Hüzeyme Yeşim Koçak

Yazar

Doğum
24 Nisan, 1958
Eğitim
İstanbul Kandilli Kız Lisesi
Burç
Diğer İsimler
Hüzeyme Koçak, Hüzeyme Bolay

 Yazar. 24 Nisan 1958, Tunçbilek / Kütahya doğumlu. Ürünlerinde Hüzeyme Koçak ve Hüzeyme Bolay adlarını da kullandı. Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay ile Prof. Dr. Mehmet Naci Bolay amcalarıdır. İlk ve ortaöğrenimini Kütahya’da tamamladı. İstanbul Kandilli Kız Lisesi (1977) mezunu. Hayatını ve çalışmalarını Konya’da sürdürdü. Türkiye Yazarlar Birliği ve Türk Ocağı üyesidir.

İlk yazısı Diyanet dergisinde 1971, diğer yazıları Merhaba, Yedi İklim, Gözyaşı, Külöykü, Barem, Berceste, 40ikindi, Edebistan adlı gazete, dergi ve internet sayfalarında yayımladı. Sinderella’nın Pabucu adlı romanıyla 2002 Beyan Yayınları İlk Romanlar Yarışmasında üçüncü oldu. Çeşitli hikâyeleri ile Ömer Seyfettin Hikâye Yarışmasında ödüller aldı. Pakistan’da Mesut Akhtar Shaikh tarafından Urduca yayımlanan “Türkiye’nin En Güzel Hikâyeleri” (2002) isimli antolojide “Hayriye’nin Düğünü” adlı hikâyesine yer verildi.

“Hüzeyme Yeşim Koçak gerçekten kibar bir yazar. Dili ve anlatımıyla nazik bir tarzı var. Sözleri, vuruculuktan, incitici keskinliklerden uzak, küçük bir çocuğu sever gibi, ama bir o kadar da ciddi. Samimi üslûbuyla anlattığı duygularda hep bir sevecenlik, bir yumuşaklık var. Özellikle kullandığı sıfatlar, betimlemeler, güzel bir zincirin halkası gibi ardı ardına sıralanıyor ve insanın aklında hüzünlü ya da sevinçli bir olayı hoş bir hatıra halinde bırakıveriyor. Hikâyelerindeki samimi hava, okuyucuyu kazanmasını sağlıyor. Dahası, yaşananları okuyanın hafızasına da kendi hatırası imiş gibi yerleştiriyor. (…) Koçak’ın hikâyeleri uzak bir diyara duyulan hasret gibi, kavuşulmamış bir maşuka duyulan sevgi gibi, bir annenin çocuğuna duyduğu şefkat gibi kucak açıcı bir duyguyu temsil ediyor. Hüzünlü bir mutluluk da denebilir, Hüzeyme Hanım’ın dünyasına. Ne çılgınca bir mutluluğa, ne de zavallı acılara yer var onun dilinde. Arabesk de yok, aşırılık da. Kanaat ve sabır anahtar kelimeleri.” (Emre Miyasoğlu)

ESERLERİ:

HİKÂYE: Saklı Değerler (2003), Muhabbet Buyursun Gelsin (2005).

DENEME: Bırakın Güzel Konuşsun (2004).

HAKKINDA: Mesut Akhtar Shaikh / Türkiye’nin En Güzel Hikâyeleri (Turkey Ke Behtarin Efsane, 2002), Mustafa Miyasoğlu / Hüzeyme Hanım’ın Hikâyeleri (Vakit, 28.4.2003), Emre Miyasoğlu / Bizim Saklı Değerlerimiz (Millî Gazete, 31.12.2003), Çetin Oranlı / Sözün Ardı (Merhaba, 26.12.2004), Zinnur Erden / Okuyorum (Türk Ocağı, Ocak 2005), Ömer Galip / Saklı Değerler (Berceste, Şubat 2005).

 

HAYRİYE’NİN DÜĞÜNÜ’nden

Kanserliydi, atmış yaşındaydı. En kötüsü tek başınaydı. Hastalığına, hayatın acımasız şartlarına, İnsanların donuk bencil yaklaşımlarına tek başına göğüs germek zorundaydı. Tek başına varlığını idame ettirmek, yaşamını sürdürmek, tek başına direnmek, yalnızca.

Hastalığının vahametini pek iyi anlayamamıştı Hayriye, ya da komşularının deyişiyle "Hayroş Teyze". Bunu ona kader bir gün çok acı şekilde hatırlatacaktır.

Yalnızlıktan bunaldığı, senede bir kaç kez semtine uğrayan lütufkâr kardeşi Ganimet'in olduğu bir gün, kardeşinin mal bulmuş mağribi gibi Alman kadifesi perdele­rine sarıldığını gördü ve keyfi kaçtı: "Evimden bir şey götüre­mezsin artık."

Kardeşi neşeyle gülümsedi: "Ama senin ihtiyacın yok ki şekerim. Mutfak perdeleriyle de idare edersin bu salonu."

Hayriye, titrek kuru sıska parmağıyla, kardeşinin gözünü işaret ederek; "Aç gözlü! Mal düşkünü kadın! Yetmedi mi daha " dedi.

Ganimet ağız büzerek, ayak diredi. "Senin kadar bu evde benim de hakkım var."

"Hayır! Hepsi benim emeğim, çalışmam.. Benim.. Benim..."

Onun ki hayatta hiç bir şeyi olmamıştı. Tek içini ısıtan, hayata döndüren, ona sahip çıkan, şu koca oymalı ceviz sandığın içindekilerdi. Madem yeşil kadife perdeler, hayalin­deki yakışıklı, merhamet sevgi dolu erkeğin; artık o ötelerde, dağlarda, denizlerde mi bilinmez, sırlı küçük pembe evinin simgesiydi düşlerini süsleyen... Ölse de veremezdi perdelerini.

 “Kimse alamaz benden... Hiç kimse”. Daha devam ede­cekti, soluğu kesilir, tıkanır gibi oldu. Yorulmuştu.

  Sinirli, aceleci, küfürden beter bir karşılık suratında sakladı. Ganimet'in cevabı; “Nasılsa yakında öleceksin.”

“Defol! Defol evimden!” (….)

Hayriye yorgundu bitkindi. Gücünü bütün kuvvetini yitirmişti. Dışarıda güneş bütün canlıları ısıtıyorsa ya da soğuk bir fırtına varsa, insanlar hayata gülüyor, yahut sitemler edip hakaretler yagdırıyorsa, ona neydi. Onun kaderi kapkara, artık ömrü final çizgisine yaklaştıktan sonra... O daima okkanın altına, gümbürtüye gidenlerdendi. O daima ezilenlerdendi. Kalbi de buz gibiydi. Düşler, hayaller ne derece ısıtırlardı ki.. Nafileydi aslında bu uğraş, bu hayat savaşı, bu kavga bu telâş.. Nafile..

Fakat inanmak istiyordu onu sevdiğine, evlenmek istediğine.. İhtiyacı vardı. Ve, ve inanıyordu bütün kalbiyle benliğiyle... Aksi takdirde yaşayamazdı.

Ne için yaşanırdı. Sevgi, ah! sevgi... Soylu, bencil, acımasız gaddar sevgi.

Başka değerler kavramlar idealler içinde yaşanacağını öğretmemişlerdi. Çocukluğundan beri hep gelinlik masallarıyla büyümüştü."Büyüyünce ne olacaksın?" diye sorulduğunda "Gelin olacağım." derdi, öylesine tatlı bir gururla, çocuksu bir hevesle. "Gelin olacağım.".. O heves sevdalaşmış, yüreğine kök salmıştı. Hâlâ gönlünde barınıyordu. Hâlâ ölmemişti. O yara hâlâ kanıyordu.

Bütün dünyası evlilik üzerine kurulmuştu. Annesi daha okula gitmeden başlamıştı. "Ancak biter."derdi. "Kız kısmının çeyizi de derdi de bitmez". Bitmemişti. Peş peşe ağır hastalıklar, o güzelim evlilik masalını kaldıramayacak kadar sağlıksız, perişan bir bünye ..

"Otursun, evde çeyizini yapsın" demişlerdi, avunması için. O da yapmıştı. Bıkmadan usanmadan, yorulup bir "off!cuk" diyemeden .. Dinlenmeden, evlilik hülyasından bir zerre olsun yitirmeden... Hayriye bunun için varolmuştu sanki. Bunun için yaşıyordu. Bunun için soluk alıyordu.

Aniden korna sesleri. Tasasız, kaygısız, saadet kokan kahkahalar. Mutluluk dolu, dünyaya meydan okuyan sevgili bir kalabalık ...

"Beni almaya geliyorlar. Doktorum, sevgilim de geliyor. Düğün alayı bu. Benim düğünüm ."

Hiç şimdiye kadar görmediği bilmediği bir kadın, ortalığı canlandırıcı, hava katıcı bir şeyler söylüyordu:

"Çalsın tüm müzisyenler! Dans etsin herkes. Gülüp, oynaşsın, mutlu olsunlar."

"Hayatta bir defa olur bu., iki değil, üç değil .. Bu coşku bir kez yaşanır."

"Kaçırmayın! Gelin, koşun! Mutlu olsun herkes.. Bakın Hayriye hiç böyle güzel olmuş muydu."

"Benzinden saadet, ümit, huzur akıyor .. Şahit olsun herkes! Bakın Hayriye hiç böyle aşkla dolmuş muydu."

"Geç kalmayın! hızlanın, acele edin biraz! Atın dertlerinizi geriye. Gömün toprağa, rahat olun biraz!"

"Ölmüş mü acaba ? Hımm.. Kalbi atmıyor. Şuna bak be. Nasıl da keyifli. Gelin gibi. Son günlerde kafayı iyice bozduydu. Zavallıcık!"

"Çorbayı boşuna yaptım desene. Daireyi kırk milyara satabilir miyim acaba... Karnımı çabuk doyurmalıyım. Yoksa telâşeden aç kalabilirim. Sonra doktora, komşulara haber veririm"

Ganimet mutfağa girdi, bir dilim ekmek kesti.. Büyük bir keyifle masaya kuruldu.

Yeşil perdeler, bu ev artık hep onundu. Kızı da zaten "Anne! Teyzemin evi ne güzel değil mi." deyip duruyordu. Teyze, Hayroş Teyze. Bir izmarit kadar değersiz bir ad artık bu, geride kalmış, boşluğa karışmış.

Saati onu yirmi geçiyordu. "Gene durmuş" dedi. "Ne kötü."

Güneşsiz bir öğle üzeriydi.

                                                                                      (Saklı Değerler, 2003)

 

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör