Yazar. 19 Mart 1965, İnegöl / Bursa
doğumlu. İlk, orta ve lise öğrenimini
İnegöl’de tamamladı. Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Gazetecilik ve
Halkla İlişkiler Bölümünü (1987) bitirerek serbest gazeteci olarak çalışmaya
başladı. TRT’de yönetmen yardımcısı olarak “Mimar Sinan”, “Yunus Emre”, “Yayla
Yollarında”, “Kırk Ambar” gibi drama ve belgesel çekimlerinde yer aldı.
Çalışmalarını Gerçek Hayat dergisi genel yayın yönetmeni,
ayrıca Sipesifik ve Medyakronik’te yazar olarak sürdürdü.
Hikâyelerini bir grup arkadaşıyla
birlikte çıkardığı Albatros dergisinde yayımladı. Panel ve İzlenim
dergilerinde çalıştı. Yeni Şafak gazetesinde “Ters Köşe” başlığı altında
köşe yazarlığı yaptı. Albatros,
Birey, İkindi Yazıları, Ârâf, Yeni Dergi, Hece, Kaşgar, Atlılar dergilerinde
büyüklere, Mavi Kuş ve Kırmızı Bisiklet dergilerinde çocuklara
yönelik hikâyeler yayımladı. “Havuçlu Pilav Meselesi” adlı TV filminin
senaryosunu ve “Yitik Zaman Peşinde” adlı belgeselin metnini kaleme aldı. İlk
eseri Hiçbişey (1991) ile Türkiye Yazarlar Birliği 1991 Yılı Hikâye
Ödülünü kazandı.
ESERLERİ:
ÖYKÜ: Hiçbişey (1991), Altmışikiden Tavşan (çocuk
öyküleri, 1997).
DENEME: Günlerin Gölgeleri (1997), Ruh Yordamı (1997).
KAYNAK: İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Bugüne
kadar ceplerin de yalnızlık çekebileceğini düşündünüz mü hiç? Sanırım sizin de
hiç aklınıza gelmedi bu. Oysa ne kadar yakınım size. Gri kruvaze ceketinizi
giydiğiniz bütün günlerde, beni de yanınıza almış oluyorsunuz. Sizden bir parça
oluyorum bir bakıma. Elinizi içimin karanlıklarında kaybediyorsunuz. Daha çok,
ne yapacağınızı bilemediğiniz zamanlarda misafirim oluyor eliniz. Sımsıkı sarılıyorum ona
bayım... Bir cebin yalnızlığını unutabilmek için çok az fırsatı oluyor. Sizin
bunları anlayabilmenizi beklemiyorum tabii. Varlığınız, hiç bir zaman kapaklı
bir ceket cebinin sıradan yaşantısını farkedebilecek kadar tenhalaşmıyor.
Anladığım kadarıyla seçkin birisiniz. Çevrenizde pervane olan pek çok insan
var. Bulunduğum yerden yüzünüzü
tam seçemiyorum ama, sanının insanları çeken bir şeyler var
yüzünüzde. Aslında gardırobun kapısını açtığınızda, çok kısa bir süre için
görüyorum yüzünüzü. Ama kesin bir fikre varabilmem için yeterli değil tabii bu.
Sadece aydınlık gözleriniz olduğunu söyleyebilirim. Biliyor musunuz, çok da
önemli değil bu... Elinizden ... Sağ elinizin içtenliğinden her şeyi anlıyorum.
Ah eliniz!.. Belki farkında bile değil ama her şeyi konuşuyor benimle.
Herşeyiyle karanlığımın içinde oluyor. Seviyorum onu bayım! Aşığım elinize.
Bunu tuhaf bulacağınızdan eminim.
Ama sevgiler bayım... Onlar...
Kimin kapısını çalacaklarını bilemezler çoğu zaman. Bu yüzden durmadan
acı çeker sevenler. Herkes ya da her şey bir yanıyla uygun değildir aslında
sevilmeye. Yine de vazgeçebilir miyiz sevmekten bayım? Hele benim gibi kapaklı
bir ceket cebiyseniz, bu hiç mümkün değildir. Üstelik sevmek için tercih şahsı
da vermezler bize. Biz ceket cepleri, ister kapaklı olalım, ister kapaksız;
bulunduğumuz tarafta hangi eliniz varsa, ancak ona açabiliriz içimizi. Tabii
bazen çelik anahtarlar, bir tarafları hep aksayan anahtarlıklar, kir
kokan kağıt, gürültü çıkaran metal paralar ve çoğu hiç bir işe yaramayan
mendilleri de kabul ediyoruz içimize. Ama onlarla neyi paylaşabiliriz bayım;
hepimiz bir canlılık peşindeyiz. Ne verebiliriz ki birbirimize. Ama eliniz
bayım, elinizin o içtenliği... Dünyadaki her şeyden daha güzel... Hep içimde
kalmasını isterdim. Bizi hiç ayırmamanızı... Onu içimden çıkarıp aldığınızda,
ne kadar korkuyorum bilseniz.. Nereden bileceksiniz... Çok eski günlerden
birinde, kalın ciltli bir kitaptan okumuştum; insanların kumaş parçalarının
korkulu titreyişlerini farkedemeyeceğini...
Şaşırmıştım. Kumaşların dünyada. çok ağırlıklı bir yeri olduğunu
sanıyordum o zamanlar. Genç ve tecrübesizdim. Ailemle birlikte bir
manifaturacının tahta raflarından birinde oturuyorduk. Zor ve tozlu bir hayattı. Ama her şeye rağmen özlüyorum
şimdi o günleri. O pervasız, deli günleri... İçim ümit doluydu. Böyle yalnız,
böyle kimsesiz kalacağım hiç aklıma gelmezdi o günlerde. Zaman, kumaş
parçalarına da zalim davranıyor bayım, bütün hayallerini yıkıp geçiyor. Genç
bir kumaş parçasıyken ne kadar güzel görünüyordu gelecek gözlerime. Çok
çalışacak ve ne pahasına olursa olsun bir gün bayrak olacaktım. Kumaş parçaları
için, bunun ne demek olduğunu bilemezsiniz bayım. Her genç kumaş parçasının
gönlünde bir yeri vardır gökyüzünde kuşlar gibi dalgalanmanın... Ama ne
mümkün... Kaderde ceket cebi olmak varmış. Siz, kumaş parçalarının bir yazgısı yok
mu zannediyorsunuz? Var bayım... Hem de sizinkinden çok daha zavallı bir
yazgı... Babam bunu çok önceden biliyordu. Bana, grinin bayrak olmak için hiç
de ideal bir renk . olmadığını söylemişti. Ama gençlik işte... Başımızda kavak
yelleri esiyordu. Genç ipekli kumaşlar gibi görüyorduk kendimizi. Neyse
bayım... Sizin için sıkıcı olmalı bu
anlattıklarım. Hem biz istersek, her şey daha güzel görünebilir
gözümüze. Örneğin ben, gri bir kumaş ailesinden gelmesem ceketinize cep olabilir miydim?
Bana elinizle tanışma fırsatı verdiği için Tanrı'ya şükretmeliyim. Böyle bir
sıcaklığı, benden başka hissedebilen daha kaç cep sayabilirsiniz dünyada bayım.
Bunun için size de teşekkür borçluyum. Sağolun. Onu benden hiç ayırmayın olur
mu? Eliniz olmadan nasıl yaşarım? Hani geçen yaz, havaların çok sıcak geçtiği
günlerde, uzun bir süre gri ceketinizi hiç giymemiştiniz ya!.. Hatırlıyor
musunuz? O günlerde ne kadar özledim, ne kadar aradım elinizin sıcaklığını...
Anlatamam. Öyle bir hasreti çöktü ki elinizin içime, delineceğim diye korktum.
İnsan ne yapacağını bilemezmiş böyle zamanlarda. Cepler de öyle... Başka
ceplerle ya da mesela bir eldivenle beni aldatabileceğini düşünerek kıskandım
bile elinizi. Sevenin gözleri kör oluyor bayım. Yaz günü eldiven takılır mı?
Sonra eliniz, ömrü boyunca belki de farkında bile olmadığı bir cebe sadakatle
bağlı kalamaz ya! Nasıl olsa her şey bitecek bir gün; bütün diğer ceketler
gibi, gri kruvaze ceketin de modası geçecek... O da diğerleri gibi bir köşeye
atılacak... Hanımınızın, eskiyen siyah;
ceketinizin kumaşından diktiği yastık her an gözümün önünde dururken; ben
sonsuza kadar elinize sımsıkı sarılmayı nasıl düşünebilirim. Bugün bir ceket
cebiyim, ama yarınların bana neler hazırladığını biliyor muyum? Belki bir
yastık, belki bir tozbezi yapılacağım eskidiğimde. Hepimizin ipleri Tanrı'nın
elinde bayım. Öyle sanıyorum ki; mutluluğu farketmemiz için yarattı acılan.
İçimin o kopkoyu karanlığı olmasa; bağlanabilir miydim elinize bu kadar? Ama
bir gün, bir daha hiç içime bırakmamak üzere elinizi alacakmışşınız benden...
Olsun. Bütün kaybedişler güzellikleri biraz daha belirginleştirmek için değil
mi? Bir kumaş parçası olarak benim de hatırlayacağım bir sevgilim olacak o
zaman. Dünyanın en tatlı gözyaşlarını dökerek, ne talihli olduğumu düşüneceğim.
Gözyaşının sadece hatırlarken vermeye razı olduğu o hazzı, siz de tattınız mı
bayım? Ama siz kumaş parçalarının da ağlayabileceğini hiç aklınıza
getirmediniz, öyle değil mi? Kumaş parçalarının Cansız varlıklar olduğu
öğretiliyor insanlara. Bu koskoca bir yalan bayım... Koskoca bir yalan... İşte
ben, bir kapaklı cep olarak elinizi severken; dünyadaki her şeyden daha
canlıyım. Size nasıl kanıtlayabilirim bunu? Ama herhalde, elinizdeki
sımsıcaklığı farkediyorsunuzdur benim içimdeyken. Dünyadaki her şey sevgiyle
ısınır ancak bayım; fizik kanunları her şeyi saptırıyor. Babam, herkesin içinde
bir ateş yandığını söylemişti bir gün. Ne kadar haklı olduğunu anlıyorum şimdi.
Şimdi, pek çok şeyi daha iyi anlıyorum. Elinizdeki içtenliği, o belli belirsiz
duyarlılığı, nasıl içime çekiyorum anlatamam size. Onunla gurur duymalısınız bayım.
Dünyada sizin eliniz kadar sıcak bir başka el olduğunu hiç sanmıyorum. Onu hep
böyle hatırlamak istiyorum. Böyle sıcak... Sakın benden önce ölmeyin
bayım... Sakın soğutmayın ellerinizi ben
ölmeden önce. Sakın ölmeyin bayım. Sakın ölmesin elleriniz içimde...
Sakın
bayım!.. Sakın!..
(Hiçbişey, 1991)