Hasan Ali Yücel

Devlet Adamı, Eğitimci, Yazar

Doğum
17 Aralık, 1897
Ölüm
26 Şubat, 1961
Eğitim
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü
Burç

Devlet adamı, eğitimci ve yazar (D. İstanbul, 17 Aralık 1897 – Ö. İstanbul, 26 Şubat 1961). Babası Ali Rıza Bey (1875-1937), annesi Neriye Hanımdır (1876-1964). Baba tarafından dedeleri Giresun’un Görele ilçesine bağla Dayı Köyü’nün tanınmış ailelerinden ve Dayılı Köyü Medresesi hocalarından İmamzade Ömer Efendi’ye kadar uzanır. Annesi ise Tekirdağlı Kaptan İsmail Tosun Ağa’nın torunlarından ve hattat Ali Bey’in kızıdır. Hasan Ali Yücel’in Telgraf Nazırlığı (Bakanlığı) yapmış olan dedesi Hasan Ali Bey, özel dersler alarak Arapça, Farsça, Fransızca ve İtalyanca öğrenmiş aydın bir kişiydi. Babası Ali Rıza Bey ise Maliye’de memurluk ve Telgraf İdaresinde müfettişlik yapmıştı. Amcası İzzet Bey ile babası Ali Rıza Bey (Yücel) aynı zamanda usta birer müzisyendi.

Hasan Ali Yücel; Mekteb-i Osmanî, Vefa İdadisi (lise), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü (1922) bitirdi. Üniversite öğrenciliği yıllarında Ahmet Hamdi Tanpınar’la sınıf ve yurt arkadaşıydı. Bir süre İzmir ve İstanbul liselerinde edebiyat ve felsefe öğretmenliği yaptı. 1927’de İstanbul Maarif Eminliği müfettişliğine atandı. Millî Eğitim Bakanlığında müfettiş ve ortaöğretim genel müdürü (1933) olarak görev yaptı. 1935 yılından itibaren V., VI., VII, ve VIII. Dönem İzmir Milletvekili olan Hasan Âli Yücel, Celal Bayar’ın kurduğu kabinede yedi yıl, yedi ay yedi gün Millî Eğitim Bakanlığı (28.12.1938-5.8.1946) yaptı. Bakanlığı döneminde topladığı Birinci Neşriyat Kongresinin aldığı kararlar sonucunda dünya klâsikleri Türkçeye çevrilmeye (1941) ve Tercüme Dergisi yayımlanmaya başlandı. Yine onun bakanlığı döneminde ayrıca Birinci Maarif Şûrası, Tercüme Heyeti, Coğrafya Kongresi, Gramer Kongresi, Felsefe Terimleri Komisyonu toplantıları yapılmış, Köy Enstitüleri (17 Nisan 1940) ile Ankara Devlet Konservatuarı (20 Mayıs 1940), İnkılap Tarihi Enstitüsü (15 Nisan 1942) kurulmuştu. Ayrıca Üniversite Yasası,  birçok meslek yüksek okulu, eğitim enstitüleri ve müzelerin kuruluş yasaları onun bakanlığı döneminde çıktı.  

Hasan Âli Yücel, anlaşılacağı gibi etkin bir kültür ve milli eğitim siyaseti uygulamıştır. Ancak o bu işlerle uğraşırken, “Büyük Türk İmparatorluğunu kurma hayaline kapılarak Nazilerle etkin bir iş birliğine girmiş olan aşırı milliyetçi kesim, 1940’larda kendini gösteren hümanist akımı ‘sol hareket’ olarak adlandırır. Yücel, konuşmalarında reformların karakterini öne çıkarır ve kutuplaşma tehlikesine dikkat çeker. Bu politik gelişmelerle 1942 yılı başlarında ona karşı düzenlenen suikast arasında bir bağlantı kurmak mümkündür.” (Mustafa Çıkar). Nitekim Nihal Atsız, kardeşi Necdet Sançar’a yazdığı 15 Şubat 1942 tarihli mektupta, Yücel’e karşı “maalesef” başarısız bir suikast girişiminde bulunulduğunu bildirir (Hasan-Âli Yücel, Devam, 1947). Hasan Âli Yücel, Cumhuriyet tarihinde en uzun süre görevde kalan Millî Eğitim Bakanıdır. Bakanlıktan kendi isteği ile istifa ederek ayrıldı, ancak milletvekilliği 1950 yılına kadar sürdü. Milletvekilliği bittikten sonra İstanbul’a yerleşti. İş Bankası Kültür Yayınlarını yönetti. 1961’de Kurucu Meclis’e girdi ve 26 Şubat 1961 günü İstanbul’da bir kalp yetmezliği sonucunda yaşamını yitirdi. 2 Mart 1961’de Ankara Cebeci Asrî Mezarlığında toprağa verildi.

Hasan Âli Yücel 1921’den başlayarak şiir, makale ve denemelerini Dergâh, Yarın (1923), Yeni Mecmua (1923-36) ve Hayat (1926-28) dergilerinde yayımlamıştı. Üniversite öğrenciliği yıllarında gazetelerde muhabirlik yaptı. 1920’li yıllardan itibaren yaşamı boyuncu yazı ve dil sorunlarıyla ilgilendi. Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim Doksan Beşe Doğru kitabını bir önsöz de yazarak Lâtin harfleriyle 1928’de basıma hazırladı. Böylece bu kitap, Lâtin harfleriyle basılan ilk kitaplardan biri oldu. Ayrıca Akşam, Cumhuriyet ve Dünya gazetelerinde makaleler yazdı. Eğitim, kültür, sanat, edebiyat, ülke ve dünya sorunları üzerine yazdığı yazıların ve anılarının hemen tümü kitap olarak da yayımlandı. Goethe üzerine yaptığı bir çalışma ile Alman Kültür Bakanlığından Goethe Madalyası aldı.

“Yor­gunluğunu geceden çaldığı bu sohbet saatlerinde geçirmeden uyumazdı. Uyanması ise hakiki bir cümbüştü. Erken uyanırsa hep beraber uyanırdık. (...) Garip, sâri denebilecek bir neşesi vardı. Sesinin güzelliği, konuşmasının rahatlığıyla küçük topluluğumuz­da söz, daima sonuna doğru kendisinin olurdu. Konuşması bittiği zaman musikisi başlardı. Eski musikimizi, ne derecede bilirdi bu­nu tayin edemem. Fakat birkaç dede’den mevlevî bu İstanbul ço­cuğunun sesinde, bu musiki ve onun beslediği yerli hassasiyet, erimiş, akmaya hazır bir altın gibi daima mevcuttu. Şiirde olduğu gibi musikide de şaşılacak bir icat, daha doğrusu benimseme kabiliyeti vardı. Daha talebeliğimiz zamanında bir şarkısı istanbul’un günlük hayatına girmişti. Bu şarkının başla­dığı ‘Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz’ mıs­raını hepimiz kendisi için edebilirdik. Çünkü bu kabına sığmaz adam neşesiyle, şarkıları ve nükteleriyle, bir­denbire köpüren hiddetleri ve patavatsız cevaplarıyla en ağır havayı bile yumuşatmasını bilirdi.” (Ahmet Hamdi Tanpınar)

ESERLERİ:

İNCELEME: Ruhiyat Elifbesi (1924), Türk Edebiyat Nümuneleri (Hıfzı Fikret ve Hammamizade İhsan’la, 1926), Tarih-i Kadim ve Doksan Beşe Doğru (T. Fikret’ten yeni harflerle, 1928), Mevlâna’nın Rubaileri (1932), Goethe, Bir Dehanın Romanı (1932), Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış (1930), Askerlik ve İdare İçin Istılah Olabilecek Türkçe Sözler (1933), Fransa Maarif Teşkilatında Müfettişler (1934), Türk Edebiyatı (1934), Mantık (1935), Fransa’da Kültür İşleri (1936), Bir Türk Hekimi ve Tıbba Dair Manzum Bir Eseri (1937), Fazıl Ahmet Aykaç (1937), Türkiye’de Orta Öğretim (1938), Maarifle İlgili Söylev ve Demeçler (2 cilt, tarihsiz), Dâvâm (Kenan Öner’le ilgili dâvânın savunması, 1947), Bilimler Felsefesi Mantık (1948), Dâvâlar ve Neticesi (1950), Edebiyat Tarihimizden (1. cilt: Yakup Kadri, 1957), Türkiye’de Orta Öğretim.

ŞİİR: Dönen Ses (1933), Sizin İçin (çocuk şiirleri, 1938), Dört Hayvan, Bir İnsan (1943), Mevlâna (1952), Dinle Benden (1960), Allah Bir (1961).

DENEME-MAKALE: Pazartesi Konuşmaları (1937), İçten-Dıştan (1938), Ebedi Şef (1939), Hürriyete Doğru (1955), İyi Vatandaş-İyi İnsan (1956), Hürriyet Gene Hürriyet (2 cilt: 1960-1966), Dinle Benden (1960), Allah Bir (1960), Kültür Üzerine Düşünceler (1974).

GEZİ: Kıbrıs Mektupları (1957), İngiltere Mektupları (1958), Geçtiğimiz Günlerden (1990).

DERS KİTABI: Felsefe Dersleri- Metafizik-Ahlâk- Estetik (1950), Mantık Dersleri (1952), Felsefe Dersleri - Metafizik (1954), Yurttaşlık Bilgisi - İlkokul Sınıf 4 (1955), Yurttaşlık Bilgisi - İlkokul Sınıf 5 (1956).

HAKKINDA: TDE Ansiklopedisi (c. 8, 1976-98), Feyzi Halıcı / Parlamenter Şairler (1990), Türkiye Büyük Millet Meclisi Albümü 1920-1991 (1994), Arslan Kaynardağ / Felsefeci Hasan Ali Yücel’in Üniversite Yılları (1997), Mustafa Çıkar / Hasan-Âli Yücel ve Türk Kültür Reformu (1998), Adnan Binyazar / Bilgi Toplumuna Doğru (Ozanlar Yazarlar Kitaplar, 1998), İbnülemin Mahmud Kemal İnal / Son Asır Türk Şairleri (c. 1, 1999), Mehmet Behçet Yazar / Edebiyatçılar Alemi - Edebiyatımızın Unutulan Simaları (yay. haz. Mustafa Everdi, 1999), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001), Feyzullah Ertuğrul / Özgürleşme Yolunda Unutulmuş Bir Uğrak – Hasan Âli Yücel-Kenan Öner Davası (2002), Dr. Mustafa Duman / Trabzon’u Anlatan Birkaç Kitap (Cumhuriyet Kitap, 11.7.2002), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), A. H. Tanpınar / “Dostum Hasan Ali Yücel”-Mücevherlerin Sırrı (2002), Mehmet Atilla Maraş / Şair Milletvekilleri 1 - 22. Dönem 1920-2005 (2005), İhsan Işık / Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, 2006).

 

ALLAH BİR

Tek hür varlık, senindir ancak;

Hürriyettir kemâle varmak.

 

Hür mutlaktır, bağımsız, adsız;

Eflâki aşar, uçar kanatsız.

 

Mirâç, bu türlü bir uçuştur;

Rûh oldu uçan, ne mutlu kuştur.

 

Uçsuz bu fezâ, durak yok onda;

Bir küll bu, yakın uzak yok onda.

 

Serbestçe Nebî uçup yol aldı.

Cibril fakat yoruldu, kaldı.

 

Tevhîdine Fahr-i âlem,

Üstün çıktı melekten âdem,

 

Sen, böyle irâde eylemiştin;

Mahbûbuna öyle söylemiştin.

 

Her istediğin olur muhakkak,

Hürriyetin oldu çünkü mutlak,

 

Bir nebzesi var onun beşerde,

Yok olsa sorum ne hayr ü şerde?

 

Baskıyle, cebirle olmaz imân,

İkrâha yasak deyince Kur’an.

 

Hürriyetsiz ibâdet olmaz,

Hürriyetsiz diyânet olmaz.

 

Allahına bağlanınca kullar,

Birden açılır önünde yollar.

 

Hürriyete yaklaşır içinden,

Tevhîde varır bu yolda dinden

 

İmâna yakışmıyor esâret

Hür olmadadır bütün selâmet.

 

İslâmiyet bu kurtuluştur,

Hürriyeti dinde bir buluştur.

 

Feyz aldım onun hakikatinden,

Kurtuldum esirlik âfetinden.

KENDİMİZİ BİLELİM

 

  Sokrat “Kendini bil!” demiş. Ferdin kendini ta­nıması ne kadar lüzumlu bir şey ise cemiyetin de ay­nıyla dününü, bugününü bilmesi o kadar kuvvetli bir zarurettir. Bu itibarla “Millî şuur” dediğimiz idrak şa­hikasına yükselmek için Türklüğün geçmişini ve halini iyice bilmiş olmalıyız. Millî terbiyede tarih, en önemli bir vasıtadır. İnsanlığın büyük hikâyesinde atalarımızın başından neler geçmiş olduğunu bilmek suretiyle ve onların beşer kütlesine neler verdiğini öğrenerek, bu­günkü durumlarının sebeplerini, maziden hale akış­larının seyrini görebiliriz. Bu bakımdan dünü öğrenişle, bugünümüzü anlamak ve yarınımızı sezip keşfetmek kabil olur.

  Tarihi inkâr tecrübeleri yapılmamış şeyler de­ğildir; fakat hiçbiri tutmamış, sürmemiş ve yaşayamamıştır. Bu, tıpkı otuz yaşında bulunan bir ada­mın, arkasında bıraktığı otuz yıla yok demesine benzer. Saçı, sakalı ve bütün uzviyeti içinde otuz sene varken ona yok demek, fiilî bir mana ifade eder mi? Çünkü o, ne söylerse söylesin bir yaşında olmak iktidarından mahrumdur. Marifet, vara yok demek değil, var olanının mahiyetini anlamaktadır.

  Tarih inkılâbımızın bize bu yolda verdiği derin ve kuvvetli hamle, başlı başına tarihin göğsüne hak­kedilecek büyük bir hâdisedir. Nereden çıkıp nerelere gittiğimizi, hangi diyardan geçip.bugünkü yurdumuza nasıl geldiğimizi, nerelerde hangi medeniyetleri kur­duğumuz öğreten bu kültür hareketi, ATATÜRK dev­riminin ve devrinin en feyizli buluşlarından biridir.

  Toprakların altından medeniyet eserlerimizi çı­kararak bütün dünyanın dikkatini yurdumuza ve ken­dimize çekerken bugün toprağın üstünde nelerimiz varsa onları bütün dünyaya bildirmek ve öğretmek mecburiyetindeyiz. Dünya, hattâ âlim dünya bile bizi olduğumuz gibi bilmiyor. Bizi hâlâ belinde kaması, aya­ğında şalvarı, başında kavuğuyla bir orta çağ yiğidi şek­linde tasavvur eden insanlar medeniyet âleminde az değildir. Türkiye hududları içinde Kürdistan aramaya çıkan Garplı âlimler henüz sağdırlar. Onların bil-meyişleri elbette bir kusurdur. Fakat bu, kendimizi tanıtamamakta gösterdiğimiz tevazu ve ihmali affetiremez. Kendimizi tanıtmak için ilk yapılacak şey, kendi kendimizi tanımaktır.

  Bir millet kendi kendisini nasıl tanır? Bunun yolu, nesi varsı hepsini ortaya çıkarmak ve ortaya koymaktır. Müzeler, bu varlıkların teşhir edildiği en büyük ser­gilerdir. Nitekim sergiler de halin müzeleri sayılır. Napoleon’un gömülü olduğu Invalide’de Atillâ’nın Paris kapılarında görünüşünü seyrettiğim zaman kendimi onun emrinde bir Hun Türkü gibi hissetmiştim. Topkapı müzesinde bir metre uzunluğundaki kılıçların önüne geldiğim zaman, onları kullanan atalarımın ellerini dudaklarımda duydum. Ne zaman Mimar Sinan’ın mü­tevazı ve taş mezarı önünden geçsem, başımı göğsüme yaklaştırarak onun Türk dehasına saygımı gös­termekten kendimi alamam. At üstündeki Atillâ, camekân içindeki kılıç, taş yığınları altındaki bu vücud, sanki benliğimden bana geri dönen bir şeydir. Daha doğrusu benliğim, onlardan yoğrulmuş bir halitadır.

  Ne zaman Ankara Halkevine gitsem, yukarı kata çıkarken Timur’un mezarını gösteren büyük levha önünde dururum. Türbenin içinde ellerini kavuşturup duran Türklerden, ben de saygı duymakta bir adım ge­ride sayılamam. Timur’un hayat kudretini, zekâ ve irade büyüklüğünü düşünür, kendimin de onun milletinden olduğumu hatırlayarak manevî bir kuvvet kazanırım. Bütün bu tedailerle benliğim ürer, kendimi duyar ve içimde kaynayan bir pınarın coşkun, coşkun aktığın hissederim.

  Dün için böyle olduğu gibi bugün için de gönlüm aynı bağların tesiri altındadır. Güzel Sanatlar Akademisi’nin açtığı elli yıllık resim sergisinde dünün klâsik ekollerinden bugünün en ileri ve ihtilâlci ekol­lerine kadar hamleler yapan ressamlarımızın eserlerini seyretmek bana yepyeni kuvvetler verir. Ölü, diri; yaşlı ve genç bu sanat adamlarımızın renk âleminde bir per­vane çabukluğu ve heyecanı ile yaptıkları aramalarda kendimi duyarım. Sanki bu sanatkârların hepsi benmişim de ayrı ayrı görüşlerimi, başka başka tablolarda ifadeye çalışmışım sanırım. Eserlerin sahiplerine ken­dimi bu kadar yakın duyarım ve onları bunun için severim ve överim. Karikatür sergisini geziyordum. Münif, Ramiz ve Cemal Nadir’den geçip Cem’in çizgi halindeki buluşları önünde duran gözlerim, kendimden kendime akseden zekâ parlayışları gibi içimi aydınlattı. Abdülhamidi iki yüzlü yapan sanatkâra kim hürmet etmez?

  Halı sergisinde hangi parçanın önünde durdumsa bu ince ilmikleri atıp onu dokuyan kardeş eller gözümde canlandı. İlk sırasından son düğümüne kadar de­ğişmeyen bir sabır ile dokunmuş büyük ve ipek re­simlerin sanatkârlarını, hem de namı, nişanı bilinmeyen sanatkârlarını kendi varlığımda adlandırdım. Bu isim, (Türk halıcısından başka ne olabilir? Bir Uşak halısının mavi zemininde onu dokuyan Türk kızının gözlerindeki gök-elâ rengin akislerini bulmadıkça bu yüksek sanat eserini anlayabilmek kabil midir? Bu mavi zemin üstüne konmuş Türk lâlelerinin her nescinde, solmayan bir Türk güzelliğinin rengini duydunuzsa onu yerlere serip üstünde kirli ayakkabılarınızla nasıl dolaşabilirsiniz?

  İzmir panayırını gezerken Türk topraklarından Türk teknik adamlarının söküp çıkardıkları kapkara kö­mürler, bana siyah pırlantalar gibi göründü. Bu bir şaşı bakış değildir. Her vilâyetimizden çıkan mahsulleri kendi malım olarak duydum. Malım gibi demiyorum, çünkü kendi malım içinde bana o şeylerden çok daha yabancı olanlar vardır. Camişin kesme billurlarında tarif edilmez bir gururun parlaklığını gördüm. Çırçıplak kalan bir Türk, kendi mallarıyla tepeden tırnağa gi­yinebileceğim bu güzel sergide gözleriyle görebilir. Daha dün küllerle örtülü bir yangın yeri olan bu ko­caman sahayı bugün bir bahçe haline koyan. Türk az­minde ve zekâsında, bu işte en küçük şahsi bir emeğim olmadığı halde kendim yapmış gibi bir iftihar payı bul­dum.

  Bütün bir görüşlerimle kendimi bulmuş olu­yordum. O kendim ki, fert oldukça dalından kopmuş bir yaprak gibi kurumaya mahkûmdur. Fakat millet denilen büyük varlığa bağlı kaldıkça tazeliğini her zaman sak­layan bir dal gibi canlı kalacaktır. Bir milletin kendini bilmesi demek, fertlerinin mensup olduğu büyük küt­leyi tanıması demektir. Başkaları bizi öğrensin is­tiyorsak, herşeyden önce kendi kendimizi bilelim.

                                                                                     (Pazartesi Konuşmaları,1998)

ŞARKI

Sen bezmimize geldiğin akşam seher olmaz,

Aşkın beni sermest ediyorken keder olmaz.

Ölsem de senin uğruna canım heder olmaz,

Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz.

 

Dalgın ve ilâhî eriten bir bakışın var,

Bir anda bütün ruhumu birden yakışın var.

Karşımda periler gibi nazan akışın var,

Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz.

 

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör