Gazeteci, yazar, çevirmen ve siyasetçi (D. 7 Aralık 1874, Balıkesir - Ö. 18 Ekim 1957, Beşiktaş / İstanbul). İstanbullu bir ailenin oğlu olmakla birlikte babasının görevi nedeniyle bulunduğu Balıkesir’de dünyaya geldi. Şair ve yazar Hüseyin Suat Yalçın’ın kardeşidir. Ahmet Şerif, Hemrah, Münif Fehim, Akşamcı, Safvet Suad imzalarını da kullandı. İlköğrenimine İstanbul’da Yakup Ağa Mahalle Mektebi’nde başladı. Sekiz yaşında iken taşındıkları Serez’de Askeri Rüştiye (Ortaokulu)’yi bitirdi. Ortaöğrenimini İstanbul İdadisi (Lisesi)’nde yaptı. Kendi kendine Fransızca öğrendi. O yıllarda çeviri çalışmaları Maarif ve Resimli Gazete’de yayımlandı. Mülkiye Mektebi (Siyasal Bilgiler Okulu, 1896)’ni bitirdi.
Fakültede
son sınıf öğrencisiyken Mektep dergisinin yönetimini üstlenmesiyle basım
yaşamı başlamış oldu. Okul bitince Maarif Nezareti (Eğitim Bakanlığı)’nde memur
olarak çalışmaya (1896) başladı. Aynı yıl Servet-i Fünûn dergisinde bir
öykü yayımlayarak Edebiyat-ı Cedide topluluğuna katıldı. Bu yıllarda Mütalaa,
Tarik, Sabah ve Saadet gazetelerinde yazılar yazdı. “Edebiyat ve Hukuk” başlıklı
bir çeviri yazısı yüzünden Servet-i Fünûn dergisi kapatılınca (1901) İkinci
Meşrutiyet (1908)’e kadar yazı yazmadı. Bu arada Vefa Lisesi ile Mercan Lisesi’nde
öğretmenlik (1901-06) ve yöneticilik (1906-08) yaptı. Meşrutiyet’ten sonra öğretmenlikten
ayrılarak, Tevfik Fikret ve Hüseyin Kâzım ile birlikte Tanin gazetesini
çıkarmaya (1908) başladı. İttihat ve Terakki Fırkası’na girerek İstanbul’dan
milletvekili seçildi. 31 Mart Olayı (13 Nisan 1909) sırasında matbaası basıldı.
Divan-ı Harb tarafından 1912’de iki ay hapse mahkûm edildi. Mütareke yıllarında
tutuklanarak sürüldüğü (1919) Malta adasında İngilizce ve İtalyanca öğrendi.
1922 yılında yeniden çıkarmaya başladığı Tanin gazetesinde Cumhuriyet
hükümetini eleştirince gazetesi kapatıldı. İki kez tutuklanarak İstiklal
Mahkemesi’ne verildi. İlkinde beraat etti, ikincisinde aldığı bir buçuk yıl
sürgün cezasını Çorum’da (1925-26) tamamladı.
İstanbul’a
dönüşünde bir arkadaşının aracılığıyla Sanayi ve Maadin Bankası’nda çalışmaya
başladı. Ancak I. Türk Dil Kurultayı’nda dil devrimi konusunda resmî görüşe
karşı çıkınca bankadaki görevine son verildi (1933). Çıkardığı Fikir
Hareketleri (1933-40) dergisinin bütün yazılarını kendisi yazıyordu.
1934’ten itibaren, haftalık Yedigün dergisinde anılar ve gezi yazıları
yazdı. Atatürk’ün ölümünden sonra politikaya atılarak İstanbul (1939) ve
Kars’tan (1950) milletvekili seçildi. 1948 yılında getirildiği CHP’nin yayın
organı Ulus gazetesi başyazarlığını ölümüne kadar sürdürdü. Son yıllarında
da yirmi altı ay hapse mahkûm edildi, ancak yaşı ve hastalığı dikkate alınarak
cezası kaldırıldı.
Hüseyin
Cahit Yalçın yazarlık yaşamına, lise ikinci sınıf öğrencisi iken Ahmet
Midhat’ın etkisindeki yazdığı Nadide (1892) adlı bir romanını
yayımlayarak girmişti. Yeni edebiyatın kurulma aşamasında Divan edebiyatına
amansız eleştiriler yöneltenlerden biriydi. Ancak edebiyat yazarlığından önce
asıl önemli yanı gazeteciliğidir. Çalışmalarına bakarak onu gerçekçi (realist)
bir yazar olarak saymak mümkündür. Öykülerinde gündelik hayatta yer alabilecek
insanlara çok az yer verdi. Bu açıdan gerçekçiliğe aykırı düşer. Hayal
İçinde adlı romanı, öykülerine oranla daha başarılı bulundu. Şiirlerinde düzyazı
dilini, ayrıca öyküleri ile şiirlerinde yer yer ağır bir dil kullandı. Konuşma
dilinin bütün inceliklerini bilmesine karşın, bunu yazı dili olarak kullanmadı.
Cumhuriyet’ten sonra özleşme Türkçesini benimsedi. Söyleyişinde Edebiyat-ı
Cedide üslûbunun bütün özellikleri vardır. Ali Kemal, Ahmet Rasim ve Mehmet
Celâl’le polemiklere girdi.
Hüseyin
Cahit Yalçın bir özgürlük tutkunuydu. Türk basınında altmış yılı aşan
yazı yaşamı boyunca daima genç bir savaşçı azmiyle özgürlük mücadelesini
sürdürmüştü. Meşrutiyet (1908) öncesinde, meşrutiyet ve cumhuriyet dönemlerinde
hep bu uğurda mücadele etmiş, suçlandığı dönemlerde bile bu tutumundan ödün
vermemiştir. Kitap olarak basılan eserlerinin dışında;
gazete ve dergilerde Malta Adasında adıyla sürgün anılarını (1934-35), On
Yılın Hikâyesi başlığıyla 1908-18 anılarını (1935-37) Yedigün dergisinde,
aynı yılları Meşrutiyet Hâtıraları adıyla Fikir Hareketleri dergisinde
(1935-38), Meşrutiyet Devri ve Sonrası başlıklı anılarını Halkçı gazetesinde
(1954); Mercan’dan Babıâli’ye adlı anılarını Yedigün dergisinde
(1938) yayımladı. 18 Ekim 1957 tarihinde İstanbul / Beşiktaş’ta öldü ve Feriköy
Mezarlığı’nda toprağa verildi.
“Yazarın
Edebiyat-ı Cedide devrindeki üslûbundan söz ederken bir nokta üzerinde önemle
durmak gerekiyor: “süslü” söylemek, “edebiyat yapmak” ve “şairânelik” merakı.
Özellikle mensur şiirlerinde ve hikâyelerinde bu hastalıktan kendini hiçbir
zaman kurtaramamıştır. Hüseyin Cahit’in üslûbu hakkında bugüne kadar
tekrarlanıp gelen ‘Edebiyat-ı Cedide grubunun diğer bir vasfı olan süslü yazmak
temayülünden en çok kurtulabileni olduğu’, ‘bütün Servet-i Fünûn muharrirleri
arasındaki dikkati çekecek kadar yapmacıksız dil’ ile yazdığı yolundaki
yargılar hiçbir temele dayanmıyor. Aksine, süslü yazmak düşkünlüğü, onda, arkadaşlarından
daha aşırı halde idi. Bir düşünceyi yalın sözlerle anlattığı zaman yazısının
edebiyat dışı kalacağını sanmıştır.” (Cevdet
Kudret)
“Eski
sevgili tipine yönelik olarak Nadide romanında ortaya konulan eleştirel tavrı,
aydınların eski edebiyattan kopuşuna bir delil olarak kabul etmek gerekir.
Romanda önce birçok fikir ve tenkit yazısında eski edebiyata yöneltilen
eleştiriler, kurmaca bir eser olan romanda da motif olarak kullanılmış
olmaktadır.” (Selçuk Çıkla)
ESERLERİ:
ROMAN:
Nadide (1892), Hayal İçinde (1901).
HİKÂYE:
Hayat-ı Muhayyel (1899), Hayat-ı Hakikiyye Sahneleri (1909),
Niçin Aldatırlarmış (1924).
ELEŞTİRİ:
Kavgalarım (1910).
ANI:
Edebî Hatıralar (1935, Edebiyat Anıları adıyla, haz.: Rauf Mutluay,
1975), Siyasî Anılar (haz: Rauf Mutluay, 1976), Tanıdıklarım (2001).
DÜŞÜNCE:
Seçme Makaleler (1951).
MONOGRAFİ:
Tâlat Paşa (1943).
DİL: Türkçe
Sarf ve Nahiv (1911), Yeni Başlayanlar için Türkçe Sarf ve Nahiv (1926).
TARİH:
Tarih-i Umûmi (c. 1, İlkçağ, tsz.; 2. cildini Ali Reşat yazdı).
ÇEVİRİ:
Graziella (roman, A. de Lamartine’den, 1902), Madam Krizantem (Cevdet
Kudret ile) - İzlanda Balıkçısı (roman, Pierre Loti’den, 1903), Sosyalist
Meslekleri (sosyoloji, Vilfredo Pareto’dan, 2 cilt, 1923), Hunların
Türklerin Moğolların ve Daha Sair Tatarların Tarih-i Umumisi (Joseph de
Cuignes’den, 8 cilt, 1923-25), Hürriyet-i Vicdan (sosyoloji, Léon
Marillier’den, 1924), Tecrübe Üzerine Müesses Psikoloji (H.
Haffding’den, 2 cilt, 1924), Asrî Demokrasiler (sosyoloji, V.J.
Bryce’den, 4 cilt, 1924), Din Hayatının İptidai Şekilleri (sosyoloji, 2
cilt, 1923, 1924) - Ahlak Terbiyesi (1927) (E. Durkheim’dan), İslâm
Tarihi (Leone Caetani’den, 10 cilt, 1924-27), Demokrasi ve Mesâil-i
İktisâdiye (sosyoloji, A.T. Hadley’den, 1925), Sanâyi-i Nefisenin
Menşeleri (sosyoloji, Yrjö Hirn’den, 1925), Hürriyet (sosyoloji,
J.S. Mill’den, 1927), İngiltere’nin Hükümeti (sosyoloji, A.L. Lowel’dan,
5 cilt, 1927), İlim ve Din (sosyoloji, E. Boutroux’dan, 1927), Ruh ve
Beden (1927) - Çocuklar Hakkında Asrî Fikirler (1928) (A. Binet’ten),
Çocuğun Psikolojisi ve Tecrübî Pedagoji (E. Cleparéde’den, 1928), Siyasî
Hürriyetlerimiz (sosyoloji, Maurice Caudel’den, 2 cilt, 1931), Demokrasi
(sosyoloji, E. Vacherot’tan, 2 cilt, 1931), Vatandaşın Kitabı (sosyoloji,
E. Laboulaye’den, 1931), Aile İçinde Terbiye-Ebeveynin Günahları-Kızlarımız
- Aile İçinde Terbiye-Ebeveynin Günahları-Oğullarımız (psikoloji, F.
Thomas’tan, 1924, 1931), Allahlar Susamışlardı (roman, A. France’dan,
1937), Kürek Cehennemi (roman, Tullio Murri’den, 1937), En Güzel
İtalyan Hikâyeleri (1938), Fransa Tarihi (Jacques Bainville’den, 2
cilt, 1938), İngiltere Tarihi (André Maurois’den, 2 cilt, 1938), Cihan
Harbi’nin Şarka Ait Kaynakları (tarih, Jean Pichon’dan, 1939), Türk
Mektupları (mektup, Augier de Ghislen’den, 1939), Avrupa Kavimlerinin
Mukayeseli Tarihi (Charle Seignobos’dan, 2 cilt, 1939-40), Kavgam (düşünce,
A. Hitler’den, 2 cilt, 1940, 1941), Yırtıcılar (roman, Annie
Vivanti’den, 2 cilt, 1942), Hususî Hayatlarında Hükümdarlar (monografi,
E. Bergson’dan, 2 cilt, 1943), Büyük Katerina (monografi, Lucien
Murat’tan, 1944), Sovyet Efsanesi ve Hakikat: Kızıl Rusya’nın İçyüzü (A.
Koestler’den, 1947), Kızıl Rusya: Tek Başına Bir Dünya (W.C.
Bullitt’ten, 1948).
HAKKINDA:
Hilmi Yücebaş / Büyük Mücahit Hüseyin Cahit Yalçın (1960), Cevdet Kudret / Türk
Edebiyatında Hikâye ve Roman (1965), Mücellidoğlu Ali Çankaya / Yeni Mülkiye
Tarihi ve Mülkiyeliler (c. 3, 1968), Ömer Faruk Huyugüzel / Hüseyin Cahit
Yalçın’ın Hayatı Hikâye ve Romanları Üzerinde Bir Araştırma (1982), Hilmi Bengi
/ Gazeteci Siyasetçi ve Fikir Adamı Olarak Hüseyin Cahit Yalçın (2000),
İbnülemin Mahmud Kemal İnal / Son Asır Türk Şairleri (c. 4, 2002), Ahmet
Kabaklı / Türk Edebiyatı (c. 3, 11. bas. 2002, s. 265-269).
Birinci
ölüm yıldönümünde yeri hâlâ boştur. Ulus'taki değil, basındaki yeri; Ve daima
boş kalacaktır. Çünkü tarih böyle insanların yaşadıkları devirleri ve
hâdiseleri bir tek defa yan yana getirir. Bu devirlerin hepsinde ve hâdiselerin
pek çoğunda rol alan Cahit gibi
şahsiyetler vekil bırakmadan,
halefsiz ölürler. Çünkü onların kitaptan öğrendiklerini daha sonraki nesillere
devretmeleri mümkün, fakat emsalsiz bir tarihî yaşayıştan elde ettikleri
tecrübe muhtevalarını başkalarına intikal ettirmeleri imkânsızdır.
Mutlakıyet
devrinin Câhid'i (Edebiyât-ı Cedîde'ci), Meşrutiyet devrinin Câhid'i
(Tanin'ci), Birinci Dünya Harbinin Câhid'i (Men-i İhtikârcı ve Düyûn-u
Umumiyeci), Cumhuriyet devrinin çeşitli Câhid'leri (siyasî menkûb, kültürcü
“Oğlumun Kütüphanesi” ve Fikir Hareketleri Dergisi kurucusu), son devrin
Câhid'i (Ulus başyazarı) ve hepsinden ayrı olarak Lâtin harflerinin doktor
Abdullah Cevdet'ten sonra ve Atatürk'ten evvel ilk müdafaacılarından, biri ve
başlıcası Câhid bu memleketin edebiyat, iktisat, maliye, politika, umumî
kültür, inkılâplar ve basın tarihlerinde köşe koltuğuna yerleşmiş insan. Onu
hiç kimse oralardan kaldıramadığı gibi, boş kalan yerine de oturamadı.
Meşrutiyet'ten
evvel Câhid de Abdullah Cevdet gibi Lâtin harflerini kabul ettirmek için çok
çalıştı. Cumhuriyetten sonra, Lâtin harfleri kabul edilince, en az memnun olan
da onlardı. Kanaatlerini değiştirdikleri için değil, Lâtin harflerinin acele
kabulünü ve yanlış tatbikatını beğenmedikleri için. Her ikisiyle de bu bahsi
çok konuştum. Tatbik şekilleri için daha doğru fikirleri vardı. Fakat o tarihte
bunları söylemek yasaktı ve daha sonra da iş işten geçmişti.
Câhid
bey vücûdu kadar sağlam bir mantık sahibiydi. Bunun için yaman bir polemistti.
Muârızının düştüğü tenâkuzları hemen yakalar ve aydınlık düşünceye hâs bir
selâsetle (Türkçesi yok) yazardı. Daima haklı olduğu söylenemez, fakat daima
kuvvetliydi. Bu kudretini son ânına kadar muhafaza etti. Böyle insanlar bizi
ebedîliğe daha çok inandırıyorlar. Çünkü ölüm onlara yakışmıyor ve saçma bir
hakikat gibi görünüyor.
(Milliyet, 1958; Peyami Safa / Objektif-6: Yazarlar Sanatçılar Meşhurlar,
1976, s. 208-209).
Yolumun üstündeki bir cami
avlusundan her akşam geçtikçe görürdüm: Bir sürü çocuk türlü oyunlarla,
haylazlıklarla meşgul olur, arada bağrışırlar, kavga ederlerdi.
Bir akşam yine geçiyordum. Oyun yoktu. Şimdi çocuklar bir halka olmuş, bir şey seyrediyorlardı. Pek tuhaf, pek eğlenceli bir temaşa karşısında bulunuyorlar gibi, hepsi mütebessim idi. Kemâl-i zevk ile seyrettikleri manzara, ihtimal ki her gün gördükleri bir hâl idi; Oradakilerin hepsinden büyük bir çocuk, âdeta bir genç adam, üzerine saldıran küçük bir çocuğu dövüyor, galiz lâkırdılarla yanından itiyordu. Fakat beriki her tokat yiyişinde yeni bir feryad ile haykırarak, bütün yüzü gözü, yere düşüp kalkmaktan kirlere, gözyaşlarına bulanmış olduğu hâlde, yine karşısındakinin üzerine atılıyor:
-Benimdir o ver!
Âvazesiyle bir kamçıyı almak, geri almak istiyordu..
Ve böyle, her haklı talebine karşı bir tokat, bir tekme yiyerek geriliyordu. Ağlamaktan, bağırmaktan sesi dönmüş, kısılmış bir hâlde -âciz ve zati- onu vermemeğe çalışarak kamçısına doğru fırlıyordu.
Nihayet, bir defasında, hain bir tokat ile şiddetli bir tekme yedi; bir daha kalkmağa, zavallı vücudunda kuvvet bulamadı; oraya tozların içine yuvarlandı. Aczinin, za'fının bütün biçarelikleriyle olduğu yerde içini çekerek; bağırarak ağlarken, öteki zorla aldığı kamçıyı iftiharla sallayarak, etrafındaki çocukların, kuvvete karşı yaltaklanmayı bilen bu küçük mahlûkların kahkahaları, alkışları arasında salınıp gidiyordu.
(Hayat-ı Hakikiyye Sahneleri, 1909)
Servetifünun
bu darbeden kurtulmuştu ama, gönülce ölmüştü. Çünkü artık Saray, edebiyatı
kesinlikle yasaklamıştı. O tarihten sonra çıkan Servetifünun’da ne bir şiir
vardır, ne de bir hikâye. Gazeteyi doldurmak için sayısız takma adlarla fen ve
teknikle ilgili söyleşiler yazdım, arıcılıktan söz ettim, yemeklerin kalori
değerlerinden konu açtım, her şeyden, ama kesinlikle suya sabuna dokunmayacak
şeylerden.
Kudüs
Yazı İşleri Müdürlüğü’yle İstanbul’dan uzaklaştırılmış Mahmut Sadık Bey’in
geriye dönüşü, benim Servetifünun’dan uzaklaşmama neden oldu. Çünkü Mahmut
Sadık Bey, Ahmet İhsan Bey’in çok eski arkadaşı ve aile dostuydu. Hem onu
korumak dileği hem Servetifünun’un içeriğine daha fazla yenilik ve çeşitlik verebilmek
umudu, bizim patronu günün birinde bana yol vermeye götürmüştü. Sanırım bu
yolla ayda yüz kuruş kadar bir kazanç da sağlamıştı.
Servetifünun
edebiyatı bittikten sonra ben edebiyat üzerine hiçbir eser yazmadım. Görüyorum
ki öteki dostlar da yazmamışlar. İleride bastırmak üzere yazıp saklamamın demek
ki yolu yok. O akım sürseydi, şüphesiz, düşündüğüm ve istediğim birkaç romanı
yazmış olacaktım. Bunların yazılmaması bir eksiklik değil ama, Servetifünun
edebiyatı Meşrutiyet’e kadar sürseydi, şüphesiz gelişim aşamalarından geçer ve
arada kırık halkalar kalmazdı.
Bununla
birlikte bütün bütün de boş durmadım. Servetifünun çıkarken dil konularına
merak duymuş ve daha çok dilin kaynaklarıyla çok uğraşmıştım. Üstelik dilin
kaynakları üzerine birçok eserlerden alarak koca bir cilt kitap bile yazdım, duruyor.
Bunun giriş bölümünden bir iki konu Servetifünun’da çıkmıştı. Sonra, insan ve
toplumla ilgili kurumlarda kaynak sorununun hiçbir zaman bilimsel olarak
çözülemeyeceğini okuya okuya öğrendiğim için bu yazıları öylece bıraktım. Ama
gene Türkçenin bir dilbilgisini yazarak Türkçeyi Arap ve İran dillerinin
etkisinden kurtarmak düşüncesi zihnime saplandı.
Siyasal
alandaki kapitülasyonlar dilimizde de vardı. Türk devleti siyasal
bağımsızlığına sahip olmadığı gibi Türk dili de ulusal bağımsızlığından yoksun
bulunuyordu. Çünkü Türkçenin içinde yabancı dillerin yasaları yürüyordu.
Türkçemiz adını bile yitirmişti. Okullarda bize Kavaid-i Osmaniye (Osmanlıca
Kurallar) okutuyorlardı. Ortada Türkçe yoktu, Osmanlıca vardı ve buna “Arapça,
Farsça ve Türkçeden oluşan” bir dil deniyordu. İşte bu akıma karşı içimde güçlü
bir tepki uyanmıştı. Bağımsız bir Türkçenin varlığını ortaya koymak ve Türkçe
öğrenmek yolunda ayrıca Arapça ve Farsçayı öğrenme zorunluluğuna son vermek
gerekiyordu.
Bunun
için önce bir “dilbilgisi” (gramer) yazmaya karar verdim. Okullarda okutulan
Cevdet Paşa’nın “Osmanlıca Kuralları” Arapçanın etkisi altındaydı. Türkçede kaç
türden sözcük bulunduğu, Türkçe sözcüklere bakılarak, araştırılarak belirlenmiş
ve saptanmış değildi; Arap dilbilgisinden alınmıştı. “Bu” sözcüğü Türk
çocukları için “İsm-i işaret” idi; “bir” ise “ismi adet” idi.
Önce
yazdığım dilbilgisinin adını Türkçe Sarf
ve Nahiv diye kararlaştırdım. Başına Hovelacque’ın eserinden alarak diller
üzerine kısa genel bilgi ekledim ve Türkçenin Arap ve İran asıllı sözcükleri ve
kuralları almakla karma bir dil olamayacağını, dilimizin ancak Türkçe olduğunu
açıkladım. Sonra bir Avrupa dilbilgisi yöntemiyle bizim Türkçe dilbilgisini
yazdım. Türkçede kaç tür sözcük bulunduğunu bizim dilimizin yapısından
çıkararak saptadım. Benden sonra bu bölümleme değiştirilemedi. Bugün bile her
dilbilgisi kitabında aynı bölümleme sürüp gidiyor. Ama doğallıkla benim adım
anılmamak koşuluyla! (…)
Her
sözcüğü ayrı bir söz olarak çocuklara ezberletmek, türemeden, aradaki
ilişkilerden söz etmemek çok uzun ve yorucu bir yol olurdu. Bu yolu kısaltmak
ve çocukları çeşitli sözcükler arasındaki ilişkileri anlamaya, öğrenmeye
yöneltmek herhalde zorunluydu. Ama nasıl?
Bunun
için pratik bir yol düşündüm. Çocuklara bir sözcüğün bağlı olduğu aileyi bulmak
ve o aileye giren sözcükleri bir tümcede kullanmak üzere alıştırmalar
hazırladım. Bu alıştırmalar ikinci yıl bilgisinden başlayarak çocuklar için
zorunlu oluyordu. Çocuklar bu alıştırmaları yapa yapa sözcük aileleri ne,
biçimlere göre anlam değişmelerine alışacaklardı ve bunu özel olarak Arapça
kuralları öğrenmeden yapabileceklerdi.
Bu
noktada yeni bir zorlukla karşılaştım. Öğrenci, bir sözcüğün bağlı olduğu
aileyi nereden bulacak? Bunu sağlamak için bir türetme sözlüğü yapmaya karar
verdim. Arapça sözcüklerin önce kökünü sayfanın başına yazacaktım. Sonra o
kökten çıkan bütün sözcükleri aynı sayfada toplayacaktım ve bu sözcüklerin
anlamlarını yazdıktan sonra çeşitli Türk yazarlarından alınmış örneklerle nasıl
kullanıldıklarını da gösterecektim.
Bu
karardan sonra Arapça sözlüğü ele aldım. Baştan sona kadar bütün sözlüğü sanki
elekten geçirdim. Türkçede kullandığımız ne kadar Arapça kök varsa bunları ayrı
ayrı fişlere yazdım. Sonra her birine o kökten Arapların çıkarmış oldukları
sözcükleri ekledim.
Artık
sıra Türkçe sözlükleri karıştırmaya gelmişti. Çünkü biz Arapçadan aldığımız
sözcükleri hep olduğu gibi, olduğu anlamlarda kabul etmemişizdir. Bunlar
üzerine büyük bir kullanım tutumumuz vardır. Bir kez, Araplarda olmayan sözcükler
yapmışız ve onları Arapça saymışız. Örneğin “karz” kökünden Arap türeme
kurallarına göre bir “istikraz” mastarı uydurmuşuz. Arap, bu sözcüğü bilmez. O,
bu anlamda “iktiraz”ı kullanır. Ama bizim için istikraz vardır, iktiraz yoktur.
Bundan başka bazı Arapça kelimelere Arapların bilmedikleri anlamlar
vermişizdir. İşte bunları bulmak için Türk sözlüklerini baştan aşağıya kadar gözden
geçirdim. Sözlükte bulunmayan kendi eklemelerimizi ve buluşlarımızı fişlere
yazdım. Sonra bunlara ünlü yazarlarımızın eserlerinden örnek aramak gerekiyordu
ki Türk çocukları o yabancı sözcüklerin Türkçede nerelerde ve ne anlamlarda
kullanıldıklarını görsünler.
İşte
bir yerde herhangi bir Arap sözcüğüne rastlayan çocuk bu sözlüğü açınca o
sözcüğün bütün türevlerini, soyunu sopunu hep bir arada bulacak, dilbilgisindeki
alıştırmaları yapa yapa bunları Arapça okumaya gerek kalmadan öğrenecekti. Bu
sözlüğü yazık ki bastıramadım. Yıllarca döktüğüm göz nuru boşa gitti.
Yazdığım
Sarf ve Nahiv yayımlandığı gün
Meşrutiyet de duyurulmuş oluyordu. Artık benim dilbilgisiyle uğraşacak vaktim
kalmamıştı. Onun için, yazık ki, yazdığım kitabı çocuklara kendim okutarak eksik
ve yanlış yanlarını deneyimlerimle anlayamadım ve sonra düzeltemedim.
(Edebiyat
Anıları, 1999)
Uzun, geniş yapılı, hâlâ eski bir
atlet endamının izlerini taşır. Bu güzel vücudun üstünde güzel, mânâlı ve cana
yakın bir baş da vardır. Yüksek alnı, düz, hassas kanatlı burnu, kaş ve kirpik
gölgeli gözleri, düzgün yüz çizgileri, ilk bakışta onu pek sevimli gösterir.
Fakat kibar ve zarif duruşunda araya daima bir ayrılık koyan bir hal sezilir.
Kendiyle başkaları arasına böyle mesafeler koyuşunu sakın bir kibir eseri
sanmayınız. O, gururu zekâsının ateşinde yakıp kül etmesini bilmiş bir
bahtiyardır.
Yaklaştığınız zaman, aranızda
hâlâ bir açıklık kaldığını duyuyorsanız, bunun sebebini, onun gururunda değil,
kendi vehminizde aramalısınız.
Hususiyetinin pek tatlı olduğunu
söylerler. Yüksek ruhludur. Münevverlik ahlâkının en büyük örneklerini
vermiştir. Sözünden asla şüphe edemeyeceğim bir arkadaştan dinlemiştim:
Tanin'in sahibi ve biricik âmiri
bulunduğu günlerde, gazetenin derbeder bir muharriri, iki yüz lirayı alıp
Beyoğlu'na kapağı atmıştı. Ses sada gelmeyince iş anlaşılmış. İdare müdürü,
hâdiseyi halka bildiren birkaç satır yazmış;
fakat kendi kendine bunu bastıramıyacağı için sahibine götürmüş.
Hüseyin Cahit, ilânı alıp
saklayarak. müdüre:
- Vazifesine nihayet
verebilirsiniz. Amma, bir adamı bir hata yüzünden mahvetmeye hakkımız yok.
Basılamaz bu ilân!
Demiş ve iki yüz altın ceremeyi
sessizce sineye çekmiş.
Münevverlik ahlâkının ise birçok
örneklerini gördük. İttihat ve Terakki'ye mensup bir fırka adamı olduğu halde
kanaatlerini açıkça müdafaadan çekinmemişti. Tanin'den ayrılışı da bunun parlak misâllerinden biridir. İstiklâl
mahkemelerindeki müdafaaları, fikir hürriyetinin, münevver ahlâkının şaheseri
sayılabilir. Belki yanılıyordu; fakat inandığını candan, yürekten koruyor,
fedakârlık etmiyordu. Dil Kurultayı'nda özle sözü birleştirdi. Bize zararlı
siyasî rejimlerin karşısına yalnız çelik bir kalkan gibi değil, bir kahraman
mızrağı gibi atılmaktan çekinmedi.
Malta'da sürgünü mektep haline
koyarak çalıştı. İtalyanca öğrendi. İngilizce'ye de kayıtsız kalmadı. Bekirağa
Bölüğü ona ümit ve cesaretini değil, neş'esini bile kaybettirmemişti.
Hüseyin Cahid, Servet-i
Fünun'culardandır. Küçük hikâye ile işe başladı. Devrin estetiğini işledi. Yeni
bediî telakkilerin hem kurucusu, hem koruyucusu oldu. Atılgan ve cesurdu.
Karşısına çıkan kalem düşmanlarının hepsini birer birer yere serdi. Ali Kemal
ve Mustafa Sabri'ye milletten evvel ilk darbeleri indiren odur.
Küçük bir roman tecrübesi
yaparken büyükçe bir hikâye yarattı. Rahmetti Nazif'e "Edebiyat-ı
Cedide'nin Fikret, Halit Ziya eğer kumandanları ise, Cahit de erkân-ı harbiye
reisidir" hükmünü verdirtmişti.
Cahid'i acaba kaç şahsiyet içinde
muhakeme edebiliriz?
Onu:
1. Hikayeci Cahit,
2. Bediiyatçı Cahit,
3. Münekkit Cahit,
4. Siyasî muharrir Cahil,
5. Mütercim Cahit, gibi parçalara ayırmak kabildir.
Hikâyeci Cahit'i, Hayat-ı Hakikiye Sahneleri, Hayat-ı Muhayyel, Hayâl
içinde, Niçin Aldatırlarmış? eserleri içinde görüyoruz. Çağının en
nüfuzlu ve en çok takdir edilen, en ziyade alkışlanan hikâyecisi, üstâd nâsiri
Halit Ziya'ya hiç benzemez. O kendine inanmış olanların ruhlarında yanan
sihirli ışıkla, yolunu bulmuştu. Realizmin ilk sağlam örneklerini bize o verdi.
Yaldızsız, düzgünsüz nesrin de güzel olabileceğini isbat etti. Hikâyeciliği,
teknik bakımından, belki bizi bugün doyuramaz. Fakat yazıldığı günlerin
üstünden kırk yıllık zaman geçtiğini unutmayalım.
Bediiyatçı Cahil, asrın yeni
estetiğini Öjen Veron, Remi dö Gurmon, Şarl Lalo gibi yüksek mümessillerden
toplayarak terkip yapıp veriyordu. Daha sonraları bu işin dil tarafından
eksiğini tamamlamak için meşhur Gramer'ini de yazdı. Bu da yepyeni bir eserdi.
Ne Ahmet Cevdet Paşa'nın Belâgat-ı
Osmaniye'sinde, ne de Şeyh Vasfi'nin Sarf'ında
böyle bir örnek bulamazsınız.
Münekkit Cahit ise, muharrir,
hikâyeci, sanatkâr Cahit'ten daha çok tanınır. Servet-i Fünun'un kuruluş günlerinde hasımlarla çarpışan o, hak
ve zafer kazanan o idi. Meşrutiyet'ten sonra da bu vasfının siyasi ve günlük
hayata geçişini gördük.
Babanzâde'ye hücumları, Molla Bey
Selâm Ediyor'u hâlâ dillerde söylenir. Kendince fikre uzatılan zinciri de
Kolonya Şişelerinin Seyahati başlığı ile ilân etmişti. Hem baş makale
sütunlarında... Onun siyasî muharrir hüviyetini biraz da münekkit varlığı içinde
muhakeme etmek kabildir sanıyorum.
Mütercim Cahit, belki istikbalin
en çok öveceği bir varlıktır. Tek başına vücuda getirdiği Oğlumun Kütüphanesi hem güzel seçilişin, hem güzel
çevrilişin bir başarısı olarak kalacak.
Fikir
Hareketleri dört yıldan beri çıkıyor. Onu okuyanlar, bu cildleri bir tek kişinin
doldurduğuna zor inanır. Her hafta, dünyadaki büyük fikir akışlarını inceliyor
ve bize ayıklanmış, pürüzleri giderilmiş bir olgunluk içinde sunuyor.
Cahit, sınır sınır, cephe cephe
dağıttığı kuvvetlerinden her biriyle yalnız kalsaydı da yine onu bu satırlarda
şükranla anacaktık. Ona ne mutlu ki, uğurlu bir toprak gibi bir yerine birçok
veriyor.
(Edebi Portreler, yay.
haz. Beşir Ayvazoğlu, 1997)