Şair,
yazar. 20 Kasım 1966, Bahçe / Osmaniye doğumlu. Siirt Tarım Meslek Lisesi’ni
bitirdi (1985) ve Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi’nde Tarım Ön
Lisans Programını tamamlayarak Tarım Teknikeri oldu. Hayatını ve çalışmalarını
İstanbul’da sürdürmektedir. İbrahim Çankaya ile evli, Levent ve Bahadır adında
iki oğul annesidir.
Gülümser
Çankaya’nın “Suçüstü” başlıklı ilk
şiiri, Antalya’da yayımlanan Bahçe
dergisinde çıkmıştı. Daha sonra Eliz
Edebiyat, Dize, Le Poete Travaille, Yasakmeyve, Varlık, Kitap-lık, Ihlamur, Kurşun Kalem, Pulbiber, Çevrimdışı İstanbul gibi dergiler ile Radikal Kitap ve Cumhuriyet Kitap eklerinde şiirleri ve yazıları yayımlandı. 2000
yılında Etken (Alanya), 2008 yılında Şiirsaati (Alanya) dergilerinin
kuruculuğu ile yayın yönetmenliğini yaptı. Kimi şiirleri İngilizce, Fransızca,
Bulgarca, Romence ve Zazaca’ya
çevrildi.
Çatısızlık Taşarımı adlı şiir dosyası 2015 Sunullah
Arısoy Şiir Ödülü / Vecihi Timuroğlu Özel Ödülü’ne değer görüldü. Türkiye
Edebiyatçılar Derneği ve PEN Yazarlar Derneği üyesidir.
“ ‘Dildeki cinsiyet’ kavramına en iyi
örneklerden biri, Gülümser Çankaya’nın ‘Soğuma’ kitabındaki şiirler. Saf bir
örnek değil, ama zaten saflıktan da ‘soğuyan’ bir örnek. Ses katmanları
arasında eril kimlikler olsa bile bu böyle; Cemal Süreya da var, İlhan Berk de,
Necatigil de var (özellikle sözcük eksiltme tutumunda) bu şiirdeki seslerde.
Dahası da var. Sonuçta, etkilendiği şairlerin eril dilini kendi cinsiyet diline
dönüştürme çabası veriyor Çankaya.” (Mahmut Temizyürek)
ESERLERİ (Şiir):
Denizden Sonra (2005), Soğuma (2010),
Sebep (2018), Mektupta Şiir Var (2018).
KAYNAKÇA: Ahmet Günbaş / Soğuma - Gülümser Çankaya (Eliz
Edebiyat, Haziran 2010), Hüseyin Peker / Soğuma (Yeniyazı, Aralık 2010), Mahmut Temizyürek / Gölgesi İnsan Bedeni Doğa (Ankara
2011), Hilal Karahan / Aşkı Yara Gibi Koruma (Çinikitap, Ocak-Şubat 2011), Betül Dünder / Şairler Arasında Kadın
Olmak / Konuşmalar Kitabı (Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
yüksek lisans tezi, İstanbul 2013), Gülümser Çankaya (BF 2013, Bilgi teyidi
2018), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür
Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2018).
biri
rüyasında okşuyor beni
ben bunu örtüyorum üstüme
ben bunu düşündükçe
büyüyorum
bizi zehir gibi saran o boşluğu
öbür yana deviriyorum, devrim
oluyor
bir ormanı buluyor bazen
bir denizi gitmek
ben sana kaç ırmakla koyuluyorum
kaybediyor beni genişlettiğin
dünya. ben bir unutuşla
karnımı yakıyorum
sana kalıyorum eşiğinin ahşabı
üzerinde inci
içimde sona eriyor uzak
biri rüyasında öpüyor beni
geliyorum.
bütün duvarlarını yıkar
sakar kelimelerle konuşan
kısık sesli ev
çalkalar ağzını gece
uyuklayan kokular yavaşça
terk eder diş etlerini
ağırlar dudağında gülmeyi
ve ölmeyi, iki mümkün
zıtlığın karanlığından korkmuş
koridor
birikmiş yalnızlıktır
tekrar eder elmayı mutfak
kendi tadını arar
çaya atılmaktan sıkılmış şeker
uzatır yolunu
kahve patikasına tırmanan
kenarı kırık fincan
anlaşılmaz bilgidir
ayağına ağır masa. üstelik
hiç tanımlanmaz varlığı
bir kurt ahşabını oymasa
çok sevmiş olmalı çok kırılır
şizofren sırlarla sürüp gider ayna
beni dünyaya hapsediyor
dışında kaldığım oda
yarıyor suları jaluziyi çeviren
ellerin. gemiler
ayrılıyor
sonralar, sonsuzlaşan çabalar
harita benekleri
sıçrasa kendine düşüyor
mayıs günlerinde
yalnızlık
çiçeklensem iyidir suya
geçiversen tırmıklanmış sahilden
içimin düzlüğüne
akın akın gözlerin…
kısmasan
bir çocuk eğildim suya
bir kadın doğruldum. hızlı
dönüyordu başım. dengene
durdum
beni bir kıyı bildiler.
herhangi
bir köşesinde atlasın
ürpertiydim oysa. biriken
lavdım
gövdem hevesliydi bu uzun
koridora. kolaydım. evden
içeriydim hem
bilme (me) kti benim en büyük
cesaretim. hiçliğimdi içime
alabileceğim seni
aşka direnmekten başka
neydi ki perde. güneşine
dura dura yırtıldım
SOĞUMA
AHMET GÜNBAŞ
Hep bir ‘soğuma’ izleği
yerleşmiş Gülümser Çankaya’nın son şiirlerinin omurgasına. Ortalık ısınmıyor
bir türlü. Nasıl ısınsın ki?.. Ağızdan dökülen sözcükler bile buz tadında
olursa!..
Düşündüm, biraz sonra
örnekleyeceğim ‘soğumalı’ dizelerin karşılığı ne olabilir diye?..
Şiirlerin tümünü gözden geçirdikten sonra İlişkisiz başlığına takılıp
kaldım. Evet, yapıtın genel duyarlığı, ikili ilişkilerin zayıflığı üzerine
oturuyor. Daha doğrusu ilişkinin bir ayağında sımsıcak kalmak için çabalayan
biri var; öteki ayağında ise buzdağlarını kıskandıran bir vurdumduymazlık:
Aradaki farkı belki şöyle
gösterebilirim size:
“o sadece gülümsüyor merhaba derken.
Ben dünyaları boşaltıyorum ” (s:23)
Farklılığa bakın siz! Erkeksi
gülümsemenin eğretiliğiyle sanki bir başka gezegende gibiyiz. Aşkı eksik bir
gezegen bu. Eksik de ne kelime, aşk basbayağı yok hükmünde:
“aşk demiyor hiç kimse henüz bilmiyorlar” (s:15)
Giderek o soğuk gezegen olanca
sıcaklığı yutmaya başlıyor. Soğumak, ilişkisizliğin dökümüyle eşanlamlı.“Her
giden bir yanını söndürdü / içimdeki büyük közün / soğudum” (s:5)
itirafından çıkarsıyoruz gerisini.
O büyük közde dünyalar dolusu
yaşam sevinci gizli oysa. Adı aşkla anılan insan sıcaklığının tarihi… Çünkü
kimlik/kişilik her neyse birazcık okşanmayla, sevilmeyle ilgili. Ancak gidenin
umursamazlığına bakılırsa, o büyülü zaman katlanıp bir kenara konulmuş. Gidişat
hiç de hoş değil. “ben insanı okumuştum bu gidişten / eve dönüp soğumuştum”
(s:10) saptaması, deneme-yanılma yöntemi koşutluğunda olup biteni fazlasıyla
açıklıyor.
Sonrasında yılgınlık içinde
kendine kaçışlar başlıyor. Artık garlardaki ayrılıklar ölüm maskıyla
açıklanıyor, gemilerin derinliği güvertelerindeki aşksızlıkla ölçülüyor.
Sıcak/soğuk karşıtlığında nereden bakılırsa iki farklı iklim gibi duruyor iki
insan. Biri ürkütücü biçimde soğuyan, öbürü sıcağını kurtarmaya çalışan…
Hayretimizi kocaman kılan yaman bir çelişkiyle karşı karşıyayız:
“bir görseniz çöldeki kaçışmayı kalbindeki soğumadan” (s:19)
Şaire göre o buzul kişinin tanımı
penceresini açmayan bir kişilikten ibarettir. Dolayısıyla bahçeyi ya da sokağı
görmemesi dünyadan bihaber olmasıyla açıklanır.
