Hüseyin Atabaş

Yazar, Şair

Doğum
10 Temmuz, 1942
Ölüm
27 Şubat, 2019
Eğitim
Ankara İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi
Burç
           Şair ve yazar (D. 10 Temmuz 1942 (nüfus kaydında 8 Eylül 1945), Vakfıkebir / Trabzon  - Ö. 27 Şubat 2019, Ankara). İlköğrenimini doğduğu yerde tamamladı. Ortaokula Elâzığ’da başlayıp Kütahya’da bitirdi, Kütahya ve Trabzon liselerinde okudu. Liseyi Ankara’da bitirdikten sonra Ankara İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisine devam etti. Ordu Yardımlaşma Kurumunda (1967-71) ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde (1971-79) Muhasebe Şefi, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nde İmar İdare Heyeti Raportörü, Kütüphane ve Yayın Hizmetleri Şube Müdürü (1979-94) olarak çalıştı, emekli oldu.

 Çalıştığı yerlerde sendikaların örgütlenme faaleyetleri içinde yer aldı, sivil toplum kuruluşları çalışmalarına katıldı.  Halkevleri Genel Merkezi’nin yayın organı Halkoyu dergisinin yazı kurulunda görev aldı, Oluşum dergisinin yayın yönetmenliğini (1977-78), Yazın Dergisi’nin yazı işleri müdürlüğünü (1981-82) yaptı. Edebiyatçılar Derneği’nin kurucularındandır. Bu kuruluşun yürütme kurulunda sayman ve genel başkan yardımcısı olarak (1992-99) görevler üstlendi. TRT-INT (1996-97)  ve Ankara’daki özel radyolarda (1997-99) kitap tanıtma ve şiir programları hazırlayıp sundu. Ankara Üniversitesi ile özel kurslarda yaratıcı yazarlık dersleri verdi. Yeni Politike ve Günlük Haber gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. 1999 yılında yeniden döndüğü çalışma yaşamınında Ankara Üniversitesi TÖMER Dil Öğretim Merkezi’nde editör ve Basın-Yayın Koordinatörü olarak (1999-2005) çalıştı, yayınevlerinde editörlük yaptı. 

Vefatı

 

Edebiyat çevrelerinde oldukça sevilip sayılan bir kişiliğe sahip olan şair ve yazar Hüseyin Atabaş, 27 Şubat 2019 günü Ankara’da vefat etti. Şairin cenazesi 28 Şubat 2019 günü öğle namazı ardından kılınan namazdan sonra Ankara Karşıyaka Mezarlığı'nda toprağa verildi.

 

Edebî Kişiliği

İlk şiiri “Kardeşçe“, 1 Mayıs 1961 tarihli Kütahya gazetesinde çıkmıştı. Sonraki yıllarda şiirlerini, şiir sanatı, edebiyat ve tolum sorunları üzerine yazılarını Sanat Dünyası, Çağrı, Çele, Özün, Türk Dili, Oluşum, Türkiye Yazıları, Halkoyu, Varlık, Kıyı, Çağdaş Türk Dili, Oluşum (iki yıl genel yayın yönetmeni), Yazın (yazı işleri müdürü),Damar, Düşlem, Cumhuriyet Kitap, Edebiyat ve Eleştiri, Hürriyet Gösteri, Karikatür,Dil Dergisi, Anadili, KumÜnlem Sonsuzluk ve Bir Gün ve Lacivert başta olmak üzere altmış kadar dergide; sanatsal ve toplumsal sorunlar üzerine yazılarını Barış, Yeni Ortam, Cumhuriyet, ve Siyah Beyaz gazetelerinde yayımladı. Yeni Politike ve Günlük Haber gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. 1974 yılında Demokratik Sol dergisinin açtığı yarışmaların şiir dalında beş şiiriyle birinci oldu. İlkyaz Töreni adlı eseriyle 1994 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü, Yorgun Denge dosyasıyla  2005 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü aldı. Şiirlerinin bir bölümü Arapça, Almanca ve Fransızcaya çevrilerek yayımlandı. 1987'den itibaren Irak, Hollanda ve Almanya'ya sanatsal geziler yaptı. Çok sayıda sanat etkinliği düzenledi ve bu etkinliklerin bir bölümünü kitap olarak da basıma hazırladı.

1970 Kuşağı toplumcu-gerçekçi şairleri içinde değerlendirilen Hüseyin Atabaş, Cemal Süreya'nın sözleriyle, Türk şiir deneyini yaşamış, ondan çok şey edinmiş, Türkçeyi güzel kullanan, güzel şiir söyleyen  bir şair olarak 20. yüzyılın son çeyreğinde Türk şiirindeki yerini aldı. Onun şiiri “soğuk kültür”le, yani yazılı kültürden çok “sıcak kültür”le, yani sözlü kültürden beslenir. Şairin halk kültüründen, ama kendinin kılarak yararlanması, dünya görüşünün gereği ve şiirinin içerik-ses bağlamının tutarlılığını gösterir. Onda bu ilişki, şiirin yaşamla bağ kurması bakımından olumluluk içerir. Hem sözlü kültürün anlatım biçiminden yararlanıp hem de bu anlatım biçimini kırarak, tekrar tehlikesini ortadan kaldırır; böylece okurla sıcak bir ilişki kurar. Bu da doğal, çünkü kendisi ile daha önce yapılan bir söyleşide, yola çıktığı şiir serüveninin altörgesinde halk destanlarının, halk türkülerinin olduğunu söylüyordu. Oradan gelen duyarlılığı değiştirip dönüştürerek çağdaş şiire taşıyor. Bu konu; günümüz şiirinin genelde halk kültüründen, sözlü kültürden, şiir geleneğimizden kopuk olması nedeniyle dikkat çekicidir. Hüseyin Atabaş’ın şiiri yalın ama derinlikli ve alçakgönüllü edasıyla insanın alıngan yerine dokunan, değişik izlekleri barındıran bir şiirdir. Atabaş düzyazılarında da dili yokuşa sürmeden, duru bir anlatım ustalığı gösterir.

Hüseyin Atabaş; 1974 Demokratik Sol Dergisi Şiir 1.lik Ödülü, 1994 Cevdet Kudret Edebiyat-Şiir Ödülü, 2005 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü, 2009Yunus Nadi Şiir Ödülü, 2014 Enver Gökçe Şiir Ödülü, 2017 KEGEV M. Sunullah Arısoy Şiir Büyük Ödülü ile 2017 Kıyı Dergisi Şiir-Emek Ödülü’nün sahibidir. 

Ertelenen 2014 yılı Enver Gökçe Şiir Ödülü, 2017 yılında açıklanarak kitap dalında Hüseyin Atabaş’a verildi.

Bir kısım şiirleri Almanca, Arapça, Bulgarca, Fransızca, İngilizce ve İtalyancaya çevrilmiştir. Atabaş, Edebiyatçılar Derneği‘nin kurucularından olup eski Genel Saymanı ve Genel Başkan Yardımcısıdır, Ayrıca TYS (Türkiye Yazarlar Sendikası), Dil Derneği, PEN Yazarlar Derneği ve BESAM (Bilim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek Birliği)’ın (kurucu) üyesidir.

 

Hüseyin Atabaş İçin Ne Dediler?

 

Cemal Süreya'ın Hüseyin Atabaş Türk şiir deneyini yaşamış, ondan çok şey edinmiş, Türkçeyi güzel kullanan, güzel şiir söyleyen” bir şair olarak nitelediği Atabaş için, Metin Altıok ise, “Kim ne derse desin, hakkı yenmiş bir şairdir Hüseyin Atabaş. Ama inceliğin kaderi buysa bir ülkede, bunu da taşımak zorundadır, derim. demektedir.

 

Emin Özdemir de "Hüseyin Atabaş'ın şiirinin bir ucunun toplumda, öteki ucunun insanın yüreğinde“ olduğunu vurgular.

 

***

 

Vecihi Timuroğlu:

 

"Hüseyin Atabaş şiirinlerinde duyguların sözel anlatısına çok az yer verir. Onda plastik öğelerle yansıtma, duygunun somutlaşmasına yardımcı oluyor çünkü, kuşkusuz söylemi de yumuşatıyor. (...) Atabaş, evrensel barış ve kardeşlik için umudunu hiç yitirmiyor. Bu bakımdan, onun şiirine özlü, biçemli bir umut şiiri gözüyle de bakabiliriz. Denebilir ki, hemen her şiiri umut açan bir kır çiçeği gibidir. Umut, bir bakıma, onun şiirinin önemli bir öğesidir. Çocuk ve umut, altörge gibidir şiirlerinde. (...) İnsanın özgürlüğü için, gereken savaşımı, şafakla açan bir çiçeğin çıtırdayan sesiyle işler kafalara. Savaşım verirken bile, loş bir odaya süzülen ışık gibidir, kozasını ören ipek böceğidir. (...) Hüseyin Atabaş, saf, sıcak, duyarlıklı bir sevdayı da büyütür şiirinde. Özlemlerle anımsadığı içli sevdalara tutulduğu da olur. Ne ki, onun şiiri, büyüyen yalnızlığını ve toplumsal karanlığımızı çocuk sesinde boğabilen, duru, aydınlık, ipek hışırtısı gibi insanı derinden etkileyen duyarlıklar taşıyan bir şiirdir."  

 

ESERLERİ:

 

Şiir: Gelecek (1975), Yanarca (1979), Bitmeyen (1983), Yüzün Bende (1988), İlkyaz Töreni (1993), Saydam ve Gizli (1997), Düşe Yazdım (2002), Yorgun Denge (2005), Çıplak Su (2009), Ömür Lekesi (2011), Umut, Her Zaman (2014), Yaşayıp Giderken (2018).

Deneme: Kale ve Bozkır (1994), Özgürlüğün Geldiği Gün (1999), Türkçe Yaralı Dilim (2003), Dünyada Kimse Var mı? (2007).

Araştırma-İnceleme: Dilin Gizilgücü / Şiir Sanatına Giriş (2009). Çağdağ Şiirimizde Karadeniz Duyarlığı (2015). 

Derleme-Hazırlama: Niyazi Akıncıoğlu / Umut Şiirleri (Ömer Can ile, 1985), Şimdi Okullu Olduk / Okul ve Öğrenci Fıkraları (1991), Bilmece Bildirmece (1991),  Aziz Nesin Günleri (1995), Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı (A. Şimşek, D. Dirlikyapan ile, 1998), Ankara Rüzgârı / Ankara Şiirleri Seçkisi (Ali Cengizkan ile, 1998), Ceyhun Atuf Kansu Şiir Buluşması (1999), 2000  Yılında Türk Şiiri (2001), Türkiye’de Eleştiri ve Deneme (2002), Türkçe’nin Yurttaşı Nâzım Hikmet (2003), Dil ve Dilimiz Türkçe (2005).

 

KAYNAKÇA: Vecihi Timuroğlu (Barış, 19.10.1975), Cemal Süreya (Politika, 13.11.1975), Nusret Kemal (Oluşum, Mart 1976), Muzaffer Hacıhasanoğlu (Türk Dili, Nisan 1977), Osman Bolulu (Oluşum, Haziran 1977), Ahmet Telli (Halkoyu, Nisan-Mayıs 1977) - (Tiyatro '80, Sayı: 50), Burhan Günel - Muzaffer Hacıhasanoğlu (Eleştiri, 1.3.1980), Sadık Güçlüol (Edebiyat Cephesi, Şubat 1980), Osman Numan Baranus / Anadamar (1984), Ali Mustafa (Kuzey Haber, 30.8.1985), Vecihi Timuroğlu - Mehmet Aydın - Metin Altıok - Mehmet Güler - Lütfiye Aydın / Şiirimizde Hüseyin Atabaş (Damar, Aralık 1991), Aylin Özdemir (söyleşi, Aydınlık, 26.11.1993), İhsan Yılmaz (Hürriyet, 20.2.1994), Gültekin Emre (Cumhuriyet Kitap, 24.2.1994), M. Mahzun Doğan (Dünya Kitap, 11.2.1994), Ece Temelkuran (söyleşi, Cumhuriyet, 22.3.1994), Muhsin Şener (Promete, Mayıs-Haziran 1994), Ruşen Hakkı (Özgür Kocaeli, 17.11.1994), Muzaffer Uyguner (Cumhuriyet Kitap, 2.3.1995), Attila Aşut (Aydınlık, 20.5.1995), Osman Bolulu (İnsancıl, Temmuz 1995), Bülent Güldal (Dünya Kitap, 6.9.1996), Ruşen Hakkı (Özgür Kocaeli, 31.3.1997), Ahmet Özer (Varlık Kitap, Haziran 1997), M. Mahzun Doğan / Ankara Şiirleri (Siyah Beyaz (29.7.1997), M. Mahzun Doğan - Tuğrul Asi Balkar - Ahmet Özer / Saydam ve Gizli Bir Şair (Cumhuriyet Kitap, 2.10.1997), Orhan Tüleylioğlu Hürriyet Gösteri, Ekim 1998), Ahmet Ada (Virgül, Ekim 1998), Mustafa Şerif Onaran (Virgül, Ekim 1999), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. basım, 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (6.basım, 1999), Özgürlüğün Geldiği Gün (Kıbrıs gazetesi, 1.4.2000), Türkân Yeşilyurt-Emel Güz (söyleşi, Şiir Odası, Temmuz 2000), Aydın Şimşek (Cumhuriyet Kitap, 28.9.2000), Vedat Yazıcı / Martıya Mektuplar (2000), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Selen Doğan / Aşk Duygusun Merceğinde Hüseyin Atabaş (söyleşi, Kum, Ekim 2002), Düşe Yazdım (Radikal Kitap, 4.11.2002), Tanzimet’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi (2001), Sennur Sezer (Evrensel, 16.11.2002), Türkân Yeşilyurt (Kum, Ocak 2003), Arzu K. Ayçiçek (söyleşi, Gösteri, Ocak 2003), Abdülkadir Ayhan (Varlık Kitap, Şubat 2003), Gültekin Emre / Şiir Alayı (Cumhuriyet Kitap, 3.4.2003), Doğan Aksan / Cumhuriyet Döneminden Şiir Çözümlemeleri (2004), Kansu Şiir Ödülü Hüseyin Atabaş’ın (Cumhuriyet, 17 Mart 2005), Yıldız Yazıcıoğlu (Milliyet Sanat, Nisan 2005), Çiğdem Sezer (söyleşi, Çağdaş Türk Dili, Mayıs 2005), Ahmet Özer (Karadeniz, 2.6.2005), Esengül Kutkan / Hüseyin Atabaş (söyleşi, Lacivert, Kasım-Aralık 2005), Özgen Seçkin / Hüseyin Atabaş’ın 45. Sanat Yılı: 2006 (Damar, Mart 2006), Ahmet Telli / Anılar Ekeneğinde Hüseyin Atabaş (Deliler Teknesi, Temmuz- Ağustos 2007), Tuncer Uçarol / Hüseyin Atabaş’ın 7 Şiiri (Deliler Teknesi, Temmuz- Ağustos 2007), Türkân Yeşilyurt / Hüseyin Atabaş’ın Şiirine Kısa Bir Yolculuk (Hürriyet Gösteri, Mart-Nisan-Mayıs 2008), Refika Karabacak / ‘Kötü Şiir İnsan Ruhunu Sakatlar’ (Söyleşi - Haber Türk Ankara, 23 Haziran 2009),  Feyza Hepçilingirler / Türkçe Günlükleri - Dilin Gizil Gücü (Cumhuriyet Kitap,  3 Eylül 2009), Mustafa Şerif Onaran / Çıplak Suda Yıkanmak (Cumhuriyet Kitap, 18 Mart 2010), Zerrin Taşpınar / Atardamar: Şiirde Elli Yıllık Yolculuk (Özel bölüm / Kıyı, Haziran-Temmuz 2011) - Hüseyin Atabaş: "Zincirlerimizden Başka  Umutlarımız Kaldı (Söyleşi, Cumhuriyet Kitap, 15 Ocak 2015), Ahmet Özer / Hüseyin Atabaş: “Hayatla Kesişen Aşkın Şairi” (Çağdaş Yaşam  özel sayı / Ocak 2014), Nurgül Özlü / Hüseyin Atabaş'tan Umutlarımızı Dile Getiren Şiirler (Hürriyet Gösteri, Ağustos-Eylül-Ekim 2014), Ömer Turan / Hüseyin Atabaş Şiiri (haber.sol.org. tr, 10 Mart 2015), KEGEV (Kuşadası Eğitim ve Geliştirme Vakfı) tarafından her yıl düzenlenen 2017 M. Sunullah Arısoy Şiir Ödülü, “Yaşayıp Giderken” adlı dosyasıyla şair ve yazarımız Hüseyin Atabaş’a verildi (13 Nisan 2017), 2017 Kıyı Şiir-Emek Ödülü Hüseyin Atabaş’a verildi (Kuzey Ekspres, 27 Mayıs 2017), Hüseyin Atabaş uğurlandı (odatv.com, asanatlar.com, 01.03.2019), Hüseyin Atabaş vefat etti (asanatlar.com, 01.03.2019), Hüseyin Atabaş için (birgun.net, 4 Mart, 2019).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘MERHABA’ DİYEREK GİRELİM SÖZE...

Genç şairlerin, yazarların, heveslilerin hep bir dergi çıkarma tutkuları olur. Sanılır ki dergi çıkarıp ürünlerini yayımlamaya başlayınca dünyada büyük değişiklikler olacak, yer yerinden oynayacak. Çünkü onların söylediklerini, söyleyeceklerini bugüne dek hiç kimse düşünmüş ve söylemiş değildir! Gerçi böyle düşünüp yola çıkanlar, kısa zamanda, gök kubbenin altında söylenmemiş söz kalmadığını öğrenirler. Ancak onların gök kubbenin altında söylenmemiş biçimde söz olduğunu öğrenmeleri biraz daha zaman alır...

Bizler, yani Yelkovan Sanat dergisini çıkaranlar böylesi şeylerle oyalanacak zamanı çoktan geçtik. Ama bu süreçte, ülkemizde her şeyden önce insanın çok yönlü gelişimini, toplumun bilinçlenmesine katkı koymak, ülke sorunlarının sanatsal-kültürel, dolayısıyla estetik ve bilimsel-teknolojik açılardan tartışılmasını, bu tartışmadan sonuç alınmasının çok gerekli olduğunu öğrendik. Ancak böyle bir girişimden sonuç alınmasının da çok zor olduğunu, Öyle hemencecik sonuca ulaşılamayacağını da kuşkusuz biliyoruz. Ama hiçbir şey durup beklemekle olmuyor, birileri bir şeylerin ucundan tutmalı. İşte biz de bir şeylerin ucundan tutmak için bu dergiyi çıkarmaya soyunduk. İnsanımızın kendisine çok yönlü sahip çıkması sonucunu sağlamayı amaçlayan böyle bir uğraşı vermek için dergi çıkarmanın güçlüklerini anlamak da zor olmasa gerek. Gerçi, “Ülkemizde iki yüz kadar ‘kültür-sanat-edebiyat’ dergisi çıkıyor, onlar ne yapıyor ki siz ne yapacaksınız?” diye sorabilirsiniz. Bunu biz de bilmiyoruz, zaman gösterecek diyelim.

Böylesine zorlu koşullarda ve böylesi bir ortamda; ülkemiz nüfusuna göre kitap, dergi, gazete okuru toplamının azlığının kültür-sanat-edebiyat alanında yazanlardan daha az sayıda dergi alıcısının bulunduğunu da bizim gibi herkes biliyor sanırız. Gerek akademik, gerek popüler, gerekse sivil toplum kuruluşlarının yayınlarının da, kendileri için çıkarılan! arca yeterince izlenmediğinin ayrımındayız. Bu nedenle o yayınlar, sanıldığının tersine, gösterilmesi gereken özenle yayımlanamıyor ne yazık ki. Yani, özet olarak söylemek gerekirse, bu farkındalığımızın bize yüklediği sorumlulukla ve kültür-sanat-edebiyat alanında üretimden gelen duyarlılığımızla Yelkovan Sanat dergisini çıkarmaya soyunduk.

Ülkemizde, amatör-profesyonel çıkan kültür-sanat-edebiyat dergilerinin yanında resmi, özel kurum ve kuruluşların yayınlarında her ne denli edebiyat-sanat ürünlerine yer verilse de, bir bütün olarak edebiyat-sanatla eğitimin bağlantısını kuran, başta öğrencilerimiz olmak üzere, insanlarımızın estetik bilincini kılma doğrultusunda bir ürün yoğunlaşmasına yer veren dergilere pek rastlanmadığı da bilinen bir gerçektir. Bunun böyle olması ise ülkemizde sanat-edebiyat eğitiminin öneminin yeterince algılanamamasından ileri geliyor. Çünkü insanlık tarihi boyunca, insanın iki uğraş alanından birinin sanat olduğu gençlerimize söylenmiyor... Böyle bir ortamda varlığı yadsınamayacak bir boşluğu kendi çapında dolduracak, eğitimcilerle edebiyat-sanat insanlarını bu alanda düşünmeye, üretmeye, üretilenleri eleştirel bir algıyla paylaşmaya çağırıyoruz. Böyle bir çaba, günümüzde özellikle genç kuşağın akıl almaz biçimde tüketim öznesi durumuna getirilmesine karşı edebiyat-sanat cephesinden bir muhalefet geliştirmek için önem kazanmaktadır.

İşte, Yelkovan Sanat dergisinin yayın ilkelerini ve çalışma yöntemlerini belirlemeye bu doğrultuda öncelik veriyor ve çabamızı yazar-okur çevremizle paylaşmak istiyoruz. Bu amaçlarla; dergimizde yer verilecek ürünlerde insanın özgürleşmesini, toplumsal gelişme ve ilerlemeyi önemsiyor, ürünlerin estetik düzeyinin önemine vurgu yapıyoruz. Çünkü bizim çok eksik yanlarımızdan biri estetik eğitimine özen göstermiyor oluşumuzdur Oysa çok kültürlü bir ülkede yaşayan bizler, sanat yapıtlarının biricikliğini savunuyor, bunların yarıştırılmasına karşı çıkıyor ve meta olarak görülmesini reddediyoruz. Bununla birlikte, her sanat ürününün bir emek verimi olduğunu kabul ediyor ve saygı gösteriyoruz. İnsanlar arasında ırk, etnik köken, dini inanç ve cinsiyet ayrımcılığını da reddediyoruz.

Ayrıca, her derginin gençleri yetiştirmek ve yetkinleştirmek gibi bir görevinin olduğunu düşünüyoruz. Tüm bunları göz önünde bulundurarak, her sayımızda ağırlık vereceğimiz konularda ve yayımlayacağımız her üründe bütünlüklü bakışa ve tartışma-eleştiri-özeleştiri düzleminde ele alınmasına önem vereceğiz ve özgür bir tartışma ortamının oluşturulmasına özen göstereceğiz… Ancak kişilik haklarına saldıran ya da hakaret içeren ürünler yayınlamamaya dikkat edeceğiz. Tüm bu söylediklerimizden de anlaşılacağını umduğumuz gibi, yayımlayacağınız ürünlerin, türü ne olursa olsun, işlevini yerine getirebilmesi için estetik bir değerinin, özgünlüğünün olması gerekir.

Yayın ilkelerini bu doğrultuda ve özlü bir biçimde açıklamaya çalıştığımız böyle bir derginin yayın gereçlerini, yayın ve çalışma ilkelerini benimseyen edebiyatçı, sanatçı, eğitimci ve öğrencilerden ürün başta olmak üzere görüş, düşünce, öneri ve eleştiri bekliyoruz. Bu arada yayımlanmaya başladığımız günden sonra derginin yeni okurlara, ürün vereceklere duyurulması, okunmasının sağlanması, abone yapılması bakımlarından herkesin katkısını bekliyoruz.

İyi okuma günleri ve dostluk duygularımızla.

 

 

 

ANILARA ACILARA SAVAŞA

Nereye gitsem Karadeniz geliyor benimle

ya da insanın bitmeyen çilesi 1940’lı yıllar.

Çocuklar oyunu unutup açlığı anımsıyor,

anılarda ötmeye başlıyor horozşekerleri!

 

Bir kış gecesi hüznü altındayken dünya

öyle bir yoksulluğa kaçırdı babam annemi;

delikanlılar delikanlısıdır babamın yüreği,

annem öyle bir hoşlukta döllemiş bana.

 

Umuttan gül devşiren ya da ne bileyim

onlarınki sanılar üzerine kurulu ömürlerdi,

koyunlarında fındık ve hurma. Töre ve

giyotin, onlar öyle bir mutluluğa sahiptiler.

 

Resmini yapın, dedi öğretmen, görüp de

unutamadığımız şeyin. Yapamadım, çünkü

yoksulluk ayıptı!.. Gün ışığında uzak kır

görüntüsü, yani devir devr-i cumhuriyeti.

 

Latin abecesi, devrim yasaları ve feodalite

yürürlükteydi ve İkinci Paylaşım Savaşı.

 

(Temmuz 2004)

 

(Yorgun Denge, 2005)

GÜZ İKİNDİSİ

     Sabah gözümü açtım ki odamda bir gökyüzü,

     dışarıda sevdalı bir gün. Yaşı kemale ermiş

     o göğün küs çiçeği bendim, kişneyen gülü sen.

     Yarışı yitiren her binici bilir bu kör duyguyu:

     hiçbir at kişnemez durup dururken, dengeyi

     sezmek gerek kapaklanmadan tay yere!..

     Herkes bir yitiği arıyor, ben kendi batığımı;

     bütün denizler leke!..

 

 

    Sular yükseliyor gece dağlardan ovaya indikçe,    

     ben sana sarılınca keşfediyorum kollarımı; ışık

     gerekmez bana gayri gözlerin var ya. Görüp de

     dokunamadığım gözaydınlığı, sırtının vadisinde

     yittiğim yıldız bahçesi. Dağ başlarında yanan

     çoban ateşleri neyse işte o bende olmayan şeydi.

     Hiçbir yer benzemiyor başka yerlere, her eğri

     herkesin kendi tuğrası!..

 

 

    Bir iç çekiş kadardı aramızdaki boşluk, hoşluk

     kederime dokunan rüzgârın eli. Gevrek bir

     Eskişehir simidi gibi sıcaktı gülüşün, üstünde

     sabahın buğusu ve kapısı aralık bir dil sürçmesi

     aramızdaki yakınlık duygusu!.. Ömrün her anı

     her zaman daha bir şahbaz akıyor seninle

     ve geçtiğin sokaklar. Akşam senin yokluğun

     ki, buluşmalar kekeme!..

 

    Geceye küs değilim, hani ne diyordu şairin biri:

     “Gecenin bin bir gözü var / Gündüzünse bir”

     bence de: Sevgilisi kırlangıç olanın vay haline!

     Haberi yok kimselerin yaşam bir iç kanamadır,

     dünya hiçliğin uğultusu; yazgının boynu bükük 

     ve ömür hüznün merkezine süren yolculuk.

     Yakınlık ve uzaklık duygusunu yitirenler için

     mevsimler güz ikindisi!..

 

       (Temmuz 2005)

 

 

HÜSEYİN ATABAŞ

Estetik sözcüğü, günlük yaşamda aşağı yukarı güzellik ve yakışmışlık kavramları ile eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Bu anlayış doğrultusunda, “Çok estetik olmuş değil mi? Estetik açıdan doğrusu ben yetkin buldum”  gibi birçok örnek vermek olanaklıdır. Bu doğrultudaki kullanımı sanırız iki neden ya da gereksinim besliyor. Bunlardan birincisi, güzel yerine daha akademik bir kavramı kullanma gereksinimi; ikincisi de estetik sözcüğünü güzel sözcüğünün karşılığı olarak algılamak / anlamak … Ancak yazınsal sanatlar söz konusu olduğunda, konumuza giren estetik algılamayı bilimsel bir disiplinden daha farklı bir içeriğe oturtmamız gerekiyor. Yani burada konumuz şiir estetiği olduğuna göre, estetiği günlük dildeki kullanılış anlamından ayırmamız gerekecek. Böylece elde edeceğimiz doğru algılamayla estetik sözcüğünü sanatsal olarak bir beğeni düzeyi oluşturma, beğeni anlayışı olgusu olarak anlamamız sanırız doğru olur. Ama doğru anlamak estetiğin (estetik biliminin) ortaya çıkış nedenlerine ve anlamına değinmek de yerinde olacaktır.  

Sözcük anlamı olarak estetik, Grekçe aisthesis ya da aisthanesthai sözünden türemiştir. Bu sözcüklerin sözlük anlamı; duymak ve algılamaktır. Böylece sözcük kökü bakımından estetik, sadece duyarlık ve algının incelenmesini akla getirir; yani estetik bir algılama biçimidir. Ne denli ilgisi olduğunu bilmiyorum ama, Arapçada da “şir” sözcüğü de fiil olarak “şara”, yani “bilmek”, “anlamak”, “algılamak” anlamlarına gelir. Öte yandan yaklaşık ikiyüz elli yıldan bu yana estetik bilimi; beğeni yargısını, özellikle de güzel karşısındaki beğeni yargısıyla ilgili olan sorunları ele almaktadır. “Estetik, bu anlamda, duyulur algının, duyusallığın sağladığı bilgi ile ilgili bir bilim olarak düşünülüyor. Sözcüğün kökeninde bulunan bu duyusallık, estetik dediğimiz bilimin adının dışında da bu sözcüğün yaşadığını gösterir. Günümüz tıp terminolojisinde rastladığımız ‘anesthesi total’ ya da ‘anesthesi lokal’ terimleri bunun somut örnekleridir.” (İsmail Tunalı, Estetik 1998)

Peki duyarlıktan, beğeni yargısına doğru bu değişimin temelinde yatan nedir ya da bu değişimdeki bağlantıyı nasıl ele almalıyız? Böyle bir bilimin tanımlanmasını ve sınırlarının çizilmesini Alexander G. Baumgarten (1714-62), ilk kez 1750-58 yıllarında yayınladığı “Aesthetica” adlı kitabında ortaya koymuştu. (Sanat Teorisi Internet Sitesi / ‘Estetik’i Doğru Anlamak Üzerine, 28 Eylül 2006) “Aesthetica’nın daha ilk sözlerinde Baumgarten, estetik’i şöyle tanımlar: “Özgür sanatlar teorisi, aşağı bilgi teorisi, güzel üzerine düşünme ve akla benzer bir yeti bilimi. Estetik, duyusal bilginin bilimidir. Böyle bir betimlemede ilk kez olarak, estetik adını verdiğimiz bilimin bir tanımıyla karşılaşıyoruz. Gerçi bu tanım, çok yanlı bir tanımdır. Ama estetik’i belirlemek isteyen bütün bu farklı elemanlar, bir temel belirleyici motive geri götürebilir; bu temel belirleyici motiv, cognitio sensitiva’dır, yani duyusal bilgidir.   

*  *  *

Bunları böylece ve kısaca anımsadıktan sonra, şimdi de gelelim doğrudan şiirde dünden bugüne estetik anlayışlara: Şiirde yaygın estetik anlayış; anlam, ahenk, ses, söyleyiş inceliği ve bütünlüğü oluşturma işidir. Bilal Kemikli’nin “Dost İlinden Gelen Ses”  (Tasavvuf Kitabevi, Ocak 2007) adlı kitabında anlattığına göre bizde şiir; eskilerin bakışı ile, ilâhî ilhâm  esintileri (esin) ve sübhânî feyz havalarının eseridir. Onlara göre, dili cennetin anahtarı olan şâirlerin içlerindeki denizlerden düşünce kabarcıkları ile kenara çıkan irfân cevherleri, mârifet (beceri) ve mânâ (anlam) incileri, ilâhî sır ve vâridât (içdoğuşlar) hazînelerinde toplanarak şiir biçimini alır. Şâirler, Ezelî Yaratıcı (Tanrı)’nın övücüleri ve Mutlak Güzellik’in sırlarının buluşçularıdir. Şâir, câmid (donuk) olan sözcük ve söylemlere kendi rûhundan üfleyerek cân bağışlar (verir). Aslında bu söylenenler, şiirin dilin gizil güzü (dildeki potansiyel) olduğundan başka bir şey değildir. Böylece ortaya çıkan ürün / şiir, beğeniye seslenen ve duymak ve algılamak” sözcüklerinden gelen güzelduyusal (estetik) verim, şairin ruhundan üfleme işi de şiirin tekniği olarak ortaya çıkıyor!...

Bu durum, şiiri ve şairi metafizik düzlemde kutsalla ilişkilendirerek, Şuara Suresi’ndeki lanetlenme düzleminden kurtarma çabasıdır. Bu da tasavvufun şiir ve estetik boyutunu / anlayışını sergiler. Bu biçimde sergilenen şiir ise “vadilerde sersemce dalaşan”, “yalan söyleyen” şairlerin değil, makbul (kurulu düzeni savunan) şairlerin ve şiirlerinin nasıl olması gerektiğinin estetiğidir… Oysa konusu insan ilişkileri olan sanatın sözlü anlatım ürünlerinden biri olan şiir kurulu düzene karşıdır; yani bu anlamda bir karşıdil, estetik olarak da bir üst dil verimidir şiir.

*  *  *

Günümüze gelindiğinde ise estetik sözcüğü ile her yaratının; bu arada şiirin olması gereken kendine özgü “hava”sı anlatılmak istenir. Evet, günümüzde her sanat yapıtının, hatta her sanayi ürününün bir görünüşü, öteki şeylerden farklı bir yapısı ve albenisi olmalıdır. Söz konuşu şiir olduğunda¸metin üzerinde çalışarak elde edilen bu varsıl görünüm, felsefe başta olmak üzere, birçok bilimsel ve sanatsal verinin katkısıyla ortaya çıkarılır. Bu “hava”yı elde etmek için, şiire giren (alınan) ve girmeyen (alınmayan) sözcüklerin bir araya getirilmesi kendine özgü bir çalışmayı gerektirir. Değinildiği gibi, bu çalışmayı yapıp ortaya estetik özellikleri olan bir metin çıkarmak için özellikle anadilinin özellikleri üzerine, çok geniş bir bilgi ve ekinsel birikime sahip olmak gerekir. Bu birikimle ortaya konulan ve “hoşa giden” ya da empati ile algılanan şeyin nasıl olacağının hiçbir önemi yoktur. Hatta o “şeyin” neye benzediğinin, benzeyip benzememesinin gerekliliği üzerinde düşünmek gereksizdir! Şiirin özgünlüğü de böyle bir anlayışın, sanatsal bir disiplinin/birikimin ya da birikimsizliğin değil ama disiplinsizliğin (!) sonucunda ortaya çıkar.

Ortaya konulan ve kendine özgü (estetik, sanatsal) özellikleri olan o ürün, eskiden vezin (ölçü), kafiye (uyak), mecaz, teşbih (benzetme) gibi birçok bilinen / bilinmeyen, ama uyulması gereken biçimselliklerle oluştururdu. Örneğin; “sözcükleri gerçek anlamlarının dışında kullanma sanatı demek olan mecaz (eğretileme, metafor) sözcüğü dün de önemsenirdi, bugün de önemlidir şiirde. Yunancada, “bir anlamı ötekine gönderme” demek olan mecaz, sözcük ve düşünce mecazları olmak üzere ikiye ayrılır. Sözcük mecazında bir sözcük gerçek anlamı dışında, düşünce mecazında ise herhangi bir görüş kendi anlamının dışında bir amaçla kullanılır. Günümüz şiirinde de önem taşıyan mecaz sanatını acaba kaç şair biliyor. Ama mecaz şiirdeki hakimiyetlerden birini hâlâ barındırmaya devam ediyor, bilenler olsa da olmasa da. Şunu söylemek istiyorum ki, günümüz de şiiri oluşturan teknikler ne yazık ki gereği gibi önemsenmiyor. Oysa geçmişte şiirde teknik söz konusu edildiğinde, şiire özgü sanatların hünerle kullanılması anlaşılırdı.

Şunu söylemek istiyorum ki; tüm bunlara karşın yine de sanat yapıtını / şiiri ortaya çıkarabilecek elle tutulur, belirgin biçimler ya da yöntemler yoktur. Ama estetik denilen şey her yapıtta kaçınılmaz olarak bulunmalıdır. Çünkü şiir mimari bir dil yapısıdır. O nedenle estetiğin nasıl bir şey olduğunu, günümüzün yetkin şairlerinden olan Mehmet Taner’in kusursuz bir yapıya sahip olan bir şiirini okuyarak anlamaya / algılamaya çalışalım:

 

NİSAN ŞİİRİ

 
Seviyorum yıldızları, saçlarını, suyunu pınarların 
Serin ilkbahar gecelerini. 
Dar ağzını, ince alnını, elmacık kemiklerini, 
Bacaklarını, uzun. 
Gözlerini, çekik. Ilık göğsünü. 
Bir yaz gecesi sevdası olan rengini yüzünün... 
  
Gel bağlara gidelim seninle bir bağbozumu vaktinde! 
Parıldayıp gidince dere kavakların önünden 
Savrulunca üzüm, tatlı ışığında lâmbaların 
Güz, ufak tepelerin ardında görününce 
Orda bana bir türlü anlatamadığın sesleri söyle 
Bırakılmış bir acıyla dolu şarkılar söyle... 
  
Düş sona eriyor, bir güzün son günleriyle birlikte 
Hele tozlu yollarda, uzaklardan gelen işçiler de 
yitip gidince 
Kavun kabukları ezilip, azalınca karıncalar 
İçimizde, yıldızların ânı zorlayan vakte kadar 
Bir hüzün 
Bir yalnızlık, bağevinin açık kapısı önünde 
  
Bütün kış bıçak gibi bir acı 
Gözlerin, çekik.”
 
Görüldüğü gibi bu şiirin de, herhangi bir kurala bağlı olmayan ama kendine özgü en azından bir ahengi / albenisi, bir “havası” var yine de. Buradaki (şiirdeki/şiirlerdeki) kullanışta “albeni” sözcüğüne “iticilik” anlamı vermek de olanaklıdır! Yani estetik denilen şey her zaman albenisi olan demek değil, belki “estetik iticiliği(!)” de olan şeydir günümüzde!.. 
*  *  *
Tüm bu anlatılmaya çalışılanları ortaya çıkarmak ise bir beceriyi, bir emek vermeyi, bir çalışmayı gerektirecektir kaçınılmaz olarak. İşte bu teknik çalışmayı yaparken de sözcükleri bir yerlerde ısıtmak, sonra da örse yatırıp onlara biçim vermek, kaynakla(!) muhkemce birbirine tutuşturmak gerekir. Ancak dünyada şiirin tekniğini öğretebilecek bir okul yoktur. Öte yandan şiirin teknik bilgileri az çok bellidir, ama o bilgileri bilmek her zaman ortaya “şiir” denilen estetik dilsel bir yapıyı koymayı sağlamaz.  

Her şeyden önce şunu bilmek gerekir ki; Martin Heidegger’in de dediği gibi; şiirde teknik, yalnızca bir araç değil, her şeyden önce bir açığa çıkartma çabasıdır. Yunanca kökenli teknik (tekhne); yalnızca zanaatsal edim ile becerinin adı değil, aynı zamanda yüksek sanat ile güzel sanatların da adıdır ve varlığa getirme’ye aittir, poiesis (şiir)’e aittir ve şairane bir şeydir. (Teknik ve Dönüşüm, Çev: Necati Aça,) Bu bağlamda şiirde estetik ile teknik birbirleriyle çok ilişkili olup biri ötekini seçikleştiren bir sonuçtur. Yani sanat yapıtını, burada elbette şiiri “yakışmışlık” durumuna getirmek için gösterilen çaba (teknik) ile elde edilen sonuç birbirileriyle örtüşen ilişkilerdir. Çünkü o çaba, yani o teknik çaba gösterilmeden, bir beğeni düzeyi yakalama işi olan sanatsal nitelikli ürün elde edilemezdi. Yine Heiddeger’e göre;Dil’de görünen haliyle şiir, başka bir göndermeler kümesi içine yerleştirilmiş ve o değerler kümesi tarafından manipüle edilmiş bir tekniktir.” (Agy)

Demek ki şiirde teknik, yalnızca bir araç değil, bir açığa çıkartma biçimidir. Bu noktaya dikkat ettiğimizde, tekniğin özüne ilişkin bambaşka bir alan seriliyor önümüze. O da açığa çıkarmanın, yani gerçekliğin alanıdır.

 

[email protected]

ŞİMDİ BÜTÜN SEVİNÇLER

     Aşklar öyküleriyle güzeldi eskiden, şimdi

     her aşk bir öykü arıyor kendine;

     ah benim umarı bulunmayan umarsızlığım!

     Kadının biri ısınma umuduyla dolaştırıyor

     koynunda ellerini, adam apış arasında

     arıyor güneşli günleri. Çile yurdu ömrüm

     benim, komşudan soruyor adresini!...

 

     Hüsn ile Nesli, Aragon ile Elsa: Ve gözleri

     şehla aşkımız olmasaydı on para etmezdi

     bu bendeki iyilik. Kuşlar kaçıverdiğinde

     kentlerden  -açları doyuramasam bile-

     cıvıltılarını toplayıp getiriyorum geriye.

     Duvarın önündeki gözleri bağlı adamım,

     dilimde sevda türküleri.

 

    Biliyorum, yalnızlığa umar değildir söz,

     her gün biraz daha alışıyorum kendime;

     soluduğunu duyuyorum dünyanın. Kadınlar

     ki, yeni sürülmüş toprak kokuyor tenleri.

     Eski aşklara çağdaş öyküler yazıyorum

     ve habire damarına giriyorum mermerin

     sevda ile keski ile murç ile...

 

     Kışı böyle böyle geçirdim ve sıkıntıları

     doldurdum ceplerime... ‘Yürü ya kulum’

     sözüyle başladığını öğrendik devinim

     tarihinin, utanç kılavuzumuzdu! Sarısabır

     çiçekleri daha da sarardı yol boyunca

     kayıverdi çocukların cebinden bilyeler,

     şimdi bütün sevinçler cüce!..

 

      (Temmuz 2005)

UY AMAN

I

O, mavi tanrıçasıydı Karadeniz’in,

ben gencecik bir kemençe ozanı;

tanrıça maviye doğal yapıdan akıp gelen

           yeşil dağ imgesi!..

Hem o, hem ben deniz içre yaşıyorduk da

                   sözlüğünü bilmiyorduk denizlerin

ki, yorumunu yapalım kıyı günlerinin.

Ne dalyan bekçisi,

                ne orman korucusu

bilmezlerdi birleştiğini yasak yerlerimizin.

Şiirde kullanıla kullanıla aşınan tanyeri imgesi

bilmezdi aşınmamış tanyerlerinin de olduğunu,

sarı ayva tüylerinin gölgesinde

kendiliğinden bir şeylerin kurulduğunu.

 

Dağ köylerinden odun yüklü kızlar gelirdi

bizim çarşıya, desem

ve birbirine değerdi terli yerleri;

                        ve bir talihsizlik sonucu

okusa bu şiiri züppenin biri

garip bir imge olarak varsayabilir

                                  odun yüklü kızları.

Oysa onlar mavi tanrıçalarıydı Karadeniz’in,

ben gencecik bir kemençe ozanıyım;

uy aman!..

 

II

Onlar mavi tanrıçalarıydı Karadeniz’in,

ben gencecik bir keneçe ozanıyım ya

sorarım işte:

Önce dağlar mı uyanır Karadeniz’de

yoksa sular mı,

önce kar mı yağar yollara

yoksa çocuklar mı?..

Ve şiirin sosyolojisinde yeri var mıdır bunların,

düşünmedim desem yalan söylerim!..

 

Yeni abc’si ile halk dilinin

                    okur-yazar bir çocuk

neden okula gitmez diye düşündüm düşünmesine.

Kuş dili ile, karınca dili ile,

yeşilin ve mavinin dili ile konuşan çocuklar

everensel bir dile nasıl konuşacaklar;

düşünüyorum hâlâ!..

 

Ve soruyorum bütün bunları

doğaçlama söyleyen kemençe ozanı hemşerime;

kulağını bükerek kemençenin diyor ki bana:

Koç koyun meler gelir

Dağları deler gelir

Bekâr kızlar uyurken

Aklına neler gelir.

Anlaşılan uçkuru düğüm tutmuyor ki hemşerimin

sorumu yanıtlasın,

alsın da eline dut dalından kemençesini

köy köy dolaşsın da hemşerim

halkıma evrensel dille nasıl konuşulacağını

onlara onların diliyle anlatsın;

 uy aman da uy aman!..

 

III

O, mavi tanrıçasıdır Karadeniz’in

ben gencecik bir kemençe ozanı olsam ne yazar

demeye dilim varmıyor;

kemençem hak korosunda yerini aldığı zaman

elbette çok yazar uy aman,

uy aman da uy aman!..

 

(Yanarca, 1979)

ŞİİRLERDE KARADENİZ - TRABZON DUYARLIĞI

  Divan şiiri geleneğimizde “şehrengiz” diye bir şiir türü var, bilirsiniz. Şehrengiz, “Şehrin güzelleri ve güzellikleri üzerine yazılan şiir” demektir. Bizde İstanbul, Bursa, Balkan kentleri ve daha başka yerler üzerine de yazılmış çokça şehrengiz var. Kentler üzerine şiir yazma geleneği çeşitlenerek ve zenginleşerek çağdaş şiirimizde de sürmektedir. Ben burada şehrengizler üzerinde duracak değilim. Ama o geleneğin süreği olarak çağdaş şiirimizde Trabzon üzerine yazılan birkaç örnekle, hem “Bir kent için niçin şiir yazılır?” sorusunu yanıtlamaya hem de “Şiirlerdeki Karadeniz ve Trabzon Duyarlığı”nı irdelemeye çalışacağım.

Önce, “Bir kent için neden şiir yazılır ya da bir yer, bir kent hangi nedenlerle şiirlere konu olşturur?” sorusuna yanıtlar arayalım:

 

1-           Bir yer ya da kent, moda deyimle söyleyecek olursak, nostaljik değerleri ve onların anımsattıkları nedeniyle,

2-           Bir yer; tarihe iz bırakan olay ya da olayların mekânı olduğu için,

3-           Bir yer; insan yapısı, doğası, coğrafi özellikleri, ekonomik durumu, folklorik değerleri, kültürel ve tarihî önemi için şiirlere konu olur. Bu bağlamda, Ceyhun Atuf Kansu’nun “Denizler” şiirinin “Denize Karşı İnsan” bölümünü örnek olarak verebiliriz:

 

Denize Karşı İnsan

 

Karadeniz dediğin deniz değil insan

Gelir vurur Akçaabat pazarına.

Güneşe bırakılmış balık ağlariyle

Kayıklariyle kumlara çekilmiş

Denize karşı insan!

Kalabalık, güzel, çalışkan,

İner çam direkli gemilerle.

 

Karadeniz dediğin mavi değil yeşil,

Çocuk dudaklarını yakan incir,

Yaprak tütün boyatmış mısır yeşil,

Dağ taş karanlık fındık yeşil,

Yeşil oğlu yeşil, Tanrı torunu yeşil.

 

Deniz gelmiş Akçaabat’ta durmuş,

Kimin için bu deniz?

Ağlarımız, bir yıldız düşmüş içine,

Düşmüş çoluk çocuk peşine,

Fındık dallarını aralayıp baktığımız

Oh – dediğimiz!

Yırtık ağlarımızdan can balığını yitirdiğimiz

Bizim için bu deniz.

 

Tirebolu’da demirciler örse vursa

Akçaabat denizinden duyulur.

Çarşılarda bakır dövse bakırcılar

Denizler kızarır gün batarken.

Bir kız peştamal dolasa beline, fındık dalı beline,

Köylüler konuşsa noter kapısı önünde,

Bir terzi ceket dikse iğnesinin türküsü

Duyulur Akçaabat denizinde.

 

Bir adam çıksa ses etse

Sesi gelir buralara kadar.

Akçaabat denizinde bir ağ çekilir,

Sesi çıkar şu dağlara dağlara,

Horon havasiyle, elele ölüme karşı,

Yürür denize karşı insanlar.

 

1-                  Bir yer; bir savaşın geçtiği mekân olarak, bir utkuyu koynunda büyüttüğü ya da dramatik bir olaya, bir yenilgiye sahne olduğu için şiirlere  girebilir. Örneğin Homeros’un “İlyada” ve “Odesia” destanlarına birçok yerin, özellikle de İda Dağı’nın girdiği gibi.

2-                  Bir yer; sahip olduğu imgesel ve simgesel değerler için, yarattığı toplumsal imge ve insan ilişkileri nedeniyle,

3-                  Bir yer; bizi sarıp sarmalayarak, anne sıcaklığıyla kucağında büyüttüğü için de şiirlere girebilir. Örneğin, Nâzım Hikmet’in şu iki dizede sölediği gibi:

 

“iki şey var ancak ölümle unutulur,

anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü”

 

Bu neden ve niçinleri çoğaltmak kuşkusuz olanaklıdır. Ama benim burada üzerinde duracağım, şiirlerdeki Trabzon ve Karadeniz duyarlılığı bağlamında bu kadarı yeterli olacaktır sanırım… Aslında Trabzon, doğal bir kentsel gelişime, birikime sahip olması nedeniyle daha çok şiire konu olmalıydı, oysa olamadı. Çünkü Trabzon bakırcılık gibi, kuyumculuk gibi el sanatlarının ve dar alanlarda yapılan tarımsal üretim olanakları dışında sanayisi olmayan, kendi denizi ve kendi yağı ile kavrulan kapalı ekonomiye sahip bir yerleşim birimi olarak, Cumhuriyet döneminde gerektiği gibi gelişemedi. Son zamanlarda da rant uğruna, kentsel gelişmeden çok bir beton imparatorluğuna teslim edildi ve ediliyor. Trabzon yine de tarihinin, kültürel köklerinin sağlamlığı, folklorik değerlerinin zenginliği nedeniyle pek çok sanatçı, aydın, politikacı ve bilim insanı yetiştirdi. Ancak, ekonomik olanaklarının sınırlılığı nedeniyle, onları ülkenin çeşitli yerlerine dağıttı. Ama böyle bir kültür göçü olması da iyiydi, çünkü Trabzon toprağından yetişen insanlardan ülkenin tümü  yararlandı. Güzel olan o ki; gidenler bu toprağı hiç unutmadılar, ondan hep beslendiler, hâlâ da besleniyorlar.

 

Söylediklerimden anlaşılacağını umuyorum ki, Trabzon daha fazla sanatçıyı kültürel ve ekonomik bağlamda barındıracak yeterliliğe, donanıma kavuşamadı. Hakkında benim düşündüğüm kadar şiir yazılmamış olmasının asıl nedeni budur sanırım. Ama yine de, Trabzon’u yazdıklarına/söylediklerine doğrudan ya da dolaylı olarak konu edinmiş epey şair, izleği Karadeniz/Trabzon olan azımsanmayacak sayıda şiir var.

Ben burada, havasına Karadeniz/Trabzon duyarlığı sinmiş olan şiirler konusuna, bu yörenin doğasını ve insanının doğallığını, hamasi söylemi aşarak işlemiş olan bir halk adamı, bir Halk şairi olan Baba Salim (Öğütçen)’den ve onun “Hamsiye Merhaba”sından söz ederek başlamak istiyorum: “Hamsiye Merhaba” 24 dörtlükten, yani 96 dizeden oluşan, tümüyle gerçeklikleri dile getiren bir manzum anlatımdır. Hamsinin yöre için ekonomik değerini, avlanmasının zorluklarını, sağlık açısından değerini, pişirme yöntemlerini, hamsi yemeği çeşitlerini; Karadeniz insanının kendisiyle dalga geçme cesaretini de savsaklamayan ironik bir dille anlatıyor. Bu manzum anlatımın:

 

Hamsi çıkmadı yazık

O idi bize azık

Ne yapalım uşaklar

Onsuz yaşayamazuk

 

biçimindeki üçüncü dörtlüğünde, Trabzonlunun ağız özellikleri ile hamsinin Karadeniz insanı için ne denli değerli olduğunu dile getirirken, Karadeniz insanına özgü geniş yürekliliği de sezinletiyor bize.

 

Buradan devamla; Baba Salim’in, Bedri Rahmi’nin, Yaşar Miraç’ın, hatta Trabzon’da uzun yıllar yaşamış, Trabzon’u yurt edinmiş İlhan Demiraslan’ın, Karadeniz eniştesi olan ve yöreyi çok iyi gözlemlediği anlaşılan Ceyhun Atuf Kansu ile Trabzonlu olan/olmayan daha başka şairlerin şiirlerini  okurken; “Şair/yazar coğrafyaya değil, kültüre yani dile doğar” görüşünün gerçeği tam yansıtmadığını düşünüyorum. Çünkü şair ve yazar belli bir kültüre, ekonomiye olduğu kadar, belli bir coğrafyaya da doğar. Bunu böylece belirttikten sonra, Baba Salim konusunu, “Hamsiye Merhaba” manzum anlatımının son dörtlüğü ile bitirmek istiyorum:

Ola bırak şakayı

Durma yüzdür takayı

Hamsi burun başında

Şimşek gibi çakayı.

*  *  *

Şimdi de; Trabzon üzerine yazılmış, Trabzon’u en özgün biçimde anlattığını düşündüğüm, Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun, sanırım hepinizin bildiği, “Trabzon Deyince” şiirini söz konusu edeceğim. Ama bu şiir üzerine bir iki şey söylemeden önce, şiirin tümünü sizlerle paylaşmak istiyorum. Ben her okuduğumda yeni tatlar alırım bu şiirden, sanıyorum sizin için de öyledir:

 

Trabzon Deyince

 

Trabzon deyince aklıma bir salkım kareymiş gelir

İçin için kandil kandil ballanır

Kandiller içinde bir kandil yanar

Bir kız deli gibi koşmaya başlar

Yanaklarında Amoftaların alı

Dudaklarında kareymişlerin moru

Göğsünde… elinin körü

 

Trabzon deyince aklıma Soğuksu gelir

Soğuksu deyince bir dizi kareymiş ağacı

Kareymişlerin altında biri kız biri oğlan iki çocuk

Ne çocuğu iki belâ iki hışım

Nefesim kesilinceye kadar kovalamışım

Düştüm düşmesine 45’ten 30’u

15 yaşındayım

 

Trabzon deyince aklıma Kemerkaya gelir

Kayanın dibinde bir kız soyunur

Bir sarışın şimşektir çakar kamaşır gözlerim

Bir saniye bile sürmez olup biten

Ama kaya yarılmıştır çoktan derinlemesine

Orta yerinden

Bir suret

Bir çırılçıplak aydınlık

Ölesiye saplanıp kalmıştır artık

Kayanın dibinde bir kız soyunur

Doya doya bakamaz Mernuş utanır

Şimdi durmuş kötü kötü düşünür

 

Tam otuz bir sene geçmiş aradan

Bir ses gelir çın çın öten kayadan

Yaptığın işlerden utanma

Yapmadıklarından utan

Tam otuz bir sene geçmiş aradan

Bir kız çırılçıplak atlar kayadan

Sen bir bahçıvan ol ben bir gül olam

Uzat ak ellerin der beni beni

Uzat ak ellerin gel dile diye

Bir ses gelir cehennemin dibinden

Geçti Bor’un pazarı

Sür eşeği Niğde’ye

 

 

Trabzon deyince aklıma Faroz gelir

Kara kara kazanlar hatırlarım dizi dizi

Kurşun gibi ağır bir balıkyağı kokusu

Kırar kolunuzu kanadınızı

Hantal bir bulut güçbelâ havalanır

Bulutun içinde yüzlerce Yunus ağır ağır

Yarım kalmış bir deniz türküsünü

Deniz gibi yeşilini katran morunu

Gök mavisine katmaktadır

Sonra ağırbaşlı zinosların bembeyaz uğultusu

Dünyanın bütün denizleri de yetim yapayalnız

Dünyanın her yerinde beyaz, sessiz, sevimli

Martıya zinos derdik değil mi?

                                                                                 

Görüleceği gibi bu iki kanallı bir şiir. Birinci kanalda; Trabzon’un simgeleri sayılabilecek “kareymiş”, “amofta” gibi meyvelerden, balık ve balıkyağı gibi deniz ürünlerinden ve Trabzon’un semtlerinden, insanlarından, denizinin, bulutlu gökyüzünün görünümünden, “zinos” kuşunun ağırbaşlılığından söz edilerek, bir “yöre havası” oluşturuluyor… Şiirin ikinci kanalında da masalsı bir öyküye yer verilerek, şiire, Karadeniz insanının yabancısı olmadığı dramatik bir hava kazandırılıyor. Aslında bu öykü ile Karadeniz’in kapalı bir topluma özgü insan özellikleri sergileniyor. Şair ayrıca, “kandil kandil ballanır”, “sarışın şimşek”, “çırılçıplak aydınlık”, “zinosların bembeyaz uğultusu” gibi imgelerle şiirin sanatsal gücünü destekliyor.

 

Böylece ortaya sanatsal gücü yetkin olduğu kadar, “Trabzon havası”nı vermede özgün bir şiir çıkıyor ortaya. Bedri Rahmi daha başka şiirlerinde, ad vermeden de olsa, “Karadeniz duyarlığı”nı hep solutur bize. Örneğin “Sitem” şiiri öyle şiirlerden biridir. Ancak bu, Bedri Rahmi’nin yerel ve yöresel bir şair olduğu izlenimini yaratmamalı. O, ülkemizin başka yörelerini, başka yerlerini, başka kültürlerini de verir bize şiirlerinde… Bu arada şunu da hemen söylemeliyim ki, Bedri Rahmi’nin “Trabzon Deyince” şiirinde olduğu gibi, başka şairlerin şiirlerinde de benim gördüğüm bir özellik var: Şiirler Trabzon’u zenginleştirdiği kadar, Trabzon da kendine özgü  havası ve güzellikleriyle şiire zengin duyarlıklar katıyor.

 

*  *  *

İlhan Demiraslan’ın ölümünden yaklaşık 20 yıl sonra yayımlanan “Acının Uçları” kitabındaki hemen tüm şiirlerde “Karadeniz ya da deniz izleği” sürüp gider. Başlığından başka Trabzon adının geçmediği “Trabzon’da Son Argonot” şiirinde, hatta deniz sözcüğünün bile geçmediği “Tabut” başlıklı şiirde denizi ve karasıyla Trabzon iklimini buluruz:

 

Küf kokar bütün anılar zamanla

Düşüncede gerçekleşmeyen umut

 

Ninelerden kalma sandıklardaki

Maviyle bezenmiş elişi bulut

…………

Ekşi nar ağaçları bademler ve

Bahçelerde kurumuş bir kara dut

 

 

dizelerini örnek olarak verirsem, umarım meramımı anlatabilirim.

 

*  *  *

 

Karadeniz’in doğası şairin dilinin kemiğini eritir, söylemine de yeni tatlar katar… Örneğin Ceyhun Atuf Kansu, eski Trabzon konaklarına baktıkça yurt güzellikleri ile birlikte sömürünün yerel yüzünü de görür ve gösterir okuruna:

 

Eski Trabzon Konakları

 

Yan gelmiş oturmuş Trabzon beyleri

Hatmi çiçekleri serin bahçelerde.

Havuzlarda karpuzu orta yerinden çatlatan su

Hovarda akşamlardan kalma rakı kokusu.

Can sıkıntısından iplik iplik eğirir denizi,

Tebriz işi minderlerde,

Gözleri baygın hanım sultanlar!

 

Yan gelmiş oturmuş fındık beyleri,

Halı olmuş genç kızların emeği,

İner gelir ince saz Trabzon akşamları,

Şıkırdar kadınların altın bilezikleri,

Gözleriyle sularlar o güzelim bahçeleri,

Akşam sefaları gibi açar çocuklar.

 

Çevrili duvarlar ortasında Rum dilberleri,

Penelope’nin ortakları,

Çıkıp balkonlardan gözlerler gemileri

Altınları, üzümleri, deniz dokuması ipeklileri,

Beklerler soygunlardan dönen hovardaları

Gül topuklardan öpecek boğalar soyunu,

Türkülerle açarlar o sıcak döşekleri.                                                                         

 

Bu şiirin bizi çıkardığı tarihsel yolculuk nedeniyle, Kansu’nun “Yurdumdan” kitabının “Denizler” başlıklı bölümünü okuduğumuzda, “Şair coğrafyaya da doğar” görüşüm sanırım bir kez daha haklılık kazanır… Şiirin son bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum:

 

Trabzon Ağıdı

 

Kalkmış güzelim sabaha açmış penceresini

Dalga köpüğü Trabzon evlerinden biri,

Silkelemiş düşlerini pencereden,

Bakmış evinin ayak ucunda

İnce bir örtü mavi deniz.

 

 Yeniden çalsam mı o kapıyı?

Duvarlarından at kestaneleri taşan,

Erik ağacı bıraktığım gibi,

Altında oturduğumuz, konuştuğumuz günden,

Deniz o günden kalma lâcivert.

 

Gezdim dolaştım o eski yerleri,

Gözlerinin güneşinde ısınmış o bahçeler.

Diri, taze barbunyalar, öğle yemekleri,

Bir daha kurulmayacak olan sofra,

Rüzgârlar almış götürmüş örtüsünü.

 

Dört bir çevrem deniz,

Anılar adasına nerden düştüm?

Çocuklarım kumsallarda yalınayak,

Karpuz getirmişler Tekirdağ’dan,

Haydarpaşa rıhtımında mavnalar.

 

Döndüm rakı içtim ince saz ile,

Güneş yemişleri toplayan çocuklarımdan uzak.

Uzaklarda güzel kadınlarımız

Çekildi mi sıcaklıkları başlarımızın altından

Dağ başıdır, soğur yaşamamız.

 

Nerde o katıksız mutluluk,

O dolup dolup boşalmazlığı denizin,

Suların Trabzon’dan İstanbul’a aktığı saatlerde.

Bizler de akıp gitmişiz ama güzelim,

Biz nerde? Hani aşkımız? Deniz nerde?

 

Şiirdeki, “Gözlerinin güneşinde ısınmış o bahçeler” dizesini, Karadeniz’den başka bir yer söyletemezdi şaire gibi geliyor bana. Çünkü Karadeniz’in bin bir yeşille donanmış doğası, çisem çisem serin havası ve Karadenizlinin gözlerinin mavisi bir araya gelmeden bu dize söylenebilir mi? Kuşkusuz söyleyen çok önemli, ama ne derler;“söyleyene değil söyletene bak!..”

Benzer nedenlere dayandıracak olursak, Yaşar Miraç’tan başka bir şair “Karadeniz hırçın kız” benzetmesini yapamaz kolay kolay! Gerçi dünyanın başka yerlerinde Karadeniz gibi başka hırçın denizler olabilir. Ama böyle bir dizeyi söyleyebilmek için, Karadeniz Bölgesi koşullarının yoğurduğu “hırçın bir şair” de olunması gerekmez mi? Karadeniz’in dalgaları ile Karadeniz kızının o sevimli deli doluluğunu örtüştürecek bir şair söyleyebilir ancak şu dizeleri:

karadeniz

hırçın kız

 

     al bizi kollarına

     çalkala dalga dalga

 

köpük köpük

yakamoz

 

     ayça dudaklarına

     değsin dudaklarımız

 

kemençeler çalarken

    

      ver elini

      coşalım

 

çakıllar kumlar üzre

 

       bi horon

       tutuşalım

 

Şair denize mi sesleniyor, kıza mı? Sanırım her ikisine de; çünkü Karadeniz’in insanı deniz, denizi insandır. Hatta Cahit Külebi’ye benzeterek söylersek; Karadeniz’in denizi kız, kızı da denizdir… Şu güzelim dizeleri de Karadenizli/Trabzonlu bir şairden başkasının söylemesi olanaklı görünmüyon bana:

 

kemençe bibil olsa

telleri zibil olsa

her çalışta dökülür

 

kemençe olmaz ceviz

gelin sanır kaynana

duyar sesini tiz tiz

 

bir kemençe ki çamdan

çalarken çıra çıra

tutuşur yanar gamdan

 

 İnsanın gamlı, kederli halini çam ağacından yapılmış bir kemençeden daha yetkin, daha şiirsel olarak hangi eğretileme ile anlatabilirsiniz? Doğal ki burada asıl övgü çıra çıra yanan kemençe sesinedir.

