Çalıştığı yerlerde sendikaların örgütlenme
faaleyetleri içinde yer aldı, sivil toplum kuruluşları çalışmalarına
katıldı. Halkevleri Genel Merkezi’nin yayın organı Halkoyu dergisinin
yazı kurulunda görev aldı, Oluşum dergisinin yayın
yönetmenliğini (1977-78), Yazın Dergisi’nin yazı işleri müdürlüğünü
(1981-82) yaptı. Edebiyatçılar Derneği’nin kurucularındandır. Bu kuruluşun
yürütme kurulunda sayman ve genel başkan yardımcısı olarak (1992-99) görevler
üstlendi. TRT-INT (1996-97) ve Ankara’daki özel radyolarda (1997-99)
kitap tanıtma ve şiir programları hazırlayıp sundu. Ankara Üniversitesi ile
özel kurslarda yaratıcı yazarlık dersleri verdi. Yeni Politike ve Günlük
Haber gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. 1999 yılında yeniden döndüğü
çalışma yaşamınında Ankara Üniversitesi TÖMER Dil Öğretim Merkezi’nde
editör ve Basın-Yayın Koordinatörü olarak (1999-2005) çalıştı,
yayınevlerinde editörlük yaptı.
Vefatı
Edebiyat çevrelerinde oldukça sevilip sayılan
bir kişiliğe sahip olan şair ve yazar Hüseyin Atabaş, 27 Şubat 2019 günü
Ankara’da vefat etti. Şairin cenazesi 28 Şubat 2019 günü öğle namazı ardından kılınan
namazdan sonra Ankara Karşıyaka Mezarlığı'nda toprağa verildi.
Edebî
Kişiliği
İlk şiiri “Kardeşçe“,
1 Mayıs 1961 tarihli Kütahya gazetesinde çıkmıştı. Sonraki
yıllarda şiirlerini, şiir sanatı, edebiyat ve tolum sorunları üzerine
yazılarını Sanat Dünyası, Çağrı, Çele, Özün, Türk Dili, Oluşum, Türkiye
Yazıları, Halkoyu, Varlık, Kıyı, Çağdaş Türk Dili, Oluşum (iki yıl
genel yayın yönetmeni), Yazın (yazı işleri müdürü),Damar,
Düşlem, Cumhuriyet Kitap, Edebiyat ve Eleştiri, Hürriyet Gösteri, Karikatür,Dil
Dergisi, Anadili, Kum, Ünlem Sonsuzluk ve Bir Gün ve Lacivert başta
olmak üzere altmış kadar dergide; sanatsal ve toplumsal sorunlar
üzerine yazılarını Barış, Yeni Ortam, Cumhuriyet, ve Siyah
Beyaz gazetelerinde yayımladı. Yeni Politike ve Günlük Haber
gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. 1974 yılında Demokratik Sol dergisinin
açtığı yarışmaların şiir dalında beş şiiriyle birinci oldu. İlkyaz Töreni adlı
eseriyle 1994 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü, Yorgun Denge dosyasıyla
2005 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü aldı. Şiirlerinin bir bölümü Arapça,
Almanca ve Fransızcaya çevrilerek yayımlandı. 1987'den itibaren Irak,
Hollanda ve Almanya'ya sanatsal geziler yaptı. Çok sayıda sanat etkinliği
düzenledi ve bu etkinliklerin bir bölümünü kitap olarak da basıma hazırladı.
1970 Kuşağı
toplumcu-gerçekçi şairleri içinde değerlendirilen Hüseyin Atabaş, Cemal
Süreya'nın sözleriyle, Türk şiir deneyini yaşamış, ondan çok şey
edinmiş, Türkçeyi güzel kullanan, güzel şiir söyleyen bir
şair olarak 20. yüzyılın son çeyreğinde Türk şiirindeki yerini aldı. Onun şiiri
“soğuk kültür”le, yani yazılı kültürden çok “sıcak kültür”le, yani sözlü
kültürden beslenir. Şairin halk kültüründen, ama kendinin kılarak yararlanması,
dünya görüşünün gereği ve şiirinin içerik-ses bağlamının tutarlılığını
gösterir. Onda bu ilişki, şiirin yaşamla bağ kurması bakımından olumluluk
içerir. Hem sözlü kültürün anlatım biçiminden yararlanıp hem de bu anlatım
biçimini kırarak, tekrar tehlikesini ortadan kaldırır; böylece okurla sıcak bir
ilişki kurar. Bu da doğal, çünkü kendisi ile daha önce yapılan bir söyleşide,
yola çıktığı şiir serüveninin altörgesinde halk destanlarının, halk
türkülerinin olduğunu söylüyordu. Oradan gelen duyarlılığı değiştirip
dönüştürerek çağdaş şiire taşıyor. Bu konu; günümüz şiirinin genelde halk
kültüründen, sözlü kültürden, şiir geleneğimizden kopuk olması nedeniyle dikkat
çekicidir. Hüseyin Atabaş’ın şiiri yalın ama derinlikli ve alçakgönüllü
edasıyla insanın alıngan yerine dokunan, değişik izlekleri barındıran bir
şiirdir. Atabaş düzyazılarında da dili yokuşa sürmeden, duru bir anlatım
ustalığı gösterir.
Hüseyin Atabaş; 1974 Demokratik Sol Dergisi
Şiir 1.lik Ödülü, 1994 Cevdet Kudret Edebiyat-Şiir Ödülü, 2005 Ceyhun Atuf
Kansu Şiir Ödülü, 2009Yunus Nadi Şiir Ödülü, 2014 Enver Gökçe Şiir Ödülü, 2017
KEGEV M. Sunullah Arısoy Şiir Büyük Ödülü ile 2017 Kıyı Dergisi Şiir-Emek
Ödülü’nün sahibidir.
Ertelenen 2014 yılı Enver Gökçe Şiir Ödülü,
2017 yılında açıklanarak kitap dalında Hüseyin Atabaş’a verildi.
Bir kısım şiirleri Almanca, Arapça, Bulgarca,
Fransızca, İngilizce ve İtalyancaya çevrilmiştir. Atabaş, Edebiyatçılar Derneği‘nin kurucularından olup eski Genel
Saymanı ve Genel Başkan Yardımcısıdır, Ayrıca TYS (Türkiye Yazarlar Sendikası),
Dil Derneği, PEN Yazarlar Derneği ve BESAM (Bilim ve Edebiyat Eserleri
Sahipleri Meslek Birliği)’ın (kurucu) üyesidir.
Hüseyin Atabaş İçin Ne Dediler?
Cemal Süreya'ın “Hüseyin Atabaş Türk şiir deneyini yaşamış, ondan çok şey edinmiş, Türkçeyi güzel kullanan, güzel şiir söyleyen” bir şair olarak nitelediği Atabaş için, Metin Altıok ise, “Kim ne derse desin, hakkı yenmiş bir şairdir Hüseyin Atabaş. Ama inceliğin kaderi buysa bir ülkede, bunu da taşımak zorundadır, derim.” demektedir.
Emin Özdemir de "Hüseyin
Atabaş'ın şiirinin bir ucunun toplumda, öteki ucunun insanın yüreğinde“
olduğunu vurgular.
***
Vecihi Timuroğlu:
"Hüseyin
Atabaş şiirinlerinde duyguların sözel anlatısına çok az yer verir. Onda plastik
öğelerle yansıtma, duygunun somutlaşmasına yardımcı oluyor çünkü, kuşkusuz
söylemi de yumuşatıyor. (...) Atabaş, evrensel barış ve
kardeşlik için umudunu hiç yitirmiyor. Bu bakımdan, onun şiirine özlü, biçemli
bir umut şiiri gözüyle de bakabiliriz. Denebilir ki, hemen her şiiri umut açan
bir kır çiçeği gibidir. Umut, bir bakıma, onun şiirinin önemli bir öğesidir.
Çocuk ve umut, altörge gibidir şiirlerinde. (...) İnsanın
özgürlüğü için, gereken savaşımı, şafakla açan bir çiçeğin çıtırdayan sesiyle
işler kafalara. Savaşım verirken bile, loş bir odaya süzülen ışık gibidir,
kozasını ören ipek böceğidir. (...) Hüseyin Atabaş, saf, sıcak,
duyarlıklı bir sevdayı da büyütür şiirinde. Özlemlerle anımsadığı içli
sevdalara tutulduğu da olur. Ne ki, onun şiiri, büyüyen yalnızlığını ve
toplumsal karanlığımızı çocuk sesinde boğabilen, duru, aydınlık, ipek hışırtısı
gibi insanı derinden etkileyen duyarlıklar taşıyan bir şiirdir."
ESERLERİ:
Şiir: Gelecek (1975), Yanarca (1979), Bitmeyen (1983), Yüzün
Bende (1988), İlkyaz Töreni (1993), Saydam
ve Gizli (1997), Düşe Yazdım (2002), Yorgun
Denge (2005), Çıplak Su (2009), Ömür Lekesi (2011), Umut,
Her Zaman (2014), Yaşayıp Giderken (2018).
Deneme: Kale ve
Bozkır (1994), Özgürlüğün Geldiği Gün (1999), Türkçe
Yaralı Dilim (2003), Dünyada Kimse Var mı? (2007).
Araştırma-İnceleme: Dilin
Gizilgücü / Şiir Sanatına Giriş (2009). Çağdağ Şiirimizde
Karadeniz Duyarlığı (2015).
Derleme-Hazırlama: Niyazi
Akıncıoğlu / Umut Şiirleri (Ömer Can ile, 1985), Şimdi Okullu
Olduk / Okul ve Öğrenci Fıkraları (1991), Bilmece
Bildirmece (1991), Aziz Nesin Günleri (1995), Cumhuriyet
Dönemi Türk Edebiyatı (A. Şimşek, D. Dirlikyapan ile, 1998), Ankara
Rüzgârı / Ankara Şiirleri Seçkisi (Ali Cengizkan ile, 1998), Ceyhun
Atuf Kansu Şiir Buluşması (1999), 2000 Yılında Türk
Şiiri (2001), Türkiye’de Eleştiri ve Deneme (2002), Türkçe’nin
Yurttaşı Nâzım Hikmet (2003), Dil ve Dilimiz Türkçe (2005).
KAYNAKÇA: Vecihi Timuroğlu (Barış, 19.10.1975), Cemal Süreya (Politika, 13.11.1975), Nusret Kemal (Oluşum, Mart 1976), Muzaffer Hacıhasanoğlu (Türk Dili, Nisan 1977), Osman Bolulu (Oluşum, Haziran 1977), Ahmet Telli (Halkoyu, Nisan-Mayıs 1977) - (Tiyatro '80, Sayı: 50), Burhan Günel - Muzaffer Hacıhasanoğlu (Eleştiri, 1.3.1980), Sadık Güçlüol (Edebiyat Cephesi, Şubat 1980), Osman Numan Baranus / Anadamar (1984), Ali Mustafa (Kuzey Haber, 30.8.1985), Vecihi Timuroğlu - Mehmet Aydın - Metin Altıok - Mehmet Güler - Lütfiye Aydın / Şiirimizde Hüseyin Atabaş (Damar, Aralık 1991), Aylin Özdemir (söyleşi, Aydınlık, 26.11.1993), İhsan Yılmaz (Hürriyet, 20.2.1994), Gültekin Emre (Cumhuriyet Kitap, 24.2.1994), M. Mahzun Doğan (Dünya Kitap, 11.2.1994), Ece Temelkuran (söyleşi, Cumhuriyet, 22.3.1994), Muhsin Şener (Promete, Mayıs-Haziran 1994), Ruşen Hakkı (Özgür Kocaeli, 17.11.1994), Muzaffer Uyguner (Cumhuriyet Kitap, 2.3.1995), Attila Aşut (Aydınlık, 20.5.1995), Osman Bolulu (İnsancıl, Temmuz 1995), Bülent Güldal (Dünya Kitap, 6.9.1996), Ruşen Hakkı (Özgür Kocaeli, 31.3.1997), Ahmet Özer (Varlık Kitap, Haziran 1997), M. Mahzun Doğan / Ankara Şiirleri (Siyah Beyaz (29.7.1997), M. Mahzun Doğan - Tuğrul Asi Balkar - Ahmet Özer / Saydam ve Gizli Bir Şair (Cumhuriyet Kitap, 2.10.1997), Orhan Tüleylioğlu Hürriyet Gösteri, Ekim 1998), Ahmet Ada (Virgül, Ekim 1998), Mustafa Şerif Onaran (Virgül, Ekim 1999), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. basım, 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (6.basım, 1999), Özgürlüğün Geldiği Gün (Kıbrıs gazetesi, 1.4.2000), Türkân Yeşilyurt-Emel Güz (söyleşi, Şiir Odası, Temmuz 2000), Aydın Şimşek (Cumhuriyet Kitap, 28.9.2000), Vedat Yazıcı / Martıya Mektuplar (2000), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Selen Doğan / Aşk Duygusun Merceğinde Hüseyin Atabaş (söyleşi, Kum, Ekim 2002), Düşe Yazdım (Radikal Kitap, 4.11.2002), Tanzimet’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi (2001), Sennur Sezer (Evrensel, 16.11.2002), Türkân Yeşilyurt (Kum, Ocak 2003), Arzu K. Ayçiçek (söyleşi, Gösteri, Ocak 2003), Abdülkadir Ayhan (Varlık Kitap, Şubat 2003), Gültekin Emre / Şiir Alayı (Cumhuriyet Kitap, 3.4.2003), Doğan Aksan / Cumhuriyet Döneminden Şiir Çözümlemeleri (2004), Kansu Şiir Ödülü Hüseyin Atabaş’ın (Cumhuriyet, 17 Mart 2005), Yıldız Yazıcıoğlu (Milliyet Sanat, Nisan 2005), Çiğdem Sezer (söyleşi, Çağdaş Türk Dili, Mayıs 2005), Ahmet Özer (Karadeniz, 2.6.2005), Esengül Kutkan / Hüseyin Atabaş (söyleşi, Lacivert, Kasım-Aralık 2005), Özgen Seçkin / Hüseyin Atabaş’ın 45. Sanat Yılı: 2006 (Damar, Mart 2006), Ahmet Telli / Anılar Ekeneğinde Hüseyin Atabaş (Deliler Teknesi, Temmuz- Ağustos 2007), Tuncer Uçarol / Hüseyin Atabaş’ın 7 Şiiri (Deliler Teknesi, Temmuz- Ağustos 2007), Türkân Yeşilyurt / Hüseyin Atabaş’ın Şiirine Kısa Bir Yolculuk (Hürriyet Gösteri, Mart-Nisan-Mayıs 2008), Refika Karabacak / ‘Kötü Şiir İnsan Ruhunu Sakatlar’ (Söyleşi - Haber Türk Ankara, 23 Haziran 2009), Feyza Hepçilingirler / Türkçe Günlükleri - Dilin Gizil Gücü (Cumhuriyet Kitap, 3 Eylül 2009), Mustafa Şerif Onaran / Çıplak Suda Yıkanmak (Cumhuriyet Kitap, 18 Mart 2010), Zerrin Taşpınar / Atardamar: Şiirde Elli Yıllık Yolculuk (Özel bölüm / Kıyı, Haziran-Temmuz 2011) - Hüseyin Atabaş: "Zincirlerimizden Başka Umutlarımız Kaldı (Söyleşi, Cumhuriyet Kitap, 15 Ocak 2015), Ahmet Özer / Hüseyin Atabaş: “Hayatla Kesişen Aşkın Şairi” (Çağdaş Yaşam özel sayı / Ocak 2014), Nurgül Özlü / Hüseyin Atabaş'tan Umutlarımızı Dile Getiren Şiirler (Hürriyet Gösteri, Ağustos-Eylül-Ekim 2014), Ömer Turan / Hüseyin Atabaş Şiiri (haber.sol.org. tr, 10 Mart 2015), KEGEV (Kuşadası Eğitim ve Geliştirme Vakfı) tarafından her yıl düzenlenen 2017 M. Sunullah Arısoy Şiir Ödülü, “Yaşayıp Giderken” adlı dosyasıyla şair ve yazarımız Hüseyin Atabaş’a verildi (13 Nisan 2017), 2017 Kıyı Şiir-Emek Ödülü Hüseyin Atabaş’a verildi (Kuzey Ekspres, 27 Mayıs 2017), Hüseyin Atabaş uğurlandı (odatv.com, asanatlar.com, 01.03.2019), Hüseyin Atabaş vefat etti (asanatlar.com, 01.03.2019), Hüseyin Atabaş için (birgun.net, 4 Mart, 2019).
Genç şairlerin,
yazarların, heveslilerin hep bir dergi çıkarma tutkuları olur. Sanılır ki dergi çıkarıp ürünlerini
yayımlamaya başlayınca dünyada büyük değişiklikler olacak, yer yerinden oynayacak.
Çünkü onların söylediklerini, söyleyeceklerini bugüne dek hiç kimse düşünmüş ve
söylemiş değildir! Gerçi böyle düşünüp yola çıkanlar, kısa zamanda, gök
kubbenin altında söylenmemiş söz kalmadığını öğrenirler. Ancak onların gök
kubbenin altında söylenmemiş biçimde söz olduğunu öğrenmeleri biraz daha zaman alır...
Bizler, yani Yelkovan Sanat dergisini
çıkaranlar böylesi şeylerle oyalanacak zamanı çoktan
geçtik. Ama bu süreçte, ülkemizde her şeyden önce insanın çok yönlü gelişimini,
toplumun bilinçlenmesine katkı koymak, ülke sorunlarının sanatsal-kültürel,
dolayısıyla estetik ve bilimsel-teknolojik açılardan tartışılmasını, bu
tartışmadan sonuç alınmasının çok gerekli olduğunu öğrendik. Ancak böyle bir
girişimden sonuç alınmasının da çok zor olduğunu, Öyle hemencecik sonuca ulaşılamayacağını da kuşkusuz
biliyoruz. Ama hiçbir şey durup
beklemekle olmuyor, birileri bir şeylerin ucundan tutmalı. İşte biz de bir
şeylerin ucundan tutmak için bu
dergiyi çıkarmaya soyunduk. İnsanımızın kendisine çok yönlü sahip çıkması sonucunu sağlamayı amaçlayan böyle bir
uğraşı vermek için dergi çıkarmanın güçlüklerini anlamak da zor olmasa
gerek. Gerçi, “Ülkemizde iki yüz kadar ‘kültür-sanat-edebiyat’ dergisi çıkıyor, onlar ne yapıyor ki siz ne yapacaksınız?”
diye sorabilirsiniz. Bunu biz de bilmiyoruz, zaman gösterecek diyelim.
Böylesine zorlu
koşullarda ve böylesi bir ortamda; ülkemiz nüfusuna göre kitap, dergi, gazete okuru
toplamının azlığının kültür-sanat-edebiyat alanında yazanlardan daha az sayıda dergi alıcısının
bulunduğunu da bizim gibi herkes biliyor sanırız. Gerek akademik, gerek popüler, gerekse
sivil toplum kuruluşlarının yayınlarının da, kendileri için çıkarılan! arca yeterince izlenmediğinin
ayrımındayız. Bu nedenle o yayınlar, sanıldığının tersine, gösterilmesi gereken
özenle yayımlanamıyor ne yazık ki. Yani, özet olarak söylemek gerekirse, bu
farkındalığımızın bize yüklediği sorumlulukla ve kültür-sanat-edebiyat alanında
üretimden gelen
duyarlılığımızla Yelkovan Sanat dergisini çıkarmaya soyunduk.
Ülkemizde,
amatör-profesyonel çıkan kültür-sanat-edebiyat dergilerinin yanında resmi, özel kurum ve
kuruluşların yayınlarında her ne denli edebiyat-sanat ürünlerine yer verilse
de, bir
bütün olarak edebiyat-sanatla eğitimin bağlantısını kuran, başta öğrencilerimiz
olmak üzere,
insanlarımızın estetik bilincini kılma doğrultusunda bir ürün yoğunlaşmasına
yer veren dergilere pek rastlanmadığı da bilinen bir gerçektir. Bunun böyle
olması ise ülkemizde sanat-edebiyat eğitiminin öneminin yeterince
algılanamamasından ileri geliyor. Çünkü insanlık tarihi boyunca, insanın iki uğraş
alanından birinin sanat olduğu gençlerimize söylenmiyor... Böyle bir ortamda varlığı yadsınamayacak bir
boşluğu kendi çapında dolduracak,
eğitimcilerle edebiyat-sanat insanlarını bu alanda düşünmeye, üretmeye, üretilenleri eleştirel bir algıyla paylaşmaya
çağırıyoruz. Böyle bir çaba, günümüzde özellikle genç kuşağın akıl almaz
biçimde tüketim öznesi durumuna getirilmesine karşı edebiyat-sanat cephesinden bir muhalefet geliştirmek için önem
kazanmaktadır.
İşte, Yelkovan Sanat
dergisinin yayın ilkelerini ve çalışma yöntemlerini belirlemeye bu doğrultuda
öncelik veriyor ve çabamızı yazar-okur çevremizle paylaşmak istiyoruz. Bu
amaçlarla; dergimizde yer verilecek ürünlerde insanın özgürleşmesini, toplumsal
gelişme ve ilerlemeyi önemsiyor, ürünlerin estetik düzeyinin önemine vurgu
yapıyoruz. Çünkü bizim çok eksik
yanlarımızdan biri estetik eğitimine özen göstermiyor oluşumuzdur Oysa çok
kültürlü bir ülkede yaşayan bizler, sanat
yapıtlarının biricikliğini savunuyor, bunların yarıştırılmasına karşı çıkıyor
ve meta olarak görülmesini reddediyoruz. Bununla birlikte, her sanat ürününün
bir emek verimi olduğunu kabul ediyor ve saygı gösteriyoruz. İnsanlar arasında
ırk, etnik köken, dini inanç ve cinsiyet ayrımcılığını da reddediyoruz.
Ayrıca, her derginin
gençleri yetiştirmek ve yetkinleştirmek gibi bir görevinin olduğunu
düşünüyoruz. Tüm bunları göz önünde bulundurarak, her sayımızda ağırlık
vereceğimiz konularda ve yayımlayacağımız her üründe bütünlüklü bakışa ve
tartışma-eleştiri-özeleştiri düzleminde ele alınmasına önem vereceğiz ve özgür
bir tartışma ortamının oluşturulmasına özen göstereceğiz… Ancak kişilik haklarına
saldıran ya da hakaret içeren ürünler yayınlamamaya dikkat edeceğiz. Tüm bu
söylediklerimizden de anlaşılacağını umduğumuz gibi, yayımlayacağınız
ürünlerin, türü ne olursa olsun, işlevini yerine getirebilmesi için estetik bir
değerinin, özgünlüğünün olması gerekir.
Yayın ilkelerini bu
doğrultuda ve özlü bir biçimde açıklamaya çalıştığımız böyle bir derginin yayın
gereçlerini, yayın ve çalışma ilkelerini benimseyen edebiyatçı, sanatçı,
eğitimci ve öğrencilerden ürün başta olmak üzere görüş, düşünce, öneri ve
eleştiri bekliyoruz. Bu arada yayımlanmaya başladığımız günden sonra derginin
yeni okurlara, ürün vereceklere duyurulması, okunmasının sağlanması, abone
yapılması bakımlarından herkesin katkısını bekliyoruz.
İyi okuma günleri ve
dostluk duygularımızla.
Nereye gitsem Karadeniz geliyor benimle
ya da insanın bitmeyen çilesi 1940’lı yıllar.
Çocuklar oyunu unutup açlığı anımsıyor,
anılarda ötmeye başlıyor horozşekerleri!
Bir kış gecesi hüznü altındayken dünya
öyle bir yoksulluğa kaçırdı babam annemi;
delikanlılar delikanlısıdır babamın yüreği,
annem öyle bir hoşlukta döllemiş bana.
Umuttan gül devşiren ya da ne bileyim
onlarınki sanılar üzerine kurulu ömürlerdi,
koyunlarında fındık ve hurma. Töre ve
giyotin, onlar öyle bir mutluluğa sahiptiler.
Resmini yapın, dedi öğretmen, görüp de
unutamadığımız şeyin. Yapamadım, çünkü
yoksulluk ayıptı!.. Gün ışığında uzak kır
görüntüsü, yani devir devr-i cumhuriyeti.
Latin abecesi, devrim yasaları ve feodalite
yürürlükteydi ve İkinci Paylaşım Savaşı.
(Temmuz 2004)
(Yorgun Denge, 2005)
dışarıda sevdalı bir gün. Yaşı kemale
ermiş
o göğün küs çiçeği bendim, kişneyen gülü
sen.
Yarışı yitiren her binici bilir bu kör
duyguyu:
hiçbir at kişnemez durup dururken, dengeyi
sezmek gerek kapaklanmadan tay yere!..
Herkes bir yitiği arıyor, ben kendi
batığımı;
bütün denizler leke!..
Sular yükseliyor gece dağlardan ovaya
indikçe,
ben sana sarılınca keşfediyorum kollarımı;
ışık
gerekmez bana gayri gözlerin var ya. Görüp
de
dokunamadığım gözaydınlığı, sırtının
vadisinde
yittiğim yıldız bahçesi. Dağ başlarında
yanan
çoban ateşleri neyse işte o bende olmayan
şeydi.
Hiçbir yer benzemiyor başka yerlere, her
eğri
herkesin kendi tuğrası!..
Bir iç çekiş kadardı aramızdaki boşluk,
hoşluk
kederime dokunan rüzgârın eli. Gevrek bir
Eskişehir simidi gibi sıcaktı gülüşün,
üstünde
sabahın buğusu ve kapısı aralık bir dil
sürçmesi
aramızdaki yakınlık duygusu!.. Ömrün her
anı
her zaman daha bir şahbaz akıyor seninle
ve geçtiğin sokaklar. Akşam senin yokluğun
ki, buluşmalar kekeme!..
Geceye küs değilim, hani ne diyordu şairin
biri:
“Gecenin bin bir gözü var / Gündüzünse
bir”
bence de: Sevgilisi kırlangıç olanın vay
haline!
Haberi yok kimselerin yaşam bir iç
kanamadır,
dünya hiçliğin uğultusu; yazgının boynu
bükük
ve ömür hüznün merkezine süren yolculuk.
Yakınlık ve uzaklık duygusunu yitirenler
için
mevsimler güz ikindisi!..
(Temmuz 2005)
Estetik
sözcüğü, günlük yaşamda aşağı yukarı güzellik ve yakışmışlık kavramları ile
eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Bu anlayış doğrultusunda, “Çok estetik olmuş değil mi? Estetik açıdan doğrusu ben yetkin buldum” gibi birçok örnek vermek olanaklıdır. Bu doğrultudaki
kullanımı sanırız iki neden ya da gereksinim besliyor. Bunlardan birincisi, güzel yerine daha akademik bir kavramı
kullanma gereksinimi; ikincisi de estetik
sözcüğünü güzel sözcüğünün karşılığı
olarak algılamak / anlamak … Ancak yazınsal sanatlar söz konusu olduğunda,
konumuza giren estetik algılamayı bilimsel bir disiplinden daha farklı bir
içeriğe oturtmamız gerekiyor. Yani burada konumuz şiir estetiği olduğuna göre,
estetiği günlük dildeki kullanılış anlamından ayırmamız gerekecek. Böylece elde
edeceğimiz doğru algılamayla estetik sözcüğünü sanatsal olarak bir beğeni düzeyi oluşturma, beğeni anlayışı olgusu olarak anlamamız
sanırız doğru olur. Ama doğru anlamak estetiğin (estetik biliminin) ortaya
çıkış nedenlerine ve anlamına değinmek de yerinde olacaktır.
Sözcük
anlamı olarak estetik, Grekçe aisthesis
ya da aisthanesthai sözünden türemiştir.
Bu sözcüklerin sözlük anlamı; duymak ve
algılamaktır. Böylece sözcük kökü bakımından estetik, sadece duyarlık ve
algının incelenmesini akla getirir; yani estetik bir algılama biçimidir. Ne
denli ilgisi olduğunu bilmiyorum ama, Arapçada da “şir” sözcüğü de fiil olarak “şara”,
yani “bilmek”, “anlamak”, “algılamak”
anlamlarına gelir. Öte yandan yaklaşık ikiyüz elli yıldan
bu yana estetik bilimi; beğeni yargısını, özellikle de güzel karşısındaki
beğeni yargısıyla ilgili olan sorunları ele almaktadır. “Estetik, bu anlamda, duyulur algının, duyusallığın sağladığı bilgi
ile ilgili bir bilim olarak düşünülüyor. Sözcüğün kökeninde bulunan bu
duyusallık, estetik dediğimiz bilimin adının dışında da bu sözcüğün yaşadığını
gösterir. Günümüz tıp terminolojisinde rastladığımız ‘anesthesi total’ ya da
‘anesthesi lokal’ terimleri bunun somut örnekleridir.” (İsmail Tunalı, Estetik 1998)
Peki
duyarlıktan, beğeni yargısına doğru bu değişimin temelinde yatan nedir ya da bu
değişimdeki bağlantıyı nasıl ele almalıyız? Böyle bir bilimin tanımlanmasını ve
sınırlarının çizilmesini Alexander G. Baumgarten (1714-62), ilk kez 1750-58
yıllarında yayınladığı “Aesthetica”
adlı kitabında ortaya koymuştu. (Sanat
Teorisi Internet Sitesi / ‘Estetik’i Doğru Anlamak Üzerine, 28 Eylül 2006)
“Aesthetica’nın daha ilk sözlerinde
Baumgarten, estetik’i şöyle tanımlar: “Özgür sanatlar
teorisi, aşağı bilgi teorisi, güzel üzerine düşünme ve akla benzer bir yeti
bilimi. Estetik, duyusal
bilginin bilimidir.” Böyle
bir betimlemede ilk kez olarak, estetik adını verdiğimiz bilimin bir tanımıyla
karşılaşıyoruz. Gerçi bu tanım, çok yanlı bir tanımdır. Ama estetik’i
belirlemek isteyen bütün bu farklı elemanlar, bir temel belirleyici motive geri
götürebilir; bu temel belirleyici motiv, cognitio sensitiva’dır, yani duyusal
bilgidir.
* * *
Bunları
böylece ve kısaca anımsadıktan sonra, şimdi de gelelim doğrudan şiirde dünden
bugüne estetik anlayışlara: Şiirde yaygın estetik anlayış; anlam,
ahenk, ses, söyleyiş inceliği ve bütünlüğü oluşturma işidir. Bilal Kemikli’nin “Dost
İlinden Gelen Ses” (Tasavvuf Kitabevi,
Ocak 2007) adlı kitabında anlattığına göre bizde şiir; eskilerin bakışı ile, ilâhî
ilhâm esintileri (esin) ve sübhânî feyz
havalarının eseridir. Onlara göre, dili cennetin anahtarı olan şâirlerin
içlerindeki denizlerden düşünce kabarcıkları ile kenara çıkan irfân cevherleri,
mârifet (beceri) ve mânâ (anlam) incileri, ilâhî sır ve vâridât (içdoğuşlar) hazînelerinde
toplanarak şiir biçimini alır. Şâirler, Ezelî Yaratıcı (Tanrı)’nın övücüleri ve
Mutlak Güzellik’in sırlarının buluşçularıdir. Şâir, câmid (donuk) olan sözcük
ve söylemlere kendi rûhundan üfleyerek cân bağışlar (verir). Aslında bu
söylenenler, şiirin dilin gizil güzü
(dildeki potansiyel) olduğundan başka bir şey değildir. Böylece ortaya çıkan
ürün / şiir, beğeniye seslenen ve “duymak ve
algılamak” sözcüklerinden gelen güzelduyusal (estetik) verim, şairin ruhundan üfleme işi
de şiirin tekniği olarak ortaya çıkıyor!...
Bu
durum, şiiri ve şairi metafizik düzlemde kutsalla ilişkilendirerek, Şuara
Suresi’ndeki lanetlenme düzleminden kurtarma çabasıdır. Bu da tasavvufun şiir
ve estetik boyutunu / anlayışını sergiler. Bu biçimde sergilenen şiir ise “vadilerde
sersemce dalaşan”, “yalan söyleyen” şairlerin değil, makbul (kurulu düzeni
savunan) şairlerin ve şiirlerinin nasıl olması gerektiğinin estetiğidir… Oysa
konusu insan ilişkileri olan sanatın sözlü anlatım ürünlerinden biri olan şiir
kurulu düzene karşıdır; yani bu anlamda bir karşıdil, estetik olarak da bir üst
dil verimidir şiir.
* * *
Günümüze gelindiğinde ise estetik sözcüğü ile her yaratının; bu arada şiirin olması gereken kendine özgü “hava”sı anlatılmak istenir. Evet, günümüzde her sanat yapıtının, hatta her sanayi ürününün bir görünüşü, öteki şeylerden farklı bir yapısı ve albenisi olmalıdır. Söz konuşu şiir olduğunda¸metin üzerinde çalışarak elde edilen bu varsıl görünüm, felsefe başta olmak üzere, birçok bilimsel ve sanatsal verinin katkısıyla ortaya çıkarılır. Bu “hava”yı elde etmek için, şiire giren (alınan) ve girmeyen (alınmayan) sözcüklerin bir araya getirilmesi kendine özgü bir çalışmayı gerektirir. Değinildiği gibi, bu çalışmayı yapıp ortaya estetik özellikleri olan bir metin çıkarmak için özellikle anadilinin özellikleri üzerine, çok geniş bir bilgi ve ekinsel birikime sahip olmak gerekir. Bu birikimle ortaya konulan ve “hoşa giden” ya da empati ile algılanan şeyin nasıl olacağının hiçbir önemi yoktur. Hatta o “şeyin” neye benzediğinin, benzeyip benzememesinin gerekliliği üzerinde düşünmek gereksizdir! Şiirin özgünlüğü de böyle bir anlayışın, sanatsal bir disiplinin/birikimin ya da birikimsizliğin değil ama disiplinsizliğin (!) sonucunda ortaya çıkar.
Ortaya konulan ve kendine özgü (estetik, sanatsal) özellikleri olan o ürün, eskiden vezin (ölçü), kafiye (uyak), mecaz, teşbih (benzetme) gibi birçok bilinen / bilinmeyen, ama uyulması gereken biçimselliklerle oluştururdu. Örneğin; “sözcükleri gerçek anlamlarının dışında kullanma sanatı demek olan mecaz (eğretileme, metafor) sözcüğü dün de önemsenirdi, bugün de önemlidir şiirde. Yunancada, “bir anlamı ötekine gönderme” demek olan mecaz, sözcük ve düşünce mecazları olmak üzere ikiye ayrılır. Sözcük mecazında bir sözcük gerçek anlamı dışında, düşünce mecazında ise herhangi bir görüş kendi anlamının dışında bir amaçla kullanılır. Günümüz şiirinde de önem taşıyan mecaz sanatını acaba kaç şair biliyor. Ama mecaz şiirdeki hakimiyetlerden birini hâlâ barındırmaya devam ediyor, bilenler olsa da olmasa da. Şunu söylemek istiyorum ki, günümüz de şiiri oluşturan teknikler ne yazık ki gereği gibi önemsenmiyor. Oysa geçmişte şiirde teknik söz konusu edildiğinde, şiire özgü sanatların hünerle kullanılması anlaşılırdı.
Şunu
söylemek istiyorum ki; tüm bunlara karşın yine de sanat yapıtını / şiiri ortaya
çıkarabilecek elle tutulur, belirgin biçimler ya da yöntemler yoktur. Ama
estetik denilen şey her yapıtta kaçınılmaz olarak bulunmalıdır. Çünkü şiir
mimari bir dil yapısıdır. O nedenle estetiğin nasıl bir şey olduğunu, günümüzün
yetkin şairlerinden olan Mehmet Taner’in kusursuz bir yapıya sahip olan bir
şiirini okuyarak anlamaya / algılamaya çalışalım:
NİSAN ŞİİRİ
Seviyorum yıldızları, saçlarını, suyunu pınarların
Serin ilkbahar gecelerini.
Dar ağzını, ince alnını, elmacık kemiklerini,
Bacaklarını, uzun.
Gözlerini, çekik. Ilık göğsünü.
Bir yaz gecesi sevdası olan rengini yüzünün...
Gel bağlara gidelim seninle bir bağbozumu vaktinde!
Parıldayıp gidince dere kavakların önünden
Savrulunca üzüm, tatlı ışığında lâmbaların
Güz, ufak tepelerin ardında görününce
Orda bana bir türlü anlatamadığın sesleri söyle
Bırakılmış bir acıyla dolu şarkılar söyle...
Düş sona eriyor, bir güzün son günleriyle birlikte
Hele tozlu yollarda, uzaklardan gelen işçiler de
yitip gidince
Kavun kabukları ezilip, azalınca karıncalar
İçimizde, yıldızların ânı zorlayan vakte kadar
Bir hüzün
Bir yalnızlık, bağevinin açık kapısı önünde
Bütün kış bıçak gibi bir acı
Gözlerin, çekik.”
Görüldüğü gibi bu şiirin de, herhangi bir kurala bağlı olmayan ama kendine özgü en azından bir ahengi / albenisi, bir “havası” var yine de. Buradaki (şiirdeki/şiirlerdeki) kullanışta “albeni” sözcüğüne “iticilik” anlamı vermek de olanaklıdır! Yani estetik denilen şey her zaman albenisi olan demek değil, belki “estetik iticiliği(!)” de olan şeydir günümüzde!..
* * *
Tüm bu anlatılmaya çalışılanları ortaya çıkarmak ise bir beceriyi, bir emek vermeyi, bir çalışmayı gerektirecektir kaçınılmaz olarak. İşte bu teknik çalışmayı yaparken de sözcükleri bir yerlerde ısıtmak, sonra da örse yatırıp onlara biçim vermek, kaynakla(!) muhkemce birbirine tutuşturmak gerekir. Ancak dünyada şiirin tekniğini öğretebilecek bir okul yoktur. Öte yandan şiirin teknik bilgileri az çok bellidir, ama o bilgileri bilmek her zaman ortaya “şiir” denilen estetik dilsel bir yapıyı koymayı sağlamaz.
Her şeyden önce şunu bilmek
gerekir ki; Martin Heidegger’in de dediği gibi; şiirde teknik, yalnızca bir
araç değil, her şeyden önce bir açığa çıkartma çabasıdır. Yunanca kökenli teknik (tekhne); yalnızca zanaatsal edim ile
becerinin adı değil, aynı zamanda yüksek sanat ile güzel sanatların da adıdır
ve varlığa getirme’ye aittir, poiesis (şiir)’e aittir ve şairane bir şeydir. (Teknik ve Dönüşüm, Çev: Necati Aça,) Bu
bağlamda şiirde estetik ile teknik birbirleriyle çok ilişkili olup biri ötekini
seçikleştiren bir sonuçtur. Yani sanat yapıtını, burada elbette şiiri “yakışmışlık”
durumuna getirmek için gösterilen çaba (teknik) ile elde edilen sonuç
birbirileriyle örtüşen ilişkilerdir. Çünkü o çaba, yani o teknik çaba gösterilmeden,
bir beğeni düzeyi yakalama işi olan sanatsal nitelikli ürün elde edilemezdi. Yine
Heiddeger’e göre;“Dil’de görünen haliyle şiir, başka bir
göndermeler kümesi içine yerleştirilmiş ve o değerler kümesi tarafından
manipüle edilmiş bir tekniktir.” (Agy)
Demek ki şiirde teknik, yalnızca bir araç değil, bir açığa çıkartma biçimidir. Bu noktaya dikkat ettiğimizde, tekniğin özüne ilişkin bambaşka bir alan seriliyor önümüze. O da açığa çıkarmanın, yani gerçekliğin alanıdır.
Aşklar öyküleriyle güzeldi eskiden, şimdi
her aşk bir öykü arıyor
kendine;
ah benim umarı bulunmayan
umarsızlığım!
Kadının biri ısınma umuduyla
dolaştırıyor
koynunda ellerini, adam apış
arasında
arıyor güneşli günleri. Çile
yurdu ömrüm
benim, komşudan soruyor
adresini!...
Hüsn ile
şehla aşkımız olmasaydı on
para etmezdi
bu bendeki iyilik. Kuşlar
kaçıverdiğinde
kentlerden -açları doyuramasam bile-
cıvıltılarını toplayıp
getiriyorum geriye.
Duvarın önündeki gözleri
bağlı adamım,
dilimde sevda türküleri.
Biliyorum, yalnızlığa umar
değildir söz,
her gün biraz daha alışıyorum
kendime;
soluduğunu duyuyorum
dünyanın. Kadınlar
ki, yeni sürülmüş toprak
kokuyor tenleri.
Eski aşklara çağdaş öyküler
yazıyorum
ve habire damarına giriyorum
mermerin
sevda ile keski ile murç ile...
doldurdum ceplerime... ‘Yürü ya kulum’
tarihinin, utanç kılavuzumuzdu! Sarısabır
çiçekleri daha da sarardı yol boyunca
kayıverdi çocukların cebinden bilyeler,
şimdi bütün sevinçler cüce!..
(Temmuz 2005)
I
O, mavi tanrıçasıydı Karadeniz’in,
ben gencecik bir kemençe ozanı;
tanrıça maviye doğal yapıdan akıp gelen
yeşil dağ imgesi!..
Hem o, hem ben deniz içre yaşıyorduk da
sözlüğünü bilmiyorduk denizlerin
ki, yorumunu yapalım kıyı günlerinin.
Ne dalyan bekçisi,
ne orman korucusu
bilmezlerdi birleştiğini yasak yerlerimizin.
Şiirde kullanıla kullanıla aşınan tanyeri imgesi
bilmezdi aşınmamış tanyerlerinin de olduğunu,
sarı ayva tüylerinin gölgesinde
kendiliğinden bir şeylerin kurulduğunu.
Dağ köylerinden odun yüklü kızlar gelirdi
bizim çarşıya, desem
ve birbirine değerdi terli yerleri;
ve bir talihsizlik sonucu
okusa bu şiiri züppenin biri
garip bir imge olarak varsayabilir
odun yüklü kızları.
Oysa onlar mavi tanrıçalarıydı Karadeniz’in,
ben gencecik bir kemençe ozanıyım;
uy aman!..
II
Onlar mavi tanrıçalarıydı Karadeniz’in,
ben gencecik bir keneçe ozanıyım ya
sorarım işte:
Önce dağlar mı uyanır Karadeniz’de
yoksa sular mı,
önce kar mı yağar yollara
yoksa çocuklar mı?..
Ve şiirin sosyolojisinde yeri var mıdır bunların,
düşünmedim desem yalan söylerim!..
Yeni abc’si ile halk dilinin
okur-yazar bir çocuk
neden okula gitmez diye düşündüm düşünmesine.
Kuş dili ile, karınca dili ile,
yeşilin ve mavinin dili ile konuşan çocuklar
everensel bir dile nasıl konuşacaklar;
düşünüyorum hâlâ!..
Ve soruyorum bütün bunları
doğaçlama söyleyen kemençe ozanı hemşerime;
kulağını bükerek kemençenin diyor ki bana:
Koç koyun meler gelir
Dağları deler gelir
Bekâr kızlar uyurken
Aklına neler gelir.
Anlaşılan uçkuru düğüm tutmuyor ki hemşerimin
sorumu yanıtlasın,
alsın da eline dut dalından kemençesini
köy köy dolaşsın da hemşerim
halkıma evrensel dille nasıl konuşulacağını
onlara onların diliyle anlatsın;
uy aman da uy aman!..
III
O, mavi tanrıçasıdır Karadeniz’in
ben gencecik bir kemençe ozanı olsam ne yazar
demeye dilim varmıyor;
kemençem hak korosunda yerini aldığı zaman
elbette çok yazar uy aman,
uy aman da uy aman!..
(Yanarca, 1979)
Divan şiiri geleneğimizde “şehrengiz” diye bir şiir türü var, bilirsiniz. Şehrengiz, “Şehrin güzelleri ve güzellikleri üzerine yazılan şiir” demektir. Bizde İstanbul, Bursa, Balkan kentleri ve daha başka yerler üzerine de yazılmış çokça şehrengiz var. Kentler üzerine şiir yazma geleneği çeşitlenerek ve zenginleşerek çağdaş şiirimizde de sürmektedir. Ben burada şehrengizler üzerinde duracak değilim. Ama o geleneğin süreği olarak çağdaş şiirimizde Trabzon üzerine yazılan birkaç örnekle, hem “Bir kent için niçin şiir yazılır?” sorusunu yanıtlamaya hem de “Şiirlerdeki Karadeniz ve Trabzon Duyarlığı”nı irdelemeye çalışacağım.
Önce, “Bir kent için neden şiir
yazılır ya da bir yer, bir kent hangi nedenlerle şiirlere konu olşturur?”
sorusuna yanıtlar arayalım:
1- Bir
yer ya da kent, moda deyimle söyleyecek olursak, nostaljik değerleri ve onların
anımsattıkları nedeniyle,
2- Bir
yer; tarihe iz bırakan olay ya da olayların mekânı olduğu için,
3- Bir
yer; insan yapısı, doğası, coğrafi özellikleri, ekonomik durumu, folklorik
değerleri, kültürel ve tarihî önemi için şiirlere konu olur. Bu bağlamda,
Ceyhun Atuf Kansu’nun “Denizler” şiirinin “Denize Karşı İnsan” bölümünü örnek
olarak verebiliriz:
Denize Karşı İnsan
Karadeniz dediğin deniz değil insan
Gelir vurur Akçaabat pazarına.
Güneşe bırakılmış balık ağlariyle
Kayıklariyle kumlara çekilmiş
Denize karşı insan!
Kalabalık, güzel, çalışkan,
İner çam direkli gemilerle.
Karadeniz dediğin mavi değil yeşil,
Çocuk dudaklarını yakan incir,
Yaprak tütün boyatmış mısır yeşil,
Dağ taş karanlık fındık yeşil,
Yeşil oğlu yeşil, Tanrı torunu yeşil.
Deniz gelmiş Akçaabat’ta durmuş,
Kimin için bu deniz?
Ağlarımız, bir yıldız düşmüş içine,
Düşmüş çoluk çocuk peşine,
Fındık dallarını aralayıp baktığımız
Oh – dediğimiz!
Yırtık ağlarımızdan can balığını
yitirdiğimiz
Bizim için bu deniz.
Tirebolu’da demirciler örse vursa
Akçaabat denizinden duyulur.
Çarşılarda bakır dövse bakırcılar
Denizler kızarır gün batarken.
Bir kız peştamal dolasa beline, fındık dalı
beline,
Köylüler konuşsa noter kapısı önünde,
Bir terzi ceket dikse iğnesinin türküsü
Duyulur Akçaabat denizinde.
Bir adam çıksa ses etse
Sesi gelir buralara kadar.
Akçaabat denizinde bir ağ çekilir,
Sesi çıkar şu dağlara dağlara,
Horon havasiyle, elele ölüme karşı,
Yürür denize karşı insanlar.
1-
Bir yer; bir savaşın geçtiği mekân olarak, bir utkuyu
koynunda büyüttüğü ya da dramatik bir olaya, bir yenilgiye sahne olduğu için
şiirlere girebilir. Örneğin Homeros’un “İlyada” ve “Odesia” destanlarına birçok yerin, özellikle de İda Dağı’nın
girdiği gibi.
2-
Bir yer; sahip olduğu imgesel ve simgesel değerler
için, yarattığı toplumsal imge ve insan ilişkileri nedeniyle,
3-
Bir yer; bizi sarıp sarmalayarak, anne sıcaklığıyla
kucağında büyüttüğü için de şiirlere girebilir. Örneğin, Nâzım Hikmet’in şu iki
dizede sölediği gibi:
“iki şey var ancak ölümle unutulur,
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü”
Bu neden ve niçinleri çoğaltmak
kuşkusuz olanaklıdır. Ama benim burada üzerinde duracağım, şiirlerdeki Trabzon
ve Karadeniz duyarlılığı bağlamında bu kadarı yeterli olacaktır sanırım…
Aslında Trabzon, doğal bir kentsel gelişime, birikime sahip olması nedeniyle
daha çok şiire konu olmalıydı, oysa olamadı. Çünkü Trabzon bakırcılık gibi,
kuyumculuk gibi el sanatlarının ve dar alanlarda yapılan tarımsal üretim
olanakları dışında sanayisi olmayan, kendi denizi ve kendi yağı ile kavrulan
kapalı ekonomiye sahip bir yerleşim birimi olarak, Cumhuriyet döneminde
gerektiği gibi gelişemedi. Son zamanlarda da rant uğruna, kentsel gelişmeden
çok bir beton imparatorluğuna teslim edildi ve ediliyor. Trabzon yine de
tarihinin, kültürel köklerinin sağlamlığı, folklorik değerlerinin zenginliği
nedeniyle pek çok sanatçı, aydın, politikacı ve bilim insanı yetiştirdi. Ancak,
ekonomik olanaklarının sınırlılığı nedeniyle, onları ülkenin çeşitli yerlerine
dağıttı. Ama böyle bir kültür göçü olması da iyiydi, çünkü Trabzon toprağından
yetişen insanlardan ülkenin tümü
yararlandı. Güzel olan o ki; gidenler bu toprağı hiç unutmadılar, ondan
hep beslendiler, hâlâ da besleniyorlar.
Söylediklerimden
anlaşılacağını umuyorum ki, Trabzon daha fazla sanatçıyı kültürel ve ekonomik
bağlamda barındıracak yeterliliğe, donanıma kavuşamadı. Hakkında benim
düşündüğüm kadar şiir yazılmamış olmasının asıl nedeni budur sanırım. Ama yine
de, Trabzon’u yazdıklarına/söylediklerine doğrudan ya da dolaylı olarak konu
edinmiş epey şair, izleği Karadeniz/Trabzon olan azımsanmayacak sayıda şiir
var.
Ben burada,
havasına Karadeniz/Trabzon duyarlığı sinmiş olan şiirler konusuna, bu yörenin
doğasını ve insanının doğallığını, hamasi söylemi aşarak işlemiş olan bir halk
adamı, bir Halk şairi olan Baba Salim (Öğütçen)’den ve onun “Hamsiye Merhaba”sından söz ederek
başlamak istiyorum: “Hamsiye Merhaba”
24 dörtlükten, yani 96 dizeden oluşan, tümüyle gerçeklikleri dile getiren bir
manzum anlatımdır. Hamsinin yöre için ekonomik değerini, avlanmasının
zorluklarını, sağlık açısından değerini, pişirme yöntemlerini, hamsi yemeği
çeşitlerini; Karadeniz insanının kendisiyle dalga geçme cesaretini de
savsaklamayan ironik bir dille anlatıyor. Bu manzum anlatımın:
Hamsi çıkmadı yazık
O idi bize azık
Ne yapalım uşaklar
Onsuz yaşayamazuk
biçimindeki
üçüncü dörtlüğünde, Trabzonlunun ağız özellikleri ile hamsinin Karadeniz insanı
için ne denli değerli olduğunu dile getirirken, Karadeniz insanına özgü geniş
yürekliliği de sezinletiyor bize.
Buradan devamla;
Baba Salim’in, Bedri Rahmi’nin, Yaşar Miraç’ın, hatta Trabzon’da uzun yıllar
yaşamış, Trabzon’u yurt edinmiş İlhan Demiraslan’ın, Karadeniz eniştesi olan ve
yöreyi çok iyi gözlemlediği anlaşılan Ceyhun Atuf Kansu ile Trabzonlu
olan/olmayan daha başka şairlerin şiirlerini
okurken; “Şair/yazar coğrafyaya değil, kültüre yani dile doğar”
görüşünün gerçeği tam yansıtmadığını düşünüyorum. Çünkü şair ve yazar belli bir
kültüre, ekonomiye olduğu kadar, belli bir coğrafyaya da doğar. Bunu böylece
belirttikten sonra, Baba Salim konusunu, “Hamsiye
Merhaba” manzum anlatımının son dörtlüğü ile bitirmek istiyorum:
Ola bırak şakayı
Durma yüzdür takayı
Hamsi burun başında
Şimşek gibi çakayı.
* * *
Şimdi de;
Trabzon üzerine yazılmış, Trabzon’u en özgün biçimde anlattığını düşündüğüm,
Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun, sanırım hepinizin bildiği, “Trabzon Deyince” şiirini söz konusu edeceğim. Ama bu şiir üzerine
bir iki şey söylemeden önce, şiirin tümünü sizlerle paylaşmak istiyorum. Ben
her okuduğumda yeni tatlar alırım bu şiirden, sanıyorum sizin için de öyledir:
Trabzon Deyince
Trabzon deyince aklıma bir salkım kareymiş
gelir
İçin için kandil kandil ballanır
Kandiller içinde bir kandil yanar
Bir kız deli gibi koşmaya başlar
Yanaklarında Amoftaların alı
Dudaklarında kareymişlerin moru
Göğsünde… elinin körü
Trabzon deyince aklıma Soğuksu gelir
Soğuksu deyince bir dizi kareymiş ağacı
Kareymişlerin altında biri kız biri oğlan
iki çocuk
Ne çocuğu iki belâ iki hışım
Nefesim kesilinceye kadar kovalamışım
Düştüm düşmesine 45’ten 30’u
15 yaşındayım
Trabzon deyince aklıma Kemerkaya gelir
Kayanın dibinde bir kız soyunur
Bir sarışın şimşektir çakar kamaşır gözlerim
Bir saniye bile sürmez olup biten
Ama kaya yarılmıştır çoktan derinlemesine
Orta yerinden
Bir suret
Bir çırılçıplak aydınlık
Ölesiye saplanıp kalmıştır artık
Kayanın dibinde bir kız soyunur
Doya doya bakamaz Mernuş utanır
Şimdi durmuş kötü kötü düşünür
Tam otuz bir sene geçmiş aradan
Bir ses gelir çın çın öten kayadan
Yaptığın işlerden utanma
Yapmadıklarından utan
Tam otuz bir sene geçmiş aradan
Bir kız çırılçıplak atlar kayadan
Sen bir bahçıvan ol ben bir gül olam
Uzat ak ellerin der beni beni
Uzat ak ellerin gel dile diye
Bir ses gelir cehennemin dibinden
Geçti Bor’un pazarı
Sür eşeği Niğde’ye
Trabzon deyince aklıma Faroz gelir
Kara kara kazanlar hatırlarım dizi dizi
Kurşun gibi ağır bir balıkyağı kokusu
Kırar kolunuzu kanadınızı
Hantal bir bulut güçbelâ havalanır
Bulutun içinde yüzlerce Yunus ağır ağır
Yarım kalmış bir deniz türküsünü
Deniz gibi yeşilini katran morunu
Gök mavisine katmaktadır
Sonra ağırbaşlı zinosların bembeyaz uğultusu
Dünyanın bütün denizleri de yetim yapayalnız
Dünyanın her yerinde beyaz, sessiz, sevimli
Martıya zinos derdik değil mi?
Görüleceği gibi
bu iki kanallı bir şiir. Birinci kanalda; Trabzon’un simgeleri sayılabilecek
“kareymiş”, “amofta” gibi meyvelerden, balık ve balıkyağı gibi deniz
ürünlerinden ve Trabzon’un semtlerinden, insanlarından, denizinin, bulutlu
gökyüzünün görünümünden, “zinos” kuşunun ağırbaşlılığından söz edilerek, bir
“yöre havası” oluşturuluyor… Şiirin ikinci kanalında da masalsı bir öyküye yer
verilerek, şiire, Karadeniz insanının yabancısı olmadığı dramatik bir hava
kazandırılıyor. Aslında bu öykü ile Karadeniz’in kapalı bir topluma özgü insan
özellikleri sergileniyor. Şair ayrıca, “kandil kandil ballanır”, “sarışın
şimşek”, “çırılçıplak aydınlık”, “zinosların bembeyaz uğultusu” gibi imgelerle
şiirin sanatsal gücünü destekliyor.
Böylece ortaya
sanatsal gücü yetkin olduğu kadar, “Trabzon havası”nı vermede özgün bir şiir
çıkıyor ortaya. Bedri Rahmi daha başka şiirlerinde, ad vermeden de olsa,
“Karadeniz duyarlığı”nı hep solutur bize. Örneğin “Sitem” şiiri öyle şiirlerden biridir. Ancak bu, Bedri Rahmi’nin
yerel ve yöresel bir şair olduğu izlenimini yaratmamalı. O, ülkemizin başka
yörelerini, başka yerlerini, başka kültürlerini de verir bize şiirlerinde… Bu
arada şunu da hemen söylemeliyim ki, Bedri Rahmi’nin “Trabzon Deyince” şiirinde olduğu gibi, başka şairlerin şiirlerinde
de benim gördüğüm bir özellik var: Şiirler Trabzon’u zenginleştirdiği kadar,
Trabzon da kendine özgü havası ve
güzellikleriyle şiire zengin duyarlıklar katıyor.
* * *
İlhan Demiraslan’ın
ölümünden yaklaşık 20 yıl sonra yayımlanan “Acının
Uçları” kitabındaki hemen tüm şiirlerde “Karadeniz ya da deniz izleği”
sürüp gider. Başlığından başka Trabzon adının geçmediği “Trabzon’da Son Argonot” şiirinde, hatta deniz sözcüğünün bile geçmediği
“Tabut” başlıklı şiirde denizi ve
karasıyla Trabzon iklimini buluruz:
Küf kokar bütün anılar zamanla
Düşüncede gerçekleşmeyen umut
Ninelerden kalma sandıklardaki
Maviyle bezenmiş elişi bulut
…………
Ekşi nar ağaçları bademler ve
Bahçelerde kurumuş bir kara dut
dizelerini örnek
olarak verirsem, umarım meramımı anlatabilirim.
* * *
Karadeniz’in
doğası şairin dilinin kemiğini eritir, söylemine de yeni tatlar katar… Örneğin
Ceyhun Atuf Kansu, eski Trabzon konaklarına baktıkça yurt güzellikleri ile birlikte
sömürünün yerel yüzünü de görür ve gösterir okuruna:
Eski Trabzon Konakları
Yan gelmiş oturmuş Trabzon beyleri
Hatmi çiçekleri serin bahçelerde.
Havuzlarda karpuzu orta yerinden çatlatan su
Hovarda akşamlardan kalma rakı kokusu.
Can sıkıntısından iplik iplik eğirir denizi,
Tebriz işi minderlerde,
Gözleri baygın hanım sultanlar!
Yan gelmiş oturmuş fındık beyleri,
Halı olmuş genç kızların emeği,
İner gelir ince saz Trabzon akşamları,
Şıkırdar kadınların altın bilezikleri,
Gözleriyle sularlar o güzelim bahçeleri,
Akşam sefaları gibi açar çocuklar.
Çevrili duvarlar ortasında Rum dilberleri,
Penelope’nin ortakları,
Çıkıp balkonlardan gözlerler gemileri
Altınları, üzümleri, deniz dokuması
ipeklileri,
Beklerler soygunlardan dönen hovardaları
Gül topuklardan öpecek boğalar soyunu,
Türkülerle açarlar o sıcak döşekleri.
Bu şiirin bizi
çıkardığı tarihsel yolculuk nedeniyle, Kansu’nun “Yurdumdan” kitabının “Denizler”
başlıklı bölümünü okuduğumuzda, “Şair coğrafyaya da doğar” görüşüm sanırım bir
kez daha haklılık kazanır… Şiirin son bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum:
Trabzon Ağıdı
Kalkmış güzelim sabaha açmış penceresini
Dalga köpüğü Trabzon evlerinden biri,
Silkelemiş düşlerini pencereden,
Bakmış evinin ayak ucunda
İnce bir örtü mavi deniz.
Yeniden çalsam mı o kapıyı?
Duvarlarından at kestaneleri taşan,
Erik ağacı bıraktığım gibi,
Altında oturduğumuz, konuştuğumuz günden,
Deniz o günden kalma lâcivert.
Gezdim dolaştım o eski yerleri,
Gözlerinin güneşinde ısınmış o bahçeler.
Diri, taze barbunyalar, öğle yemekleri,
Bir daha kurulmayacak olan sofra,
Rüzgârlar almış götürmüş örtüsünü.
Dört bir çevrem deniz,
Anılar adasına nerden düştüm?
Çocuklarım kumsallarda yalınayak,
Karpuz getirmişler Tekirdağ’dan,
Haydarpaşa rıhtımında mavnalar.
Döndüm rakı içtim ince saz ile,
Güneş yemişleri toplayan çocuklarımdan uzak.
Uzaklarda güzel kadınlarımız
Çekildi mi sıcaklıkları başlarımızın
altından
Dağ başıdır, soğur yaşamamız.
Nerde o katıksız mutluluk,
O dolup dolup boşalmazlığı denizin,
Suların Trabzon’dan İstanbul’a aktığı
saatlerde.
Bizler de akıp gitmişiz ama güzelim,
Biz nerde? Hani aşkımız? Deniz nerde?
Şiirdeki, “Gözlerinin güneşinde ısınmış o bahçeler”
dizesini, Karadeniz’den başka bir yer söyletemezdi şaire gibi geliyor bana.
Çünkü Karadeniz’in bin bir yeşille donanmış doğası, çisem çisem serin havası ve
Karadenizlinin gözlerinin mavisi bir araya gelmeden bu dize söylenebilir mi?
Kuşkusuz söyleyen çok önemli, ama ne derler;“söyleyene değil söyletene bak!..”
Benzer nedenlere
dayandıracak olursak, Yaşar Miraç’tan başka bir şair “Karadeniz hırçın kız”
benzetmesini yapamaz kolay kolay! Gerçi dünyanın başka yerlerinde Karadeniz
gibi başka hırçın denizler olabilir. Ama böyle bir dizeyi söyleyebilmek için,
Karadeniz Bölgesi koşullarının yoğurduğu “hırçın bir şair” de olunması gerekmez
mi? Karadeniz’in dalgaları ile Karadeniz kızının o sevimli deli doluluğunu
örtüştürecek bir şair söyleyebilir ancak şu dizeleri:
karadeniz
hırçın kız
al bizi kollarına
çalkala dalga dalga
köpük köpük
yakamoz
ayça dudaklarına
değsin dudaklarımız
kemençeler çalarken
ver elini
coşalım
çakıllar kumlar üzre
bi horon
tutuşalım
Şair denize mi
sesleniyor, kıza mı? Sanırım her ikisine de; çünkü Karadeniz’in insanı deniz,
denizi insandır. Hatta Cahit Külebi’ye benzeterek söylersek; Karadeniz’in
denizi kız, kızı da denizdir… Şu güzelim dizeleri de Karadenizli/Trabzonlu bir
şairden başkasının söylemesi olanaklı görünmüyon bana:
kemençe bibil olsa
telleri zibil olsa
her çalışta dökülür
kemençe olmaz ceviz
gelin sanır kaynana
duyar sesini tiz tiz
bir kemençe ki çamdan
çalarken çıra çıra
tutuşur yanar gamdan
İnsanın gamlı, kederli halini çam ağacından
yapılmış bir kemençeden daha yetkin, daha şiirsel olarak hangi eğretileme ile
anlatabilirsiniz? Doğal ki burada asıl övgü çıra çıra yanan kemençe sesinedir.
* * *
Şimdi de,
hoşgörünüze güvenerek, kendi şiirimden söz etmek istiyorum. Ama önce buna neden
gerek duyduğumu söyleyeyim: Çünkü ömrünün ilk 14 ve lise öğreniminin iki yılını
Trabzon’da yaşamış biri olarak, benim kimi şiirlerime de sanırım
“Karadeniz/Trabzon duyarlığı” sinmiştir.
Ancak yıllıklarda, kitaplarda, ansiklopedilerde bu bağlamda benim bir tek “Uy Aman!..” başlıklı şiirimden söz
edilir. Ki, o da Yaşar Miraç’ın söylemiyle “Karadeniz şiiri” değil, “Hüseyin
Atabaş’ın aydın ukalalığı”nın bir ürünüdür! Neyse, bunu geçelim… Dört bölümlük “Süreğen Şiir!..” başlıklı şiirimin
üçüncü bölümü şöyledir:
Evvel zaman insan insan içinde,
hem var hem yok hükmünde
alı al bir masal gibi geçti ömrüm.
Hem var hem yok bir baca güneşi
deniz ışıyor gözlerinin dibinde.
Gözlerin ki bir mavi bir yeşil,
bin eflâtun giz içinde.
Yüreğimi oltayla kıyıya çekip
otuz yıldır aradığım şiirin
ilkyazda morunu yeşilini,
bir kayın ormanında buldum güzünü.
Kimi deniz gülü imgesiyle yetindim,
kimi uzaktan uzağa sevebildim
karası içine dürülü Karadeniz’i.
Bu şiirdeki “karası içine dürülü Karadeniz” imgesini
de ancak Karadenizli, Trabzonlu bir şair kurabilir, dersem, umarım bundan
kendime bir övünç payı çıkardığım gibi bir şey anlaşılmaz. Bir İkinci Dünya
Savaşı çocuğu olarak, daha çok anlatılanlardan esinlenerek yazılmış olan “Bana Kalan” başlıklı şiirimin tümünü de
sizinle paylaşmak istiyorum:
1945 yaz ayları,
üç yaşımdayım, nüfusta kaydım yok hâlâ,
savaştan gizliyor beni annem.
Akşamın serinliği yüreğini okşuyor babamın;
çınarları, kavakları,
filikaları,
çaparileri,
mavnaları,
balıkları okşuyor suların serinliği.
Cılız çocuk sesleri, fersiz ateş böcekleri
geceyi yokluyor,
gece özlem ve ekmek kokuyor!..
Karadeniz, yeşilim gül,
kocaman bir yoksunluk şimdi.
Martılar çığlık çığlığa,
üveyiklerin kanı çekilmiş,
kumsalda çürümeye başladı
Alman uçaklarının leşleri!..
Ekileni bir daha geri vermiyor toprakana;
nerde o kiremit damlardaki yağmur sesi,
karartmasız geceler,
vesikasız ekmeğin keyfi,
tuzun
lezzeti
nerde, hani nerdeler?...
Kaşlarının arasında birer atom bulutu,
kulağı kahvenin bataryalı radyosunda
haberleri dinliyor cümle alem!
Yemen türkülerinin burukluğunu özledik,
acı tatlı ne varsa
bütün anılarını unutmuş insanlar.
O günlerden anı diye
kala kala bana da gülüm
kırışık bir alın kaldı!..
Aramızda o savaş yıllarını “akıl baliğ” olarak
yaşayanlar var mı, bilmiyorum. Eğer varsa, İkinci Dünya Savaşı Trabzon’unun
imgesel olarak anlatımı, yüreklerinin
kimi tellerini derinden titretmiştir sanırım. Bundan da şöyle bir sonuç
çıkarmak olanaklı ki, Trabzon kimi şiirlere duyarlıklar kazandırırken,
kimilerini de gerçeklerin acıları ile yoğurmaktadır. Aslında Trabzon, savaş
gibi olumsuzluklar bir yana, iklimiyle, kıt geçim kaynaklarıyla her zaman bir
çile yumağının sarmalındadır. O havayı da Ahmet Özer’in şair duyarlığından
vermek olanaklı:
bütün ömrümce geçtiğim şu sokakta
yağmurlu bir sonbahar kuşatıyor alnımı0
dallar üşüyor gecenin çınlayan sesinde
sinema önlerinde rüzgâr satan çocuklar.
şimdi şu sokaktan geçen yağmuru çağırsam
gençliğimi sorsam karanfil saksılı
balkonlara,
çınarlara doluşan kül renkli serçelere
bir avuç şiir savursam dünyayı anlatan.
Trabzon’un
boğuntulu havasını, ironik bir tatla veren Ömer Kayaoğlu’nun bir dörtlüğü ile
bitirmek istiyorum:
Yağmur çetin
Ürün yetim
Oy benim güzel memleketim
Benim güzel memleketimin çilekeş olduğu
kadar gani gönüllü de olan insanları, dertlerini şiirlere dökmeyi, manilerle
dile getirmeyi de bilen duyarlıklı insanlardır. Yoksa, Karadeniz’in çetin
yaşama koşullarının altından kalkmaları kolay olmazdı.
HÜSEYİN ATABAŞ
İÇİN
Attila AŞUT
İncelikli
duyarlıkların bilge ozanı Hüseyin Atabaş da uçup gitti dünyamızdan!
Türkçenin
emekçisi, şiirimizin gürültüsüz sesiydi o…
Son
zamanlarda sayrılıklar iyice bükmeye başlamıştı belini. Acı çekiyor, sürekli
sağaltım görüyordu. 26 Şubat’ta ölüm haberi geldi. Kabullenmek çok zordu biçim
için. Yüksel’de, Konur Sokağı’nda bastonuna dayanarak ağır ağır yürümeye
çalışan, Mülkiye Kafe’de dostlarıyla söyleşirken gözlerinin içi gülen o çelebi
insanı göremeyecektik artık!
Biz
Atabaş’la gençlik yıllarımızda Ankara’yı yurt edinmiş iki “Trabzonlu Delikanlı”
idik. “Kıyı” dergisindeki yazısında, “Attila Aşut dostumu, 1963-1965 yılları
arasında iki yıl kaldığım memleketim Trabzon’dayken tanımıştım” dediğine göre,
en az 56 yıl öncesine dayanıyor dostluğumuz. Sevgili Atabaş’la onca yıl hiç
kopmadık birbirimizden. Birlikte gezilere çıktık, etkinliklere katıldık.
Edebiyatçılar Derneği adına “Sivas Kitabı”nı hazırlarken de yine birlikteydik.
Evet,
hemşeriydik ama karakterimiz biraz farklıydı. O, çok yumuşak huylu bir
Karadenizli idi; kolay kolay öfkelenmezdi. Sinirleri alınmıştı sanki.
Sessizliği, dinginliği şaşırtırdı bizi. Ortak dostumuz Ahmet Özer de gömütü
başında konuşurken, “Bir Trabzonlu olarak bu kadar sakin olabilmesine hep
şaşmışımdır” demiş haklı olarak. Atabaş’ın çok sevilmesinde, kuşku yok ki onun
bu yumuşak tabiatının payı büyüktü.
Hüseyin
Atabaş’ın şiiri de kişiliği gibi duru ve saydamdı. “Yaşama, aşka ve umuda
tutunarak yürüyen sessiz bir gezgin” demiştim onun için. O da “zamanın
fanusunda özgür bir gezgin” görüyordu kendini zaten.
Ozanlığının
yanı sıra iyi bir dil işçisi ve deneme yazarıydı. Türkçeye kafa yormuş, dil
yazılarından oluşan “Dilin Gizilgücü” adlı bir de kitap armağan etmişti bize.
Kısa
süre önce, gözden geçirmem için “Türkçe, Yaralı Dilim” adlı dosyasını
göndermişti bana. Altbaşlığı “Dil Üzerine Denemeler” olan ve ilk baskısı 2003
yılında TÖMER’den çıkan kitabını genişletmiş ve yeni eklerle zenginleştirmişti.
Keşke yaşarken görebilseydi basıldığını! Araya sağlık sorunları girince öylece
kalmıştı. İlgi duyan bir yayınevine, ailesinin de iznini alarak vermek isterim
basıma hazır bu dosyasını.
Hüseyin
Atabaş’ın unutulmaması gereken özelliklerinden biri de örgütçülüğü idi. ANYAZKO
(Ankara Yazar ve Çevirmenler Yayın Üretim Kooperatifi), Edebiyatçılar Derneği
ve BESAM’ın (Bilim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek Birliği) kurucuları
arasında yer almış; yıllarca Ankara Üniversitesi Türkçe Öğretim Merkezi
TÖMER’de çalışmıştı. Yazın dergilerinin de özverili bir emekçisiydi.
Hüseyin
Atabaş’ın mutlu öldüğünü düşünüyorum. Çünkü yaşarken görmüştü sevilip
sayıldığını. Dostları hep onurlandırmıştı onu. Son dönemde Zerrin Taşpınar ve Nevin
Koçoğlu’nun önayak olmasıyla birkaç etkinlik düzenlenmişti Ankara’da. Dergiler
özel sayılar yayımlamıştı onun için. “Kıyı” dergisinin “Şiir Emek Ödülü”nü de
20 Mayıs 2017’de Ankara’da düzenlenen törende benim elimden almıştı.
Bir
yazımda belirttiğim gibi, “hüznünü iyice inceltmiş, iç sesini derinleştirmiş,
her şeye iyimserlikle bakan, bilgelik postuna oturmuş” bir ozan yaşıyordu
aramızda. 27 Şubat günü Ankara’da yıldızlara uğurlandı. Artık şiirleriyle
yaşayacak…
KAYNAK:
Hüseyin Atabaş için (birgun.net, 4 Mart, 2019).