Yazar, Eleştirmen, Yayın
Yönetmeni, TV Edebiyat Programı Yapımcısı. 1960, Artvin doğumlu. Artvin Kâzım
Karabekir Lisesi ve Ankara Gazi Lisesi'nde okudu. 12 Eylül 1980'den sonra,
"Generallerin Sonu Şah ve Somoza Gibi Olacak" başlıklı bildirileri
basıp dağıttığı için Trabzon'da yargılandı. Trabzon Boztepe Askeri Cezaevi,
Erzincan 2. No'lu Özel Cezaevi, Ankara Ulucanlar Cezaevi ve Haymana Cezaevi'de
toplam üç yıl tutuklu kaldı. Çıkınca Karadeniz Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi. Tatvan Sorgun'da "sakıncalı
er" olarak 1989-1991 yılları arasında askerlik yaptı. 1. Körfez Savaşı'nda
Sorgun tank taburu Irak sınırına İdil-Midyat-Cizre'ye taşındı. İzin kullanmadan
tam 18.5 ay sonra buradan tezkere alabildi. Sakıncalı olduğu gerekçesiyle
pasaport alamadı. Yıllar sonra mahkeme kararıyla alabildi.
İlk Öyküsü Trabzon'da Kıyı
dergisinde 1982 yılında yayınlandı. Üçlü Kavşak adlı öykü kitabıyla 1987
Akademi Kitabevi Öykü Birincilik Ödülü'nü aldı. 1983 yılında Trabzon'da Yaşar
Bedri'yle Dinç Adımlar dergisini çıkardı. 1992 yılında Ankara'da Edebiyat ve
Eleştiri dergisini kurdu. Dergiyi 2009 yılına dek 99 sayı aralıksız çıkardı.
100. sayıyı tüm dergilerin giriş yazılarını toplayarak çıkaracağını söylüyor.
2005'te Kritik Kitaplar Yayınevi'ni Kurdu. Edebiyat Yıllığı 2006 kitabını
hazırladı ve yayınladı. Eleştiri yazıları ve öyküleri değişik dergilerde
yayınlanmaktadır. Eylül 2009'dan Şubat 2011 arasında Halk TV'de "Gerçek
Edebiyat" adlı edebiyat programını tam 70 hafta hazırlayıp sundu. Burada
edebiyatımızın önemli değerlerini konuk etti. "Sistem"in dışında
gerçek edebiyatçılara yer verdi. Ekim 2018 yılında Ulusal Kanal'da Büyük Saat
adlı edebiyat programı yapmaya başladı. Haziran 2012'de www.gercekedebiyat.com
adlı edebiyat sitesini kurdu.
Ödülleri:
Akademi Kitabevi Öykü Birincilik
Ödülü (1987), Homeros Edebiyat Ödülleri 2012 Tarık Dursun K. Öykü Birincilik
Ödülü / Karşıyaka Belediyesi ("Yaratma Gecesi" adlı öyküsüyle), Dil
Derneği Onur Ödülü (2016).
“Kertenkeleler ve Edebiyat, dünyanın her yerinde
gittikçe artan sayıda sanatçı ve eleştirmenin ‘yapıtın’ ve sanatçının durumunu
tartışmaya başladıkları, ‘Sanat sanat için’ yaklaşımını, postmodern
relativizmini sorguladıkları, ‘büyük ve militan’, diğer bir deyişle ‘büyük
söylemler’i taşıyan, bir şeye karşı duran yapıtlar aramaya başladıkları bir
dönemde, tam zamanında, yayımlanmış, bu ‘yeni’ ve heyecan dolu sanat ortamının
parçası olmak isteyenler açışından çok yararlı bir çalışma.” (Ergin Yıldızoğlu)
ESERLERİ
Öykü: Üçlü Kavşak (
1988), Kadın ve Boğa (1998), Genç Kyros'un Yazgısı (2002), Nizamülmük'ün Öldürülüşü (2014), Alçaklık Öyküleri (2018)
Eleştiri: Kertenkeleler ve
Edebiyat (2004), Büyük Yapıtlar Küçük
Yapıtlar (2014), Edebiyatta Doğu'ya
Dönmek (2019)
KAYNAKÇA: Ayça Atikoğlu / İki Genç Öykücü Ahmet Yıldız ve Sezer
Ateş’ten Güncellik Tartışması (Milliyet, Aralık 1987), Osman Çutsay / Ahmet
Yıldız Tanrıları Anlatıyor (Edebiyat Dostları, sayı: 16-17, Ağustos-Eylül
1988), Adem Eryürük / Ahmet Yıldız ve Bir Genç Kızın Bakireliğinin Son Yarım
Saati Adlı Öyküsünde Sanatsal / Toplumsal Unsurlar (Üçüncü Öyküler, sayı: 7,
Bahar 2000), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) –
Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), Adnan
Satıcı / Kadın ve Boğa Üzerine Ahmet Yıldız’a Birkaç Soru (Edebiyat ve
Eleştiri, sayı: 41), Neslihan Savaş / Hiçbir Canlı Mutlu Değildir (Radikal
Kitap, 21.9.2002), Kaya Özsezgin / Ahmet Yıldız’la “Genç Kyros’un Yazgısı”
Üzerine (Cumhuriyet Kitap, 10.10.2002), Aslıhan Ece Paköz / Ahmet Yıldız ve
Genç Kyros’un Yazgısı (Alkış, Kasım-Aralık 2002), Metin Cengiz / Ahmet Yıldız
Öykücülüğünde Önemli Bir Yönelim: Genç Kyros’un Yazgısı (Cumhuriyet Kitap,
19.12.2002), Ali Ulvi / Söyleşi (Varlık Kitap, Şubat 2005), Onur Zafer Ceylan /
Genç Kyros’un Yazgısı ve Ahmet Yıldız (Eski, Ocak 2005), Ergin Yıldızoğlu /
Yeni ve Heyecan Dolu Bir Sanat Ortamı İçin (Cumhuriyet Kitap, sayı: 764), Hüseyin
Peker / Kertenkeleler ve Edebiyat (Kitap-lık, Ocak 2005).
Bardan çıkıp Kızılay metro
istasyonuna doğru yürürken artık çöplerin bir parçası olmuş kediler kaçıştılar.
Çünkü sivri uçlu ve demir pençeli botlarıyla ezik bir kola kutusuna vurmuştu.
Az önce yağmış sonbahar yağmurunun oluşturduğu su birikintileri barlardan
yansıyan neon ışıkları içinde rengarenkti. Ay yoktu. Ay yerine bir sokak
lambası beynini yakıyordu. Çok iyi tanıdığı sarhoş kahkahaları, kendilerini
rezilce koyvermiş sevgililerin fingirtileri ve müzik, evet müzik beynini
dağlıyordu. Deri montunun içinden ellerini çıkararak gözlerini oğuşturdu. Hiç
böyle olmamıştı. Patronu bile programını bitirmeden ayrılmak isteğine
şaşırmıştı. Çünkü işini iyi yapan, çalışma saatlerine uyan ender şarkıcılardandı.
İçiyordu evet, ama büyük bir olgunluk vardı içişinde. Ama şimdi belki de çok
kaçırmıştı, şarkı aralarında devirdiği limonlu cinler midesini delmek için
binlerce burgu birden kullanıyordu. Gerçekte her şeyin sonuna geldiğini, kırk
yıllık yaşamının, uzun dalgalı saçlarına ve sakallarına karışan beyazlıkların
bir anlamının kalmadığını düşünüyordu. Artık çoktan kapanmış dönercilerin
bulunduğu aralıktan pis bir koku geliyordu. Çöp kamyonu ağır kasasını
homurdatarak çöpleri sıkıştırıyor, ağzından pis sular sızıyordu. Koku bu
gürültüden ve sulardan geliyordu. Döviz bürosunun bulunduğu köşede ise bütün
gün boyunca ellerinde marklar, dolarlarla döviz bozulur, döviz satılır diye
gelip geçenlerin kulaklarına fısıldayan, ağızlarının kokusunu onların burunlarına
dayayan adamlar yoktu.
Metronun derinlere inen merdivenlerine hızla daldı.
Yönlendirme levhalarının, floresan lambalarının altında parlayan mermer
parkelerin üzerinde topuklu botlarının kaymasına aldırmadan hızla yürüdü. Cebindeki
yüzlük kartın son kredisini kullanarak gişelerden geçti. Manyetik gişelerin,
metronun planlanandan bir yıl geç yapılmasına ve başbakan tarafından tören
yapılarak açılması komedisine rağmen daha ilk günlerde başlayan arızalarına son
verilmişti. Bir an önce eve gidip yatağa kendini yüzüstü atmaya ve beynindeki
uğultuyu dindirmeye çalışacaktı. Ancak tren, bir tırtıla benzeyen görüntüsüyle
son vagonlarını da sürükleyerek tünelin ucundaki karanlıkta kayboluyordu.
Bekleyecekti. Yeşil metal koltuklardan birine çöktü. Koltuğun kenarında bir İtalyan
firmasının adını okudu. Sandalyeler İtalya’dan gelmiş diye düşündü. Dizlerinin
üzerine düşürdüğü gözlerini kaldırdığında yakasında DAK GÜVENLİK yazan lacivert
giysili güvenlik görevlisinin kavruk ve pislik yüzünü gördü. Sarı çizgiyi
geçmeyin diye kaba bir biçimde uyarıyordu raylara yaklaşıp aşağıya aptalca
bakmaya çalışanları. Rayların yanına bırakılmış küçük kırmızı levhalarda
yıldırım işaretli DİKKAT TEHLİKE yazısını okudu.
12 Eylül askeri darbesinde üniversitede öğrenciyken sol
bir örgütün üyesi olduğu için tutuklanmış ve dokuz yıl içerde yatmıştı. Ancak
hapiste sesini ve müzik tutkusunu diğer arkadaşları gibi saz ve bağlama
öğrenmek için değerlendirmemiş, kendisine cezaevi yönetiminden uzun ısrarlar
sonucu -bütün yemeklerin kokusunu üzerinde toplayan mikrop yuvası tahta
kaşıkların yerine metal kaşıklar verilmesi için yaptıkları açlık grevine bir
adet gitar isteriz isteğini de koymuşlardı- gitar edinmiş, dışarıdan notalar
getirtmiş, böylece yıllarını öğütebilmişti. Dostlukların ve arkadaşlıkların
burnunu sızlattığı o anlar şimdi yoktu. Çoğu kez tekrar o küçük hücresinde
olmayı istiyordu. Çıkınca yaşadığı yalancı ve hüzünlü özgürlük duygusu çabuk
sönmüştü. Karşılaştığı işsizlik belasını Cem Karaca’ya benzeyen kalın sesini
değerlendirerek oluşturduğu repertuarıyla, küçük barlarda elektronik gitarın
ağırlıkta olduğu bateri eşliğinde gür sesiyle yine Cem Karaca şarkıları
söylüyor, şarkıların sonunda ise kendisinin bestelediği Ölümüm Asla Sıradan
Olmayacak şarkısını bütün içtenliğiyle haykırıyordu. Bütün bar müşterileri bu
şarkıyı da Cem Karaca’nın sanarak ayakta alkışlıyor, içki bardaklarını
avuçlarıyla kavrayarak içindekileri heyecanla boğazlarına gönderiyorlardı.
Şarkılarına, yaşa, varol diye haykırarak el çırpan bu güruha aslında
dudaklarına taktığı yalancı gülümsemenin dışında iğrenerek ve tiksintiyle
bakıyordu. Arkadaşlarının, etkilenerek ölüme gittiği, yıllarını, gençliklerini
içerde geçirdiği şarkıları şimdi bu aşağılık dinleyici kitlesinin, kız
tavlamak ve yeni tanıştıkları kızları sarhoş ederek halletmek için kullanıyor
olmaları Ona, gördüğü işkencelerin en ağırı olarak geliyordu. Kendisinden de
iğreniyordu. Ancak yapacak bir işi yoktu. İçeriden çıktıktan sonra aç kaldığı,
merdiven altında arkadaşlarını ve dostlarını arayarak soğuktan titreştiği ilk
günleri anımsayarak sahneye çıkmadan önce içki limitini iyice dolduruyor ve
öyle başlıyordu. Önüne gelen kızla, hayranıyım diyen her kadınla, kendisi
içerdeyken onların yemiş olduğu her halttan intikam alırcasına yatıyordu. Şimdi
ise bütün bunların hiçbirinden zevk alamıyordu. Hiçbir şeyin tadının kalmaması,
son günlerde harala gürele yaşadığı yaşamın hiçbir anlamının olmadığını böyle
birden anlaması onu korkutmuştu. Şimdi bu boşluk duygusunun gövdesine vuran
titremelerini dindirmek, beynini dağlayan acılarından kurtulmak için eve
gitmek istiyordu. Ancak onu evine götürecek trenin yaklaşmakta olduğunu
duyuran derin yeraltı sarsıntıları, raylardan gelen uğultu yaklaştıkça eve de
gitmek istemediğinin ayırdına vardı. Kusmak istiyordu. iki kot pantolonlu
kızın düzgün ve yumuşak bacaklarını sallayarak önünden geçmelerini izledi.
Gittikçe kalabalıklaşmış istasyonda bütün yolcular bir koyun grubu gibi
sessizce bekleşiyorlardı. Sigara yakmak istedi. Sonra bunun yasak olduğunu anımsadı.
Yine de paketi cebinden çıkardı. Çakmağıyla yaktı. Ciğerlerine çektiği dumanları
havaya üfledi. Tuhaf bir kauçuk ya da demirlerin sürtünmesinden çıkan kokuya
benzeyen metro kokusuna taze sigara dumanı karıştı. Hemen bütün bakışlar üzerine
çevrildi. Hoparlörden saygısız bir ses sarı çizgiyi geçmemeleri için uyarıyordu
yolcuları. Uzun süredir kılık kıyafetini süzüp duran güvenlik görevlisi copunu
kalçasında sallayarak yanına geldi. Sigarasını söndürmesini söyledi. Sigarayı
ayaklarının dibine atarak ezdi. Küllerin ve sarı tütün parçalarının cilalı
parkelerin parlaklığında dağılışını izledi. Şimdi güvenlik görevlisi Onu
kolundan tutmuş sallıyordu. Birden adamın yüzüne bakınca bir düşmanı görür gibi
oldu. Adamı silkeleyerek kendini kurtardı ve yaklaşmakta olan trenin önüne
sarı çizgiyi ihlal ederek, kırmızı tabelasında yıldırım işareti olan rayların
bulunduğu derin boşluğa, azgın bir nehirin huzurlu dalgalarına bırakıyormuş
gibi bir duyguyla kendini bıraktı.
İstasyonda, raylarda alevler çıkaran acı, metalik bir
fren sesi duyuldu.
- Rayların üzerinde lanet bir hippi var, diye böğürüyordu
arkadaşlarına doğru güvenlik görevlisi. Çabuk gelin!..
(Kadın ve Boğa, 1998)
CUMHURİYET
GAZETESİ TARTIŞMALARI VE GAZETENİN SİMGESEL ÖNEMİ
Ahmet Yıldız
Cumhuriyet
gazetesinde yönetim değişikliği ile ilgili tartışmalar olması gerekenden sert
ve hayli uzun sürdü.
Daha
iyi görülüyor ki "olay", sanılanın aksine ne "içten fethetme",
ne "saray"ın stratejik hamlesi ne "ideolojik" filandır.
Kavga
tümüyle simgeseldir, –Değerli psikiyatr doktor dostlar Yıldırım B. Doğan,Kaan
Arslanoğlu ve Mutluhan İzmir"in olduğu alanda bize düşmez ama– hem de
psikolojiktir!
Cumhuriyet
gazetesi -ve CHP- Cumhuriyet'imizin simgeleri değil midir?
Savaşlarda
mevzi kazanmak ya da mevzi kaybetmek moral kazanmak veya moral üstünlüğü
savaşın sonucunu etkiler.
(Baştan
söyleyeyim: "Cumhuriyetçiler" derken kastettiğim Türkiye
Cumhuriyeti'nin kuruluşunu haklı ve meşru bulan ve bu meşruiyetini en küçük
tartışma konusu bile etmeyenlerdir. Karşıtları ise söylemeye bile gerek yok
Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanı olan ve tarihten silinmesi için çabalayan
demeyeyim hadi Sevr sınırlarına hapsedilse bile üzülmeyecek tıynette genişlikte
olanlardır!)
AKP
İKTİDARA GELDİĞİNDE CUMHURİYETÇİLER
Bilindiği
gibi AKP iktidara geldiği 2002 yılından bu yana Cumhuriyetçiler'in yaşamı
zindan oldu. Her gün bir mevzi kaybetti; alay edildi; milyonlarca kişiyi
toplamayı başarıp yaptığı Cumhuriyet mitingleri bile görmezden gelindi.
Her
seçimi kaybettiler; Ankara, İstanbul Belediyelerini, en son kale
Cumhurbaşkanlığına bile gözyaşları içinde –Ahmet Necdet Sezer'den sonra– veda
ettiler.
Düşünün
bir Atatürk'ün oturduğu koltuğa Abdullah Gül'ün oturduğunu görmeyi! Balkan
topraklarının kaybedildiğini anlayan Cemal Paşa'nın "Keşke bugün
ölseydim" dediği duygu anı gibiydi.
Cumhuriyetçiler
yıllardır her gün "keşke bugün ölseydim"i yaşadılar!
(Hele
Nuray Mert'i bizzat davet edip yazdırmak açıkça meydan okumaydı; aynı zamanda
işkence aletinin çarkını biraz daha sıkıştırmak!)