*  *  *

Şimdi de, hoşgörünüze güvenerek, kendi şiirimden söz etmek istiyorum. Ama önce buna neden gerek duyduğumu söyleyeyim: Çünkü ömrünün ilk 14 ve lise öğreniminin iki yılını Trabzon’da yaşamış biri olarak, benim kimi şiirlerime de sanırım “Karadeniz/Trabzon  duyarlığı” sinmiştir. Ancak yıllıklarda, kitaplarda, ansiklopedilerde bu bağlamda benim bir tek “Uy Aman!..” başlıklı şiirimden söz edilir. Ki, o da Yaşar Miraç’ın söylemiyle “Karadeniz şiiri” değil, “Hüseyin Atabaş’ın aydın ukalalığı”nın bir ürünüdür! Neyse, bunu geçelim… Dört bölümlük “Süreğen Şiir!..” başlıklı şiirimin üçüncü bölümü şöyledir:

Evvel zaman insan insan içinde,

             hem var hem yok hükmünde

alı al bir masal gibi geçti ömrüm.

Hem var hem yok bir baca güneşi

           deniz ışıyor gözlerinin dibinde.

Gözlerin ki bir mavi bir yeşil,

bin eflâtun giz içinde.

 

Yüreğimi oltayla kıyıya çekip

                     otuz yıldır aradığım şiirin

ilkyazda morunu yeşilini,

bir kayın ormanında buldum güzünü.

Kimi deniz gülü imgesiyle yetindim,

           kimi uzaktan uzağa sevebildim

karası içine dürülü Karadeniz’i.

 

Bu şiirdeki “karası içine dürülü Karadeniz” imgesini de ancak Karadenizli, Trabzonlu bir şair kurabilir, dersem, umarım bundan kendime bir övünç payı çıkardığım gibi bir şey anlaşılmaz. Bir İkinci Dünya Savaşı çocuğu olarak, daha çok anlatılanlardan esinlenerek yazılmış olan “Bana Kalan” başlıklı şiirimin tümünü de sizinle paylaşmak istiyorum:

 

1945 yaz ayları,

üç yaşımdayım, nüfusta kaydım yok hâlâ,

savaştan gizliyor beni annem.

Akşamın serinliği yüreğini okşuyor babamın;

çınarları, kavakları,

       filikaları,

              çaparileri,

                     mavnaları,

balıkları okşuyor suların serinliği.

Cılız çocuk sesleri, fersiz ateş böcekleri

geceyi yokluyor,

gece özlem ve ekmek kokuyor!..

 

Karadeniz, yeşilim gül,

kocaman bir yoksunluk şimdi.

Martılar çığlık çığlığa,

              üveyiklerin kanı çekilmiş,

                    kumsalda çürümeye başladı

Alman uçaklarının leşleri!..

 

Ekileni bir daha geri vermiyor toprakana;

nerde o kiremit damlardaki yağmur sesi,

karartmasız geceler,

                 vesikasız ekmeğin keyfi,

                                         tuzun lezzeti

nerde, hani nerdeler?...

 

Kaşlarının arasında birer atom bulutu,

kulağı kahvenin bataryalı radyosunda

haberleri dinliyor cümle alem!

Yemen türkülerinin burukluğunu özledik,

acı tatlı ne varsa

           bütün anılarını unutmuş insanlar.

O günlerden anı diye

                        kala kala bana da gülüm

kırışık bir alın kaldı!..

 

 Aramızda o savaş yıllarını “akıl baliğ” olarak yaşayanlar var mı, bilmiyorum. Eğer varsa, İkinci Dünya Savaşı Trabzon’unun imgesel olarak anlatımı, yüreklerinin  kimi tellerini derinden titretmiştir sanırım. Bundan da şöyle bir sonuç çıkarmak olanaklı ki, Trabzon kimi şiirlere duyarlıklar kazandırırken, kimilerini de gerçeklerin acıları ile yoğurmaktadır. Aslında Trabzon, savaş gibi olumsuzluklar bir yana, iklimiyle, kıt geçim kaynaklarıyla her zaman bir çile yumağının sarmalındadır. O havayı da Ahmet Özer’in şair duyarlığından vermek olanaklı:

bütün ömrümce geçtiğim şu sokakta

yağmurlu bir sonbahar kuşatıyor alnımı0

dallar üşüyor gecenin çınlayan sesinde

sinema önlerinde rüzgâr satan çocuklar.

 

şimdi şu sokaktan geçen yağmuru çağırsam

gençliğimi sorsam karanfil saksılı balkonlara,

çınarlara doluşan kül renkli serçelere

bir avuç şiir savursam dünyayı anlatan.

 

Trabzon’un boğuntulu havasını, ironik bir tatla veren Ömer Kayaoğlu’nun bir dörtlüğü ile bitirmek istiyorum:

 

Yağmur çetin

Güneş üvey

Ürün yetim

Oy benim güzel memleketim

 

Benim güzel memleketimin çilekeş olduğu kadar gani gönüllü de olan insanları, dertlerini şiirlere dökmeyi, manilerle dile getirmeyi de bilen duyarlıklı insanlardır. Yoksa, Karadeniz’in çetin yaşama koşullarının altından kalkmaları kolay olmazdı. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

     

 

 

 

 

 

 

HÜSEYİN ATABAŞ İÇİN

HÜSEYİN ATABAŞ İÇİN

 

Attila AŞUT

 

 

İncelikli duyarlıkların bilge ozanı Hüseyin Atabaş da uçup gitti dünyamızdan!

Türkçenin emekçisi, şiirimizin gürültüsüz sesiydi o…

Son zamanlarda sayrılıklar iyice bükmeye başlamıştı belini. Acı çekiyor, sürekli sağaltım görüyordu. 26 Şubat’ta ölüm haberi geldi. Kabullenmek çok zordu biçim için. Yüksel’de, Konur Sokağı’nda bastonuna dayanarak ağır ağır yürümeye çalışan, Mülkiye Kafe’de dostlarıyla söyleşirken gözlerinin içi gülen o çelebi insanı göremeyecektik artık!

Biz Atabaş’la gençlik yıllarımızda Ankara’yı yurt edinmiş iki “Trabzonlu Delikanlı” idik. “Kıyı” dergisindeki yazısında, “Attila Aşut dostumu, 1963-1965 yılları arasında iki yıl kaldığım memleketim Trabzon’dayken tanımıştım” dediğine göre, en az 56 yıl öncesine dayanıyor dostluğumuz. Sevgili Atabaş’la onca yıl hiç kopmadık birbirimizden. Birlikte gezilere çıktık, etkinliklere katıldık. Edebiyatçılar Derneği adına “Sivas Kitabı”nı hazırlarken de yine birlikteydik.

Evet, hemşeriydik ama karakterimiz biraz farklıydı. O, çok yumuşak huylu bir Karadenizli idi; kolay kolay öfkelenmezdi. Sinirleri alınmıştı sanki. Sessizliği, dinginliği şaşırtırdı bizi. Ortak dostumuz Ahmet Özer de gömütü başında konuşurken, “Bir Trabzonlu olarak bu kadar sakin olabilmesine hep şaşmışımdır” demiş haklı olarak. Atabaş’ın çok sevilmesinde, kuşku yok ki onun bu yumuşak tabiatının payı büyüktü.

Hüseyin Atabaş’ın şiiri de kişiliği gibi duru ve saydamdı. “Yaşama, aşka ve umuda tutunarak yürüyen sessiz bir gezgin” demiştim onun için. O da “zamanın fanusunda özgür bir gezgin” görüyordu kendini zaten.

Ozanlığının yanı sıra iyi bir dil işçisi ve deneme yazarıydı. Türkçeye kafa yormuş, dil yazılarından oluşan “Dilin Gizilgücü” adlı bir de kitap armağan etmişti bize.

Kısa süre önce, gözden geçirmem için “Türkçe, Yaralı Dilim” adlı dosyasını göndermişti bana. Altbaşlığı “Dil Üzerine Denemeler” olan ve ilk baskısı 2003 yılında TÖMER’den çıkan kitabını genişletmiş ve yeni eklerle zenginleştirmişti. Keşke yaşarken görebilseydi basıldığını! Araya sağlık sorunları girince öylece kalmıştı. İlgi duyan bir yayınevine, ailesinin de iznini alarak vermek isterim basıma hazır bu dosyasını.

Hüseyin Atabaş’ın unutulmaması gereken özelliklerinden biri de örgütçülüğü idi. ANYAZKO (Ankara Yazar ve Çevirmenler Yayın Üretim Kooperatifi), Edebiyatçılar Derneği ve BESAM’ın (Bilim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek Birliği) kurucuları arasında yer almış; yıllarca Ankara Üniversitesi Türkçe Öğretim Merkezi TÖMER’de çalışmıştı. Yazın dergilerinin de özverili bir emekçisiydi.

Hüseyin Atabaş’ın mutlu öldüğünü düşünüyorum. Çünkü yaşarken görmüştü sevilip sayıldığını. Dostları hep onurlandırmıştı onu. Son dönemde Zerrin Taşpınar ve Nevin Koçoğlu’nun önayak olmasıyla birkaç etkinlik düzenlenmişti Ankara’da. Dergiler özel sayılar yayımlamıştı onun için. “Kıyı” dergisinin “Şiir Emek Ödülü”nü de 20 Mayıs 2017’de Ankara’da düzenlenen törende benim elimden almıştı. 

Bir yazımda belirttiğim gibi, “hüznünü iyice inceltmiş, iç sesini derinleştirmiş, her şeye iyimserlikle bakan, bilgelik postuna oturmuş” bir ozan yaşıyordu aramızda. 27 Şubat günü Ankara’da yıldızlara uğurlandı. Artık şiirleriyle yaşayacak…

KAYNAK: Hüseyin Atabaş için (birgun.net, 4 Mart, 2019).


Yazar: Attila AŞUT

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör