Eğitimci yazar. 15 Mart 1958 (nüfusta 1961) Meşeyolu köyü / Tunceli doğumlu. Meşeyolu İlkokulu, Tunceli Kalan Lisesi, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1984) mezunu. Eğitimini tamamladıktan sonra.Adana, Diyarbakır, Çankırı illerinde Türk Dili ve Edebiyatı ve Türkçe öğretmenliği yaptı. Öğretmenlik görevine İstanbul’daki okullarda Türkçe öğretmenliği yaparak devam etti. Hüsniye Duman ile evli; Bedrettin, Uğur Dinçer adlarında iki çocuk babasıdır.
Hüseyin
Duman’ın ilk yazısı Aydınlık gazetesie, ilk edebi ürüü Berfin Bahar dergisinde
(Ağustos 2005) yer aldı. Sonraki yıllarda öyküleri ve eleştiri yazıları Birgün gazetesinde, Evrensel Kitap ve Berfin
Bahar dergilerinde yayımlandı. Öteki kitaplarının yanında bir de Orhan
Pamuk’un sanatını inceleyip eleştiren “Karşı
Yakadan Bir Ses” adlı bir kitabı da
var. “Alaimisema” adlı dosyasıyla Özgür Eğitim Yayınları’nın düzenlemiş olduğu
2007 Mevlüt Kaplan Çocuk Öyküleri Yarışması’nda Seçici Kurul Özel Ödülü’nü
aldı.
ESERLERİ:
ANI: Anılarda
Kalanlar- Meşeyolu (2002).
ÖYKÜ: Keklik
Ağıdı (2003), Eşikte Üç Taş
(2009).
ELEŞTİRİ: Karşı
Yakadan Bir Ses- Bir Orhan Pamuk Eleştirisi (2009).
Can, dedesinin kendisine doğum günü hediyesi olarak aldığı
bilgisayarında son zamanların en moda oyunlarından birini oynarken dedesi de
pencerenin önüne çektiği koltuğuna oturmuş, pencereden dışarıya bakıyordu.
İlköğretim okulunun üçüncü sınıfına başlayalı birkaç ay olmuştu. Kısa bir süre
sonra, bahar yağmurları bitip de yaz sıcakları bastırmaya başlayınca, o da bir
üst sınıfa geçecekti. Yani öğretmen: “Çocuklar şu kağıtları velilerinize
imzalatın. Onlar size izin verirse pikniğe gideceğiz.” dediğinde bir üst sınıfa
geçeceğinin ilk işaretini alacaktı. Bu demekti ki, kısa bir süre sonra okul
kapanacaktı. İşte o zaman dedesi gelip karnesine bakacak, elinden tutup
pastaneye götürecek, sonra parkta gezdirecekti. Dede torun uyumlu ikiliydi.
Can, şimdi bir ilkçağ kralı gibi
penceresine kurulan, kendisiyle ilgilenmeyen, hatta yaşadığı dünyayla bağını
kesmiş gibi görünen dedesine baktı. Dedesi, avını bekleyen bir kedi sessizliği
ve dikkati ile dışarıya bakıyordu. Orada, pencerenin dışında dedesinin ilgisini
çeken bir şey vardı. Dedesinin dikkatini çeken şey ne olabilirdi?
Can bilgisayarının ekranına baktı. Sol tarafta görünen
tabloda kullanacağı canları, şimdiye kadar kazandığı puanlarla yan yana
duruyordu. Sıkıldı. Yeteri kadar puanı vardı. Daha da önemlisi hep aynı
pozisyonda durduğu, bilgisayarın ekranına dikkatle baktığı için gözleri
yorulmuş, bedeninin bazı yerleri ağrımaya başlamıştı. Bilgisayar iyiydi, hoştu
ama insana böyle zararları da vardı. Uzmanlar bilgisayarla çalışanların zaman
zaman hareket etmeleri gerektiğini boşuna söylemiyorlardı.
Can kapattı bilgisayarı; dedesinin
yanına koştu. Hiçbir teklif beklemeden, dedesi kendisini sevmek zorundaymış;
bu, dedesine verilen zorunlu ve ilahi bir görevmiş gibi kucağına atıldı dedesinin.
İşte bu oturuş hayal dünyasının
derinliklerinde kulaç atan yaşlı adamı uyandırdı. Bir kaşık limon suyu içmiş
gibi buruşturdu yüzünü. Torununun yaptığı hareketi beğenmemişti.
“Ne oldu Can?” dedi sertçe.
Can umursamaz bir şekilde cevapladı soruyu:
“Sıkıldım.”
“Neden sıkıldın?”
“Bilgisayarda oynamaktan sıkıldım.”
İşte o zaman tepkisini bir yana bırakıp toparlandı yaşlı
adam. Evet, teknoloji güzeldi ama yaşam felsefesinden koparılırsa, yaşamı
güzelleştiren, kolaylaştıran bir araç olarak görülmez de amaç kabul edilirse,
gençlik için tehlikeliydi. Çoğu zaman şöyle düşünmüştü: İnsanı mutlu eden
anlayıştır. Araçlar sadece aracılık eder. Anlayıştan koparılmış araç, insanı
insanlıktan çıkarır, robot seviyesine indirger. Bir nesne ile bütünleşmiş istek
doyurulsa bile kişiyi çevresinden kopardığı için bencilliğe, yalnızlığa,
yılgınlığa, çaresizliğe, dolayısıyla başarısızlığa itebilirdi. O halde insanı
doğanın bir parçası, doğal yaşamın bir öğesi olarak düşünmeli. Yaratılış
kuralları önemsenmeli, yaşamı üretme ve paylaşma temelinde geliştirmeyi
bilmeliydi.
Torununa döndü:
“Peki, ne yapmamı istersin?”
“Bilmem!”
“Şu bilgisayarı atalım mı?”
“Yoook! Atmayalım.”
“Hani sıkılmıştın?”
“Sıkıldım ama şimdilik. Biraz sonra gene oynarım.”
“Peki. Şimdi ne yapmamızı istersin?”
Can aklına takılanı sordu dedesine:
“Dede, böyle dikkatle nereye bakıyorsun.”
Dede koyu badem rengi bulutları gösterdi:
“Bulutları görüyor musun?”
“Evet.”
“Bunlar yağmur bulutlarıdır. Birazdan yağmur yağacak.
Yağmur suyu toprağa akacak, ağaçlar suyu emince büyüyecek. Toprak, su, hava ve
ateş, evreni oluşturan dört temel maddedir.”
Can anlamadı bu ilk çağ felsefesini. Ona ne bu dört
unsurdan: su, hava, toprak ve ateş…
Bildiği şeylerdi zaten. Umursamadı:
“Bahar havası hep böyle olur. Yağar, yağar, durur.” dedi.
“Yağmuru sevmez misin?”
“Sevmem!”
“Neden?”
“Yağmur yağınca dışarı çıkamıyoruz, oyun oynayamıyoruz.”
“Başka zaman oynuyor musunuz?”
“Okulun bahçesinde büyük abiler olmayınca oynuyoruz. Büyük
abiler olunca kızıyorlar.”
“Siz de başka yerde oynayın.”
“Başka yer yok ki. Apartmanların arasında oynayınca
teyzeler kızıyor. Gürültü yapmayın, diyorlar. Caddede oynasak arabalar geliyor.
Çok tehlikeli…”
İleride, yüksek binaların olduğu bölgede gökten yere gümüş
teller uzanır gibi yerlere düştü yağmur damlaları. Dede heyecanlandı:
“Can, baksana yağmur yağmaya başladı.”
Torun da görmüştü bu muhteşem olayı.
“Evet, dede!” dedi.
“Birazdan buraya da yağacak.”
“Ama burada güneş var.”
“Olsun. Yağmur ve güneş aynı ortamı kardeşçe paylaşıyor
binlerce yıldır.”
Yağmur yüklü bulutlar kuzey doğudan güney batıya doğru
yüklerini bırakıp geçti. Damlalar camlara vurdu. Önce düzensiz bir senfoni
çaldı camlarda. Ardından güneş çekti gitti. Ortalık pusa büründü. Karanlıkları
yırtan aydınlıklar ve kulakları sağır eden gürültüler puslu havaya katıldı. Tüm
şiddetiyle yağdı yağmur. Sokaklar sele boğuldu kısa zamanda.
Dede torun kucak kucağa peşi sıra gerçekleşen doğa
harikalarını izliyorlardı binanın beşinci katındaki pencerelerinden.
Bulutlar yüklerini yeryüzüne paylaştırıp gittikten sonra
güneş aydınlık çehresiyle güldü dünyaya. Güzel bir şaka yapmış gibiydi. Hani
çocuklar şaka olsun diye birbirlerini ıslatırlar ya, o da sanki yağmur yüklü
bulutları şehrin üstüne sıkmıştı. Şimdi şakaya hazırlıksız yakalanan, hiç
beklemediği bir anda bedenine değen soğuk suyla ıslanıp ürperen şehre ve
insanlara gülüyordu. (…)