Otuz beşinci Osmanlı padişahı (D. 2 Ekim 1844,
Çirağan Sarayı / İstanbul – Ö. 3 Temmuz 1918, İstanbul). Halk arasında Sultân
Reşâd olarak ün yapmıştı. Sultan I. Abdülmecid ile Gülcemal Sultan’nın üçüncü
oğludur. Sarayda iyi bir eğitim alarak yetişmiş, tarih kitapları okuyarak Türk
tarihini iyi incelemişti. Devlet yönetimini teslim alıncaya kadar, dört padişah
dönemini yaşamış, önemli deneyimler kazanmıştı. Osmanlı Sultanları içinde en
yaşlı şehzade olarak altmış beş yaşında padişah oldu. İslâm kültürüne vâkıf,
Arapça ile Farsçayı iyi bilen, hattât, Mevlevî ve şâir bir padişahtı. Sultan V.
Mehmed Reşad; orta boylu, açık tenli, mavi gözlü, kır sakallı ve biraz topluca
idi. Kendisini iyi yetiştirmiş olmasının yanında nezaketi ve terbiyesi ile
çevresinin ilgisini çekmişti. Çok hassas bir yapıya sahip olup, kendisine
hizmet edenlere bile incelikle davranırdı. Çok kuvvetli bir hafızası
vardı.
Sultan V. Mehmed Reşad, 27 Nisan 1909 tarihinde,
padişahlıktan uzaklaştırılan II. Abdülhamid’in yerine aynı gün tahta çıktı. Bu
sırada İttihadcılar, herkesi 31 Mart Olayı (14 Nisan 1909) tertipçiliği ve
irticacılık ile suçlamaya başlamış, Tal’at Bey’i Dahiliye Nazırı (İçişleri
Bakanı) yapmışlar, Roma Büyükelçisi olan İbrahim Hakkı Bey’i de Sadrazam (Başbakan)’lığa
getirilmişlerdi. Hareket Ordusu komutanı Mahmud Şevket Paşa ise Harbiye Nazırı
olarak hükümette yerini almıştı.
Sultan V. Mehmed yönetimi teslim aldığında, Osmanlı
Devleti meşrutiyetle yönetiliyor, yani padişah yetkilerini seçilmiş bir Meclis
ile paylaşıyordu. Ağabeyi II. Abdülhamid’in padişahlığı döneminde, I.
Meşrutiyet ve II. Meşrutiyetin ilân edilmesini yaşamıştı. Ülkenin içinde
bulunduğu siyasî çekişmeler, İttihat Terakki Partisinin tutumu, ağabeyinin
sürgüne gönderilmesine sebep olmuştu. Yakın çevresine, “Ben işe karışacak
olursam, biraderin suçu ne idi?” diyerek, devlet işlerine fazla karışmadığını
ima ediyordu. Ülke ise en zor günlerini yaşıyordu. İttihat Terakki Partisi
Meclis’te çoğunluğu bulunmasına karşın, sorunlar karşısında yetersiz kalıyordu.
Ekonomik durum düzeltilemediğinden borçlanmalar devam ediyordu. Bu tarihlerde
Anadolu, Batı devletlerinin ve Rusya’nın çıkarlarının çatıştığı bir coğrafî
alan olmuştu. İtalya hepsinden önce davranarak Trablusgarb’ı kendisine bağlamak
için askerî harekete geçmiş, kısa bir süre sonra da 12 Ada’yı ele geçirmişti
(Ekim 1911). İtalyanlar daha sonra Mayıs 1912’de Akdeniz adalarının merkezi
olan Rodos’u işgal etti. Bu yenilgilerin faturasının İttihâdcı Hakkı Paşa’ya
kesilmemesi için İttihâd ve Terakki Partisi, Padişah'a Meclis’i kapattırdı ve
Hakkı Paşa’yı Londra’ya gönderdi. İttihâdcılar’ın tahriki ile Osmanlı
ordusundaki subaylar, “İttihâdcı” ve “Halâskâr” diye ikiye ayrıldılar; çeteler
kurarak birbiriyle çatışmaya başladılar. Bu karmaşanın sonucunda Ekim 1912’de
imzalanan Lozan Andlaşması ile İtalya Savaşı’na son verildi ve Libya İtalya’ya
bırakıldı. 12 Ada ve Rodos Osmanlıya iade edildi.
XIX. yüzyılın sonlarında kurulan Karadağ ve Sırbistan
ise Bulgarlarla anlaşarak Balkan Savaşı’nı başlattı ve Çatalca (Edirne)’ya
kadar geldiler. 23 Ocak 1913 günü Enver Bey, komitecilerini alarak Bâb-ı Âli’yi
bastı. Sekiz eri ve iki subayı şehid eden çeteler, kendilerine karşı çıkan
Harbiye Nazırı Nâzım Paşa’yı şehid ettiler. Tal’at ve Enver Bey’ler, Kâmil
Paşa’yı zorla istifa ettirdiler ve Mahmûd Şevket Paşa’yı Sadrazam (Başbakan)
yaptılar. Tal’at Bey de kendisini Dâhiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) tayin
ettirdi. Başta Kâmil Paşa, Şeyhülislâm ve Reşid Bey olmak üzere yüzlerce
muhalif tevkif ve sürgün edildi. Tarihe Bâb-ı Âli Baskını olarak geçen bu olay,
askerin siyâsete karıştığı en acı olaylardan biridir. Böyle bir iç karmaşada
Balkan Savaşı’na son vermek üzere Mayıs 1913 tarihli Londra Andlaşmasına imza
koyan Osmanlı Devleti, Balkanları hemen hemen terk ediyordu. Edirne’yi bile
Bulgaristan’a bırakan bu andlaşma, devlet için bir intihar gibiydi. Osmanlı
Devleti’ne ihanet eden Arnavudlar da umduklarını bulamamışlardı. Osmanlı,
Arnavudluk’a vereceği toprakların yarısını (Kosova ve Manastır) Sırbistan’a
verdi. Mahmud Paşa’nın katlinden on sekiz gün sonra İkinci Balkan Savaşı çıktı.
Osmanlı Devleti Edirne ve Batı Trakya’yı geri aldı. Enver Bey, Temmuz 1913’te
Edirne’ye girdi. 10 Ağustos 1913 tarihli Bükreş Andlaşması ile savaş sona erdi.
Devlet yine de II. Balkan Savaşı ile durumunu kurtarmış ve işgalcileri Edirne
sınırlarının dışına çıkarabilmişti.
Ancak Balkan Savaşı’nın barış görüşmeleri
tamamlanmadan Birinci Dünya Savaşı başladı ve Osmanlı Devleti de Almanya’nın
yanında savaşa girdi. Osmanlı tarihinin belki de en önemli dönüm noktası Kasım 1914’te bu
savaşa katılmak ile 30 Ekim 1918’de Mondros Andlaşması’nın imzalanması arasında
geçen süreçtir. Savaşa katılmaya Osmanlı İmparatorluğu adına İttihat Terakki
Partisinin ileri gelenleri olan Cemal, Talat ve Enver Paşa’lar karar
vermişlerdi. Savaş sırasında Osmanlı Devletinin adı “İstanbul Hükûmeti”
olmuştu. Daha önce üç kıtaya yayılan İmparatorluk, bu dönemde sadece İstanbul
ve çevresindeki alanda sıkışıp kalan küçük bir coğrafi bölgenin içinde iktidar
gücü oluşturabilmişti.
Orduyu kısa zamanda kısmen de olsa düzene sokan Enver
Paşa, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden de istifade ederek Eylül
1914’te Kapitülasyon denilen imtiyazları iptal etti. 28 Temmuz 1914’te başlayan
Birinci Dünya Savaşı; Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve sonra da Osmanlı
Devletinin katıldığı İttifak Devletleri ile Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya,
Japonya, Sırbistan, Romanya, Belçika, Yunanistan, Portekiz ve Karadağ’dan
oluşan İtilaf Devletleri arasında sürüyordu. İngiliz ve Fransız kuvvetleri,
Eylül 1914’te Marne Savaşı’nda Müttefik kuvvetlerini yendikten sonra, Osmanlı
Devleti Almanya’nın yanında (29 Ekim 1914) savaşa sokuldu. Savaşın resmi sebebi
olarak ise Osmanlı’ya sığınan iki Alman savaş gemisinin, Osmanlı’dan habersiz
olarak Karadeniz’e açılarak Rus limanlarını bombalaması gösterildi. Bu savaşta,
Enver Paşa’nın yetersiz yönetimi yüzünden sadece Rus cephesinde 90.000 asker
Sarıkamış’ta şehit oldu. Amerika Başkanı Wilson’un Ocak 1918 tarihli on dört
maddelik prensipleri, İttifak devletlerini yenilgiye mahkûm etti.
Savaştan sürecinde, Ruslar işgal ettikleri Van
yöresini Ermenilere bırakarak 3 Ağustos 1915’te çekilmeye başlayınca,
Ermeniler, Müslümanları kırmaya başladılar. Bunun üzerine 1915 Ermeni Tehciri
diye bilinen ve ancak sonradan Ermeniler tarafından “soykırım” olarak
gösterilen olay başladı. Osmanlı Devleti, kendi vatandaşı oldukları halde
düşmanla birlikte hareket eden Doğu’daki 500.000 Ermeniyi, Dahiliye Nazırı
Tal’at Bey’in emri ve sadrazam Said Hâlim Paşa’nın onayıyla tehcire, yani Kuzey
Suriye ve Irak’a mecburi göçe tabi tuttu. Aslında bu göç sırasında yolda telef
olanlar olduysa da soykırım söz konusu değildi.
Ermeni olayını, Arabistan’da Haziran 1916’da ortaya
çıkan Şerif Hüseyin Paşa’nın başlattığı Arab İsyanı izledi. 1913’ten itibaren
İttihâdcılar’ın takip ettiği Türkçülük siyaseti, Suriye’de Azımzâdeler’in
başını çektiği Fransızlarla ittifak hareketini doğurdu. Sonuçta Osmanlı Devleti
bütün cephelerde yenilgiye uğradı. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna yaklaşılan bir dönemde hastalandı ve 3 Temmuz 1918'de 74 yaşındayken öldü. Eyüp iskelesi yakınlarında yaptırmış
olduğu türbesine gömüldü
Beşinci Mehmet, Çanakkale Müdafaasını, harbin son yıllarındaki
mağlûbiyetleri, Irak, Hicaz ve Suriye kıtalarının İmparatorluktan koparıldığını,
hattâ düşmanın Erzurum ve Trabzon gibi öztürk illerine girdiğini de gördükten
sonra Mütarekeden önce öldü. Eyüp’te yaptırdığı Camii ile mektebin yanındaki
türbesine gömüldü. Saray hapsinde bulunduğu yıllarda tarihle ve divan
edebiyatıyla meşgul olmuştur. Bazı manzumeler, bu arada Çanakkale zaferinden
dolayı şükranını anlatan bir de gazel yazmıştır.
KAYNAK: İbrahim
Alâeddin Gövsa / Türk Meşhurları (1946), Milliyet Büyük Larousse Sözlük ve
Ansiklopedisi (15. cilt, 1986).