Bütün
bu karamsar ortama karşın başlarında "Cumhuriyet" yazan ve aslında
Cumhuriyetimizi de bir anlamda kuran iki kale Cumhuriyet Halk Partisi ve
Cumhuriyet gazetesini kaybedeceklerini yine de hiç düşünmemişlerdi.
İlk
şoku CHP'yi kaybettiklerinde yaşadılar. CHP’ye dönük operasyon rezil bir kaset
tezgâhının üzerine alçakça bina edildi. (Kılıçdaroğlu'nun önce yumuşak yüzünü
sonra "Kılıc"ını sallamaya başladığı günlerde, bu satırların yazarı
onun TESEV kurucu üyesi olduğunu buldu. Yavaşladı Kılıçdaroğlu ama CHP'yi
bitirme amacından asla vaz geçmedi; CHP'yi YCHP yaptı; beynini dumura uğrattı
ve bitirdi.)
Kendilerini
"özgürlük", "demokrasi", "laiklik",
"Marksizm", "liberalizm" vs. bilimum süslü kavramlar
arkasına gizleyen Cumhuriyet düşmanları mezarlıkta davul zurna çalan cinler
periler gibi "neşeli", Cumhuriyetin bütün mahrem alet edavatlarını
pervasızca elliyor, bütün kurumlarını işgal ediyorlardı.
Cumhuriyetçiler
ağlıyor, Türkiye'yi terk etmeyi bile düşünüyorken Cumhuriyet düşmanları, Feto
(CIA) ve Aydın Doğan "medya"sı (BND-AB) ile AKP'ye komut/ayar
veriyor, sular seller gibi ilerliyorlardı.
İdris
Küçükömer’in 60’lı yıllarda ileri sürdüğü “Türkiye’de muhafazakar kesim
devrimci, laik-cumhuriyetçi kesim gericidir” tezini "amentü belleyip"
liberal faşizm diyebileceğimiz biçimde sürekli saldırdılar; en küçük müsamahada
bulunmadılar!
Öyle
ki Cumhuriyet gazetesinin efsane başyazarı 80 küsür yaşındaki İlhan Selçuk’u uydurma
gerekçelerle gözaltına alıp yavaş yavaş öldürdüler.
Diğer
önemli yazarı Mustafa Balbay’ı cezaevine tıkıp etkisizleştirdiler.
Sonrası,
tam bir "gatagulli"yle açık işgaldi!
SOLİTİRAZ
DİKKAT ÇEKMİŞTİ!
solitiraz.com'da
Levent Yakış "Cumhuriyetin Düşmanları ve İki Kritik Operasyon" adlı
yazısı bu işgallerin "simgesel önemi"ne dikkat çekmişti:
"Neden
hedef alındıklarını uzun uzadıya izaha herhalde gerek yok. Bu iki kurumun
başlıca özelliği Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolarca vücuda getirilmiş, dolayısıyla
Cumhuriyetin ideolojisini kendilerinde cisimleştirmiş olmalarıydı. Zaman zaman
yaşadıkları çizgi kaymalarına bariz sapmalara karşın esas olarak tarihleri
boyunca bu misyonlarına yakın durmayı başardılar. Zaten bu kuruluş özellikleri
ve tarihsel çizgileri nedeniyledir ki cumhuriyetçi kesimler tarafından her
zaman önemsendiler, saygı gördüler.
Cumhuriyetçi
kitleler nezdinde fiili ağırlıklarının çok üstünde simgesel bir değere
sahiplerdi. Cumhuriyetçilerin tümü CHP’ye oy vermiyordu kuşkusuz, hatta çok azı
Cumhuriyet Gazetesi’nin düzenli okuruydu ama istisnasız hepsinin gözünde
kızsalar da sitem de etseler bu kurumlar Cumhuriyeti kuran kadrolardan
yadigârdı. Cumhuriyetin geçmişiyle bugünü birleştiren volan kayışı işlevini
görüyorlardı.
Şimdi
her ikisi de işgal edilmiş durumda. Üstelik bu işgalin cumhuriyetçi saflarda
ideolojik-politik, örgütsel yoksunluğun çok ötesinde psikolojik bir yıkıma yol
açtığı her gün daha belirgin hale gelmekte…"
İşte
bugünkü gürültünün kaynağı bu kez her şeyin "Türkiye düşmanları"
aleyhine dönmesidir.
Cumhuriyet
gazetesi, Cumhuriyet'in en önemli simgelerinden biri olarak yeniden bu
iddiasına döndü. Feto darbesinden sonra AKP'den pek yüz bulamayan
"liberal" güruh simgesel/psikolojik çok fena bir darbeyi de işte
Cumhuriyet gazetesini kaybederek yedi.
"CUMHURİYETÇİLER"SİZ
AKP'Yİ YIKAMAZSINIZ!
Kendisi
de eski "sıkı" bir Birikim yazarı olduğu anlaşılan Birgün yazarı
Fatih Yaşlı kardeşimiz oldukça yerinde ve zekice "Birikim işgal edilse ne
derdiniz" karşılaştırması yapmış; aslında "olay"ı bitirmiş.
Ancak
peşinden gereksiz bir son paragraf eklemiş:
"Sosyalistlerin
Cumhuriyet’teki yönetim değişikliğine sevinmesini gerektiren bir durum yoktur,
öte yandan liberallerin arkasından ağıt yakmayı gerektiren bir durum da söz konusu
değildir." buyurmuş.
AKP'yi
"Cumhuriyetçiler"siz (Kemalistlersiz) altedebileceğini sanan
aymazlar, ancak kendi beyniyle düşünemeyen zavallılar ya da art niyetli
kişilerdir!
Cumhuriyet
gazetesinin yayın politikası elbette yıllarca eleştirildi; epey bir sabıkaya
sahiptir. (Okay Gönensin, Hasan Cemal, Oral Çalışlar, Celal Başlangıç, Ayşe
Yıldırım gibileri yetiştirmesi, hele hele son seçimde Orhan Bursalı'nın bile
HDP'ye oy istemesi bu günaha yeter.)
Fakat
Fatih Yaşlı beyefendi, ister beğen ister beğenme, bu ülkede kendilerini
cumhuriyet ideolojisi ile mutabık hisseden milyonlar var.
Sapına
kadar haklı, meşru ve doğru yoldadırlar.
Unutmayın
ki Türkiye solunun, sosyalistlerin on yıllarca beslendiği hatta sığındığı
limanlardan biridir Cumhuriyetçilerin kucağı, onların gazetesi, partisi.
Cumhuriyetçilersiz
bu ülkede hiç bir ilerleme kaydedemezsiniz. Cumhuriyetçileri liberallerle eş
tutup yok saymak anız yakmak gibidir.
Levent
Yakış'ın tanımıyla "Cumhuriyetin geçmişiyle bugünü birleştiren volan
kayışı işlevini görüyor/lar."
Ahmet
Yıldız
SOLİTİRAZ.COM
KAYNAK:
Cumhuriyet Gazetesi tartışmaları ve gazetenin simgesel önemi / Ahmet Yıldız (15
Eylül 2018).
KAFTANCIOĞLU
KİMİ KANDIRIYOR?
Ahmet YILDIZ
Bütün
göstergeler Ekrem İmamoğlu’nun büyük sermayeyle anlaştığı yönünde. Taşlar
yerine konuyor.
Ekrem
İmamoğlu’nun 9 Ağustos 2019 günü İstanbul Büyükşehir Belediyesi “üst yönetim”
kadrosunu açıklaması CHP seçmeninde hayal kırıklığına ve tartışmalara neden
oldu.
İSBAK’a
atanan Bahaddin Yetkin (zaten başkandı) sonunda istifa etmek zorunda kaldı.
İETT’nin başındaki Ahmet Bağış’ın da 23 Haziran gecesi CHP’ye oy verenlere
sosyal medya hesabından ağır küfür ettiği ortaya çıkmasına rağmen o hala
görevde.
On
beş yıl sonra ve iki kez yapılmış mücadeleli bir seçimle kazanılmış İstanbul
Büyükşehir Belediyesinde AKP’nin en
değerli adamlarını yerinde bırakmayı salt “liyakat”le açıklamak inandırıcı
değil.
Tepkiler
üzerine açıklama yapan CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun durumu
“yol kazası” olarak nitelendirmesi hiç inandırıcı değil.
Kimdir
bu insanlar? İBB’de neler oluyor?
Bahaddin
Yetkin takkeli fotoğrafıyla
İstanbul
Büyükşehir Belediyesine, atama ve personel alımları için özel sektörden bir
insan kaynakları danışmanlık şirketiyle anlaşma yapıldığı biliniyor.
Bu
insan kaynakları şirketi ile ilişkiler, İBB Genel Sekreteri Yavuz Erkut ve
İmamoğlu’nun Basın Danışmanı Murat Ongun tarafından yürütülüyor.
Bu
atamalarda özel sektör danışmanlık firmasının ne kadar etkisi var?
Belediye
yönetimine atanan “yeni” yöneticilerin ortak yanları hemen hemen tümünün özel
sektörde büyük firmalarda yönetici olması.
Bilindiği
gibi İmamoğlu’nun seçim çalışmalarında Türkiye’nin en büyük sermaye grubunun
patronu seçimlerin en kızgın döneminde birinci elden açık destek niyetine
İmamoğlu’nu ziyaret bile etmişti.
Ayrıca
İstanbul’da CHP’li belediyelerde çok sayıda bu iş adamının firmalarında
çalışmış meclis üyesi ve belediye başkan yardımcıları var.
AKP’yle
uzlaşma emri sermayeden mi geldi? Hangi yüksek yerle “mutabakat”a varıldı?
Yoksa
bu kadar yanlış atama hiç araştırmadan düşünmeden nasıl yapılır? Kim inanır
buna?
Kaftancıoğlu
bu atamalara tepkiler çoğalınca, geri adım atıp “yol kazası” demiş.
(Asıl
yol kazası sizsiniz hanımefendi; CHP otobüsünü uçurumdan yuvarladınız!)
AKP’Lİ
ESKİ YÖNETİCİLER NİÇİN YENİDEN ATANIYOR?
Sayın
İmamoğlu’nun seçim öncesi vaadleri arasında, otobüs filosunu baştan aşağı
“milli” otobüslerle yenilemek vardı.
Halihazırdaki
otobüslerin yüzde 60’a yakınının “milli” olduğunu düşününce ve daha önce bu
alımları yıllardır İETT’nin başındaki Ahmet Bağış’ın yaptığı göz önüne
alınınca, bulmaca sanırım çözülmüş olur.
Daha
ağır söylersek, CHP tek başına İstanbul’u yiyemez, AKP’yle paylaşmak zorunda!
İstanbul
gibi ye ye bitmez leb-i derya pasta tek başına insanın boğazına oturur; amiyane
deyimle yedirmezler adama.
Hele
devlet iktidar partisinin elindeyse.
(Kısıklı’da
İmamoğlu – Erdoğan görüşmesi, belki de bu uzlaşmanın başladığı yer, kim bilir?)
Tek
sorun bu uzlaşma/paylaşmanın büyük umutlarla İmamoğlu’na oy vermiş seçmen
tabanına nasıl açıklanacağı.
Bu
işler Kaftancıoğlu’nun yaptığı gibi çocuk kandırmakla olmaz.
İmamoğlu’nun
“google”un otomatik çevirilerine benzeyen anlamsız, karmakarışık laflarıyla hiç
açıklanamaz.
Ahmet
Yıldız
Veryansintv.com
21 Ağustos 2019
(Resmi raporlara göre, 12 Eylül işkencehanelerinde 43 kişi
pencereden atlayarak(!) intihar etti.)
-Zeki Arapoğlu'nun sonsuz anısına-
Koridorda gittikçe yaklaşan ayak sesleri, beynine inen
balyoz darbeleri gibiydi.
"Ne ulan bu çocukların hali?.."
Bu ses, adına sorgu denen ama aslında narkozsuz bir organ
kesme ameliyatına ya da vahşi hayvanların savaşmasına benzeyen anlar boyunca
hiç duymadığınız bir sesti. Gözlerindeki siyah bantı çıkarmayalı herhalde yirmi
günü geçmişti. Bu nedenle artık iyice duyarlılaşmış kulağın onca patlamalar ve
darbelere karşın bile duyabiliyordu. Hatta derinden derine dışarısını, her
şeyden habersiz kentin uğultusunu, korna seslerini bile duyuyordu.
“Kapıyı açın!..”
O tanıdık lanet olası şakırtıyı yine duyuyorsun;
anahtarların kilitte harekete geçişini. Kasıkların korkuyla geriliyor.
Ayaklarında, bazen şaşılası bir alışkanlık ve aldırmazlıkla unuttuğun
yaralarının şırıltısı beynine doğru yayılıyor. Titremeye başlıyorsun.
“Gözlerindeki bağı çıkart!.."
Bir sürü fısıltı ve koridorda yaklaşan, uzaklaşan ayak
seslerinden sonra birisi başını alışık olmadığın biçimde yumuşak bir hareketle
çeviriyor. Arkadaki bağı çözüyor. Işıktan, kutsal parlaklıktan korunmak için
kelepçesiz olan kolunla gözlerini kapıyorsun. Arkadaşının ise yan hücreden
iniltileri geliyor.
“Elini de çöz..."
Kafesin demirine bağlı kelepçeden kurtulunca bu kez iki
elinle yüzünü kapıyorsun. Göz bağın günlerdir artık senin bir parçan olmuş.
Onunla yalnızken duyuların ne denli güçleniyorsa, işkencede de o denli hayattan
uzaklaşıyordun. Hücreden çıkarılıp bulunduğunuz koridorun sonundaki işkence
odasında masaya bağladıklarında, bir mızrak gibi gönderilmeye başlanan soruları
duymayabiliyordun. Kendini ölmüş kabul ediyordun. Alçak bir saldırıda hiçbir
şey duymayan bir kadınının gövdesi gibi görünen varlığını onlara sunuyordun
yalnızca. Seni böyle konuşturamazlar! Seni böyle konuşturamazlar çünkü işkence
korkusunu çoktan yenmiştin. Bütün bu yaptıkları senin ezberlediğin şeylerdi.
Acıdan iyice bunaldığın anlarda ise ya bayılıyordun ya da direncinin karşısında
kaldıkları çaresizlik, aşağılamalarının geri tepişinin farkına varmanın sana
verdiği haz, o öfke bunu dengeliyordu. Onlar da bütün maharetlerini
inceliklerini gösteriyorlardı. Bazen dayanamayıp bıraktığın haykırışlarının,
iniltilerinin arasında küfür ediyordun; tepki gösterince bu, dünyaya dönüyorsun
demekti ve etlerini hücrelerinden birer birer ayırıyorlar sanıyordun. Vücuduna
verdikleri elektrik, bir dikiş makinesinin iğnesi gibi vücudunun her yerinde
dolaşıyordu.
Aslında oynadığın pek tatlı olmasa da bir oyundu. Uzun
deneyimlerin sonucu onları çılgına çeviriyordun, En büyük silahın da
gözlerindeki siyah bant ve susmaktı. Yine de yavaşça kollarını gözünden çektin.
Bacaklarının arasında kana bulanmış tüyleri gördün önce. Erkeklik organın
zavallı bir biçimde yana sarkmıştı; mosmor ve kahverengiydi.
Birden gülünç ve acınacak biçimde çıplak olduğunu anladın.
Utancından büzüştün. Giysilerini daha ilk günden parçalayıp çıkarmışlardı.
Gözlerine ışığın bir yanardağ alevi gibi saldırmasına aldırmadan ellerinle
kasıklarını kapamaya çalıştın. Bir koridorun başındaydınız. Küçük pencereden
dışarısını, hatta hükümet konağı olduğunu sandığın binanın kırmızı kiremitleri
gözlerini kısarak görebiliyordun.
Şimdi sivil giyimli orta yaşlı yıllanmış bir
manifaturacıyı andıran babacan görünümlü bir adam, resmi giyimli bir polisle
karşındaydı.
"Giysilerini bulup getirin, yan hücredekini de
çözün!" diye emir verdi.
Günlerdir midene tek bir lokma bile girmemişti. Uzun
aralıklarla verdikleri suyla yaşıyordun. Sivil görevli sesini yumuşatmış, bir
şeyler söylüyordu. Suçsuz olduğuna inandığını, ama bu Allahsızların elinden sağ
kurtulmak için yapılacak tek şeyin, söylediklerini uygulamak ve imzayı atmak
olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
Kafesin arkasında, yerde, dizlerinin üzerinde neredeyse
bayılacaksın; karanlık, sonsuz bir kuyuya düşüyor gibisin. Beynin, duyuların
gittikçe niteliğini kaybediyor. Bu tatlı bir baş dönmesi belki. Afyon yutmak gibi
bir şey yere düştün. Bilincin bir kar gibi eriyor. Ancak işte bir kıvılcım
çaktı. Titreyerek kımıldadın. Bilincin yerine geliyor olmalı ki haykırışına hiç
kimsenin aldırmayacağını bildiğin için inilti bile çıkarmadım. Bu kış gününde
çırılçıplak olmana karşın bütün gövden yanıyor, derinin içinde kıvılcımlar
çakıyor. Dudakların çatlak ve kaba, kenarları kan pıhtılarıyla dolu.
Karşındaki sesi yeniden duymaya başladın.
"Ulan oğlum, ne kadar aptalsınız, bunları çekmeye
değer mi? Bunların Allahı yok, soranı yok. Bir imza atacaksınız. Mahkemede
inkâr edersiniz olur biter... Bunlar öldürecek sizi..."
"Biraz su..." diye inledin sen. "Bir imza,
hepsi bu..." diyordu ses. "Biraz su..." dedin, tekrar.
Elektrik verildikten sonra yanıp kavrulan bir gövdenin nasıl
sünger gibi su istediği, çölde günlerce susuz ve yalnız kalmış bir insanın
çektikleriyle belki anlatılabilir. Ama su vermiyorlardı. Su, kurşun yemiş bir
yaban hayvanı ya da ameliyattan yeni çıkmış bir hasta için ne kadar ölümcülse
size de öyleydi. Bunu, elektrik seansında burunları yakan yanmış et kokusuna
dayanamayıp kısa aralıklar veren cellatlarına "su" diye sayısız kez
yalvarışından sonra anlamıştın. Ama şimdi işkence odasından çıkalı saatler
geçmiş olmalıydı.
Arkadaşın bir türlü kapıda gözükmüyordu. Anlaşılan
yürüyemiyordu. Onunla aynı mahallede büyümüş, aynı lisede okumuştunuz. O büyük
askeri darbe gecesi ilk gözaltına alınışınızdan sonra bu dördüncü gözaltına
alınışınızdı.
Kentte yapılan en küçük eylemde ya da her 1 Mayıs gecesi,
ilk aranan siz oluyordunuz. Kentin ortasında şimdi kalıntıları kalmış, bir
zamanlar Ceneviz toplarının bile yıkamadığı kaleye gerçekten bombalı pankart
asılmış mıydı? Bu eylem gerçekten olmuş muydu? Bu hiçbir zaman kesin olarak
bilinemedi. Her yıl değişen polis kadrosu, ilk şüpheliler dosyasını elden
geçiriyor ve ne yazık ki kurban her zaman siz oluyordunuz. Herkese,
tanıdıklara, mahalleye tüm kent halkına göre bile pek alışılmış bir olayın
parçası olmuştunuz. Yerel gazete askeri darbe öncesi günleri anımsatarak
"Yine mi?" diye başlık atıyor, altına da ilk alınışınızda çekilen
biraz asi ve korkusuz resimlerinizi -senin büyük bir hevesle ilk kez bıraktığın
on dokuz yaş bıyıklı resmini- basıyordu. Son dört yıl içinde zorunlu olarak
sürdürdüğünüz bu soğuk ve sıcak savaş midenizi, sinirlerinizi eritip
tüketmişti. İşsiz güçsüz geziyordun. Kimse iş vermeye yanaşmıyordu. En sıradan
bir iş yerinin bile daha adını sormadan istediği güvenlik soruşturması elbette
ki olumsuz geliyordu. Evde parasızlıktan patlayan homurtulara ve kavgaya göğüs
germe pahasına artık iş istemeye de gitmiyordun.
Arkadaşın, memurun koluna girmiş dışarıya çıkmaya
çalışıyordu. Sivilin yaptığı alçakça bir oyundu aslında. Ellerine yeni düşmüş
deneyimsiz biri için korkunç bir oyun. Onca hayvan muamelesine o yalnızlık ve
terk edilmişlik duygusundan sonra insana
benzeyen birisiyle karşılaşmak kadar yanıltıcı, çözücü başka bir güç
yoktu. Pek çok kişi onca vahşi yöntemler altında tek bir söz söylemiyor, durup
dururken ansızın beliren tatlı bir davranış ve sözle saçılıveriyordu. O traşlı
manifaturacıya benzeyen surattan nefret ediyordun. Ancak onun ortaya çıkmış
olması sorgunun sonu geldi demekti.
Artık hayata dönüş belirtileri gösterip bedeninizi,
ruhunuzu, yavaş yavaş tedavi etmeye başlayabileceğini düşündün. Bu erken bir
karar mıydı? Bunu düşünmek bile istemedin.
"Biraz su..." diye inledin, parmaklıklara
sırtınla yaslanmış olarak.
"İstediği yemeği getir, su da ver!" dedi
elbiselerinizi bir yerlerden bulup getirmiş olan resmisine. Sonra
sinirlendiğini belli etmeye çalışan ve insana güven vermeyen ayak sesleriyle
koridordan uzaklaşıp kayboldu.
Tekrar hücrenize tıkıldınız. Ama giysilerinizle ve
kelepçelenmeden. Birer haşlama söylediniz memura. Bu bile heyecanlanmanıza
yetti. Memur şimdi dışarıya çıkacak. O baş döndürücü kalabalığa. Önünden vızır
vızır otomobillerin geçtiği geniş camın ardında beyaz külahı ve giysileriyle,
kirli bıyığıyla yüzü ateşten kıpkırmızı aşçının bekleştiği lokantadan
yemeğinizi alacak; o kadar yakınsın oraya, bunu düşünüyorsun, dışarısının
büyüsünü... Liseli kızlar arkalarına takılmış erkek sürüsüyle şimdi evlerine
dönüyor, binlerce insan sabırsızlıkla akşam yemeğine oturmayı bekliyor.
"Birkaç güne bırakırlar artık bizi!" diye
sesleniyorsun arkadaşına.
"Belli olmaz!" diyor, arkadaşın.
Ama sen bu olasılığı duymak bile istemiyorsun. Aksini
düşünmek istemiyorsun. Evde olmanın büyüsü kaplamış içini. Emniyet sarayının en
üst katı, beşinci katındasınız. Koridorun başında bulunduğunuz hücreler,
sonunda sorgu odaları ve tuvaletler var. Sivil görevlinin ayak seslerinden bile
bir anlam çıkarman gerekirdi. oysa sen söylediklerini bile unutmuştun, sahte
bir oyun olarak düşünmüştün: "Bak, bunlar öldürecek sizi!.."
"Çıkınca annemin dizinde, bütün sıradan insanların
yaptığı gibi, sıcacık odada, televizyonun karşısında yatacağım." diyor
arkadaşın.
"Bende öyle şeyler yoktur, biliyor musun? Annemin
bana her dokunuşumda ürkmüş. kızmışımdır hep... Bir kez öptürmedim anneme. Bir
kez eleriyle dokunamadı sevmek için...“
Uzun süre sustunuz. Tuhaf şeyler konuşuyordunuz. Bir
ormanın derinliğine tek başına bırakılmış bir çocuk gibi yalnızdın işte. Güzel
denen şeylerin, insanı yumuşatmaya yeten küçük basit davranışların ne kadar
uzağındaydın. Hüzünden ve pişmanlıktan bütün gövden ürperdi. Çıkınca gidip
annene sarılacak, öpeceksin, bir arkadaş gibi dizlerine yatacaksın. Sonra
birden, bu tür düşüncelere daldığın için korktun. Yıllardır ve günlerdir süren
baskılara dayanamayıp en sonu korkmaya, çözülmeye mi başlamıştın?
Koridorun sonundaki ayak sesleriyle ürperdin.
"Yine geliyorlar, her şey yalan." dedi,
arkadaşın.
"Lokantaya giden memurdur." dedin.
Gerçekten gelen, resmi giyimli çocuk yüzlü memurdu.
Yemeklerinizi tam demir parmaklıkların dibine, ayaklarınızın yanına koydu.
"Kapıyı açmayacak mısın?" dedin.
"Yok deve..." dedi, memur masum yüzünün zıddı
kabalıkla. "Ellerinizi çözdük ya!.."
Demirlerden birini ortalayıp iki yandan ellerini uzatarak
sürahideki suyun yarısını içtin. Arkadaşının beceriksiz parmaklarla ekmeği
parçalayışını ve kaşığı tutuşunu görebiliyordun. Patlamış, kurumuş, kabarmış
dudaklarınızı kımıldatarak göz açıp kapayana dek bitirdiniz tasdakini. Memur
yeni gördüğü bir hayvanın hareketlerini izler gibi başınızda durmuş sizi
izliyordu; batıcı ve öldürücü çatalları yanınıza almanızı önlemek için.
Tavanda solgun bir floresan, koridorda gizli bir küf ve
ekşi kan kokusu vardı.
"Sabaha bırakacak mısınız?" dedin, anlamsızca.
"Suçsuzsanız tabii ki bırakırlar." dedi, memur.
"Elbette suçsuzuz." dedin.
"Herkes öyle söyler..." dedi.
Sonra sizin insan olduğunuzu yeni anlamış gibi, kim bilir
nasıl görünen durumunuza şöyle yukarıdan aşağıya baktı. Bu denli dayandığınıza
göre suçsuz olduğunuza inanmış olacaktı.
"Bırakacaklar tabii..." dedi. "Kimse burada
kalıcı değildir.”
Bu kadar filozofça sözler söyleyebilmesine şaşmadın değil;
sesinin dostça olduğunu fark ettin. Dışarıda, elinde file, eve dönerken
karşılaştığı bir tanıdığıyla konuşur gibi. Sonra tepsileri alıp uzaklaştı.
Gece olduğunu tahmin ediyordun. Oysa her şey gece
başlıyordu. Siz yine de bütün geceleri, uykunun tatlı huzuruna, yumuşaklığına
hazırlanan herkes gibi saygıyla karşılıyordunuz. Belki uyurken acırlar, belki
insan olduğunuzu anımsarlar diye çocukça ve aptalca, sidik gölleriyle ve
pıhtılaşmış kan birikintileriyle dolu, ıslak, soğuk betona kıvrılarak uyumaya
çalışıyordunuz. Koridorun başında belirsiz bir anda ortaya çıkıveren sinsi ayak
seslerinin kalbinize inen gümbürtüsünü dinleyerek. Ta ki kapının dibinde
birtakım fısıltılar ve sonra tekmelenerek karşılıklı küfürlerle boğuşup
sürüklenerek sorgu odasına götürülene dek.
Bir elini kalçana dayayıp duvara tutunarak yürümeye
çalıştın. Kalçan kırılmış gibi. Her solukta göğsünün ağrısına aldırmadan iki
metrekarelik bu delikte kımıldamaya çalışıyordun. Günler sonra içtiğin sıcacık
et suyu kanını hareketlendirmeye yetmişti. Yaralarının kenarında kanın etini
okşayan dolanışını duyumsuyordun. Buradan kurtulacaktın. Ama birden, buradan
kurtulmuş olmanın sende bir anlamının kalmamış olduğunu anlayınca sarsıldın.
Gözaltına alınman, bütün bu işkenceler, aşağılanmalar, hepsi hepsi bir memurun
işine gidip gelmesi gibi olağandı. Gerçi bu yılki sıranızı geçiştirmiş
olmanızın verdiği aptalca bir rahatlık vardı üzerinde, ama yine de dışarısının
bir anlamı yoktu işte. Akşama dek işsiz dolaşıyordun çünkü. Hatta
dolaşamıyordun bile. En iyi arkadaşların, akrabaların selam vermeye göz göze
gelmeye korkuyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi, hiçbir şey! Boşuna arayıp
duruyordun, boşuna gözlerine bakıyordun insanların. Küçücük bir ilgi kıpırtısı
görebilmek için, küçücük bir sevgi, onay. Yalnızca annen babandan her para
alışında ve babanın homurtularına aldırmadan cebine para sokuştururken ve bu
sana ölümden de beter gelirken. Bu kentten, bu lanet yaşamdan kaçman, uzak
kentlerde uzaktan akrabalarının yanında çektiklerin, pazarlamacılık
deneyimlerin, hepsi hepsi yapışkan bir pislik gibi iğrenç geliyor sana.
Bütün duyuların ayaklanmıştı. Artık eklemlerin ısınmış,
duvara tutunmadan, düzenli adımlarla olmasa bile yürüyebiliyorsun.
Amerikalıların zor anlarda yaptığı gibi, yaşamın boyunca mutlu olduğun anları
düşünmeye çalıştın. Bbilincini uzun bir süre böyle bir noktada tutamadın; mutlu
olduğun an belki de yoktu. Bunu anlayınca, beyninde sayısız benekler, rengârenk
noktalar dolaşmaya başladı. Kulakların uğulduyordu.
Birden türkü söylemeye başladın. Yöresel, çocukluktan
kalmış, çocukken radyodan, uzun mısır ayıklama gecelerinde köyün evlenecek
kızlarından, kendini her zaman bir genç kız gibi hisseden büyükannenden
duyduğun türküler bir bir fırlıyordu belleğinden. Aslına benzemeyen, çatlak,
berbat, gülünç bir sesle bağırıyordun. Nedenini anlamadığın binlerce duygunun
sağanağı arasındaydın. Sana kişiliğini veren fiziksel, tensel, duygusal,
düşünsel bütün unsurlar bir araya gelmiş acı çekiyor gibiydi. Bu yükü
kaldıramayacaktın. Kendini iyice kaybetmemek için arkadaşına seslendin.
"Çocukluğum köyde geçti, biliyor musun?" dedin.
"Nereden bileceğim?" dedi, tersçe.
O kendiderdindeydi. Anlaşılan yürümeye çalışıyordu.
Belki de gece yarısı olmuştu. Pencereden gecenin solgun
ışıklarının yansımasını görebiliyordun. Düşüncelerin geçmişe saplanıp kalmıştı.
Bugünün bir anlamı yoktu, gelecek ise hiç yoktu. Bu umutsuzluktu. Umutsuzdun.
Yaklaşan ayak seslerini duyunca irkildin. Manifaturacı
suratlı adamla gardiyan polisti.
"Şimdi daha iyisiniz herhalde." dedi.
"Öyle...." dedin.
"Sigara yakın." dedi. Sigarayı uzattı. Titreyen
çocuksu parmaklarla sigaranızı tüttürdünüz.
Elindeki dosyayı gösterdi.
"Şunu imzalayın." dedi. "Tehlikeli hiçbir
suç yok burada, ben inceledim. Dosyayı kapatmak istiyorlar hepsi bu..."
Sesinizi çıkarmadınız. Aldığınız sigarası bir şey
söylemenizi engelliyordu. Yüzü gittikçe iğrençleşiyordu.
"Gerçekten samimi olarak söylüyorum." dedi.
"Bu ekip çok berbat, size acıyorum, sizi öldürecekler..."
Ölüm sözcüğünü duyunca ilk kez irkildin. Sanki
söylediklerini ciddiye alman gerekiyordu.
"Gerekirse öldürecekler sizi..." dedi, yalvaran
bir sesle.
İkinci kez yineleyince artık söz tılsımını kaybetti. Ölüm
sözcüğü yalnızca korkutmak içindi. Ne kadar çaresiz olduğunuzu kanıtlamaya
çalıştıkları, aslında kendilerinin çaresiz kaldıkları anlarda kullandıkları bir
sözcük.
Bir duvara konuşsa daha iyiydi. En sonu size lanetler
okuyarak gitti. Koridorda uzaklaşırken eğdiği düşünceli başını, kızarmış
ensesini gördün. İçindeki şüphe birden alev almış benzin gibi parladı: Adam
sizi gerçekten korumaya çalışıyordu!
Az sonra koridorun başında dört sivil belirdi. Hiçbir şey
söylemeden ellerini arkadan kelepçelediler. Sanki hepsini bir yerlerden
tanıyordun. Bir kahveden tanıdığın, ya da bir kitapçıda kitaplara bakarken
yanında, senin geriye koyduğun kitabı inceleyen adam, sinemadan çıkarken
gördüğün o masum görünümlü bomboş yüz.
Bu aptalca şeyleri düşünürken, beline inen bir tekme ile
yere kapaklandın. Arkadaşının, senin arkandan haykıran çaresiz sesini duydun.
Döşemelerinde pıhtılaşmış kahverengi kan bulunan boş bir
odadasın. Sen ve katillerin. Açık pencereden, dışarısının nemli soğuğu ve
rüzgâr, kirli perdeyi dalgalandırarak içeriye doluyor.
Beşinci kattasın, binanın en üst katı. Cıvıldayan kente,
ışıklarına ne kadar da uzaksın. Birden ilk kez gözlerini bağlamadıklarını
kendilerini görmene engel olmaya gerek duymadıklarını anlıyorsun! Rüzgâr ve
korku bedenini deliyor.
*
Rüzgârın estiği yere, pencereye doğru götürüyorlar işte
seni. İmzalayacak mısın diye soruyorlar. İmzala! İmzala! Kabul et ulan!
Gövden sarkıtılmış pencereden aşağıya, soğuğun, rüzgârın,
karın içine. Seni parayla mı verdiler ulan! Bırakalım mı ayaklarından ulan!
Küfürlerini ve acı bağırışlarını, yüzüne vuran sulu kar
serpintileri ve dipsiz karanlıktan başka kimse bilmiyor, haykırışlarını kent
duymuyor.
Ahmet Yıldız
(Kadın ve Boğa, Çalıntı Yayınları, Ekim 1998, İstanbul)
Can
çekişen aşkları da vurmalı ve 'sıradan bir intihar' süsü vermeli
- Akif Kurtuluş -
Kahvede,
pencereden sokağı seyrederken gördüm seni. Sen miydin? Bundan emin değilim ama
yerimden fırladım. İki erkeğin arasındaydın. Hızla yürüyordunuz. Yalnızca kısa
sarı saçlarını gördüm. Ama mutlaka sendin.
Bir
zamanlar, evimde bulunan “Generallerin Sonu Şah ve Somoza Gibi Olacak"
başlıklı bildiriler ve bir tabanca ile yakalanmadan ve hapis yatmadan önce
birlikte gittiğimiz bütün yerlerde, pastanelerde, barlarda seni aramıştım ve en
sonu dün buluşabilmiştik. Sarı saçlarını görmek için, yüzünü görmek için, ben
geldim demek için, sokaklarda arkadan gördüğüm bütün sarı saçlı kızların önüne
geçiyordum ve aptalca yüzlerine bakıyordum. Ama hiç biri sen değildin.
Boşunaydı. Belki senin hâlâ bir erkekle birlikte olmadığını düşünüp seviniyordum. Ama şimdi, tam senlik
bir hareketle elinle alnına düşen saçlarını geriye savururken, masada
arkadaşlarla koyu bir söyleşiye dalmışken birden seni görüyorum işte. —Onlara
neredeyse senden söz ediyordum. En sonu izini bulduğumu, dün buluştuğumuzu, bir
erkek arkadaşın var mı dediğimde yok, dediğini.—
Kabaca
izin isteyerek kahvedeki arkadaşların yanından fırladım. Utanmadan aptalca
sokakta peşinize takıldım. Oysa siz nasıl da hızlı yürüyordunuz. İki erkeğin
arasındaydın. Deri mont giymiş iki erkek. Sen aralarında büyük bir uysallıkla
gidiyorsun. Onların uzun adımlarına hızlı adımlarla yetişmeye çalışarak. Ama bu
gerçekten sen misin? Dün bana yalan söylemiş olamazsın. Hiç yalan söylemezdin
çünkü, bununla övünürdün. Ama bu sen olmayabilirsin. Çünkü yüzünü göremedim
daha. Yaşadığım sayısız yanılgılardan biri olabilir bu. Emin olmalıyım. Ama
hayır! Saçlarını yeni kestirmiştin. Düz, sarı saçlarını yeni kestirmiş ikinci
bir sarışın; bunu ne kadar isterdim! Ama o ağır kalçaların yüzünden biraz
yalpalayarak yürüyüşün; nasıl da sensin.
Birden
adımlarımı hızlandırarak sizinle aynı hizaya geliyorum. Beni görmemen için
başımı hemen size çevirmeyerek. Ama sen, yüzün saçlarının arasına gizli. Yere
bakıyorsun. Birden kalbim her şeyi anlıyor. Paslı bir bıçak yemiş gibi
sızlıyor. Ama bu hâlâ sen olmayabilirsin. Sen olduğundan emin olmam için yüzünü
görmem gerek. Bunun için de yüzünü bana dönmelisin. Ya da ben biraz daha koşup
önünüze geçmeliyim. Buna ise ayaklarım bir türlü yanaşmıyor. Birden bütün kanım
kalbimde toplanıyor, kanın akacak yeri yok, damarlarım tıkanıyor. Sonra tüm
bedenime, bir Şırınga dolusu uyuşturucunun yayılışı gibi tatlı bir zehir tadı,
bir rahatlama yayılıyor. Çünkü, sen, yüzünü bana doğru çeviriyorsun, saçlarını
işte o alışkın hareketle alnından uzaklaştırırken yüzüme bakıyorsun.
Bu
sensin! Bu sensin! Mayhoş bir aldatılmışlık duygusuyla titriyorum. Bu sensin
işte.
Peki,
bu iki kılıksız gencin arasında ne işin var? Bunlar kim? Ama hayır, belki
arkadaşlarındır, eski okul arkadaşların, daha aranızda hiçbir şey geçmedi,
geçmeyecek. Belki aptalca bir kuruntu benimkisi.
Ama
böyle akşamın köründe iki hırpani kılıklı gencin arasında?..
Ne
yapacağımı bilemeden yaralı kalbimin gümbürtüsünü beynimde duyumsayarak kısa
bir süre durup arkanızdan bakıyorum. Sokağın başına doğru uzaklaşıyorsunuz,
hızla, aynı tempoda. İnceden yağan yağmur dinmiş. Kaldırımlar ıslak. Sokak
kalabalık. Akşam oluyor. İnsanlar nasıl da her şeyden habersiz? Bir gölge gibi
hayatın ortasında devinip duruyorlar. Sen iki erkeğin arasından yürüyorsun. Ben
de arkanızdan, bir gölge gibi, dayanılmaz bir istekle, büyük bir hafiyelik iç
güdüsüyle, kendime daha büyük acı çektirmek için. Belki de gerçeği bizzat
öğrenip ne yapacağıma karar vermek için.
Sokağın
başına, caddeye bakan yere yaklaşıyorsunuz. Otomobillerin park ettiği o daracık
yerden geçerken sakallı olanı kalbime saplı paslı bıçağı kavramış iyice
çeviriyor. Senin başın nasıl da önde. Utanıyor musun? Beni gördün mü? O küçük,
kısa bakışınla. Arkanızdan geldiğimi biliyor musun? Cezaevinden yeni çıkmış
eski bir sabıkalı, silahları çok sevdiği için silah yakalatmış olan ben.
Arkanızdayım, biliyor musun? Cezaevine onca mektuplarıma en küçük bir yanıt
bile vermeyen senin peşinde. Üstelik dün bana yalan söyledin ve böyle iki
kılıksız çocuğun arasındasın. Elini sırtına koyan çocuğun ensesine uzanan
futbolcu saçları var. Nike ayakkabılar giymiş, eskimişler ve yeniden boyanmış,
deri montu ne kadar çocukça; belinde güreşçi kıspeti gibi kemeri var. Başını
bazen yana çeviriyor ve seyrek sakallarını görüyorum.
Caddeden
aşağıya, bulvara doğru iniyorsunuz. Sen ikisinin arasında. Solundaki biraz uzak
duruyor senden. Sana dokunmamaya dikkat ediyor. Sağdakiyle ise sürekli
birbirinize dokunuyorsunuz. Ama el ele tutuşmuyorsunuz. Niçin? Evet el ele
tutuşmuyorsunuz. Belki gerçekten aranızda bir şey yok. Eski okul arkadaşı ya da
iş arkadaşındır.
(Her
sabah sen işe giderken beni de uyandırırdın. O küçük dairemizde. Gecenin
uykusuzluğunu atamamış ağır çıplak bedenimi öperdin. Ben uyanamamış numarası
yapardım otobüs durağına dek seninle yürümemek için, ama sen bir bardak
soğuk'su serperdin üzerime. Sonra fırlar mutfağın kapısında sıkıştırırdım seni.
Ve daha kapıdan çıkmadan ayakkabılarımız giyinik el ele tutuşurduk. Ellerimiz
kenetli, bir salıncak gibi çocukça sallayarak durağa yürürdük. Otobüs durağında
bırakırdım seni işsiz ben. Tekrar yatağa dönmek için, öğleye dek uyumak için.
Ama durakta çoğu kez aldatıp beni de bindirirdin otobüse. Kızılay'a, işyerinin
kapısına dek el ele giderdik.)
El
ele tutuşmuyorsunuz hayır, omzuna astığın çantanın askısına geçirmişsin
parmaklarını. Belki de beni gerçekten gördün. Bunun için çok korkuyorsun, çünkü
beni iyi tanıyorsun, ama belki de her şeyi göze almış arsız bir cesaretle
sevmiyorsun; yüzüme karşı söylemen gereken şeyi tesadüfen ben görmüş oldum. Ama
arkanızdayım, sizi takip ediyorum. El ele tutuşmanızı bekliyorum. Bir sevgili
olduğunuzu kanıtlamanız gereken bir hareket yapmanızı. Bunun için arkanızdayım.
Tık nefes olan ciğerimle, kalbimde kocaman bir bıçakla, bazen sizi gözden
kaybettiğimi sanıp azmış erkek kedi gibi koşarak, uzun pardösümü sürükleyerek
bütün hareketlerinizi bir kamera gibi gözleyerek...
Caddeyi
karşıya geçmek için ışıkta duruyorsunuz. Ben bir mağazanın vitrinini seyreder
gibi yapıyorum. Sonra siz karşıya geçiyorsunuz, arkanızdan ben. Işığı filan
beklemeden.
Tuhaf
bir durumdayım. Rezil, aşağılık bir durum. Kızgın bir boğa gibi hiçbir şey
görmüyorum, sizin devinip duran vücutlarınız, kollarınız ve beynimdeki sabit
düşünceden, kaygan yapışkan saplantıdan başka. Küçücük bir hareket
yapmalısınız, küçücük bir kanıt vermelisiniz bana. Ama birden kayboluyorsunuz.
Paniğe kapılıyorum. Girdiğiniz sokağın karşısına geçiyorum. Böyle, bir hafiye
gibi, aşağılanmış biçimde.
Belki
de izlendiğinizi söyledin yanındakilere. Büfenin kenarına saklanıyorum. Belki
bir yerden ansızın karşıma çıkarsınız diye. İzinizi kaybettim işte. Çılgınlar
gibi sokağa yukarıya koşuyorum. Yanımdan geçenlere toslamama aldırmadan. Birden
ta sokağın ucunda yeni açılmış Mc Donalds'ın kapısında görüyorum sizi. Bereket
uzun bir sokaktayız. Aramızdaki mesafeyi sizi kaybetmeyecek biçimde ayarlıyorum
bu kez.
Ama
bütün bu saçmalıkları niçin yapıyorum? Her şey bitti artık aramızda. Dün
söylediğin yalan geçmişte yaşadıklarımızın anısına saygılı bir yaklaşımdı belki
de. İçeriden yeni çıkmış beni başka türlü nasıl avutabilirdin? Yalnızca iyi
davranarak. Seni tekrar aramam için biraz zaman geçmesini, benim yaşama alışmam
gerektiğini, duygusal davranabileceğimi bunun için mi söyledin? Zaman kazanmak
için mi? Başka kızlarla karşılaşıp bu aptalca tutkumun azalacağını mı umdun?
Böylece,
senin başkasıyla birlikte olduğun gerçeğini öğrenince daha mantıklı
davranabilecektim. Tepkilerin zamana yayılarak körleşmesi taktiği.
Ama
bu kadar kurnaz olamazsın. Senin yeni
işyerini bulup, dün telefon edince buluşma isteğime çok rahat olumlu yanıt
vermiştin.
Bana
yalan söyledin! Şu anda yaşamında başka bir erkeğin olmadığını söyleyerek bana
yalan söyledin! Oysa yanıldın. İçerde sensizliğe çoktan alıştırmıştım kendimi.
Yalan söylememeliydin. Gülüşlerin ve o sıcak sokuluşun olmamalıydı. Şimdi
yeniden alevlenmiş, körelmiş tehlikeli bir duyguyla arkandan koşuyorum; toplum
dışı yaratıklar gibi, bir polis gibi, bir sürüngen gibi. Kalbim çıldırmış, ter
içindeyim; bütün gövdemden alev çıkıyor. Hava artık iyice karardı. Göremiyorum
sizi. Biraz daha yaklaşıyorum. Ellerinizin hareketlerini görebilmeliyim! O
sakallı omzuna elini atıp seni kendine doğru çekmeli, el ele tutuşmalı ve bir
salıncak gibi çocukça sallamalısınız.
Durmadan
ciddi biçimde yürüyorsunuz oysa. Bir yere yetişmek istiyorsunuz. Sinemaya mı,
yoksa yatağınıza mı?
(Günışığıyla
birlikte çıplak bedenim de uyanıyor, yay gibi geriliyor. Sen yanımda uyuyor
gözüküyorsun. Omuzlarından, sonra koltuklarının altından öpüyorum. Kokluyorum.
Parmaklarım sessizce vücudunun bütün kıvrımlarında dolaşıyor. Tenlerimiz
yanıyor. Arkandan sarılıyorum. İşimi kolaylaştırmak için sırtüstü dönüyorsun.
Baldırlarına başımı gömüyorum. Karnınla kasığının birleştiği yerdeki o beni
buluyorum. Onu öpüyorum. Bütün kokunu içime çekiyorum. İniltilerimiz birbirine
karışıyor. Dakikalar nasıl geçiyor. Yastığa başım düşünce aralık kalmış
perdenin kenarından üst kattaki balkonda, halı silkeler gözüküp bizi seyreden
kadını görüyoruz. Senin ise kadına hiç aldırmadığını, perdeyi kapatmaya hiç
yanaşmadığını hayretle görüyorum. Kadınlar arasındaki tuhaf bir ilişki. Sen
delisin, çılgının tekisin, diyorum, sarılıyorum.)
Bulvara
çıkıyorsunuz. Kavşakta dört yandan birden gelen farlar gözlerimi deliyor.
Gücümün azaldığını duyumsuyorum. Kan kaybediyorum. Bütün vücudumdaki kan
tükenmiş gibi. Düşmekten, yere yığılmaktan korkuyorum. Parkın yanından
geçiyorsunuz kısa bir süre. Ağaçların altından. Burası daha karanlık. Gece
ürkütüyor. Siz büyük bir hızla yürüyorsunuz. Korktuğum başıma geliyor; yere
kapaklanmaktan ellerimle ıslak keskin çakıllara düşerek kurtuluyorum. Avuçlarım
acıyla yanıyor. Ama az sonra hissetmiyorum bile; acı haz vermeye mi başladı?
Arkanızda bir sabıkalı, cezaevinden yeni çıkmış ben. Onların seni beklemeyen
uzun, hızlı adımlarına yetişmek istiyorsun. Ne kadar zavallısın. Elin hâlâ
çantanın kayışında. Bir kanıt vermelisiniz. Artık yoruldum, damarlarımda kan
kalmadı, kalbim yorgun, bitkin.
Sol tarafında yürüyen genç biraz uzak duruyor
senden. Ne kadar saygılı bir mesafe? Demek ki ilişkin sağdaki seyrek
sakallıyla. Ama bu daha kanıtlanmadı. Sen yalan söylemezsin. Onlar yalnızca
sıradan bir arkadaş senin için. Ama kimdirler? Sen düzeyli bir kızsın. Sağ
tarafındaki seyrek sakallının o Nike ayakkabıları, sonradan boyanmış üstelik,
kot pantolonunun paçaları üzerine yığılmış. Deri montu çocukça. Uzun saçları...
Parktan
hızla çıkıp bulvara, yukarı doğru çıkıyorsunuz. Birden arkana doğru
bakabilirsin, beni tanıyabilirsin. Bundan korkuyorum. Utanır mıyım yoksa bütün
planlarımı bozabilir bu, bütün emeklerim boşa gider. Karanlıkta durmadan
parıldayıp duran bıçaklar gibi onlarca far elbiselerimizi aydınlatıyor. Uzun
bir gölge oluyorsunuz. Dönüp arkama bakıyorum. Sizinle olan uzaklığımda birini
arıyorum arkamda. Yüzünü seçemiyorum. Demek ki arkana baksan sen de beni
tanıyamazsın. Bulvarda klaksonlar, kornalar... Belimdeki ağırlığı paltomun
üstünden düzeltiyorum. Siz ise durmadan yürüyorsunuz.
Bir
kanıt vermelisiniz bana. Ama ne kadar safım Allahım. Hâlâ yalan söylediğine
inanmak istemiyorum. Ne kadar aptalım! Kocaman iki yıl. Tek mektup yazmadan. Üstelik
sen bir ay bile erkeksiz duramazsın. Kalbinin boş olması olanaksız. Direnç yok
sende, inanç da. Dün o yalanlar, o sırnaşıklık. Bütün bunlar korkudan ve bu
kılıksız çocuğu benden saklamak, onu korumak için.
En
sonu görüyorum işte. Seyrek sakallı gencin koluna girmiş kolun uysalca. Ama
onun eli montunun cebinde, aldırmıyor bile. Ellerine dokunmuyor, parmaklarını
parmaklarına geçirmiyor! Sen onun malısın. O kadar emin kendinden.
Tamam
işte. Bunu görmek istiyordum. Bir eşya olduğunu, bir zavallı.
Arkanızdan
koşmaya başladığımın ayırdına varıyorum birden. Artık aramızda bir kaç metre
var. Tek tük düşmeye başlayan güz yağmurları terli alnıma vuruyor. Sen onun
kolundasın. Sırtüstü yatakta yatıyoruz. Deniz kenarında bir ev istiyorum,
diyorsun, sakin bir oda, yanımda da sen. Yorgan olarak kullandığımız terli
çarşaf yana düşmüş. Sigaralarımızın kıvılcımları çıplak bedenlerimizde
yansıyor. Sonra eğilip göbeğindeki benden öpüyorum. Balkondaki kadın perdenin
aralığından bizi gözlüyor. Nike ayakkabılı çocuk sakallarını baldırlarını
gömüyor, sen ensesine doğru uzattığı saçlarını kavrıyorsun. Karnımın altındaki
beni öp diyorsun.
*
Bir
akasya ağacının altındayım. Artık iyice şiddetlenmiş yağmur saçlarımdan
süzülüyor. Bulvar tenhalaşmış. Yanımdan geçen tek tük insanların hepsi sanki
bana bakıyor. Bir polis otosu ışıkları yanık, sirenler içinde hızla geçiyor.
Sanki bir kâbustan uyanıyorum. Öyle hafif, üzerinden tonlarca ağırlık kalkmış
sevinçli adımlarla parka doğru yürüyorum. Beynimin içinden rahatlatıcı, eroinin
etkisinin dağılması gibi bir aydınlık doğuyor. Uzun pardösümden sular
süzülüyor.
Otobüs
durağına yönelmeden önce, parkın karanlığında, sağ kalçamı artık iyice acıtan
Beratta marka tabancamı gizlice çıkarıp sol kalçama, kayışla pantolonumun
arasına yerleştiriyorum.
Ahmet
Yıldız
(Kadın
ve Boğa, Çalıntı Yayınları, İstanbul 1998. s. 98-106)