Sultan Abdülmecid

Osmanlı Padişahı

Doğum
25 Nisan, 1823
Ölüm
25 Haziran, 1861
Burç

Otuz birinci Osmanlı padişahı (D. 25 Nisan 1823, İstanbul - Ö. 25 Haziran 1861, İstanbul). Sultan II. Mahmud’un Bezmiâlem Valide Sultan’dan dünyaya gelen büyük oğludur. Babasının Tem­muz 1839’da ölümü üzerine on yedi yaşında padişah olmuştur. Fiziki olarak ince ve narin yapılı, yakışıklı olarak tanımlanan Sultan Abdülmecid’in karakteri hakkında da na­zik, zeki, merhametli, duyarlıklı, adil, hayırsever, ancak ka­rarsız, müsrif, alkollü içkiye, eğlenceye ve süse düşkün bir kişi olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Küçüklüğünden itibaren iyi bir öğrenim görmüş ve Batı kültürüyle yetiştirilmişti. İyi Fransızca konuşur ve Batı müziğinden hoşlanırdı. Babası II. Mahmud gibi yenilik yanlısıydı.  Aracısız halkın dertlerini halkın kendi ağzından dinleyen ilk padişahtır. Tanzimat dönemi padişahı olarak, artık klasik dö­nemde olduğu gibi devleti kendisi değil, bürokratları aracılığıyla yönetiyordu.

Abdülmecid, harem dışında çok görünmeyen bir padi­şahtı ve dönemine göre fazla sayıda kadın efendiyi ha­remine almıştı. Kaynaklarda on dokuz kadın efendi ve üç de gözdesi olduğu yazılmaktadır. Bu beraberliklerinden 37 çocuğu dünya­ya gelmiştir. Bunların dokuzu erkek, diğerleri kızdır. Oğul­larından Şehzade Murad, Şehzade Abdülaziz, Mehmet Reşad ve VI. Mehmed Vahdeddin kendisinden sonra sultan olmuşlardır.

Sultan Abdülmecid tahta çıktığında yabancılara ıslahatlara devam edileceğini bildirmişti. Gülhane’de Mustafa Reşid Paşa’nın okuduğu bu ferman, aslında Osmanlının Batıya teslimiyet fermanıydı. Yayımlanan ünlü “Is­lahat Fermanı” ile Osmanlı sarayının Batı telkinleri ve baskılarıyla ülkeyi yönetme alışkanlığı ve Batı teslimiyetçiliği artık kurumsallık kazanıyordu.

Bu teslimiyetçi politika çok geçmeden acı meyvelerini vermeye başladı. Devlet bürokrasisindeki çekişme ve hizip­leşmeler Sultan Abdülmecid’i, tahta geçtiği ilk günlerden itibaren daima zor durumda bıraktı. Üstelik Nizip mağlubiyeti (24 Haziran 1839) ile devlet oldukça kritik bir döneme girdi. Abdülmecid’in bu mağlubiyeti üzerine Mehmed Ali Paşa, padişah ile uzlaş­maktan vazgeçmiş, üstelik Mısır’dan başka Suriye, Adana ve Maraş’ın da kendisine verilmesini istemişti. Dahası Mısır sorunu Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya gibi devletlerin verdikleri bir ortak nota ile Avrupa sorununa dönüştürülmüştü.  

 Padişah Abdülmecid, bu müdahaleyi dönemin koşullan içerisinde normal olarak değerlendiriyor ve Avrupalıların kendisini Rusya’nın himayesinden kurtaracağına inanı­yordu. Nitekim Avrupalı devletlerin müda­halesi Mehmed Ali Paşa’nın manevra alanını daralttı. Mehmet Ali Paşa’ya bir ültimatom veren Avrupa devletleri, Suriye’nin Osmanlılar­da kalmasını isteyerek, kararlarına uyulmadığı takdirde kuvvet kullanacaklarını açıkça ifade ettiler. Ancak Fransa’nın Mehmet Ali Paşa tarafına geç­mesi, bu ültimatomun etkisinin zayıflamasına ve Mehmed Ali Paşa’nın şımarmasına yol açtı. Nitekim Mısır sorununu çözmek için İngiltere ağır­lığını koymakta tereddüt etmedi ve Londra’da Avustur­ya, Rusya ve Prusya’nın katıldığı bir konferans topladı. Daha sonra konferansa katılan Osmanlı Devleti, bu dev­letlerle 15 Temmuz 1840 tarihinde Londra Antlaşması de­nilen anlaşmayı imzaladı. Bu antlaşma uygulandığı takdirde Osmanlı Devleti’ne Suriye’yi ve donanmasını geri kazandırıyor, ödün olarak ise Mehmed Ali Paşa’ya Mısır valiliğini oğluna geçirme olanağı tanıyordu. Öte yandan İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya, Osmanlı Devle­ti’nin toprak bütünlüğünü garanti altına aldıklarını duyurarak, Osmanlıyı tümüyle himayeleri altına alıyorlardı. Bu arada Suri­ye’de Mehmed Ali Paşa’nın aldığı mağlubiyet, Fransa’yı da İngiltere ile birlikte hareket etme zorunda bırakınca, Mısır 27 Kasım 1840 tarihinde imzaladığı İskenderiye Sözleşmesi’yle Suriye topraklarını ve donanmayı Osman­lılara iade ettiği gibi, Mısır’ın padişaha bağlılığını da ka­bullenmek zorunda kalmış ve böylece Mısır sorunu çözülmüş oluyordu.

Aslında Mısır sorununun uluslararası bir sorun durumuna gelmesinin bir başka önemli yönü de Osmanlı içeri­sinde özerk bir statü için mücadele edenlere cesaret ver­mesi olmuştur. Nitekim büyük devletlerin Ortadoğu ve Boğazlar bölgesindeki nüfuz mücadelesi, Suriye ve Lüb­nan’da ayrılıkçı isyanların patlak vermesine yolaçmıştır. Neyse ki Os­manlı’nın desteğini arkalarında bulan Macar Milliyetçi­leri, Avusturya’nın takibinden kaçarak Osmanlı Devle­ti’ne sığınmıştı. Avusturya ve Macarların isyanını bastır­mada kendisine yardımcı olan Rusya, sığınmacıları padi­şahtan istediğinde, Abdülmecid, savaş tehditlerine karşın, bunları iade etmedi. Bu duruma seyirci kalamayacağını göstermek için Eflak’a asker sevk eden Osmanlı’nın tav­rı, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında gittikçe gerginle­şen ve tehlike arz eden bir soruna dönüştü. Ancak 1 Mayıs 1849 tarihinde Baltalimanı Antlaşması’nı imzalayarak, mülteciler sorununu çözdüler. Bu antlaşma ile sağlanan bölgede Rusya’ya söz sahibi olma hakkı tanındı. Bu arada Osmanlı Devleti’ni parçalamak için mukaddes yerleri gündeme getiren Rusya, bir nota ile Ortodoks Osmanlı tebaasının hima­yesinin kendisine verilmesini istedi. Osmanlı bunu içişlerine karışma olarak değerlendirip reddedince de, Eflak ve Boğdan’a asker göndererek, buraları işgal etti. Bunun üzerine Padişah Abdülmecid, biraz da İngiltere ve Fransa gibi devletlere güvenerek, Rusya’ya savaş açtı (1854). Sinop limanında Osman­lı donanmasının Ruslar tarafından yakılması ise, bu iki dev­leti harekete geçirdi.