Daha dokunmatik tanımla
iletişimsizliğin boyutu “soğumak erotik bir oluşumdur / nasılsa… // sır
verir teni bir çıplağın” (s:29) dizeleriyle açıklanır ki buradaki
çıplaklığı çok yönlü düşünmek gerekir.
Sıçramalar, kımıltılar boşuna!
Rivayetler “kör kuyu” dan söz açıyor her fırsatta. “sıçrasa kendine
düşüyor / mayıs günlerinde / yalnızlık” (s:32) tuhaflığı, mevsimleri de adlandırmakta
güçlük çektiğini gösteriyor çiçeklenmek isteyenin. Oysa her savrulma sonrası
aşk avazıyla yeniden birikmenin çilesi var soğumaya karşı çıkanda. Ortalığa
göktaşı gibi düşen derin suskunluğun etki alanında, yüzünü yeryüzüne dönmek
çabası hayranlık uyandırıyor ilişkisizlikler ortamında. Kimi zaman bir sözcükle
bir buğday tanesinin buluştuğu o ıssızlıkta, “yeryüzü deli bir çimen /
yakıyor parmaklarımı” (s:33) denebiliyorsa, tutunmanın önemindendir. İşte
aşk ve şiir bu noktada karşılıyor bizi! Öyle ya da böyle, onca aymazlığa karşın
aşkı yüce bir kata taşımanın erdemini yansıtıyor şu dizeler:
“ben acıyan yerlerimi seninle dövdüm
bir güzel ben çıkardım ortaya” (s:35)
Sevgili sonsuza değin susmayı
yeğlesin, biz o “güzel ben”in izleriyle hareket ediyoruz biteviye.
Aynı şiirden devamla örneklersek, “iyiyim
dedim usulca, sana / bir çağ başlattım” (s:34) başlangıcının çemberi her
zaman sıcacıktır. Sıcaklık bir yana;
dünyayla bağı, bakışı , sorunu, savaşımı olan salkım saçak bir duyarlığı
getirir ayağımıza. O duyarlığı bir eve hapsetseniz de, en küçük birimde “sakar
kelimelerle konuşmayı” iş edinir. Belki tersinden sevmek gibi bir yöntem
geliştirir kendi çapında, “buğday kız” sıfatıyla ancak asla yılgınlığı
kabullenmez:
“kalbi yorgun sondan başlıyor
sevmeye yağmurdan buluta, buğdaydan toprağa” (s:44)
Issızlık öyle korkunç seyreder ki,
soğumanın kavkısı en küçük fısıltıyla çatlayabilir! ‘Söylemek’ fiiliyle
çınlayan Senden şiiri sanki bir doğumu muştular aşama aşama. Bir kişiye
adıyla seslenmek, hele bu bir sevgiliyse, ne denli yabancılaştığımızın
göstergesidir. Buradaki doğallıktır insanı şaşırtan:
“adımı söyledin bir çağlayan döküldü içime” (s:46)
Yine başa dönersek, mutluluk için
formüle edilen reçetenin basitliğine şaşmamak elde değildir:
“beni belirgin kıl, beni okşa”
(s:5)
Toplumdaki sevgi açlığını da
çağrıştırır bu yakarı. Adımızı, bedenimizi, düşüncelerimizi, her bir şeyimizi
çiğneyip geçtiğimiz kargaşada, yeniden yapılanmanın ilk koşulu gibidir sevmek
eylemi.
Çankaya, “kuyudan çekiyor beni
sesin / tekrar olan esin” (s:56) diyerek idealleştirdiği sevgili tipine ne
denli yakın durursa dursun, aşktan yana Dağınık Kompozisyon içinde
olduğunu yadsıyamaz. O kompozisyonda, kullanılmamış sözcükler benzeri
erdemleriyle baş başa bırakılan nice değerin yalnızlığını duyumsamak, belki de
acıların en büyüğüdür.
Soğuma’nın estirdiği soğuk
rüzgârın etkisi, - aynada görülenle yaşanılanlar bütününde şekillenen o mutsuz
çerçevede- kişiyi kendi gerçeğinde çakılı kılan, kımıltısız bir şiiri de
beraberinde getiriyor.
Onu ancak dokunmanın kıvılcımıyla
anlayabiliriz.
(“Soğuma – Gülümser Çankaya”
(Hayal Yay. 1.basım, Haziran 2010 ) / Eliz edebiyat dergisi)
( Şairler Arasında Kadın Olmak) Paradoks Yayınları 2013
Tez Çalışması / Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Yüksek Lisans Çalışması
GÜLÜMSER ÇANKAYA/ YANITLAR
1) Şiire
başladığınız dönemde, içinde bulunduğunuz kültürel çevrenin size yaklaşımını
kısaca değerlendirir misiniz? Yazarak sizden saklananları mı açığa
çıkarttığınızı düşünüyordunuz yoksa ‘ayırdıklarınızı’ mı saklamak istiyordunuz?
Ben yazmanın ve yazılanları yayımlamanın sosyal bir cesaret olduğunu düşünüyorum. İlk şiirimi 2000 yılında Antalya’ da çıkan Bahçe dergisinde yayımladım. Şiirimin adı; ‘Suçüstü’ydü. Hayatı iki yüzlü buluyordum. Her insanda her olayda, bazen kendimde bile suçüstü gerektiren bir durum saklıydı. Söylenen ile düşünülen ya da olması gereken ile olan arasındaki çelişki beni rahatsız ediyordu. Başlangıç noktam buydu. Benden “saklananları açığa çıkarmak” ya da “ayırdıklarımı saklamak”, zaman içinde değişik şiirlerle bunların her ikisini de yaptığım oldu. Benden saklanan özgürlükse, bunu açığa çıkarmak için yazdım. İdeal olanı arzuladığımda ya da diyelim doğanın şiirini hissettiğimde bunu ayırıp, bunu arayanlar için sakladım. İçinde bulunduğum çevreyi şaşırtmıştım. Bana inanmıyorlardı, ama ben kendime o kadar inanıyordum ki ama aynı zamanda korkuyordum da. İlginç bir şekilde bu korkuyu yenebildiğim ölçüde varolacağıma inanıyordum.
2) Doğup
şekillendiğiniz mekânlar (Dar anlamda: ev, iş yeri vs) okuma uğraşınızı
besleyecek kitap/kütüphanelere kolayca ulaşma şansı tanıdı mı size?
Liseyi yatılı bir kız okulunda okudum. Okulda bir kütüphane vardı. Kütüphanenin sorumlusu bendim. Anahtar bende dururdu ve örneğin öğle yemeğinden sonraki 15 dakika için bile kütüphaneyi açardım. Çok zengin bir kütüphane değildi ama okuma zevkim ilk orda şekillendi. Sonra çalışma hayatı, sonra şiir yazıp yayınlamaya başladığım zamanlar… Kimse hiçbir şeyi önünüze getirip koymuyor tabi ki özellikle seçmek, bulmak ve okumak için çaba sarfetmeniz gerekiyor.
3) Şiirle
buluştuğunuz ilk evrelerde içinde bulunduğunuz ailenin, ilişkide olduğunuz
akrabaların dinî bağlılıkları, ahlâkî tutumlarının yazdıklarınız üzerinde
etkisi oldu mu?
Evet oldu. Bu direk bir etki değildi, dolaylıydı. Bunu başta ben bilmiyordum şimdi çözümleyebiliyorum. Ailem, toplum, eğitim sistemi beni öyle bir şekillendirmişti ki; sezdirmeden şekillendirmek bu olsa gerek. Evliydim; inanır mısınız uzun süre aşktan söz edemedim. Devlet memuruydum; haktak, hukuktan, emekten söz edemedim. Kadındım; cinsellikten söz edemedim uzun süre şiirlerimde. Yazarken sınırlara çapıyordum. Başkaldırmayı ve bunları sorgulamayı geç öğrendim. İlk kitabım “Denizden Sonra” (Köz Yayınları 2005 İst.) belki de bu sözünü ettiğim nedenlerden dolayı oldukça kapalı, imge yüklü şiirlerden oluşuyor. Pek anlaşılmadı, oysa ben ne çok şey anlattım aslında o şiirlerle.
Şair olmanın tam bir zihinsel özgürlük gerektirdiğini anladığımda artık buna çalıştım.
4) Kendi
cinsiniz ve bu cins üzerinden size devredilmiş ‘kimlik’ üzerinde yoğun biçimde
düşünmeye başladığınızda nasıl bir mirası teslim aldığınız sonucuna vardınız?
Dar açıdan baktığımda annemdi bana devrolan. Ama Türkiye profilinin de bundan pek bir farkı yoktu. Kadının haz alabileceği her eylemi karşılayan sözcük; ‘ayıp’ tı. Kadın konuşmaz, kadın düşünmez, kadın ölçülü giyinir gibi kadını insan olmanın bir adım gerisinde tutmaya çalışan bir miras devraldığımı düşündüm.
5) Cinsel
kimlik üzerine ilk yorumlarınızla bugünkü tespitleriniz arasında bir mesafe
doğdu mu?
Toplumun geneline baktığımda fazla bir değişiklik olmadığını görüyorum. Ama kendim için aynı şeyi söyleyemem. Devraldığım miras ile bugünkü eylemlerim arasında epey mesafe doğdu.
6) Değişik
nedenler dolayısıyla bulunduğunuz şehirler, şiir uğraşınıza neler kattı?
Başka şehirlerde bulunmayı seviyorum. Gezmenin benim üzerimde, okumak kadar öğretici etkisi var. Bazen farkında olarak bazen olmayarak bu etki yazdıklarıma yansıyor. Öte yandan evde olduğum zamanlarda da daha üretken olduğumu söyleyebilirim. Çünkü yazmak için ihtiyaç duyduğum güven hissini bana ev sağlıyor.
7) Gündelik
hayatın içinde kadın olmaktan dolayı yaşadığınız kimi sorunlar bir süreliğine
de olsa şiirden uzak kalmanıza; sizdeki şiirin heyecanını yitirmesine neden
oldu mu?
Gündelik hayatın içinde kadın olmaktan dolayı yaşadığım sorunların beni şiirden alıkoyduğu oldu. Ama heyecanımı korumaya çalıştım. Heyecanı korumayı başaramazsanız gündelik hayatın içinde kaybolup gitmeniz çok olası…
8) Dünyaya
dair farkındalıklarınızın, yakın çevreden iktidar sahiplerine doğru,
genişlediği, bir ‘bakış’ oluşturacak düzeyde kendinizi hissettiğiniz dönemde
siyasi ve kültürel hayatınızın ‘kahramanları’ arasında kadınların ağırlığı ne
dereceydi?
İçinde yaşadığım sosyal çevreden farklı bir yola girdiğimde, baktığım yer de değişmişti. Artık hep iyi örneklere bakmaya başlamıştım. Kahramanı erkek ya da kadın olsun başarı öyküleri beni hep etkilemiştir. İnandıkları şey uğruna mücadele eden insanlara büyük hayranlık duymuşumdur. Bunun dünya ölçeğindeki en önemli örneği Clara Zetkin’di benim için. Bazı durumlarda içimdeki korkudan titrediğimde buna rağmen konuşmanın kahramanlık olduğunu düşündüm. İnsanın kendi kahramanının kendisi olması gerektiğine inanıyorum; bu tükenmek bilmeyen bir şeydir.
9) Kültür-sanat
ve siyaset sahnesinde tesirinde kaldığınız uzak-yakın ‘kadın’ öncüler var
mıydı?
Kültür sanat alanında değil ama bilim alanından bir örnek; Madam Curie’nin yaşam öyküsü fazlasıyla ilgimi çekmiştir. Radyoaktiviteyi keşfetme aşamasında, Uranyumla yaptığı bazı deneyler sırasında meydana gelen ışıklara “peri ışıkları” diyormuş Madam Curie. Bunu ilk okuduğumda bana fazlasıyla şiirsel geldi ve hala öyle düşünüyorum. Elementlerin şiiriydi bu ve bunun farkına varan kadın kutluydu benim için. Fizik ve kimya alanında yaptığı buluşlar nedeniyle iki kez Nobel ödülü almıştır Madam Curie. 77 yaşında kan kanserinden öldüğünde, ölüm sebebi, aşırı dozda radyasyona maruz kalmasına bağlandı. Bu hazin bir sondu. Kendi ölüm sebebini keşfetmişti Madam Curie.
10) Şiir
dışında ürün veren bazı kadın yazarların (Sevgi Soysal, Füruzan, Tezer Özlü,
Sevim Burak vs) bir taraftan kadın mücadelesini sağlamlaştırdığı, öte yandan
dolaylı da olsa şair kadınlara konuşacak daha geniş alan açtığı tespitini nasıl
yorumlarsınız?
Buna katılırım; öncüler önemlidir. İlk tepkileri onlar alır. Bugün şair kadınların niteliksel ve niceliksel olarak öne çıkışlarından söz ediliyor ( M. Temizyürek / Gölgesi İnsan Bedeni Doğa). Bu birdenbire olan bir şey değil, değişik zamanlarda farklı alanlardaki kadınların mücadelesinin bir sonucudur.
11) Bulunduğunuz
okullardaki eğitimin, sanatsal tarafınızın açığa çıkmasında ya da
örselenmesinde ne gibi etkileri olmuştur? Buna bağlı olarak bugün içinde
bulunduğunuz iş/meslek şiirinizi nasıl etkiledi?
Kucaklayıcı, destekleyici, yol açıcı değildi içinde bulunduğum eğitim sistemi. Ben eğitim sistemimizin -gerek toplum gerek okullar bağlamında- farklılıkları ortadan kaldırma, bir çeşit ‘hizaya çekme’ mantığına dayalı olduğunu düşünüyorum.
Tarım Teknikeriyim. Hayatımı bu şekilde kazanıyorum. İşim gereği toprakla ve doğayla iç içeyim. Bu şiirimi olumlu yönde etkiledi. İnsanın elementlerden oluşan bir çeşit küçük doğa olduğunu kavradığımda birçok sırrı çözmüş gibi hissettim kendimi. İlköğretimde bana öğretilmişti, şimdi ise halen çocuklarımıza öğretiliyor; doğanın, canlı ve cansız varlıklar olmak üzere ikiye ayrıldığı bilgisi. Oysa atom ve atom altı parçacıkların hareketlerinden ibaret her şey. Hayatın ve insanın şiiri bu sözünü ettiğim görünmeyen hareket alanında gizli bence.
12) İçinde
bulunduğunuz coğrafyanın, bütün açmazlarına, sıkıntılarına rağmen şiir için bir
olanak olduğunu düşünüyor musunuz? Şiirinizin gelenek bağlamında ilişkide
olduğu bir ifade kaynağı var mı?
Her koşul şiir için olanaktır; iş, o olanaksızlığı bile şiire dönüştürebilme becerisine sahip olmakta gizlidir. Bu ayrı bir konu…
Öte yandan, zengin bir şiir geleneğine sahip olduğumuzu düşünüyorum. Divan şiiri, Halk şiiri, Halk hikayeleri, sonra Modern Türk şiiri; Hececiler, Birinci yeni, İkinci yeni, Toplumsal gerçekçi şiir vs. Bunların her birini değişik zamanlarda okuduğum oldu. Şimdi sanki her birinin bende kalan imgesini kendi şiirime dönüştürüyorum.
13) Dünya
şiirini ne ölçüde izleyebiliyorsunuz? Sizde hayranlık uyandıran ‘büyük şair’
katagorisine soktuğunuz kimler var?
Yeterince izleyebildiğimi düşünmüyorum. İnternet ortamındaki birkaç site dışında. Ör; Poetas Del Mundo bunlardan biri. Ben de bu sitede şiir yayımlıyorum. Ama çeviri büyük sorun.
Büyük şair katagorisine soktuğum; Furuğ Ferruhzad, Mevlana, Edip Cansever, Rene Char, Rilke, Ritsos, Hugo…vd
14) Şiir
dışında yazılmış eserlerden hangileri düşünce hayatınızı etkilemiştir?
Roman ve deneme.
15) 1980
sonrası (çıkan bazı dergiler sayesinde) şairler arasındaki ideolojik
mesafelerin kapandığına; şaire değil de “şiire” bakışın esas alınması
gerektiğine yönelik görüşler bugün de ortaya konmaktadır. Siz bu durumu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Aynı dünya görüşüne ya da şiir anlayışına sahip şairler kadrolaşıp aynı dergi etrafında toplanırlarmış, bizim şiir geleneğimiz bunu işaret ediyor. Türkiye’nin siyasi tarihine baktığımızda görüyoruz ki sivrilen uçlar darbelerle törpüleniyor ve en devrimci sanatçılar bile darbe sonrasında, sistemle uzlaşmış, sessizleşmiş oluyor. Sözünü ettiğiniz şairler arasındaki ideolojik mesafenin kapanması bu durumun bir sonucudur. Biz bu durumu kanıksamışız. Olması gereken; şairler arasındaki ideolojik ya da şiir anlayışı farklarına rağmen “şiir”e bakmaktır. Ama doğrusu bu ütopik geliyor bana. Bunun için büyük büyük adamlar olmamız gerekir. Bakan gözün terazisinin dengeli olması gerekir. Aynılaştırılmış ya da aynılaşmayı seçmiş şairler söz konusu iken, şaire ya da şiire bakmak neyi değiştirir?
16) Ükemizde
‘şiir’ baştan bu yana erkek egemen bir dilin kültürel kodlarıyla işlenip
tanımlandı. Şiir üzerine söylenen sözlerde de ‘kadın’ bir ölçüde şiirin hareket
alanı dışına itildi. Buradan bakınca; şiir yazan kadın, o güne dek yazılmış
şiirlerin oluşturduğu antolojiyle ‘yeterince’ bir hesaplaşma içine girmiş
midir?
Bir şair- kadın olsun erkek olsun- antoloji ile hesaplaşmadan kendi şiirini kuramaz. Yine kendimden yola çıkarak yanıtlayacak olursam; evet, bu hesaplaşmayı yeterince yaşadım. Şiir yazan diğer kadınların şiirlerinde de bunu gözlemliyorum. Söylemdeki eril kodların kırılmaya başladığını düşünüyorum.
17) Şiir
geleneğimizi oluşturan iki ana yönelimden (Halk Şiiri, Divân Şiiri) çıkan verimlerin
tamamına yakınının merkezinde (Bazen bir nesne, bazen özne; bazen de metafizik
duyguları somutlaştırma aracı olarak) ‘kadın’ var. Kadının tamamlayıcı
unsurları: kaş, göz, yanak, saç, boy, dudak… Şiir geleneğine sırtını dayayan
her kadın şairin, kendi varlığını,
‘kendine ait bir dille’ duyurabilmek için, şiirden önce şiir dışındaki hayat
alanlarında mücadele etmesi gerekiyor mu? Bu mücadelenin ‘şiir’ üzerinden
verilmesi kadın dilinin özgünleşmesi için sizce yeterli mi?
Şiir ve yaşam iki uçlu bir varoluş döngüsüdür. Bir uç şiir söylemekse diğeri yaşamaktır. Yaşam ve şiir birbirini dönüştürme olanağına sahip iki ayrı güçtür. Dolayısıyla bu mücadelenin yalnızca şiir üzerinden verilmesi yeterli değildir. Sosyal, siyasal ve hukuksal alanlarda da kadının özgürlüğü için mücadele etmek gerekir.
18) Osmanlı’daki şair kadınların (birkaçını saymazsak) tamamı dinî-tasavvufi bir atmosfer içinde kalarak şiir yazmıştır. İçinde bulundukları toplumsal düzenin baskı ve kontrol unsurlarının bunda rol oynadığı biliniyor. Bu şairlerin hemen hepsi ya önemli bir devlet adamının eşi/kızı ya da tanınmış bir Paşa’nın hânesine üyeydi. Bir çeşit ‘patronaj’ bağlılığı içinde olduklarını söyleyebiliriz. Söz söylemenin arkasında eril bir dayanak olduğu, ancak böyle imkânlar içinde kadınların şiirle buluştukları ortaya çıkıyor. Bu durum, kadının şiirde nelere bağlı kalacağının da teminatı gibiydi. Bu ortamın Cumhuriyet’ten sonra kırılmaya başladığını görüyoruz. Özellikle 1980’den sonra. Sözün birinci elden, yakın çevredekilerden bağımsızlaşarak kendi muhatabını yaratmasında hangi gelişmelerin rol oynadığını düşünüyorsunuz?
Kadınların sosyal mücadeleleri istenilen seviyede olmasa bile sonuç vermeye başlamıştır. Bunlar uzun yıllar isteyen dönüşümlerdir. Cumhuriyet devrimleriyle kağıt üstünde verilen kadın hakları, 80’lere gelindiğinde ancak toplum tarafından kabullenilmeye başlanmıştır. En önemli sebeplerden birinin de kadının ekonomik özgürlüğüne kavuşmuş olması olduğunu düşünüyorum. Bağımsızlaşan sermaye bağımsızlaşan düşünce, bağımsızlaşan eylem demektir.
19) Cumhuriyet
sonrası- sayıları az olsa da- ortaya çıkan bazı şairler (Yaşar Nezihe, Şükûfe
Nihâl, Halide Nusret Zorlutuna vs) birbirinden farklı şiir anlayışları ortaya
koydular. Daha sonra, modern şiirimizin büyük atılımı olarak kabul gören II.
Yeni şairleri arasında şiirimize yeni bir duyarlılık getiren Gülten Akın’ın
sonraki kuşakların kendini ifade etmesi noktasında bir ‘yol açıcı’ olduğunu
düşünüyor musunuz?
Gülten Akın şiir açısından bakıldığında iyi bir örnektir; cinsel kimliğinden önce kalemine baktırmayı başarmıştır. Şiirsel ifade bakımından sonraki kuşaklara ‘yol açıcı’ olduğunu düşünüyorum.
20) Şair
kadınlar arasında, toplumsal sorunları doğrudan şiirinin merkezine taşıyan,
şiirin imkânları içinde bu sorunları tartışan bazı isimler var. Kadının toplum
içindeki kıstırılmışlığı, hareket alanının darlığı göz önüne alınınca, şair
kadının şiirde asıl mücadelesinin hemcinslerinin özgürlük alanını genişletmek
olduğu; bunun da sonuç olarak toplumsal sorun olduğu fikrine katılır mısınız?
Kadınların hareket alanındaki darlık, elbette aynı zamanda toplumsal bir sorundur. Bunun dile getirilmesi, özgürlük alanının genişletilmesi için mücadele etmek gerekir. Ama şiir yazan bir kadının tek sorunu bu değildir, olmamalıdır. Toplumsal sorun dediğimiz şeyler birbiriyle etkileşim halindedir. Hiçbiri tek başına doğmamıştır. Şimdi siz, kadınsal sorunların, işsizlik, eğitim seviyesinin düşüklüğü, sınıfsal ayrılıklar, fırsat eşitsizliği gibi diğer toplumsal sorunlardan etkilenmediğini ve belki de bunların bir sonucu olmadığını söyleyebilir misiniz?
21) Türkiye’de
özellikle son dönemde, kadın araştırmaları paydası altında önemli çalışmalar
okura sunuluyor; fakat bu çalışmaların çok azı şiire bakan bir pencereye sahip.
Sizce bu tıkanıklığın nedenleri nelerdir?
Genel olarak şiir ilgisiz bir dönemden geçiyor, bunun birçok nedeni var, taknolojik gelişim, ilgi alanlarının çeşitliliği..vs. hatta bazı dergiler bu konuyu ele alan soruşturma dosyaları hazırlıyor. Okur şiir ilişkisizliği belki bu alanı da etkilemiş olabilir.
22) Şairleri,
ortaya koydukları şiirlerin niteliğinden hareketle değerlendirip ‘yeniden’
adlandıran eleştirmenlerin çoğu erkekler. Az sayıda kadın, şiir üzerine
eleştiri, inceleme, tanıtım yazılarıyla ortaya çıkıyor. Günümüz şair
kadınlarının hak ettikleri ölçüler içinde tanıtılmalarında erkek
eleştirmenlerin yoğunluğu bir sorun olarak düşünülebilir mi?
Bence düşünülemez. Eleştirmenlerin şu sıralar ‘kadın’ şiirine, ‘erkek’ şiirinden daha fazla dikkat kesildiklerini düşünüyorum. Bu konuda nerdeyse pozitif bir ayrımdan bile söz edebiliriz. (Bunun sebebi, kadın söylemine duyulan merak da olabilir.)
23) Özellikle
doksanlardan sonra, genelde edebiyat ortamımızı, özelde şiiri besleyen
‘görünür’ imkânlar çoğalmaya başladı: dergiler, yayınevleri, internet ortamı…
Bu gelişmelerin şair kadınların kendilerini nitel ve nicel olarak ortaya
koymasında ne tür etkileri olmuştur?
Yol açıksa yürümek kolaydır; teknolojik olanaklar yolu büyük ölçüde genişletti ve kadınlar da bundan yeterince faydalanıyor bence.
24) Günümüzde,
yoğun olarak “insanın şiirden çekildiği”ne dair gündem oluşturan ifadeler
etrafında tartışmalar açılıyor, soruşturmalar düzenleniyor. 1950-60’lar
Türkiyesi’nde yasaklı bir alana hapsedilen ‘cinsellik’ üzerine en cesur şiirler
günümüz şair kadınları tarafından ortaya konuyor. Bir başkasının eliyle değil;
doğrudan kendi eliyle kendi gövdesine eğilen şair kadınların bu tavrı -erkekler
cephesinden bakınca- “şiirden insanın çekildiği” kaygısını; aslında “şiirdeki insan kadınlar tarafından
ortaya konuyor” biçiminde okumamıza olanak veriyor mu? Siz, şiirdeki (kadınlar
eliyle doğrudan cinselliğe temas eden, sorgulayan) bu açılımın nasıl bir
kültürel atmosfer içinde oluştuğunu düşünüyorsunuz?
Baskı altında tutulan her ne ise, er ya da geç patlayacaktır. 50- 60’lı yıllarda devrim hareketi içinde bile cinsellik, özellikle kadın cinselliği, göz ardı edilmiş bastırılmıştı. Şu sıralar kadınların şiirlerinde cinsellik konusu oldukça cüretkar bir biçimde yer buluyor. Şimdiye kadar bu ölçüde yer bulmadığı için oldukça dikkat çekici geliyor erkeklere. Bu şekilde devam edeceğini sanmıyorum, normale çekilecektir. Bir insanın kendi yarasından yazmaya başladığını var sayarsak “insan kadın”ın da cinselliğini bu şekilde dillendirmiş olması doğal geliyor bana. Kadınların bu telaşı belki de insan olduklarını ve dolayısıyla insana ait bütün hazlara sahip oldukları gerçeğini erkeklere duyurma çabasıdır.
25) Genel
anlamda ‘şairler’ ibaresi kullanılırken; söz kadınlardan açılınca ‘kadın şair’e
dönüşüyor bu ifade. Bu adlandırmanın arka plânında kendi halinden memnun,
edilgen bir kadın tavrı mı var? Yoksa yüzyıllar içinde oluşmuş erkek egemen
kültürün baskı kuran, eleyen, adlandıran kalemi mi?
Elbette edilgen bir kadın yok bu ibarenin arkasında onu edilgen kılmaya çalışan bir zihniyet var. Edilgen olmadığımın farkında olduğum ve bunu ortaya koyduğum müddetçe kimin ne dediğine fazla takılmıyorum.
26) Şair
kadınların bir kısmı edebiyatın farklı türlerinde (roman, hikâye, araştırma,
inceleme, deneme vs.) eserler veriyor. Bu yönelişi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu güzel bir şey; edebiyat salt şiirle sınırlı değil ki. Her insan kadın ya da erkek, kendi ilgi alanları ve yazma becerileri doğrultusunda yönlenmeleri çok doğal.
27) Sizce
şiirin, içinde bulunduğu koşullar bağlamında nasıl bir sorumluluğu olmalıdır?
Ya da olmalı mıdır?
Şiirin sorumluluğu olmalıdır ama yalnızca sorumluluk duygusuyla hareket etmek şiiri özünden saptırabilir. Şiir konusunda ben, Paul Celan gibi düşünüyorum; şiir bir ortaya koyuştur. Birilerine dikte etmek, birilerine öğretmek değildir. Siz kendinizin güzelini ortaya koyarsınız, diğerleri görebildiği ölçüde görür. Toplumsal ve kişisel dönüşüm bu doğallık içinde gerçekleşirse kalıcı olur.
28) Ülkemizde,
son tahlilde, yaklaşık 110 derginin dolaşımda olduğu biliniyor. Bu dergilerin bir
kısmı aylık bir kısmı iki aylık periyotlarla;
önemli bir bölümü de yılda birkaç sayısıyla dolaşıma giriyor. Sadece iki
üç derginin editöryasında kadınlar bulunmaktadır. Bu kısırlığı nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Ben yaklaşık 10 yıldır dergicilik yapıyorum. Editörlük demiyorum dergicilik. Çıkardığım her iki derginin de, hem Etken’in hem Şiirsaati’nin tasarımından tutun da ürün seçimi, baskı ve dağıtım, her şeyiyle kendim ilgileniyorum. Maddi kaygılar da bir yana. Bu ‘dergicilik’ oluyor. Diğer dergici arkadaşlarımın da benden bir farkı olduğunu sanmıyorum. (Sırtı kuvvetli birkaç İstanbul dergisi hariç. Bu dergilerde editör, sadece editördür.) Söylemek istediğim şu ki dergiciliği göze almak kolay değildir. Bu konuda kişinin kendi içsel itkisi belirleyici olur. Yeterince isteyen ve ortamın genel gidişinden rahatsızlığı olan kadın ya da erkek bu işe soyunabilir. Şunu açık yüreklilikle itiraf edebilirim. Bu işi yaparken, hiçbir erkeğin kısıtlayıcılığı ile karşılaşmadım. Hatta bazı ‘erkek’ dostlarım var ki bu konuda bana çok yardımları dokunmuştur. Bazı şair arkadaşlarım, yalnızca kadınların yazdığı dergi çıkarmayı önerdiler bana. Bunu karşı çıktım çünkü bunu yapmak; ayrımcının kendisi olmak demektir. Ben toplumsal alanlarda kadın ve erkeğin omuz omuza hareket etmesinden yanayım. Bütünsellik budur.
29) Şair
kadınların kendini belirginleştirme, özgünlüklerini ortaya koyma araçları
arasında, erkek şairler tarafından oluşturulmuş, büyük oranda kabul gören ‘şiir
anlayışları’yla ‘çatışmak’ da yer almalı mı? Alıyor mu?
Elbette ki almalı. Şiir bu şekilde ileri taşınabilir. Çatışarak yenilenebilir. Şiir arenasına çıktıysanız bence artık cinsel kimliğinizi bir yana bırakıp şiir geleneğiyle de hesaplaşabilmelisiniz. Artık siz bir şairsiniz, başkası olabilmelisiniz ki yazdıklarınızın yüzüne bakılabilsin. Peki bu böyle oluyor mu? Bence bu sınırları zorlayan şair kadınlar var.
30) Kadınlar,
toplumsal hayat içinde; erkeklere oranla daha yoğun bir biçimde rol
çatışmalarını yaşıyor. Bu çatışmaları, farklı alanlardan kadına yönelen sorumluluklar
ortaya çıkarıyor. Şiirle organik bağını sürdüren bir şair kadının gündelik
hayat içinde karşılaştığı, karşılaşabileceği en büyük sorunlar sizce nelerdir?
Bu sorunların ne kadarı sizinle şiiriniz arasına girmiştir?
Bir kadının en büyük sorunu bence zamansızlıktır. Ailenin ve toplumun ona yüklediği sorumluluklardan arta kalan zamanlarını ancak şiire ayırabiliyor kadın. Oysa şiir geniş zamanlar, güvenli ve dinlenmiş mekanlar ister. Ve en önemlisi yalnızlık ister Diğer işlere benzemez şiir yazmak; ‘geriye kalmış zaman’da bir çırpıda yazıp kalkamazsınız. Benim en büyük sorunum bu; sorumluluklardan ‘geriye kalan zaman’ımın çoğunluğunu yalnızlaşmaya, şiir yazmaya hazırlanmaya harcıyorum. … Sonrasında da zaten enerjim tükenmiş oluyor …
31) Son
yıllarda özellikle merkezde birbiri ardına organize edilmeye başlanan (Beyoğlu
Şiir Festivali, İstanbul Şiir Festivali başta olmak üzere…) festivaller;
ülkenin batısından doğusuna tertiplenen şenlikler, kitap günleri ve fuarlarını
düşündüğünüzde şair kadınların katılım oranlarını, davet edilmelerinin yahut
edilmemelerinin sebeplerini nasıl açıklarsınız?
Şiir Festivallerinin sayısının artmış olması özellikle bunların uluslararası düzeyde gerçekleştiriliyor olması, bence sevinç verici. Bu tür buluşmaları önemsiyorum. İnsanı tetikliyor, bütünü ve bütün içindeki yerini tespit etme imkanı sağlıyor.
Beni biraz iyimser de bulabilirsiniz ama ben, kadınların Şiir Festivallerine katılım oranları ve davet sebepleri konusunda bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Bu konuda kadınsal bir komplekse gerek yok. Kendi alanlarında yetkin kadınların da erkekler kadar davet edilip saygı gördüklerine şahit oldum. Bir kadının, Şiir Festivallerinde, rahatsız edici bir durumla karşılaşma olasılığı, diğer toplumsal alanlarda rahatsız edici bir durumla karşılaşma olasılığından daha fazla değildir. Ben şuna inanıyorum; insan kendi duruşunu kendisi belirler. Salt kadın oldukları için sözü edilen bu tür etkinliklere davet edilmiş olsalar ya da olmasalar bile, hele ki şiir yazan bir kadın, bunu bertaraf edebilecek kapasitede olmalıdır.
32) Sizin
yazdığınız şiirleri okur ile buluşturma çabanız nasıl şekillendi? Edebiyat
dergilerinde yeterince yer bulabildiğinizi söyleyebilir misiniz? Şiirlerinizin
kitap bütünlüğüne ulaşmasında yaşadığınız deneyimleri paylaşır mısınız?
Şu an bir sorun kalmadı ama ilk zamanlarda şiirlerimi okurla buluşturma konusunda sorun yaşadım. Aslında benim dergiciliğe kalkışma sebeplerimden biri de budur. Kadın olduğum için mi yoksa İstanbul’un ‘taşra’ dediği bir çoğrafyada yaşadığım için mi tam olarak kestiremiyorum; şiirlerim dergilerde yeterince yer bulamamıştı. Benimle aynı durumda olan arkadaşlarım da vardı. İstanbul’un kendi dışındaki coğrafyaya tavırlı durduğunu düşünüyorum. Bariz bir görmezden gelme ve yok sayma var... (Son zamanlarda durum biraz değişti sanki; artık duymazdan gelinemeyecek ölçüde yükseldi Anadolu’nun sesi.)
Önceki yıllarda Cemal Süraya’nın bir tespiti vardı; şiir yayıncılığı konusunda dergileri başat buluyordu. Kitaplar genellikle dergilerde yayımlanmış şiirin toplamından oluşuyor diyordu. Şimdi de durum bu bence, dergiler hala başat.
Birçok şair gibi benim de kitap dosyam bazı yayınevlerinden döndü. Yayınevlerinin gerekçesi şiir kitaplarının satmamasıydı. Israrlı davrandım. Her iki kitabımı da ticarethane olarak iş yapan yayınevlerinden çıkardım. Bunun değişeceğini ümit ediyorum.
33) Yayımlanmış
eserleriniz/ kitaplarınız muhatapları tarafından –buna edebiyat kamusu da
diyebiliriz- nasıl karşılandı?
Beklediğiniz ilgiyi gördüğünüzü düşünüyor musunuz? Kitabınız/ kitaplarınız hak
ettiği ölçüde tartışıldı mı?
Birinci kitabım olan Denizden Sonra’nın değil ama ikinci kitabım Soğuma’nın ( Hayal Yayınları Haziran 2010 İstanbul) hak ettiği ilgiyi gördüğünü düşünüyorum. Soğuma, Gülümser Çankaya adıyla özdeşleşti. Bazı kitap tanıtım dergilerinde olumlu şeyler yazıldı. Bu sevindirici tabi. Aslında bunu bir kadın olarak doğrudan kendi düşünce ve duruşumdaki süzülmenin, şiir dilime aynı yalınlıkla yansıması olarak değerlendiriyorum. Kalemimi ve düşüncemi özgür bırakmış olmam fark edildi.. Özellikle bir eleştirmen (Mahmut Temizyürek) Eril Dilden Soğuma başlıklı yazısında, “Dildeki cinsiyet” kavramına en iyi örneklerden biri olarak değerlendirdi Soğuma’yı. Sorularınızın çoğunluğu ile alakalı olduğu için devam edeceğim; şiirlerimdeki sözcük eksiltme tutumunu Cemal Süreya, Necatigil ve İlhan Berk’e benzetiyor ve devam ediyor Temizyürek; etkilendiği şairlerin eril dilini kendi cinsiyet diline dönüştürme çabası veriyor Gülümser Çankaya diyor.
34) Bizim
edebiyatımızda eleştiri bahsi geçmişten bu yana kendi sorununu içerisinde
taşıdı. Belli başlı isimlerin belli başlı isimler üzerine yazdıkları ve
genellikle bu metinlerin çözümlemelerinin sağlıklı olmadığı yorumları
çoğunlukta. Sizin görüşünüz nedir? Hakkaniyetli bir eleştiri mekanizmasının
varlığından bahsedebilir misiniz? Peki eleştirmenlerimiz arasında kadınların
varlığı…
Bu konudaki genel yorumlara katılıyorum. Sağlıklı bir eleştiri ortamı yaratılamadığını düşünüyorum. Daha ziyade ‘öznel’ eleştiri yapılıyor ve genellikle birbirini tanıyan şairler birbirleri için yazılar yazıyorlar. Eleştirmenlik başka bir alan, şairlik başka bir alandır. Ve bu iki alanın birbirine koşut işlemesi gerekir.
35) Ödüller
konusu her zaman tartışmalı bir mevzu olarak edebiyat tarihindeki yerlerini
korudular. Sizin katıldığınız, karşılık bulduğunuz yahut bulamadığınız ödüller
var mı? Bir şairin ödül almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Soğuma adlı kitabım yayınevi tarafından bazı ödüllere gönderildi, henüz karşılık bulmadı. Ödüllere çok tavırlı değilim. Kitaplar ve şairler ödüllendirilebilir/ ödüllendirilmelidir. Ama son zamanlarda ödüller konusunda bir enflasyon yaşandığını düşünüyorum. Takip edilemeyecek ölçüde çoğaldı ödüller. Ve sanki kafa kol ilişkisiyle dağıtılmaya başlandı. Ayrıca ödüllerin tetikleyici, heyecan artırıcı işlevi ortadan kalktı sanki. Ödül alan bir şair “oldum” kabul ediyor kendini ve şiire verdiği emek azalıyor gibi geliyor bana.
36) Şair
kadınların toplumsal rol ve kimliklerinin fazlalaşmasıyla birlikte şiirden
uzaklaştığı/uzaklaşabileceği kanısı oldukça yaygındır. Örneğin anne olmak ve
şiir yazmak arasındaki ilişkiyi yaşamışsanız bu yargıları da merkeze alarak ne
dersiniz?
Kadının toplum içindeki rol ve kimliklerinin ona yüklediği sorumluluklar bir erkeğe nazaran daha fazladır. Bunu kimse inkar edemez. Kadın zamanının çoğunu bu sorumlulukları yerine getirmek için harcar. Oysa şiir zaman ister; şiir arenasında erkeklerin daha fazla yer alması, kadınlara oranla daha fazla zamana sahip olmalarıyla açıklanabilir. Bir bebek dünyaya getirmek ve o bebeği büyütmek, en azından 3-4 yıl, kadını birçok sosyal aktiviteden alıkoyabilir. Bu koşullar altında kadının şiir yazmaya devam etmesi için iki kat çaba sarfetmesi gerekir ki bu da iki kat yorgunluk demektir.
37) Günümüzden
bakınca Türkiye’de şair kadınların bugünü ve geleceği üzerine -son olarak- neler söylemek istersiniz?
Günümüzde şiir yazan kadınların cinsel kimlik mücadelesini ustalıkla verdiklerini düşünüyorum. Artık sıra, dilin olanaklarını zorlayıp ifade alanlarını genişletme mücadelesine gelmiştir.. Durgun bir göle benzetilen Türk şiiri, belki de bir şair kadının dokunuşuyla yeniden coşacaktır, kim bilir?
Katkılarınızdan
dolayı şükranlarımı sunarım.
( Çinikitap, Ocak-Şubat 2011 )
Gülümser Çankaya’nın yeni şiir kitabı Soğuma Haziran 2010’da Hayal yayınlarından çıktı. Denizden Sonra (Köz, 2006) kitabından sonra, şairin ikinci şiir kitabı. 2006–2010 yılları arasında yazılmış şiirleri içeriyor. 64 sayfalık bu kare kitapta 35 kısa şiir yer alıyor.
Kitap W. Shakespeare’nin bir sözüyle başlıyor: “Bazı sözcükler diğerlerini kilitler…” Bütün kitabın kilidi de bu tek sözcük işte: “Soğuma…” Çankaya’nın hayattan, insandan, aşktan, yazmaktan ve hatta yazdıklarından soğumasını simgeliyor. Şiirlerin hemen tamamında bu tema hâkim: Soğuyan, uzaklaşan bir özne şiiri.
Küçük harflerle yazılmış, lirik şiirler bunlar. Sade, akıcı, günlük konuşma tadında bir dil. İki ila dört dizelik kıtalardan oluşuyorlar. Kitapta bölüm başı yok. Noktalama işaretleri nadiren kullanılmış. Hepsi tek bölüm; soğuyan, buza dönen tek bir kapta yoğunlaşmış benlerin tüm halleri gibi…
Dört duyuya da hitap ediyor şiirler. Kokular ve sesler öncelik kazanıyor görünse de, dokunma duyusu da güçlü. Hatta bazı dizelerde erotizmi zorlayan imgeler var:
“beni belirgin kıl, beni okşa!” s.5
“yüzüm gözüm sevişmek!..” s.17
“ordan dinle beni, karnımdan
bir plak gibi elinin iğnesini
göbeğime koy” s.28
Dokunma duyusu bir tür özne-nesne çarpışmasına dönüşmüş bu şiirlerde. Öznenin seslendiği bir erkek imgesinden ziyade görülme arzusunu betimliyor… Görülerek belirgin olacak; görülürse var olacak bu özne: Kendi kafesinde dönüp duruyor, kendinden soğuyor; ama dışarıya seslenmiyor:
“üç köşeli bir diken
nasıl koysam. kalbime batıyor
bir ucu.” s.42
“aşkı yara gibi koruma” s.44
Çankaya, Alanya’da yaşadığından olsa gerek, hemen her şiirde deniz, sahil, su, güneş, bulut, yüzmek, kum, taş kaydırmak, gemi, damla, göl, kıyı, çağlayan, tuz, havuz, palmiye, sel, balık, yağmur, dalga, rüzgâr, …vb. sahil kentiyle ilgili bir imge var. Ama her şiirde farklı bir sahil bu...
“seni bir sözcük izler
en yakın düşen dilinin suyuna” s.33
“beni bir kıyı bildiler. herhangi
bir köşesinde atlasın” s.38
“kalbi yorgun sondan başlıyor sevmeye
yağmurdan buluta, buğdaydan toprağa” s.44
“içimdeki eğriden düştüm
kumları elenmiş bir sahile” s.58
Bir kadının iç konuşmaları, iç sesi duyuluyor zaman zaman. Kendine telkinlerde bulunan, iç konuşmalar yapan bu aseksüel özne, bir kadına dönüşüyor. Ev yaşantısı, kadının ev düzeni giriyor şiire:
“bir fırça ovmalı bulutu denize” s.60
“dışarıda kaldı perde
elma gürültüsünün
önünde” s.47
“bütün duvarlarını yıkar
sakar kelimelerle konuşan
kısık sesli ev” s.40
“(kül tablasını balkona bırak. gece kalmasın
içinde)” s.31
Çankaya’nın şiirlerinde, şizofren iç konuşmalar yapan bu “aseksüel özne” o denli kendi içine dönük ki nesnesini de içine almış, özne ve nesne farkı kalmayacak şekilde birleşmiş iç mekânda:
“kimi açsam sana kapanacaktım” s.52
Her şiiriyle, kendisi dışında var olmayan nesnesine, hatta dışladığı ötekine iç
mekândan sorular yöneltiyor Çankaya. Uzlaşamadığı sorular… Aslında bir soru
dizesiyle bitmeliymiş bu kitap diye düşünüyorum:
“sizin fazlanızın
kim farkında?”
#
(Şiir İnceleme Kitabı/ Yazılı Kağıt Yayınları Şubat 2011)
Devrim
biri rüyasında okşuyor beni
ben bunu örtüyorum üstüme
ben bunu düşündükçe
büyüyorum
bizi zehir gibi saran o boşluğu
öbür yana deviriyorum, devrim
oluyor
bir ormanı buluyor bazen
bir denizi gitmek
ben sana kaç ırmakla koyuluyorum
kaybediyor beni genişlettiğin
dünya. ben bir unutuşla
karnımı yakıyorum
sana kalıyorum eşiğinin ahşabı
üzerinde inci
içimde sona eriyor uzak
biri rüyasında öpüyor beni
geliyorum.
“Dildeki cinsiyet”
kavramına en iyi örneklerden biri, Gülümser Çankaya’nın “Soğuma” kitabındaki
şiirler. Saf bir örnek değil, ama zaten saflıktan da “soğuyan” bir örnek. Ses
katmanları arasında eril kimlikler olsa bile bu böyle; Cemal Süreya da var,
İlhan Berk de, Necatigil de var (özellikle sözcük eksiltme tutumunda) bu
şiirdeki seslerde. Dahası da var. Sonuçta, etkilendiği şairlerin eril dilini
kendi cinsiyet diline dönüştürme çabası veriyor Çankaya.
Aşağıdaki şiir… Kadın kişideki bir devrim durumunu
anlatıyor. Rüyada bir orgazm durumu diyenler de çıkabilir. Ama kişide yaşanan
bir devrim bu; ondaki kendine ait gibi duran boşlukta bir devrim, bu boşluğun
kimin tarafından doldurulduğunu sorduğumuz anda başlayan, kendi için olanı
isteyen bir kadının devrimi. Cinsiyetinin duyuşunu içeriyor dişil bir dil
örüntüsüyle. Çünkü sözcüklerin bir araya geldiğinde oluşturdu dil siyaseti,
bulaşık ya da eklektik olandan hazzetmeyecek derecede birbirine
bağlanıyorlar. Çankaya’nın kitabına alınlık yaptığı gibi; “bazı sözcükler
diğerlerini kilitler.” (W. Shakespeare).
Ne demek istediğimi bir araştırmadan örneklemeye
çalışayım. Araştırma, Luce İrigaray’ın; Fransız dilindeki “söylemin
cinselleşmesi” kavramıyla karşıladığı durum üzerine. Araştırma, kadın erkek
dilinin sözcük kullanımından imgeye kadar açık ya da örtülü ayrıştığını
saptıyor. Zihinlerdeki en sancılı konulardan biri bu şimdi. Dildeki cinsiyetin
tezahürlerini düşünmeye başlayan kadın-erkek insanlık kendini yenileme
çabasında, öteden beri. Dil, bilincin yapısı; ama bilinçdışının da koşulu,
yapıcısı, kurucusu olarak belirlenmiştir, biliyoruz (erkek) Lacan sayesinde.
Bedende karşılık bulan bu doğacıl-kültür konusu, “ikinci cins” sayılan kadının
uyanış alanı olmuştur, Gülnur Savran’ın çalışmasında ortaya koyduğu gibi. Bu
konuda uyanmış şair kadınlar, kendi sesini bulmaya başladılar. Ansızın uyanış
başlayabilir, hazırsa uyanışa bilincin toprağı. Uyanış, rüyada birinin
okşamasıyla da başlayabilir, “Devrim” şiirinde olduğu gibi. “(B)unu düşünerek
büyüyor” olacaktır şair; “sır verir teni bir çıplağın” diyerek doğa-kültür
bağına teklifsiz dalacaktır. Bağcıyı da döver, gerekirse, üzüm de yer; haklı!
Bağ onun emeği çünkü. Ama şimdilik erkek bağcıyı dil ile döverek soğumaktadır
onun hükmettiği dünyadan; onu en hamhalat halleriyle betimleyerek. Çilek yerken
soğan kokan ellerin sırrını da duyacaktır, gidenin treninin kendisinden nasıl
bir ölüm maskını götürdüğünü de. Bir başlangıçtır bu, yaşam için yeni bir
başlangıç. Ana damarı gür, kılcal damarları zengin bir devrim durumdur bu;
uyanışla birlikte sürekli süreksiz devinecektir. İçimdeki hangi ses kadının,
hangisi erkeğin? Bu soruyla boğuşa boğuşa gelişecektir yeni dil. Baskılanan
geri dönecektir er ya da geç. Şiir bu yüzden vardır, olmazsa olmazdır hem
de. Bunu sorgularken yeni bir dil, yeni bir adalet, yepyeni bir hayat yolunu
bulmaya başlamıştır, akarsu gibi çatlağını bulan kadın.
Ana hatlarıyla Simone de Beauvoir açmıştı Fransa’da bu
yolu. Kadın “eşit” değil “farklı”dır diyordu. Her fark gibi hakkını,
özerk konumunu, gasp edilmiş adaletini arayacaktır. Luce İrigaray, bu
düşünceyi geliştirenlerden biri oldu. “Örneğin” diyor İrigaray, “çoğullarda
kullanılan imler, yalnızca erkeksi ilişkilerin içerilmesi koşuluyla, eril
olarak korunabilir; bu da kamu düzenindeki değiştokuşların yalnızca eril
değiştokuşlar olduğuna işaret eder. Tıpkı değiştokuş tarzı, imge ve temsil
dizgesi gibi, dilsel düzgü ve eril özneler için üretilmiştir. Tanrı bu yüzden
babadır; bir oğul sahibidir ve bunun için işlevi annelikle sınırlanmış bir
kadını kullanır.” İrigaray’ın bu saptamasını yalnızca Hıristiyan kültürde ve
Fransızcadaki “le, la” eklerinde bulunduğunu söylemek saflık olmaz mı? Her
kızdığında “amına koyum!” iştahlı söyleyişiyle taçlandıran her eylemi
“sikerim”le bitirmeden huzura eremeyen eril Türkçe söylem çok mu masumdur?
Aslında hemen her sözcüğe sızmıştır bu, hemen her bağlama. O yüzden, gramer de,
sözcük de, yan yana gelişleriyle her zaman politik bir cinsiyet düzeni
kurarlar.
Türkçede, Leyla Erbil’in 1950’lerde uyanıp kurduğu ve
geliştirdiği dişil dil, bugün bu anlayışla yazılmış yapıtlarla hızla nicelik ve
nitelik kazanıyor. Bunlardan biri de Feyza Zaim’in ASPA-HANA”SI. “Tüm seslerin
kopup geldiği /sessizlik / tüm varlıkların kopup geldiği /hiçlik” diye
fısıldadı Aspa-Hana kulağıma, “anam/ Kapa-Maya”. Bu söz, erkeğin de söylemidir
yapıtta. Dil, en başa, doğduğu, doğurulduğu dişil âna dönmüş, oradan konuşmaktadır
kahramanlar. Kamusal alanda da böyle bu, özel alanda da.
Bu kitapta, başlangıçtaki sözün dişil söz olduğu, “rahman
ve rahim” olanın kadın olduğu işlenir, ta en baştaki bir öykü üzerinden ve
yepyeni bir biçemle.
“Özel olan politiktir” demişti kadınlar, Gülnur Savran’ın
uyarısını unutmadan hatırlamalı bu sözü: “bireysel seçişleri fetişleştirmeden”.
Örneğin, hiç anne olmamış, hiç çocuk doğurmamış, doğanları de yemiş harcamış
devlet baba, “üç çocuk” ister anne kadından, ya da kimi ülkede olduğu gibi tek
çocuk, kimindeyse sınırsız sayıda. Nüfus sayılarını belirlemek, felaketlerden
ve doğumlardan kapitalist üretimin ihtiyacına göre yararlanmak, erkek toplumun
yönettiği üretim biçiminin vazgeçilmez yasasıdır, Robert (Thomas) Malthus’dan
bu yana. Bir ülkede kadın ve erkek nüfusu sayılırken, yeni doğmuş kız çocukları
da “kadın” nüfus içindedir ama onlara “kız” derler, kadınlık ancak, bir erkekle
evlendiğinde başlayan bir durumdur bu toplumda. Nüfus sorunu, sosyal
Darwinizmle algılanır ve baskıyla, buyrukla, vahşetle faşizanlaşır. “İffet”
üzerine döner faşizmin çarkları. Bazen zorlayarak, bazen rıza ile güdülür
hegemonya. Bu koşullarda “Kadın, bir sosyal sınıf” olduğu bilincinde olmak
zorundadır, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın deyişiyle.
Genç kadın hamiledir, çocuğunu düşürür bir eylemde,
polisten yediği darbelerle. Eril dil, “ne işi vardı orada o hamile kadının?”
deme pişkinliğini sahneleyebilmektedir, tüm sırıtkanlığıyla. Böyle bu; ama
böyle mi kalır? Gülümser Çankaya’nın kitabına nakış gibi işlediği, bu dünyaya
karşı bir “Soğuma” ile başlayacaktır bu uyanış, eril dünyanın dilinden,
söyleminden soğuma ile. Çankaya’da bu bir başlangıca, bir manifestoya dönüşmüş
adeta. “ (B)en insanı okumuştum bu gidişten / eve gelip soğumuştum” dizelerini,
“soğumuş güvertesi aşka aşk/ demeyecek kadar” ile devam ederken birden şu
dizeler belirir: “ateşi yükseldi ormanın / suyu düşünecek kadar”. Her devrim
suyunu özler, bulur elbet bugün yarım kalsa da. Gülümser Çankaya’nın şiiri ne
güzel yakışıyor bu kalkışmaya. Keşke, içinde neden bulunduğunu bilemediğim “iyi
kız” sözleri de olmasa.
SOĞUMA
HÜSEYİN PEKER
İnce, özgür ve çoğunluk aşk üstüne..
Gülümser Çankaya'nın ikinci
kitabı Soğuma adının tam aksine, yukarıdaki üç sözcüğü anımsatıyor bana. O
belki kendine yapılan kötülüklerin soğumasını dikiyor önümüze. Soğukluğunu bir
tavır olarak taşıyor karşımıza.
Bence o, şiirde eksilterek yarattığı ipince dünyasında; hiç fazlalık taşırmadan, benzersiz bir şiir
yaratıyor. 'Sadece sevgi bir ömür diri tutar
insanı' (s:21) diyecek kadar inançlı. Sahici ve güler yüzlü dizeler.
Ama kırılgan. Kolay etkilenmese de bu durumundan: sert mizaçlı duruşlara
dayanıklı değil. Kim alışık ki sert nizamlara. Kim rüzgarın fırlattığı kalın
tokatlara yüzünü kızartmaz. Onu özgür kılan gülümsemeye, tavır geliştiren bir
ozan Gülümser Çankaya. Bir yakasının adı da 'Soğuma'
"Kimi açsam sana kapanacaktım"
(s:52)
Tüy gibi hafif deyişler. Dudağımdaki soğuma neyi hatırlatıyor dedirten.
''çaya atılmaktan sıkılmış şeker'
(s:41) kendi mi? İki yakada özgürlüğü koşul gibi diken bir kadın
öyküsü. Kısaca kadın olmak nedir, onu
duyuran? Çankaya'nın sofasını, kahvaltısını, bulaşık yıkama saatini tanıyoruz
öncelikle, şiirini okudukça ilerliyor bu tanıma. Onun çaya atılan şekerle
dillendirdiği, özgür kalınan saatlerde kaçı gösteren yüzüdür yelkovanın. 'dura
dura yırtıldım' (s:39) dediği yerde
dünyasında biz de kırıldık. Bize de iletildi söylenenler. Belki acıyla
gülümsemesini kısarak öne çekmiş. yaşam tarifini de aşağıdaki dizelerle
tamamlamış:
"en acıyan yerlerimi
dövdüm
bir güzel ben çıkarttım
ortaya'" (s:35)
Sabahattin Kudret Aksal naifliğinde, Behçet Necatigil uçkunluğunda
dizeler. Dedim ya, tüy gibi hafif. Bulutlar kadar özgürlüğe düşkün, ve bağımlı olmak isteyen bir yaralı. Hayata, onu gerçekten sevenlere, sertliğe
karşı duruşu bu Çankaya'nın. Yaşam düzgün yürüsün istiyor.
Kadınca bakışıyla tekrarlıyor bunu. Bir şiirinin başlığında 'Bir daha
görmedim seni, istiyordum ama...Çok istemek alıkoyuyordu beni' diyor. Yaşamın
her parçasına bağlı, isteklerini gemleyen bir kadının direnci bu! Niye kitabına ad koymaya varana kadar, işi
'soğuma' ya vardırılan gündelik nedenleri anlatıyor. Kitabın içinde suçluyu
bulalım diye belki. Gülümser Çankaya,
bir çağrının şiirini, kahvaltı sofrasında sunar
gibi. Çay, bisküvi ve incelikler. Bence tüm şiirler, onun adındaki gibi
gülümseyerek dökülen nağmeler.
'"bilemedim, taşlığın ardında
öptüğün ben miydim" (s:27)
Küçücük bir kitap. Daraltılmış duygular, hapsedilmiş istekler.
Hepsi de bizi sarıp sarmalayan bir yorganın altından çıkarılmış.
Sandık kokmayan, ama neşeli ışıltılar bırakan bir ikindi sohbeti. Bir
öğleden sonra çayı. Gülümser Çankaya'yı
'talnızca bir gölgeydiniz' tarifinin altında algılamıyorum. Daha derin
düşünmeye sevkediyor
'Soğuma' beni. İnsanın omuzuna
istemeden takılan örümceği, iyimserlik süzgeciyle temizleyecek bir tanımdan
yola çıkan bir yaratıcı o!
(Hüseyin Peker / “Soğuma” Yeniyazı dergisi, Aralık 2010, s. 7)