İlk yazısı Diyanet dergisinde 1971, diğer yazıları Merhaba,
Yedi İklim, Gözyaşı, Külöykü, Barem, Berceste, 40ikindi,
Edebistan adlı gazete, dergi ve internet sayfalarında yayımladı. Sinderella’nın
Pabucu adlı romanıyla 2002 Beyan Yayınları İlk Romanlar Yarışmasında üçüncü
oldu. Çeşitli hikâyeleri ile Ömer Seyfettin Hikâye Yarışmasında ödüller aldı.
Pakistan’da Mesut Akhtar Shaikh tarafından Urduca yayımlanan “Türkiye’nin En
Güzel Hikâyeleri” (2002) isimli antolojide “Hayriye’nin Düğünü” adlı
hikâyesine yer verildi.
“Hüzeyme Yeşim Koçak gerçekten kibar bir yazar. Dili ve
anlatımıyla nazik bir tarzı var. Sözleri, vuruculuktan, incitici
keskinliklerden uzak, küçük bir çocuğu sever gibi, ama bir o kadar da ciddi.
Samimi üslûbuyla anlattığı duygularda hep bir sevecenlik, bir yumuşaklık var.
Özellikle kullandığı sıfatlar, betimlemeler, güzel bir zincirin halkası gibi
ardı ardına sıralanıyor ve insanın aklında hüzünlü ya da sevinçli bir olayı hoş
bir hatıra halinde bırakıveriyor. Hikâyelerindeki samimi hava, okuyucuyu
kazanmasını sağlıyor. Dahası, yaşananları okuyanın hafızasına da kendi hatırası
imiş gibi yerleştiriyor. (…)
Koçak’ın hikâyeleri uzak bir diyara duyulan hasret gibi, kavuşulmamış bir
maşuka duyulan sevgi gibi, bir annenin çocuğuna duyduğu şefkat gibi kucak açıcı
bir duyguyu temsil ediyor. Hüzünlü bir mutluluk da denebilir, Hüzeyme Hanım’ın
dünyasına. Ne çılgınca bir mutluluğa, ne de zavallı acılara yer var onun
dilinde. Arabesk de yok, aşırılık da. Kanaat ve sabır anahtar kelimeleri.”
(Emre Miyasoğlu)
ESERLERİ:
HİKÂYE: Saklı Değerler (2003), Muhabbet Buyursun
Gelsin (2005).
DENEME: Bırakın Güzel Konuşsun (2004).
HAKKINDA: Mesut Akhtar Shaikh / Türkiye’nin En Güzel
Hikâyeleri (Turkey Ke Behtarin Efsane, 2002), Mustafa Miyasoğlu / Hüzeyme
Hanım’ın Hikâyeleri (Vakit, 28.4.2003), Emre Miyasoğlu / Bizim Saklı Değerlerimiz
(Millî Gazete, 31.12.2003), Çetin Oranlı / Sözün Ardı (Merhaba, 26.12.2004),
Zinnur Erden / Okuyorum (Türk Ocağı, Ocak 2005), Ömer Galip / Saklı Değerler
(Berceste, Şubat 2005).
Kanserliydi,
atmış yaşındaydı. En kötüsü tek başınaydı. Hastalığına, hayatın acımasız
şartlarına, İnsanların donuk bencil yaklaşımlarına tek başına göğüs germek
zorundaydı. Tek başına varlığını idame ettirmek, yaşamını sürdürmek, tek başına
direnmek, yalnızca.
Hastalığının
vahametini pek iyi anlayamamıştı Hayriye, ya da komşularının deyişiyle
"Hayroş Teyze". Bunu ona kader bir gün çok acı şekilde
hatırlatacaktır.
Yalnızlıktan
bunaldığı, senede bir kaç kez semtine uğrayan lütufkâr kardeşi Ganimet'in
olduğu bir gün, kardeşinin mal bulmuş mağribi gibi Alman kadifesi perdelerine
sarıldığını gördü ve keyfi kaçtı: "Evimden bir şey götüremezsin
artık."
Kardeşi
neşeyle gülümsedi: "Ama senin ihtiyacın yok ki şekerim. Mutfak
perdeleriyle de idare edersin bu salonu."
Hayriye,
titrek kuru sıska parmağıyla, kardeşinin gözünü işaret ederek; "Aç gözlü!
Mal düşkünü kadın! Yetmedi mi daha " dedi.
Ganimet
ağız büzerek, ayak diredi. "Senin kadar bu evde benim de hakkım var."
"Hayır!
Hepsi benim emeğim, çalışmam.. Benim.. Benim..."
Onun ki hayatta hiç bir şeyi olmamıştı. Tek içini ısıtan, hayata
döndüren, ona sahip çıkan, şu koca oymalı ceviz sandığın içindekilerdi. Madem
yeşil kadife perdeler, hayalindeki yakışıklı, merhamet sevgi dolu erkeğin;
artık o ötelerde, dağlarda, denizlerde mi bilinmez, sırlı küçük pembe evinin
simgesiydi düşlerini süsleyen... Ölse de veremezdi perdelerini.
“Kimse alamaz
benden... Hiç kimse”. Daha devam edecekti, soluğu kesilir, tıkanır gibi oldu.
Yorulmuştu.
Sinirli, aceleci, küfürden beter bir karşılık
suratında sakladı. Ganimet'in cevabı; “Nasılsa yakında öleceksin.”
“Defol! Defol evimden!” (….)
Hayriye yorgundu bitkindi. Gücünü bütün kuvvetini yitirmişti.
Dışarıda güneş bütün canlıları ısıtıyorsa ya da soğuk bir fırtına varsa,
insanlar hayata gülüyor, yahut sitemler edip hakaretler yagdırıyorsa, ona
neydi. Onun kaderi kapkara, artık ömrü final çizgisine yaklaştıktan sonra... O
daima okkanın altına, gümbürtüye gidenlerdendi. O daima ezilenlerdendi. Kalbi
de buz gibiydi. Düşler, hayaller ne derece ısıtırlardı ki.. Nafileydi aslında
bu uğraş, bu hayat savaşı, bu kavga bu telâş.. Nafile..
Fakat inanmak istiyordu onu sevdiğine, evlenmek istediğine..
İhtiyacı vardı. Ve, ve inanıyordu bütün kalbiyle benliğiyle... Aksi takdirde
yaşayamazdı.
Ne için yaşanırdı. Sevgi, ah! sevgi... Soylu, bencil, acımasız
gaddar sevgi.
Başka değerler kavramlar idealler içinde yaşanacağını
öğretmemişlerdi. Çocukluğundan beri hep gelinlik masallarıyla
büyümüştü."Büyüyünce ne olacaksın?" diye sorulduğunda "Gelin
olacağım." derdi, öylesine tatlı bir gururla, çocuksu bir hevesle.
"Gelin olacağım.".. O heves sevdalaşmış, yüreğine kök salmıştı. Hâlâ
gönlünde barınıyordu. Hâlâ ölmemişti. O yara hâlâ kanıyordu.
Bütün dünyası evlilik üzerine kurulmuştu. Annesi daha okula
gitmeden başlamıştı. "Ancak biter."derdi. "Kız kısmının çeyizi
de derdi de bitmez". Bitmemişti. Peş peşe ağır hastalıklar, o güzelim
evlilik masalını kaldıramayacak kadar sağlıksız, perişan bir bünye ..
"Otursun, evde çeyizini yapsın" demişlerdi, avunması
için. O da yapmıştı. Bıkmadan usanmadan, yorulup bir "off!cuk"
diyemeden .. Dinlenmeden, evlilik hülyasından bir zerre olsun yitirmeden...
Hayriye bunun için varolmuştu sanki. Bunun için yaşıyordu. Bunun için soluk
alıyordu.
Aniden korna sesleri. Tasasız, kaygısız, saadet kokan kahkahalar. Mutluluk dolu, dünyaya meydan okuyan
sevgili bir kalabalık ...
"Beni
almaya geliyorlar. Doktorum, sevgilim de geliyor. Düğün alayı bu. Benim düğünüm
."
Hiç
şimdiye kadar görmediği bilmediği bir kadın, ortalığı canlandırıcı, hava katıcı
bir şeyler söylüyordu:
"Çalsın
tüm müzisyenler! Dans etsin herkes. Gülüp, oynaşsın, mutlu olsunlar."
"Hayatta
bir defa olur bu., iki değil, üç değil .. Bu coşku bir kez yaşanır."
"Kaçırmayın!
Gelin, koşun! Mutlu olsun herkes.. Bakın Hayriye hiç böyle güzel olmuş
muydu."
"Benzinden
saadet, ümit, huzur akıyor .. Şahit olsun herkes! Bakın Hayriye hiç böyle aşkla
dolmuş muydu."
"Geç
kalmayın! hızlanın, acele edin biraz! Atın dertlerinizi geriye. Gömün toprağa,
rahat olun biraz!"
"Ölmüş
mü acaba ? Hımm.. Kalbi atmıyor. Şuna bak be. Nasıl da keyifli. Gelin gibi. Son
günlerde kafayı iyice bozduydu. Zavallıcık!"
"Çorbayı
boşuna yaptım desene. Daireyi kırk milyara satabilir miyim acaba... Karnımı
çabuk doyurmalıyım. Yoksa telâşeden aç kalabilirim. Sonra doktora, komşulara
haber veririm"
Ganimet
mutfağa girdi, bir dilim ekmek kesti.. Büyük bir keyifle masaya kuruldu.
Yeşil
perdeler, bu ev artık hep onundu. Kızı da zaten "Anne! Teyzemin evi ne
güzel değil mi." deyip duruyordu. Teyze, Hayroş Teyze. Bir izmarit kadar
değersiz bir ad artık bu, geride kalmış, boşluğa karışmış.
Saati
onu yirmi geçiyordu. "Gene durmuş" dedi. "Ne kötü."
Güneşsiz
bir öğle üzeriydi.
(Saklı Değerler, 2003)