 Böylece tarihe Kırım Savaşı olarak geçen savaş başladı. Savaşın Kırım adını alması, müttefik kuvvetlerin Sivastopol’u kuşatması ve Kırım’ı savaş alanı olarak duyurmaları nedeniyledir. Müttefikler Sivasto­pol’u 8 Eylül 1855’te ele geçirme başarısını gösterirken, Rusya Kars’ı almıştı. Ancak, Rusya’nın başarısı Kars’ı almasıyla sınırlı olduğu için 30 Mart 1856’da im­zalanan barış antlaşması Rusların aleyhine sonuçlanmış oldu. Çünkü bu antlaşmada Osmanlı Devleti’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğü ve içişlerine diğer devletlerin mü­dahalesi önlenmiş, Rus savaş gemilerine boğazlar kapatıl­mıştır. Avrupa devletlerinin, Kırım Savaşı ile Rusya’nın güneye inme siyasetine önemli bir darbe vurmaları, Os­manlı Devleti’nin Abdülmecid’in döneminin sonuna ka­dar kuzey sınırlarında rahat etmesini sağlamıştır. Ancak bu gelişmeler, Osmanlıların aleyhibe sonuçlar üretmeye devam etmiş; Osmanlı sınırlarındaki her iç isyan artık uluslararası bir so­run olarak değerlendirilmiştir.  

Abdülmecid’in dönemine damgasını vuran olaylar genelde Tanzi­mat ve Islahat Fermanları olarak bilinen hukukî ve idarî düzenlemelerdir. “Gülhane Hatt-ı Hümayunu” (padişah yazısı) ya da “Tanzimat-ı Hayriye (hayırlı düzenlemeler) olarak da bilinen Tanzi­mat Fermanı 3 Kasım 1839’da Mustafa Reşit Paşa tarafından Gülhane Parkı’ında okunarak yürürlüğe sokuldu. Aslında Tanzimat Fermanı,  Mısır sorununda Os­manlı Devleti’ni destekleyen kimi Avrupa devletlerinin memnun olmaları ve yardımlarının sürmesini sağlamak için ilan edilmişti. Ancak bu ferman ne Müslümanları ne de gayri­müslimleri memnun etmekten uzaktı. Ama fermanın getirdiği yenilikleri uy­gulamaya koymak sadece tepkiler yüzünden değil, malî açıdan da zordu. Osmanlı Devleti’nde önemli bir zihniyet değişikli­ğini ifade eden bu ferman gayrimüslim halkı memnun etmekle birlikte yeterli de görülmedi. Oysa Abdülmecid’in adli alandaki reformları kayda değer yeniliklerdi. 1853 yılında kurulan Meclis-i Ali-i Tanzimat (Tanzimat yasalarını, tüzüklerini ve ıslahat uygulamalarını hazırlamakla görevli kurul), daha önce kurulan Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye (kısmen Danıştay’ın görevlerini yapan mahkeme)’nin kanun yapma yetkisini almıştı. Bütün ıslahatları denetim altına almak için Mec­lis-i Âli-i Tanzimat görevlendirildi. Eyaletlerde valinin etrafına yerel meclisler kuruldu. Bu meclislerde gayrimüslim­lere de temsil hakkı tanındı.  

Bu dönemde eğitim alanında da önemli adımlar atıldı. Devrin bü­tün aydınlarının görev aldığı Meclis-i Maârif-i Umumiyye’nin hazırladığı bir kanuna göre ilköğretim mecburi olacak, ilk ve ortaöğretimde para alınmayacak, bir de da­rülfünun (üniversite) kurulacaktı. Buna bağlı olarak ilk ve ortaöğre­tim işlerini yürütmek üzere 1847’de Mekâtib-i Umumiyye Nezâreti (Eğitim Bakanlığı) kuruldu. Sıbyan mektepleri (ilkokullar) ile rüştiyeler (ortaokullar) yeniden düzenlendi. 1858’de İstanbul’da ilk kez kız rüştiyesi açıldı, 1849’da, rüştiyelerle darülfünun arasında eğitim yapacak olan dârül maârif (lise) kuruldu. 1845’ten itibaren askeri okullar üçe ayrıldı, ardın­dan Harb Akademisi kuruldu. 1847’de “Dârülmuallimin”  adıyla ilk kez öğretmen okulu açıldı. Ziraat Mektebi (1847), Orman Mektebi (1859), Telgraf Mektebi (1860) ve Mekteb-i Tıbbiyye’ye bağlı olarak Ebe Mektebi (1842) gibi daha pek çok meslek okulunun yanı sıra, yerli ve yabancı pek çok bilim adamının üye olduğu ilk bilim akademisi sayılan Encümen-i Dâniş kuruldu. Türkçenin sadeleşmesi ile Osmanlı tarihinin yazıl­ması çalışmaları bu kurum eliyle başlatıldı. Tüm bu düzenlemelere rağmen, Abdülmecid döne­minde eğitim alanında yapılan çalışmalarda tam bir başarıya ulaşılamadı

Maliyede de önemli ıslahatlar yapıldı. İltizam (vergilerin aracılarla toplatılması) usulü kaldırılarak vergilerin toplanması, merkezden gönderile­cek vali derecesinde yetkili memur­ların kontrolüne bırakıldı. Ancak hiçbir hazırlık yapıl­madan girişilen yeni malî önlemler kimi karışıklıklara yolaçtı. Devletin gelirleri düştü; bunun üzerine ilk defa “kâime-i mu’tebere” adıyla kâğıt para basıldı ve yeniden iltizam sistemine dönüldü. 1848 yılından itibaren Os­manlı maliyesi sürekli buhranlar dönemine girdi. Kırım Savaşı’nın getirdiği ağır giderleri karşılamak üzere ilk kez dışarıdan borç alındı. Böylece de her borca karşılık memleketin önemli gelir kaynakları ipotek edildi.

Abdülmecid, Tanzimat’ın uygulamasında karşılaşılan güçlükleri yerinde görmek amacıyla zaman zaman yurt gezilerine çıktı. Dışardan aldığı borçların bir bölümüyle saraylar, köşkler ve sosyal kurumlar yaptırdı. Dolmabahçe Sarayı (1853), Beykoz Kasrı (1855), Küçüksu Kasrı (1857), Mecidiye Camisi (1849), Teşvikiye Camisi (1854) Hırka-i Şerif Camiii (1851) onun döneminin başlıca eserleridir. Bezmiâlem Valide Sultan, Gureba Hastanesi’ni yaptırdı (1845-1846), yeni Galata Köprüsü de aynı tarihte hizmete girdi. Sultan Abdülmecid, ıslahat çalışmaları, savaşlar, içte ve dışta buhranlarla geçirdiği bir saltanat döneminin (1 Temmuz 1839-25 Haziran 1861) ardından, yakalandığı verem hastalığından kurtula­mayarak, 38 yaşında iken İstanbul’da vefat etti.

Aynı zamanda hattat olan Sultan Abdülmecid, döneminin ünlü hattatlarından Tahir Efendi'den dersler alarak sülüs, celi ve rik’a tarzında güzel hatlar yazdı. Bunlardan bir bölümü Dolmabahçe ve Ortaköy Camilerindedir. Eserleri ayrıca Yakacık Camii gibi birçok camide, müze ve özel koleksiyonlardadır.

 

HAKKINDA: Enver Ziya Karal / Osmanlı Tarihi (c. V-VI, 1947- 1954), İbnülemin Mahmut Kemal İnal / Son Hattatlar (s. 35-38, 1955), Mithat Sertoğlu / Mufassal Osmanlı Tarihi, VI, 1963), İsmail Hami Danişmend / İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi (c. IV, 1972), Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi (c.1, 1983), Osmanlı Ansiklopedisi (c.12, 1999), Ahmet Cevdet Paşa / Sultan Abdülhamid'e Arzlar (Ma’rûzât, Sad. Yusuf Halaçoğlu, Ocak 2010).

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör