bunu
Sergül Hanımın “Dizeler” isimli şiirinin ilk bendinde şöyle buluruz:
“Selâm
verdim borçlu çıktım kaleme
Dağ elendi toza
döndü dizeler
“Söz
kılıçtan keskin” dedim âleme
Söz ateşti,
köze döndü dizeler…” (A.g.e. s, 11)
Şâirin
yüreği yandığı zaman, aklî melekeleri donar. Öyle ki duyular âleminden tamamen
sıyrılarak bir vecd halinde lahuti ve esrarengiz duyguların girdabına kapılır
gider. Bu girdabın helezonuna kapılan şâirden öyle güzel bir eser doğar ki, bu
eser okuyanları hayran bırakır. Şiirin ahenk ve ritmine kapılan bir kulak akıl
ikliminden geçerek gönül mevsiminin elinden tutarak onu maveralara taşır. Hayal
âleminin gece bekçisi olan şâir/e meshur düşlerin müptelâsıdır artık. Lirik aşk
şiirleri diline pelesenk olmuştur. Yağmur tanelerinin bukle bukle süzülüşü gibi
sağanak sağanak yağan ilhamların tecelliyatı ile kendinden geçer... Ve şâir
kendisini:
“Uykuda bir
ak yüzlü can
Aşk ruhunda
boldur dedi
Uyan artık,
haydi uyan
Aşk semavi
yoldur dedi…” (A.g.e. s, 22)
Bu dizelerde ifade ettiği gibi bambaşka bir
âlemin ferdi olur. Bu öyle bir âlemdir ki şâirin kaleminden başka bir kalemin
tasvirine gücü yetmez. Hayâlleri esrârın perdesini aralar. Şiir, şuura erer.
Artık orada aklın bir hükmü yoktur sadece aşkın tecellileri ve kelimelerden
suretleri vardır. Rûyâların gizeminden kurtulan kelimeler:
“Mavi aşkın
üstüne kırmızı bir gül kondu
Çağlayıp
aktı sular, ateşte alev dondu…” (A.g.e. s, 62) dizelerinde âteşi
donduracak;
“…Sensiz
güneş üşüyor” (A.g.e. s, 79) diyerek güneşi; “Yağmurlar üşümesin damlada bin
figan var” (A.g.e. s, 111) diyerek yağmuru üşütecek imgelere dönüşür.
Duyguların
yorulmadan, tükenmek bilmez enerjisi ile yollara revan olmuş kelime
dağarcıklarında şekillenerek şiire dönüşüp somutlaştırılmasının güzel
örneklerini okumak isteyenlerin; arayacağı her şeyi bu kitapta bulacağından
eminim. Hece vezni ve aruz ile eser veren şâiremiz hemen hemen şiirin her
dalında; Semâi, koşma, 14’lük hece Nev’i gazel tarzından eserler ile meydana
gelen bu hacmi küçük kendisi büyük eseri edebiyatla iştigal eden kimselerin
incelemelerini isterim. Şâire kitabında aşkı özümseyebilmek için bu konuya daha
bir ağırlık vermiştir.
Tasavvuf erbabının
vuslata ulaşmak için basamak olarak kullandıkları bu ulvî kelimenin gölgesine
sığınmak hemen her şâirin yaptığı bir şeydir. Mecâzî aşkı anlatır gibi aşkın
hakîkatine ererek onu tecessüm edecek bir şekle sokmak soyut olan duyguları
somutlaştırmaktır. İşte bu duygularla yazılan aşağıdaki koşma tarzındaki lirik
ve güzel şiir de aşkın ayrı bir tecellisini görmek mümkündür.
“…
Elinden
içerim derdi, elemi
Aşk uğruna
bunlar sanki çile mi?
Hüküm veren
hâkim kırsa kalemi
Defterimi al
da dür be sevdiğim
Sevdâ
hançeriyle bağrımı delip
Geçirdin
canıma acıdan bir ip
Aşkınla
kapıma şöyle bir gelip
Hatırımı
candan sor be sevdiğim…” (A.g.e. s, 18)
Şiir aşkı
ile başlayıp büyüyen ve aşkın tarifleri ile olgunluğa erişen kitap, sonlarına
yaklaştıkça her kemâlin bir zevali vardır atasözüne mutabık olarak fâniliği ve
yokluğu işlemesi tevafuk mudur bilemem ama gerçekten çok anlamlıdır. Şiir ile
doğan bir yürek: “Son Çırpınış” isimli şiir ile adeta her şeyin bir gün fena
bulacağına işaret ederek bu fâni âleme vedâ edercesine sona ermesi çok
mânidardır:
“...
Son nefesim
son anım belki de son haykırış
Bedenimden
bir heykel ruhumda son çırpınış...” (A.g.e. s, 126)
Erciyes
dağının eteklerinde yetişen bu nadide şairemizin kısaca kitabını tanıtmak ve
üzerinde birkaç söz söylemek isteyişimiz karşısında, şiirin mânâ derinliğinden
dolayı sözü fazla uzatmak istemiyorum. Daha ilerisini okuyup irdelemek için
okuyucusuna bırakmak istiyorum. Şiir ikliminden beslenebilmek için okuyucuların
bu güzel eserden müstağni kalmamalarını tavsiye ediyorum.
Bu zorlu,
engebeli ve çetrefilli yolculukta şiir hamallığına soyunup kelime avcılığına
çıkan Sergül Hanım’a hayatı boyunca başarılar diliyor, selâm ve saygılar
sunuyorum...
Seyit Kılıç
4 Haziran 2012
“SÜVEYDA” ŞİİR KİTABI
Şair Sergül Vural Hanımefendi Hâkimiyet
gazetemizin de yazarı. Hem yazar hem de çok iyi bir şair.
Türkiye de
yurt genelinde şiir yarışmaları ve dinletilerine katılır. Kayseri’ye
derecelerle, ödüllerle döner. İstanbul’da Naat yarışmasında dört bin şiir içinde
mansiyon derecesi alan bir şair.
Süveyda şiir
kitabı Mehmet Çelebi tarafından hazırlanarak Laçin Yayınları arasında
çıkmıştır. 128 sayfadan oluşan şiir kitabının sunuş kısmında Yazar Sergül Vural
hakkında İsmail Adil Şahin’in “Henüz “efrâdını cami, ağyarını mani” bir tarifi
yapılamamış olan şiir ve şiiriyle bir Anka gibi Kaf Dağlarını aşan bir ulu
şair…” sözleri dikkatimi çekti. Yazar Sergül Vural önsözünde güzel akıcı
cümleler kurmuş gelin birlikte okuyalım:
“Üzerinde
yaşadığım dünyada her kıvrım bir harf, her şekil bir sembol. Etrafımda yüzüyor
kalemimin avları. Bana da onları yakalamak düşüyor. Sen, ben o ve biz, onlar
bir işaret. Benim şiirim de bu işaretlere düşen duygu deryasından balıklar
Akşamın hüznü çökünce üstüme söndürür alevini güneş ya da alev söndürür güneşi
aydınlığı teslim eder geceye can niyetinde.”
Şairin
Süveyda kitabın da görülen zengin kelimelerin akıcılıktaki başarısı görülürken
okuyucu aşk hasret acı sevginin işlendiği şiir temalarında, okuyucu bazen
hüzünlenmekte bazen düşünmekte. Şiirlerindeki samimiyeti bir bir ortaya
koyarken Şair yazar Sergül Vural edebiyat dünyasında fevkalade bir şiir kitabı
kazandırmıştır. Kitabın içinde Şiirim / Dizeler / Şiir atan yürek / Aşkımın
Şiiriyim / Süveyda/ Aşka can feda / Bir tanem gibi 126 şiir bulunmakta.
Şairin daha
önce yayınlanmış iki şiir kitabı daha bulunmakta. Edebiyatçı yazar Sergül
Vural’ı tebrik ediyor, nice kitaplara diyorum.
Yüksel KALKAN
09 Eylül 2009
SÜVEYDA:
GÖNÜL GÖZÜ, GÖNÜL SÖZÜ
An gelir, iç
dünyamızda depremler oluşur. İçimiz, içimize sığmaz. Şairseniz mısralar dökülür
kaleminize. Yüreğin o narin yükü kelimelere yüklenir. Kimi zaman da başka
yüreklerin sesini duymak, hallerinde kendinizinkine benzer haller görmek,
sırlar çözmek için başka şairlerin şiirlerini okumak ihtiyacını duyarsınız.
Ortak bir duyarlık yakalamışsanız, o mısraları kendi mısralarınız gibi
benimser, severek okursunuz.
Böylesi
durumlarda ne şairin kim olduğu gelir aklınıza ne de şiirini hangi tarzda
yazdığı… Zira şiir, kendini öne çıkarır ve diğer her şeyi unuttur. Bu, sahici
şiirlerin bir özelliğidir. Zira susuzluktan kavrulan dudağınızı serin bir
çeşmenin suyuna uzatmışsanız o anda gerçek olan sadece sudur. İşte şiir de
böyledir. Kendisi varsa, başka kimse yoktur.
Böyle bir
anı yaşadım “Süveyda”yı okurken. Zira karşımda şiiri “Manasız rüzgârı solumak”
şeklinde değil de “nefes alıp vermeye” benzeten bir şair vardı. Bu, tespit
şiirin öncelikle “kalbi bir ses” olduğunu söylemek demektir ki şiir için tarif
anlamında söylenecek en güzel söz, belki de budur. Dahası da var: “Aşkın
ötesinde ne var” diyerek sürekli kendini aşma cehdi söz konusu...
Böyle bir
şiir, kalbinize bir yol bulur elbette ve gönülden beyaz kâğıda dökülen
mısralar, bu defa beyaz kâğıttan sizin
gönlünüze dökülmeye başlar:
İçimde durmadan
bir ateş yanar
Yandıkça
dumanı hardır sevdiğim
Ne ateşe
kanar ne suya kanar
Küllenen
ateşim nardır sevdiğim
Yağmursuz
göklerin bulutu sensin
Güneşsiz
günlerin umudu sensin
Şu uçan
kuşların kanadı sensin
Sensiz koca
evren dardır sevdiğim
Aşka açılan
kapıda yolculuk boyunca hep aşk var… Zaten o varsa başka neyin hükmü olabilir
ki… Burada bu aşk beşeri mi ilahi mi gibi idraksizliğin ifadesi olabilecek bir
sorudan uzak tutuyorum kendimi…
Aşk, bize
“sahibinden” üflenen bir nefes olduğuna göre bin bir renkle çıkacaktır elbet
karşımıza…
Kimi zaman
bir çift siyah göz, kimi zaman çiçek açmış bir badem ağacı, kimi zaman çocuk
yüzündeki o meleksi gülümseme olacaktır. Ama ne zaman bunlardan birine
tutunmaya, tutulmaya kalkışsak “ötesi… Daha ötesi…” diyen bir ses yeniden
kanatlandıracaktır yüreğimizi… Böylece bu yolculuk “Ballar balını buldum”
diyene kadar sürecektir.
“Süveyda”
aşka böyle bakan bir şairin kitabı…
Baştan sona
arayış, buluş, kaybediş; acı, sevinç…
Kısacası
aşkın bütün halleri şair lisanında bir kez daha dile gelmiş… Öylesine dile
gelmiş ki, sarıp sarmalıyor insanı, halden hale geçiriyor. Kimi zaman “ela bir
menekşe”, kimi zaman “gecede ay”, kimi zaman “ateşte kül” sizi hep aynı yere
götürüyor.
Bir sarmaşık
sardı beni
Saklar oldu
tende teni
Sende beni
bende seni
Gördüm ama
soramadım
Gönlümdeki
bulunmaz eş
Gecede ay
günde güneş
Ateşte kül
külde ateş
Aşka sensiz
eremedim
Hayret
kapısında hayranlıktır bizi kuşatan duygu. Bu yüzden soru sorulmaz. Soru;
endişedir, tedbirdir, ölçüp biçmektir,
kar zarar hesabı yapmaktır. “Aşk ilinde” kıymeti harbiyesi yoktur
bunların. Çünkü bu yolda hedef “aşkı bulmak”tır. Pusula ise “sevgi”dir. O,
nerededir, nereye saklanmıştır. Bunu arayan bulacak, bulan bilecektir.
Nihayetine
gelince; tecelli deminde “ateş suyu yakmayacak”, alevler “gül” olacaktır. Ben,
sen farkı olmayacaktır. İşte o zaman “dağlara verip yükü” bir kutlu vaktin
seherinde Yunus gibi “dağlar ile taşlar ile” sözün özü ondan bir ses, koku,
renk taşıyan her canda onu görmek, bilmek olacaktır “Aşk yorgunu”nun yeni hali…
Böylece halden hale geçilecek, yaşanılan her halin söze dönüşmesi olacaktır
şiir.
“Süveyda”
işte böyle bir hal ile hallendirdi beni…
Şairi Sergül
Vural’ı kutluyorum. Son sözü yine o söylesin:
Bir sevgi
ırmağıyım akarım kıvrım kıvrım
Yamacımda ne
varsa yeniden çiçeklenir
Özüm
deryadır benim her damlada ben zarım
Mavi
bakışlarımla okyanuslar renklenir
“Bu sevgi
ırmağı”nda yıkanmak, arınmak istiyorsanız “Süveyda” sizi bekliyor.
Mustafa Özçelik
23 Mart 2010
Çocuklara
iftarlık şiirler!
Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları'ndan çıkan Sergül Vural'ın çocuk kitapları, onlara
birer Ramazan hediyesi hüviyetinde.
Sergül
Vural’ın TDV Yayınları’ndan çıkan iki şiir kitabı, Ramazan iklimine çok da
uygun düşen şiirlerle karşılıyor bizleri.
Namaz dinin
direği
Sergül
Vural’ın birinci kitabı “Anne Seccadem Nerede”, çocuklara namazı anlatan,
çocukları namazın huzuruna çağıran şiirlerden oluşuyor. Çocuklara bir şeyleri
anlatmak için en güzel kelimeleri seçmek gerek. Onların kalbine en kolay nasıl
ulaşılır, onlara sevilmesi gerekenler nasıl sevdirilir bunları bilerek
kelimelere daha bir ahenk yüklemek gerek. Çünkü bu çağda çocukların kalbine
süzülmek o kadar da kolay görünmüyor.
Vural
şiirlerini çocukların dilinden ve kalbinden yazıyor. Onların gözüyle dünyaya
bakıyor, onlar gibi sesleniyor kâinata. Şiirlerde bir büyüğün nasihati değil de
çocukların kendi gözleri olunca daha bir sahihlik kazanıyor kelimeler.
Çocuklar, yaşları ne olursa olsun nasihati sevmezler. Nasihat içeren didaktik
şiirler yerine, dünyaya onların gözüyle bakan şiirler daha kolay kalplerine
süzülebilmekte. “Camiden çağrı geldi / anne seccadem nerde? / namaz vakti de
girdi / anne seccadem nerde?”
Şiirlerde
namazın dışında ibadetin insana verdiği huzur, Müslüman olmanın gerekleri de
yine çocuk gözünden şiirlerle dile getirilmiş.
Peygamberi
anlatmak çok güzel
Sergül
Vural’ın ikinci kitabı “Anne Peygamber Nerede” adını taşıyor. Biz biliriz ki en
güzel şiirler peygamberi anlatan şiirlerdir. Bir şiire Resul kokusu sinmişse o
şiir daha bir kalbî olur bizim için. Bir cümle Ondan bahsediyorsa daha bir
Medine kokar. Bir şiir Ona koşuyorsa Mekke olur sokaklar. “Anne Peygamber
Nerede” kitabındaki şiirler, yine çocuk kalbinden Resulullah sevgisini anlatan
şiirlerden oluşuyor.
Doğumundan
başlayan bir sırayla, Hz. Peygamber'in yaşadıklarının da anlatıldığı şiirlerde
çocuk kalbiyle bir naat havası sezilen kitapta asıl amaç çocuklara peygamberi
en güzel şekilde tanıtmak.
Sözler
peygamberi anlatmaya görsün, daha bir billurlaşır, daha bir canlanır. Sergül
Vural’ın şiirlerinde de bu coşkuyu duymak mümkün. Yer yer ilahi terennüm eder
gibi okunacak şiirler de kitabın sayfaları arasında karşılıyor bizleri. “adın
dillere güldür / gönlün lale sümbüldür / tatlı dilin bülbüldür / sevgili
peygamberim”
İftarlık
şiirler
Ramazan'ın
kapımıza dayandığı, çocukların tatille birlikte Ramazan coşkusunu yaşayacağı
böyle bir zamanda Sergül Vural’ın bu iki kitabı onlar için çok güzel iki
armağan olacaktır. Bu şiirleri okudukça çocuklar, daha bir serinleyecek iftar
vakitleri. Çünkü bu şiirlerde asr-ı saadetin esintisini duymak mümkün.
Mustafa Uçurum
28 Temmuz 2011
ANNE
PEYGAMBER NEREDE? ANNE SECCADEM NEREDE?
Anne Peygamber Nerede? ve Anne Seccadem Nerede? İsimli iki kitap Türkiye Diyanet Vakfı (Ankara,2011)
tarafından çocuklar için yayınlanın iki şiir kitabıdır. Bu kitaplar Kayserili
şair(e)lerimizden “Sergül Vural” a ait, her ikisi de kırkar sayfalık, çocukların
anlayacağı sade bir dil ile yazılmış dini ve ahlaki manzumelerle dolu, yer yer
resimlerin de yer aldığı sevimli iki eserdir.
Sergül
Vural,1964 yılında Kayseri’de doğmuş, liseyi Erzincan’da bitirdikten sonra 1995
yılında Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirmiş. İlk şiir kitabını
NAZ ÇİÇEĞİM başlığıyla 2002 yılında yayınladı. Birçok gazete ve dergilerde yazı
ve şiirler yazdı. Halen Kayseri Hâkimiyet
gazetesinde “Duygu Yansımaları” isimli köşe yazılarına devam etmektedir
(İLESAM)
İlim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek Birliği, (ANASAM) Anadolu İlim ve
Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek Birliği, (KAYENDER) Kayseri Enstitüsü
Derneği üyesi ve iki çocuk annesidir. Naz Çiçeği kitabını Birgünde Dört Mevsim
(2006) ve Süveyda (2009) isimli şiir
kitapları izledi. 2006 yılında İncesu’dan Sesleniş ve 2010 yılında da Üşüyorum,
adlı antolojisi çıktı. İnce, duygulu, sihirli ruh dünyasını yansıtan
şiirlerinin yerini son zamanlarda dini içerikli şiirler yer almaya başladı.
Katıldığı birçok yarışmalardan farklı derecelerde ödüller kazandı. Şu anda
özellikle çocuklarımızın düzeyinde, kolayca anlaşılır harika bir üslup ile
yazılmış olan eğitici ve öğretici iki değerli eserle karşımızda.
Sergül
Vural’ın “Anne Peygamber Nerede?” başlıklı
kitabında Hz. Peygamber ile ilgili ve Hz. Peygamberi tanıtıcı, sevdirici 20
şiir bulunmaktadır. Kitabın adını taşıyan manzumenin ilk iki dörtlüğü şöyledir:
Sordum bir
gün anneme
“Anne
Allahım nerede?”
Dedi
ki:”O,her yerde
Müminlerin
gönlünde.”
Sordum bir
gün anneme
“Anne Peygamber nerede?”
Dedi:”O,her
asırda,
Müminlerin
gönlünde…”
Görüldüğü
gibi mısralar çok sade ve kolayca anlaşılır, kolayca ezberlenebilir özellikte.
Şiirler usta bir kurgu, akıcı bir anlatım, tertemiz bir dil ile yazılmış olduğu
görülmektedir. Okuyanların kolayca aklında kalacak güzellik ve sadelikteki,
duyguların dil işçiliği ile adeta ilmek ilmek halı dokunur gibi örüldüğü yirmi
manzumeden üç dörtlük daha sunarak ikinci kitaba geçmek istiyorum. “İslam Sancağı” başlığı altındaki
manzumeden seçtiğim üç dörtlük şöyledir:
“Annelerin annesi
Sabırsızca bekledi
Yetim doğdu Muhammed
Büyüdü, emekledi.
Babasına benzedi
Hep çöllerde gezerdi,
Yüce Rabbi sezerdi
Sevgisini denkledi.
Dedesinin kucağı
Oldu baba ocağı
O ki İslam sancağı
Bekledi hep bekledi”.
“Anne
Seccadem Nerede?” başlıklı
eserde ise öncekinde olduğu gibi halk şiiri tarzının benimsendiği dörtlüklerden
oluşan ve harika konuların yakalandığı 19 manzume yer alır. Bunlarda imanın ve
İslam’ın şartlarına, İslam ahlakına yönelik öğretici ve zaman zaman duygusal
manzumelerin yer aldığı görülür. Bu eserde sadeliğe, anlaşılabilirliğe önem
verilmiştir. Esere adını veren manzumenin bir bölümüne bir göz atalım:
“ Camiden
çağrı geldi
Anne seccadem nerde?
Namaz vakti de girdi
Anne seccadem nerde?
Sübhaneke, Fatiha
Besmele, unutma ha!
Yaklaş bana az daha
Anne seccadem nerde?
Özledim seccadeyi,
Kıyam, rükû, secdeyi
Neyi beklersin, neyi,
Anne seccadem nerde?”
Bu birinci
manzumeyi Yaratan Allah, Elhamdülillah, Sübhanallah Çekelim, Dedim Allahüekber,
Lâ İlahe İllallah, Evrenin Sahibi, Hak Çınlasın, Senden Başka İlâh Yok, Allah
Aşkına, Gel Allaha Koşalım, Teşekkürler Allah’ım, İslam’ın Şartı Beş, Seccademin
Üstünde, Abdestin Farzları, İslam, Namaz, Yandım Elhamdülillah, Bu Yol İslam
Yoludur başlıklı şiirler takip etmektedir.
Eğitim-öğretimde
olduğu kadar dinin sevdirilmesi ve benimsetilmesi alanlarında da şiir, musiki
ve güzel sanatlardan da yararlanılması tarih boyunca uygulana gelmiştir. Çoğu
zaman sanatın büyüleyici, sevdirici özelliklerinden istifade edilmiştir. Bu
metodun en güzel uygulamasını Kur’an-ı Kerimde görmekteyiz. Kuran, Yüce Tanrı
tarafından Arapça konuşan topluma gönderildiği için onların diliyle
indirilmiştir. Yani anlatılmak istenen şeyin o toplumun anlayacağı dilden
olması birinci şarttır. Ayrıca Kur’an-ı Kerimde şiirlerde, manzumelerde var
olan ahenge, sihirleyici, insanların ruhunu rahatlatıcı bir musikiye
rastlıyoruz. Prof. Dr. M. Tayyib Ökiç merhum, “Kur’an-ı Kerim’in Üslûp ve Kıraati” başlıklı (Ankara,1963,13)
eserinde Kur’an-ı Kerim’in “…nazmındaki ahenk (uyum) ve tenasüb (yani
uyuşmadaki oran), bilhassa ayetlerin sonundaki kelimelerin birbirine uyması ve
buna benzer birçok hususlar… İlâhî kelamda musiki unsurlarının” bulunup bulunmadığını düşünmeye çağırdığına
işaret eder ve bazı bilginlerin geniş anlamdaki musiki ile ilişki kurmanın
mümkün olabileceğini düşündüklerini örnekleriyle anlatır. Mesela Kaf (L) Suresinde kaf harfi aynı ismi taşıyan
surenin 45 ayetinde 57 defa geçmekte; Kalem
(LXVIII) suresinde (Nun harfiyle
başladığı için bu sureye Nûn suresi diyenler de var) bu surenin 52 ayetinde nun
harfi 154 defa tekrar edilmektedir. Merhum Ökiç konuyu şöyle tamamlar:
“Hakikatta
ise, Kur’an-ı Kerim’in metni, bütün
kelime ve ayetlerinde ve bilhassa ayetlerin sonlarındaki“ f a s ı l a ‘larda
(yani duraklarda, aralıklarda) u l v î (yüce, semavî) bir ahenk, tenasüp ve insicam
(bağdaşım, tutarlılık) arz etmekle ve bir şiir veya bir “s e c i” dinleyiciyi “t e s h î r”
edip (büyüleyip) coşturmakla beraber yine de kendine has ve mükemmel bir
nesirdir (sa:12)”
Bir fikri
bir düşünceyi, bilgiyi etkili bir şekildi öğretmenin ve yaymanın yollarından en önemlisi onları ahenk ve sanat içeren
formlarla sunmaktır. Manzumeler, belirli bir form’a, kendi içinde ahenk ve
musikiye sahip metinlerdir. Atalarımız İslâm Dinini şairlerin manzume ve
şiirleriyle daha da çok sevmişlerdir.
Hoca Ahmet Yesevi (Öl: 1166) ve onu izleyen şairlerimiz Türkçe manzumelerle
İslam Dinine çağırmışlar, sanatlarıyla ve sevgiyle İslam’ın ilkeleriyle
atalarımızı kucaklaştırmışlardır. Bu iki sevimli kitapta da Sayın Şair, akıcı
bir anlatım ve tertemiz bir dil ile ustaca çocuklarımızı İslam Dininin ilke,
ibadet ve ahlakı ile kucaklaştırmaktadır.
Sergül Vural Hanımefendi de bu iki eserinde
anlaşılır sadelikte, Yunus’u çağrıştıran bir üslup içinde, manzum olarak
bilgiler sunmaktadır. İlköğretim öğrencileri yavrularımıza ve halkımıza yaş
günlerinde, başarılarında, okula başlayışlarında, bayramlarda, yaz
tatillerinde, açıkçası her vesileyle hediye edilebilecek sevimli, renkli
resimli, güzel ve temiz baskılı bu eserleri tavsiyeye şayan bulmaktayım.
Yrd. Doç. Dr. A.Vehbi ECER
1 Ağustos 2011
“SİYAH
ELMAS” HAKKINDA, “KÖMÜR TOZU” CÜMLELERİMDİR…
…- Yâ Resûlallâh, Ben bir köleydim,
Cenâb-ı Hak bana hidâyet nasip etti. Mekke’nin ileri gelenlerinden nice
kimseler bu saadete eremediler. Ebedî saadetten mahrum kaldılar. Onlara hidâyet
nasip olmadı. Ben neşelenmeyeyim de kim neşelensin. Ben oynamayayım da kim
oynasın…
Her söz,
yazılan her cümle şöyle veya böyle kendisine aksedeceği, dokunacağı bir zemin
bulur elbet. Bazen sadece akıldır bir kitabın elinin uzanabileceği tek nokta.
Anlatacağını anlatır, söyleyeceğini söyler. Ve sadece “Bilmiyordum, öğrendim”,
dedirtebilir okuruna. Bazen de, çok kanatlı bir üveyik oluverir bir kitap.
Ferah-fezâ kanat çırpacağı bir gökyüzüne kavuşmuşçasına, cana gelir kapağı
aralandığı vakit. Akıl semâsı ona yetmez olur. Rûh buudlarında da çırpınır,
gönül yamaçlarında da. Demek ki; hissiyattan, özlemden, kalp ve şuur
huzmelerinden müberrâ, sadece bilgi ve teorinin demir parmaklıklarıyla mahkûm
olan bir kelâm, uçabilse ve menziline varabilse de, yedi kat göklerde cıvıltısı
duyulan bu “Çok Kanatlı Üveyik” in yanında mahzun ve mağdurdur ancak…
Siyer ilmi
ve Biyografi incelemeleri, işin bilimsel ve kendine has kriterlere bağlı
yönüdür. Kabul eder ve bin teşekkür ederiz ki, bilinmeyenleri bilmek, okuyup
anlamak için lâzım ve elzemdir. En tabiî hakikattir ki, bir kimsenin hayatı ve
ömür serüveni bilinmeden, onun fikirleri, mücâdelesi, ortaya koydukları
bilinemez. İnsanın şahsî hususiyyeti tanınmadan, özü ve sözü idrâk edilemez. Hele
ki, mevzu-bahis, Allah Kelâmı’nın dahi “Ömrüne yemin ettiği” (Hicr Sûresi:
72) bütün ölgün ve donuk canlara
hayatıyla, tebliğ ve irşâdıyla hayat veren Sultanlar Sultânı Efendimiz Hazret-i
Muhammed (Aleyhi-ssalâltu Ves-Selâm)’ın ve O’nun, “Her biri birer yıldızdır”
dediği Sahabelerinin hayatı ise…
Bütün bu
tanıtma, bildirme ve anlatımın yanında, her cümlesinde ve hassas imbiklerden
geçirilerek arz edilmiş her bölümünde “Siyah Elmas”ı sâde bir biyografik
romandan ayıran cevher misâli üslup ve mahâret şudur ki, “Siyah Elmas” Yazarı,
Hazret-i Bilâl’in şahsında, Asr-ı Saadet’te yaşanan sancıları ve hikmetli
hâdiseleri, gönül tezgâhında inci bir kolye misâli, veya sayfaların bembeyaz
teknesinde bir lâle ebrûsu zerâfetiyle işlerken, hem tarihin somut anlatımını
yakalayabilmiş, hem de “Çileli ve Büyük Gönüllü” Sahabelerin iç âlemlerinde,
ümit ve hüzün iklimlerinde yaşadıkları, dağlara ağır gelecek hisleri, göz
yaşlarını, sabır ve tevekkül çığlıklarını da asırlar ötesine, bu ruhsuz ve
duygusuz âhir zamâna ulaştırabilmiş. Sağırlaşan kulaklarımıza duyurabilmiş.
Bunu temin edebilmenin ise tek yolu, sadece kelimeler ve cümleler ekseninde
değil, bahsedilen her sahneyi zamandan ve mekândan azâde bir ruh ve yürekle,
sırlı bir seyahatin sonunda yazdıklarını yaşamak ve aynı çileyle inlemek ve
sızlamaktır.
Ta sözün
başında, Bilâl’i anlattığı kitabın ilk sayfasında:
“Kendi güzelliğidir de bazen insanın
gördüğü, farkına varamaz. Varsa da anlayamaz”…
Diyerek
kalemi eline alan bir Anlatıcı’nın, tarihî vakıaları anlatmanın çok ötesinde
bir gâyesi, bilinenlerin tekrar edilmesinin dışında bir derdi var demektir.
Cennet
bahçesi göğsünün üzerine kendi ağırlığının kat be kat üstünde yekpâre bir kaya
konulduğunda, “Tevhid Bülbülü” Bilâl’in azmini ve sebâtını:
“Aşkı bulana zulüm nedir ki? İnsan
Varlığın Birliği’ne tutunduğu sürece imânı yok olur mu? Varlığın Kudreti’ne
tutunan âşığa işkence kâr eder mi ?”...
Şuuruyla izâh eden bir Müellif’in, Hak nâmına, Hakk’a
Vuslat adına çekilen dertlere “Aşk”, işkencelere “Huzur”, koskoca taşlara ise “Gül”
nazarıyla baktığı âşikârdır…
Girizgâh niyetiyle “Kömür Tozu” diyerek
nitelendirdiğim sözlerimin kıymetten uzak ve ifâdeden âciz olduğunun
farkındayım. Mademki, “Sözün Zümrütü” söylenmiş ve hitâme ermiş; bizim
aktardığımız ise, “Sözün Sözü”dür ki, faydası yoktur. Ancak, nasıl ki bir dağa
teveccühle seslenen bir kimsenin, dağın sinesine çarpan sesi, bir lahzacık
yankılanacak ve duyulacaktır. Öyleyse bunlar, “Siyah Elmas”tan zihnimin
duvarlarına yansıyan, taş ve kayalardan ibâret “Benlik Dağım”da yankılanan,
işittiğim ve nasibime düştüğü kadarıyla hissettiğim seslerdir.
Yazar, ansızın ve hazırlıksız işittiği bir “Ezan”la,
“Siyah Elmas”ı, Hazret-i Bilâl’in imân serüvenini yazmaya koyulduğundan
bahseder. Kim bilir, belki de bu ufacık emâre, bu eserin makbul ve müsbet
olduğuna dair bir haberdir.
Zirâ Şanlı Peygamberin ezan okumakla görevli kıldığı
ve sıkıntılı zamanlarında, Bilâl’in Sesinden bir ezan dinlemek maksadıyla
“Haydi bizi rahatlat Ey Bilâl” buyurduğu Hazret-i Bilâl’in sesinin, soluğunun,
melekleri hayran bırakan ezan okuyuşunun, asırların ve çağların ardında
kaldığını kim söyleyebilir?
Kanaatim odur ki, “Siyah Elmas” böyle bir çağlar ötesi
ezanın heyecan verdiği bir kıyamla yazıldı. Onu okurlarına sunan Yazar’ın
sözleri, kendisini can kulağı ve gönül gözüyle okuyanların benliğinde, eminim
ki taptaze bir Asr-ı Saadet sevdâsı, yepyeni bir Hazret-i Bilâl ve Sahâbe Aşk’ı
uyandıracaktır… Gayret insandan, hidâyet
Allah’tandır…
“Siyah Elmas”ı son üçüncü defa okuduğumda, cümlelerin
altını çizmekten ve mühim gördüğüm her paragrafı not almaktan mürekkebi tükenen
kalemimin son demleriyle, kitabın son sayfasına yazdığım cümle, şimdi de bu
uzayan sözlerimin son noktası olsun:
“Esselâm âlâ men ketebet hâze-l’kitâb”…
Bu kitabı yazana selâm olsun…
Ve her bir okurun, Hazret-i Bilâl gibi yüreği olsun…
Duâya muhtaç
ve pür-kusur…
Ferhat ERDÖNMEZ
06 01 2013
HZ.
BİLAL’İN KALPLERE ÇARPAN SESİNİ BU KİTAPTA DİNLEYİN
Günde beş
vakit semalarda dalga dalga yüreklere çarpan ezanı her duyuşumuzda aklımıza
gelen birçok çağrışım vardır. Bunlardan biri de ilk ezanı okuyan Hz. Bilal’dir.
Önceleri bir köle olan, ağır şartlar altında olduğu halde ilahi çağrıya gönlünü
sonuna kadar açan ve Saadet Asrında Resulullah’la birlikte küfre karşı her
türlü mücadeleyi veren Hz. Bilal, ilk ezanı okuyan sahabe olarak da tarihteki
yerini almıştır.
Hz. Bilal’in
hayatı ile ilgili yapılan çalışmalar, bu konuda yazılan kitaplar çok fazla
olmadığı için Hz. Bilal ile ilgili bilinenler de genelde ya kulaktan dolma
bilgi olarak kalıyor ya da dillere destan bir film olan Çağrı’da seyredilenler
bilgi hanesine kaydediliyor.
Sergül
Vural’ın Mola Yayınları’ndan çıkan Siyah Elmas Hz. Bilal adlı yeni kitabı Hz.
Bilal’i tanımak isteyenler, onun iç yakan hikâyesine ve sesine şahit olmak
isteyenler için çok önemli bir eser. Sergül Vural’ın anlatımındaki sıcaklıkla
okuyucu ansiklopedik bilgilerden uzak, Saadet Asrının havasını teneffüs ederek,
Habeşli Bilal’in gözünden o devri yaşıyormuş gibi oluyor.
Sergül
Vural’ın yazdıklarında şairliğinin etkisini görmek mümkün. Yer yer şiirsel
seslenişler, içli bir anlatım kitabın tümüne hâkim. Kitaptaki olayların geçtiği
zaman Asr-ı Saadet, kişiler de Resulullah ve sahabeler olunca anlatımın coşku
dolu olması da kaçınılmazdır. Böylesine önemli bir konuda yazan Sergül Vural,
kitabında bu heyecanı ve coşkuyu okuyucuya da hissettirmeyi başarmıştır.
Allah’ın o
kadar büyük lütufları vardır ki insan için cennet âlâ güzelliklere vesile olur.
Habeşli Bilal, bir köle iken peygamberin çağrısına uyup Müslüman olur. Her
türlü işkenceye rağmen dinini terk etmez. Müminlerle omuz omuza mücadele eder.
Bütün bunların yanında Hz. Bilal, ilk ezanı okuyan sahabe olma lütfüne erince
artık unutulmazlar arasına girer ve Müslümanlar arasında apayrı bir yere sahip
olur. O artık mücadelesiyle, iç yakan hikâyesiyle ve billur sesiyle kalplerdeki
yerini almıştır.
Sergül Vural
Hz. Bilal’i o kadar içten bir üslupla anlatıyor ki okuyucu için birçok olay
sanki ilk defa duyuluyormuş gibi hayal dünyalarında yeni bir pencere açacak
güzelliklerle doluyor. Göz önünde olan ve toplumun büyük kesimi tarafından
tanınan bir kişiyi anlatmak çok zor ve riskli bir tercihtir. Çünkü ayrıntılar
net olarak bilinmese de birçok kişinin zihninde kulaktan dolma da olsa bazı
bilgi kırıntıları bulunmaktadır. Hz. Bilal de İslam coğrafyasında bilinen,
adının birçok çağrışımı olan bir sahabe olduğu için onu anlatmak da oldukça güç
bir süreç istemektedir. Sergül Vural bu çalışmasıyla akıllarda hiçbir soru
işareti bırakmadan çalışmasını ortaya koymuştur. Bunun en önemli sebebi de
samimiyet ve yaptığı işe duyulan inançtır.
Hz. Bilal’in
dünyasına girmek için Sergül Vural’ın bu kitabı örnek bir çalışma olmuş. Sızı
kitabıyla kendisine yeni bir yol açan yazar, görülüyor ki bu yolu genişletmeye
devam edecek. Bu yolda içli bir anlatım ve yaptığı işe inanmış bir kalp var.
Devamını bekliyorum.
(Roman: Siyah Elmas (Hz. Bilâl),
Mola Kitap, Ağustos 2012,sayfa: 221)
20 Kasım 2012
Mustafa UÇURUM
“SİYAH ELMAS HZ. BİLAL”
"Siyah
Elmas Hz. Bilal" Mola yayınları arasında Sergül Vural'ın yazdığı bir
biyografik roman (221 sayfa, Ağustos 2012). Kitabın adından da anlaşılacağı
üzere Peygamber Efendimiz (s.a.v.) döneminde yaşamış olan, ilk ezanı okuyan,
çeşitli çilelere maruz kalan, cennetle müjdelenen bir güzel, bir mübarek insan
Hz. Bilal (r.a.)'in esaretten İslam’ın doğuşuyla başlayan istiklal mücadelesi.
Gerek Asrı
Saadet dönemi sahabeleriyle ilgili ve gerekse Allah dostları üzerine yeni yeni
kitaplar yayınlanmaya başladı. Bu durumu İslami edebiyatın zenginleşmesine
kuşkusuz katkı sağlayacaktır. Bu alanda bir eser yazmanın zorluğu meydandadır.
Sergül Hanım böyle bir zorluğu göze alarak zor bir işe girişmiş. Hadislerden
beslenen şiir tadında bir eser ortaya çıkmış.
Kitabın arka
kapağı tanıtım yazısında şu ifadeleri okuyoruz: "Adeta uçuyordu yüreğiyle,
Adımları kanat olmuştu. Bilinenden öteye uçuyordu Bilâl. Bozduğu ezberin yerine
yenisini öğrenmeye gidiyordu. Beyaz bir sayfaydı artık onun kalbi. İman ile
donanmıştı, amel ile dolacaktı. Küçücük âlemine, koca okyanusu hapsetmişçesine
fokurduyordu. İçinin dehlizlerinde salınıyordu gelincikler. Hiçbir rüzgâr dokunamazdı
onlara. Savuramazdı yapraklarını kendinden öteye. Bir yandan geceye inat
gündüzü yaşıyordu yüreğinin yamaçlarında. Umut yüklü papatyalarına bakıyordu
hayran hayran. Bir yandan da ötenin ötesine gidiyormuşçasına heyecanlı bu
gidişte ayakları birbirine dolaşıyor, kâh arkasına bakıyor kâh sağını solunu
denetliyordu. Tedirgin yürünen yollar da biter, varılacak adrese varılır
elbette. Bilâl sonunda bir kapının önünde durdu. Tokmağı dokundurdu
kapıya..."
Kitapta
özetlemek gerekirse; Hz Bilal (r.a.)'ın önce Hz. Ebubekir (r.a.) ile buluşması
daha sonra Peygamber olan Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimize inanması, putlara
karşı tükürmesi... Köle olan bir insanın puta karşı gelişi hoş kabul edilecek
bir durum değildi. Putları tahkir etmesiyle birlikte Hz. Bilal (r.a.)'a kötü
davranılması, boynuna ip geçirilmesi, sokaklarda yürütülmesi, tahkir
edilmesi... Hz. Bilal (r.a.) gibi Yaser ailesine de yapılan işkenceler. Çile
üstüne çile, zulüm üstüne zulüm. Bu zulümlerin Bahta vadisinde devam etmesi…
Demirden zırhlar giydirilerek güneşin kızgın anında çölde bırakmalar; kör edene
kadar dayak atmalar; karanlık kalpleriyle iman dolu gönüllere küfür ederek
aşağılamalar... Ve bu tablo karşısında Hz. Muhammed Efendimiz (s.a.v.)'le
istişare eden Hz. Ebubekir (r.a.)'in Hz. Bilal (r.a.)'i para vererek satın
alması, kölelikten azat etmesi... Daha sonraları o billur sesiyle okunan ezan-ı
Muhammediye. Müminleri namaza davet etmesi… Sabah namazında "Namaz uykudan
hayırlıdır" demesi ve bu mübarek söz için Peygamberimizin Hz.Bilal (r.a.)'e
bakarak buyurması; "Bilal! Bu ne güzel sözdür böyle. Sabah ezanlarını
okuduğunda bu sözü de söyle diyerek buyurması ve Hz. Bilal(r.a.)'in sabah
ezanına "Es-selatu hayrun minen-nevm" cümlesini eklemesi.
Kız
çocuklarını diri diri toprağa gömen, insanları köleleştiren, çok basit
denebilecek sebeplerden dolayı adam öldüren cahiliye insanları...
Ve küfre
karşı, cahilliğe karşı çekilen kılıçlar... İslamiyet güneşinin insanlığı
ısıtması, aydınlatması...
Hayber
savaşında savaşırken bile Peygamberimize hizmette kusur etmeyen bir Hz. Bilal
(r.a.).
Medine
sokaklarında muhtaç kimseleri arayan ve elinde ne var ne yok Allah yolunda
harcayan siyah inci Bilal, cennetle müjdelenen bir mübarek insan... Bu kitapta
bunları an be an duyarak okuyacaksınız.
Sergül
Vural, İslamiyet’in doğuşundaki heyecanı bu biyografik romanda güzel tavsif
etmiş. Ezanı ilk okuyan, özgürken esaret hayatı yaşayan bu mübarek insana
dokunmuş! Heyecanla okunacak şiir tadında bir eser ortaya çıkmış. Kendisini
kutluyoruz.
Osman AYTEKİN
20.11.2012
“Sızı” ,deneme türünde yazılmış bir kitap.
Şair Sergül Vural’ın son kitabı. Hani kadından şair mi olur diyorlar ya. Sanki
kadınların gönül acıları, sızıları olmazmış gibi. Söyleyenlere inat denemeleri
bile okurken şiir tadı alıyorsunuz.
Kitap yeni
çıktığında bir çırpıda okumuştum. Bir bardak suyu tepeme diker gibi.
Susuzluğumu kandıran soğukluğunu, iç âlemimde kaynatmıştım.
Eski bir
radyocu olduğum için her bir deneme yazısının, müzikle birlikte duygular
yüklenerek okunması halinde çok iyi bir radyo programı bile olabileceğini
düşünmüştüm.
Sonra,
tekrar kitabı elime aldığımda yudum yudum içmenin daha da tat verdiğini gördüm.
Ayrı zamanlarda her bir bölümü ayrı ayrı okumanın gönül sızılarına daha iyi
geldiğini gördüm.
İşte şiir
tadında satırlar:
“Asırlarca
yük; acılarla nasırlanmış bedenlerin vuslat özlemiyle hafifler. Nöbet ertesi
bir sevdadan arta kalan ne varsa, seherlerde dualara sarılır.
“Dinginliğin
koynunda dinlenen dalgaların deryayı şahlandırması neyse, kavuşan yüreğin
şahlanışı da öyledir. Sevda talihtir, ondan nasipsiz kalmak ise talihsizlik.”
Bir başka
yerde:
“Gecelerin
yıldızları kaybedişindeki matemdir, kaybettikleri zaman.
“Zaman
rüzgârıyla savrulup giden hayatlarında iç çekmeler, esmeden yağmalar, dolmadan
boşalmalar vardır.”
Kuşlar
nereye gitmeli:
“Efkârıma
kapılıp göç etmeli kuşlar. Rüyalara, hülyalara ve de beyaz duvaklı bulutlara.
Biraz şeffaf, biraz sisli, biraz sakin, biraz yavaş, biraz da cesaretle…”
Doğduğu
şehre, Kayseri’ye:
“Gesi
bağlarından türküler yankılanır. Gerçekler ve hayaller sazlarda nağmeleşir.
Bağrımı yakar, o yanık sesler. Tıkanır kalır, nefesim. İnler bütün gece
yıldızlar. Ben de inlerim. Ay küser, yıldızlar kaçar, ben kaçamam.”
Neyi, nasıl
yazar:
“İçim yanar bildiklerime.
Ateşlere düşer yüreğim. Bulutlara yaslanır gözlerim. Cemreye uzanır ellerim.
Tohumun ve köklerin canını ısıtır, mavice hislerim. Karanlıklar çıkarır gün
yüzüne. Gönül başaklarımdan, fikir dallarımdan sallanır kalemimdeki bereket.
Nasip neyse, o yazılır, kırk satırlık kâğıda.”
Erciyes hep
ilham kaynağı:
“Yüreğimin
dağlarında kendimle hapis kalmışken, Erciyes’in emzirdiği bir şair olmaktır
dileğim.”
“Bütün
gelmeler bahardır, bütün gitmeler kış. Gün gelir,”umutsuz yaşanmaz ki” diyen
yürekler tek tek susar. Kaçtıkça kovaladıkları, uzandıkça kaçırdıkları umutlar
küser. Erciyes’te düğün biter.”
Asıl sızısı
ve sevdası O’ndandır:
“Kolla beni
ne olur, ey şah damarımdan yakın olan. Sevgide ve sevecenlikte güneşe eşdeğer
olabilmenin yolundan ayırma. Nehirleri kucaklayan deryada kaybolmadan yol alan
kaptan edasıyla, yüzdür beni, küçücük teknemle. Dalgaların öfkesine yenik
düşürme.
“Ve bir şiir
düşer yürekten. Yazılmayan, okunmayan. Halden hale girer sızı. Sevdalı,
hasretli, yaralı, umutlu ve mutlu…”
AHMET
İLHAN
Temmuz 2012
Dünyaya
göçmüşlüğün, düşmüşlüğün Sızı’sı; mâsivâdan geçememenin sıkıntısı , aşk
talebinin ağrısı, aynalardaki sızı, sevdanın bedeli Sızı. “Her solukta bin
sızı”(sh. 111)
Ve Sergül’ce
bir özge Sızı… Sergül Vural, katıldığı birçok şiir yarışmasında ödüller alan,
Naz Çiçeğim, Bir Günde Dört Mevsim, Süveyda isimli üç şiir kitabı ve iki çocuk
şiirleri kitabı bulunan; kültür sanat dergilerinde şiir, deneme yazıları
yayınlanan, köşe yazarlığı da yapan değerli bir isim.
Son kitabı
Sızı da denemelerini toplamış. Sızı, “şiir oluyorum” diyen, derin bir şair
nefesinin habercisi. Nice baharlı, “dağ yüklü” mısralar döküyor kalbinize.
“Bir düş
gözlemcisi” olan Sergül nesnelere, varlığa yeni anlamlar yüklüyor, “Üzerinde yaşanılan dünyada her kıvrım bir
harf, her şekil bir semboldür(…) Sen, ben, o ve biz, onlar birer işaret’tir.”
Bu
okumalarla mesela güne, geceye tutulur,
Kâinat’a vurulur. Bir güzelliktir ki bizi teshir eder, bağrına basar çeker.
“Şimdi, keşke akşam olsaydım” diye inler. Bir başka tariftir, tasvirdir
Şairenin ki: “Muhabbet çınarlarının yapraklarına akşamın karanlığı çökünce,
dostun zevkle içtiği akşam çayının buharıyla gökyüzünün sislerinden daha güzel
ne vardır.”(sh. 54)
Ancak gök hasreti çeken, bir sevdalı; “kefeni”
“beyaz gelinlik” olarak tanımlayabilir.
Aşk; bütün
yolların ona çıktığı, biricik kaçınılmaz yoldur. GülSER “Kendine dönebilmek aşk
adıyla” diyerek, “Ne taht, ne saltanat, ne de han, hamam terazide ağır
gelir, muhabbete düşen aşkın yanında”;
“Murâdımdır aşk-ı muhabbet ve muhabbet-i aşk…(sh.7)” deyişiyle bu mihengi
belirler.
Aşk ki bir
bûsenin kesafeti, sizi benliğinizi çizmesidir belki.
“İnsanoğlu
ilk kez suda görmüş yüzünü. Uzanmış tutamamış. Şaşırmış kendi olduğunu
anlamamış! Bir bûse almak istemiş yanağından olmamış. Bûseler dudağa dokununca
geri çekilerek hep o gördüğünü bulmak için aramış, aramış. Hâlâ da aramakta
(sh. 13)”. Ki o beklediği “bûseler
mucizevî, bûseler havaî, bûseler hercâi, bûseler tutuklu…(sh.6)”.
Bûseler ki
içinde ne kutlu nefesler saklar. Hâlbuki “Dudaklarda adı kalmıştır aşkın”;
“Sevdâ talihtir, ondan nasipsiz kalmak ise ne talihsizlik”.
“Çocuksu duygularla kaybettiği(miz)
uçurtma(yı) ömür boyu gökyüzünde ararız. Bu nedenle de ne gökyüzünün mavisini
görebilir(iz) ne de güneşin ışıltısını”. Kayba, faniye, iğretiye odaklanırız.
Çağa yenik, kutlu zamanlardan kaçarız. Aşksızlık en büyük illettir.
“Dünyayı
terk edişler tam ona göredir”; hep bir “kul oluş vaktini” önceler. “Yolcusuz
kalan dağlar derdidir”. “Hayatı, kendi ruhunu fetheden bir kâşif edasıyla
yaşamak” emelindedir. “Sonsuzluk merdivenlerine, rahmet damlalarına karışarak
tırmanmak” hedefindedir.
Sınırlı, kibirli, cebbar aklı öteler bazen,
hakikatin perdelenmesine de karşıdır zaten. Teslim olmaz; “yeni ufukların
yoldaşlığında”, “…alın gölgenizi, verin güneşimi” diye haykırır SERGÜL. Et ve
kemiğin ötesine geçip; mukavim, “bana uzak diyarlar gerek” der yiğitçe.
“Dalgalara
aldırmadan, fırtınadan korkmadan açılmalıyım mâverâya (sh. 16). “Yürek yangını,
ateşi yutsa da”; “Demir kadar ateşte olmak gerekir.(sh. 72)”
Çünkü
“Göğsünde yedi dağın ateşi yanarken”, “yükü ağırdır Şair’in”. “Nasırlıdır
omuzları, çileyi taşır”. Ki “Aşktan öte ne var”dır.
Hazzı değil,
Hüznü sever Sızı’lı, “yağmur gözlü” “dağların yalnız kızı”; “Erciyes’in emzirdiği;
okyanusunu arayan, Nilüfer bakışlı denizkızı”. “Gün, hüzünle başlar(sh
43)”. Kederle de olsa, O Gönül (müziği)
daima çalar.
Mavi
tutkunu, meftunudur. Fazla söze ne
hacet, “Aşk mavidir”.
…
Sergül hanım
bize, yücelikler estiren, göksel bir bakış sunuyor. Bütün asrî yorgunluklara
mahbeslere karşı; gökkuşağı yağmurla boyanmış kuşanmış, yol eden satırlarla
izli, işli, ince sızılar düşürüyor yüreğimize. Şimdi’nin, günün sıkıntısından
kurtarıp, farklı bir kapı aralayıp, ruh direnişine çağırıyor.
Kitap;
anlamlı, zirvelere ayarlı bir iç dünyanın göstergesi. Okurken bazen bir
güzellik sağanağıyla, bezemesiyle dilinizin, kaleminizin güçsüz, tutuk
kaldığını hissediyorsunuz.
O zaman
sükût çaredir ancak. Yahut bir şairi konuşturmak gerekir peşin çabucak:
“Bir sevgi
ırmağıyım, akarım kıvrım kıvrım,
Yamacımda ne
varsa yeniden çiçeklenir,
Özüm
deryadır benim, her damlada ben varım,
Mavi
bakışlarımla okyanuslar renklenir.”
(…)
“Taş yerine
değirmen dikerler başucuma,
Hayat kadar
diriyim, ölüm kadar da güzel.
Susamış ki
değirmen doymuyor avucuma,
Sevgi
ırmağıyım ben işte böylesi ezel.” (Sevgi Irmağıyım şiirinden. Süveyda)
(Sergül Vural, Sızı, Mola Kitap, 2012)
Hüzeyme Yeşim KOÇAK
9 Nisan 2012
SERGÜL
VURAL İÇİMİZDEKİ SIZI’YA NEŞTER VURUYOR
Bir şairin denemeleri
okununca şiirle denemenin arasında olmanın ne kadar güzel bir hâl olduğu
anlaşılıyor.
Sergül
Vural’ın yeni kitabı Sızı, içinde çokça acılar ve kırılmalar barındıran bir
kitap. Geniş zamanlardan yayılan bir hüznün ardına düşen yazar, yaşadığı, doğup
büyüdüğü coğrafyadan başlayan bir acının dalga dalga yayılan halkasıyla ümmet
için kaygılanan bir kalbin serzenişini dile getirmekte.
Kitabın adı
Sızı ama kitabın içerisinde yoğun bir umut var. Baharı gözleyen, güzel günlerin
özlemini çeken, yeniden doğuşu arzulayan bir kalbin kıpırtıları bir kelebek
kanadında hayat buluyor. Secdede parlayan bir alın, bir kudretin önünde eğilen
kalp, bir inancın ateşinde Meryem olmayı arzulayan duanın titreyişi belki de
sızının kalpteki bulduğu yol olarak vücut buluyor.
Yaşadığı
şehrin yerlisi olmaktan hoşnut bir yazar
Kişinin
yaşadığı yeri yazması iyidir. Adımladığı şehri, gölgesinde nefeslendiği ağacı,
rüzgârıyla serinlediği dağı derdine şahit tutması iyidir. Şehirlerin
yalnızlığından bahsedilir. Unutuluyor şehirler diyerek serzenişlerde bulunanlar
çoktur. Yaşadığı şehri görmezden gelerek yaşayanlar çoktur. Sanki şehirde bir
sığıntıdır, sanki şehrin içinde kaybolmuştur.
Sergül
Vural, Erciyes’in duruşuna, baharına,
şairlere verdiği coşkusuna olan sevgisini sık sık dile getiriyor: “Boşuna
bekleme kolay kaçmam; hem de yarışmam, ne yenmeyi severim, ne de yenilmeyi…
Yüreğimin dağlarında kendimle hapis kalmışken Erciyes’in emzirdiği bir şair
olmaktır dileğim…” Yaşadığı şehrin yerlisi olmaktan hoşnut bir yazar Sergül
Vural. Doğduğu şehrin bir parçası olduğunu yazdıklarıyla perçinliyor.
Şairlere
deneme yakışıyor
Şiire yakın
bir tür var mı dense herhalde deneme diyenlerin sayısı epeyce fazladır. Şiirin
öz kardeşi bile denebilir deneme için. Çünkü deneme şiirden beslenir çoğu kez.
Bu yüzden şairler sık sık soluğu denemede alırlar.
Sergül
Vural’ın denemeleri de bir şairin kaleminden çıktığını belli eden akıcı bir
üsluba sahip. Şiiri çağrıştıran cümleler anlatımı diri tutan en somut örnekler.
“susarsan, sabır çatlar yüzünde, kırk yerinden kırk parça…”
Sergül
Vural, denemeleriyle de bir sevdanın kapısını açmaya çalışıyor. Hayat denen
keşmekeşte çıkılacak ne kadar yokuş varsa geniş soluklar alarak yola düşmeye
niyetli olduğunun işaretlerini veriyor.
Erciyes gibi
bir serinliği varsa kişinin, bahar yavaş yavaş inerken yamaçlara, yazarın;
“Yazmasan deli olacaktım.” dediği gibi,
kaleme sarılmanın vaktidir. İçimizde ne büyük sızılar vardır ve yol
bulmak için bir rüzgâra –dağ rüzgârına- ihtiyaç vardır. Sergül Vural bu rüzgârı
bulmuş bir yazar olarak kalbindeki sızıyı paylaşmış. Hem de aşk adıyla.
MUSTAFA UÇURUM
30 Mart 2012
Sergül
Vural’ın Mola Kitap’tan Ocak 2012’de çıkan SIZI isimli deneme kitabı 114 sayfa
olup 44 deneme yazısından oluşuyor. Denemelerin başlıklarına baktığımızda; aşk,
mutluluk, gönül, sevda, gül, gülşen gibi konuların ağırlıkta olduğu görülüyor.
Bu konulardan da anlaşılacağı gibi Sergül Vural; özü aşktan, sözü aşktan,
canların cihana aydınlığına merhaba diyor.
Sergül
Vural’ın gönül penceresinden yansımalarına baktığımızda “aşk adıyla da”, “insan
yüreğini tutsaklığa götürse de aşkı kaybetmemek için savaşmalı gecede parlayan
yüreğin nurunu karartmadan ve yıldız yıldız ışıldayan gözlerin ışığını
söndürmeden sarılmalı sevdiğine.” Bana Uzaklar Gerek”te; her şeye rağmen
insanları sevmeye tutkulu bir yürekten dökülen damlalarda “Biz sevgi insanıyız.
Hamurumuz toprak ama özümüz sevgidir… İşte bu yüzden huzura gülümseyen gülşene;
kırmızı, pembe, beyaz ve hercai güllere inat, mavi nurlu bir gülfidanı
dikeceğim. Kaybolduğum zamanlarda ışığından yol bulayım diye…”
Vatan
sevgisinin dalgın bakışında Al bayrağın gölgesinde pusuya düşen gencecik bedene
duyulan SIZI…
Sevdası
muradı bir olan bir gönlün hasretliğin zehrindeki SIZI…
İhanetler,
yalanlar, samimiyetsizler, saygıdan uzak ilişkiler… Sevgiye hasret kalan
insanlar… Aykırı davranan gönüller… Paylaşılmadıkça azalan sevgiler ve
mutluluklar… Ve ne yazık ki seccadeler gözyaşıyla sulanmadığı, ellerin semaya
kalkması, dillerin duaya açılmamasından dolayı duyulan SIZI…
Ve SIZI on
dört asır öncesine işaret eder ve der ki; “Bir hikâye dillenir Asr-ı Saadetten…
Huzur dile gelir, kıssalar dile gelir. Ve bir şiir düşer yürekten… Yazılmayan,
okunmayan… Halden hale girer sızı. Sevdalı, hasretli, yaralı, umutlu ve mutlu…”
SIZI; bir
gönül dinginliğinde duygular mısralar gibi dile gelir. Şiir tadında
söyleyişler; gün gelir renkler güler, kalp güler, gülşende bir gül açar
sessizce. Gönül çiğ damlalarıyla konuşur ve güler mavice…”
SIZI ’da saf
bir yürekten akan sevgiler sarmalar bizleri. Bu sevgilerde dostluk güven,
iyilik, ilgi, sadakat, tutkunluk, muhabbet… Her ne varsa cümle cümle
dökülüverir. İşte o cümlelerden bir kaçı… “Duyguları en güzeli kuşkusuz ki
sevgidir. Sevgileri ifade etme ve anlama öncü; kabul görme, dostluk, güven,
iyilik, yakın ilgi, sadakat, hayranlık, aşırı tutkunluk ve muhabbet konularında
da başroldedir.
Sevgi
doğrudan ruhun işidir. Akıldan sıyrılışların başlangıç noktasıdır. Elbetteki en
güçlü duygu aşktır. Sevginin sınır kabul etmez halidir aşk. Sevda tüneline
girince ışık bulup çıkması da zordur; ama gönül yükseklerden uçarken bir kuş
hafifliğinde kanatlanır maviliklere…
Aşkı
doğurmaya kimsenin gücü yetmez… Aşk, davetsiz bir misafirdir; gelir, ağırlanır
ve doğal rehberlerimiz olan duygularımıza bizi teslim ederek vedasızca gider.”
(sh.24)
SIZI, Sergül
Vural’ın 8 kitabıdır. Şiir kitaplarının yanı sıra “Saatler mahzun durur,
saatler yalnız, saatler yetim diyen Sızı okuyucuları bir yüreğin penceresinden
sevgiyle bakmasını istiyor. Bunu yaparken de sade açık ve anlaşılır ışıltılar
bırakıyor. Yer yer de bir muamma gibi kelimelere sığınıp tefekküre aralıyor
kapıları.
Bu SIZI;
insanı insan yapan hasletleri hatırlatan, bir düşünceyle yoğrulmuş bir
kitaptır.
Osman Aytekin
19 Nisan 2012
‘ERCİYES’İN
EMZİRDİĞİ ŞAİR’ İN “SIZI” SI
Erciyes’in
eteklerinde karlar altında bir kardelen… Narin nümayişle bir biri ardına açıyor
vakti gelince tomurcuklarını.
Sevginin,
aşkın, sevdanın, muhabbetin tüllenen şafağında insanı sarıp sarmalayan dizeler;
bir serap gibi, şimdi de satırlarda…
Bu; 3 şiir
kitabı, 2 Şiir Antolojisi, 2 Çocuk Şiirleri Kitabının sahibi, sevdanın şairi
Sergül VURAL’ın son eseri: “SIZI”…
“Aşk Adıyla”
başlar. Çünkü O’nda şiir, aşk… Yaşamak, aşk… Hayat, aşk… Bu aşk dünyaya
bedeldir. “Yare hasretli gönül; bin orduya bedeldir tek başına..”
Muhteşem!..
Aşk her
şeydir: “Ne taht, ne saltanat, ne de han, hamam terazide ağır gelir, muhabbete
düşen aşkın yanında…”
Bu aşkta,
“Donan erir, eriyen donar.”.“Bir yanda sefa vardır, bir yanda cefa…Bir tarafta
vefâ vardır, diğer tarfta veda..”
Tezatlar
zinciri örer “deryaların içinde damlalar hapsolur.”, “suskunluğun haykırışında”
kulaklarınızı çınlatır.
Sizi çapraz
sarıp sarmalar. Sağ elinizi sol ayağınıza, sol elinizi sağ ayağınıza bağlar...
“Ölen dirilir, dirilen ölür.” “Yanan söner, sönen yanar.” Kurtulun
kurtulabilirseniz.
Giriyorum
kapıdan, kaybolup gidiyorum. Uçsuz bucaksız… Serazat… Ben, kitaptan
bahsediyorum.
Seslerin
seciler ve aliterasyonlarla cilveleştiği bahçe ağırlıyor sizi, kendinizi
koparamıyorsunuz: bir kelepçe… Hayat girift bir bilmece ağında sanki renk
cümbüşü…
Zerreler,
küreler aşk içindir. Pusula yapar. Ona giden yolları arar, “Beyaz gelinlik”le,
“sıcak toprağı”yla, “Kevser ırmağı”yla… Sarp yokuşları tırmanır.
Sonsuzluğu
“gelincik”te… “Safa” ve “Merve”yi sorar “gelinciğe”; onda yok olmak ister,
savrulur zemzem kuyularına, çöl vurgunu olur. “Kaktüslerin sakladığı damlalara
muhtaç” kalır.
İki Cihan
Güneşi’ni “Gülşenleri kıskandıran bir gül soluğu”nda bulur. O’nsuz “rüyaları
küskün dolaşır geceyi”, “iman ateşi”yle yanar, insanı düşünmeye zorlar:
“İnsan
sevgiyle, aşkla, merhametle sebepsiz nasiplendirilmedi! Bu yürek, ona boşu
boşuna verilmedi. Tesadüf değil yaşamak. Tesadüf değil nefes almak… Her soluğun
bir hikmeti var.”
Nilüfer
bakışlı denizkızının son arzusu “Erciyes’in emzirdiği şair olmaktır”.
Doğduğu şehrin
toprağına vefâlı ve onda iken ona hasret… Onunla bütünleşir. “Sevdamız birdir,
muradımız bir… Hasretin adı geçse zehir olurdu günlerimiz.”
Sırrı
doğduğu şehir; “gözünün feri Erciyes”… Aldığı her nefes…
Bir
“SIZI”!..
Dermanı
ukbada, çilesi dünyada… Tatlı bir acı… İlahi aşkı dünya objeleriyle nağmelere
dönüştürür. Kudretin kudretini arar.
“Nerde kaldı
Mecnunlar, Leylalar?” derken melülleşir. “İhanetlerle, yalanlarla,
samimiyetsizlikle, saygıdan uzak ilişkiler sardı ortalığı. Tozlandı sevda…
Belki de rafa kalktı..” diye hayıflanır. Çünkü “Sevda tuzaklarda…” Sevda
uzaklarda. Düşer yollara…
“Sessiz
adımlarla yürüyorum. Bastığım yerden çığlıklar geliyor.
Duyuyor
musun?
İçimdeki
saklı baharların dallarında, çiçekler yanıyor. Alabora oluyor, akkor fırtınalar...”
diye sızlanmakta. Acımtırak!..
Aşklar ve
sevdalar katledilince doğar ya... İşte o “SIZI”. İlahî aşkın satırlarla
melodisi…
Osman KARABABA
17.02.2012
Yürek
imbiğinden sızar en acı, en hüzünlü, en içsel duygular. Kimi kelimeler var ki,
hali anlatmak için, başka kelimelere ihtiyaç duyar. Kimi haller de vardır ki,
anlatmak için ne kelimeye, ne de bir başka şeye ihtiyacı vardır. İnsan içinde
yaşadığı âlemin gizemini, her zaman dışa vurmak için türlü türlü yollara
başvurur. Aşkı, sevgiyi, ümitleri, hayalleri dillendirmek için yakar yüreğini.
Ve kelimeler raksa başlar, artık cümle cümle dökülür hisler, kâğıtla kalem bu
sızıntılara şahitlik eder.
Özü aşktan,
sözü aşktan canların cihana yansıyan aydınlığında; gönüllerin yoldaşlığıyla yâr
uğruna yola çıkanların sınırlanmamış ama sırlanmış veya sır perdesi aralanmış
ne varsa; itirafları vardır, havaya, suya, toprağa...
Aşkın adıyla
başlıyor yazar kitabına. Her ne kadar bir deneme kitabı olsa da, okuyucuya
sanki bir şiir kitabı okumuş hissi veriyor. Ve kendi içinde her paragraf,
yazarın dünyaya bakışını yansıtıyor.
Kitap kırk
dört başlıktan oluşuyor. Birbirinden farklı bu başlıkları yazar, kendi içsel
dünyasındaki gördüğü şekliyle anlatmaktadır. Kayseri'li olan yazarın, gönül
dünyasındaki Erciyes'in yerini de yazılarında görmek mümkün.
Boşuna
bekleme kolay kaçmam; hem de yarışmam... Ne yenmeyi severim, ne de yenilmeyi...
Yüreğimin dağlarında kendimle hapis kalmışken Erciyes'in emzirdiği bir şair
olmaktır dileğim...
Yazarın
ayrıca Naz Çiçeğim, Bir Günde Dört mevsim ve Süveyda isimli, üç tane de şiir
kitabı bulunmaktadır. Aynı zamanda şair oluşunun etkisini, bu kitabında da
görmek mümkündür. Çünkü bütün anlatımlarını şiirsel bir dille yapmaktadır.
Okuyanı
yazarın gönül dünyasında bir sefere çıkarıyor. Kimi zaman Erciyes'te kimi zaman
da kozasından çıkan kelebekle, kendi hayat farkındalığına taşıyor. Bir şiir
kitabı okurcasına yorulmadan ve zevkle okunabilir. Ayrıca bütün yazılarında
manevi duygularını, gönül dünyasına tuttuğu aynadan yansıtmaktadır. Okuyucu, bu
gönül dilinden dökülen şiirsel anlatımların içinde, kendisini büyülü bir
dünyada hissedebilir.
Kitabın
içerisinde bulunan başlıkların ve içeriklerinin ne denli duygusallığa sahip
olduğunu, alfabetik sırayla yerleştirilen başlıkları, şiirsel bir üslupla
tanıtmak istiyorum.
“Aşk adıyla
başlanır hayata, sevdaya, söze. Aşk-ı muhabbettir, avuçlarında yüzlerce roman
kahramanlarının, aynaya yansıyan siluetleri. Bana uzak diyarlar gerek diyerek,
beraata uzanan köprüler kurmalı doğduğum şehirlere. Sonra doğal rehberler yol
göstersin, dudaklarda adı kalan aşkın ve bu sevdayı düş gözlemcileri
anlatsınlar ebediyete savruluşların hükmünü.
Erciyes'in
emzirdiği şair olabilmekti, Erciyes'teki düğün zamanının adı. Ey gelincik
neredesin? Gülşenleri kıskandıran bir gül soluğuyla, gün hüzünle başlıyordu.
Gönül halleriydi işte, gözlerim yağmur, Erciyes mahmur, her yol biraz yokuş,
biraz sarp, iki dirhem bir çekirdekti akşamlar...
Ve içimdeki
inanç ateşi, kanatmam kanadığım kadar, kanatsız uçuş iklimleri, kırk yerinden
kırk parça. Kozasından çıkan kelebekti, kudretlinin kudretini anlamaktı
mavera... Mehtap'ın muradı, yârin secdesindeydi, mutluluğun haram
vakitlerindeydi...
Mutluluğun
nabzında, nilüfer bakışlı bir denizkızıydı Erciyes, orkestradaki aşk
nağmeleriydi seherlerin meleği. Serzenişim, sevda tuzaklardaydı, sızıydı
suskunluk esintileriydi, şiirin ruhu...
Toprağı
emziren dostluklardır, uçuşan maviliktir hayaller ve uyanışa hazırlıktır,
yallara inat... Ve sormalıydı, bu yolculuk nereye?”
Kısacası
şunu ifade edebilirim ki, Sızı, okunası bir deneme kitabıdır, dileyenin deneme,
dileyenin şiir niyetine okuyacağı bir kitaptır. Ve Sızı, Mola Kitap tarafından
okuyucu ile buluşmuştur...
(SIZI, Sergül VURAL, Mola kitap,114
sayfa)
Yakup ÇAK
23.02.2012