Gülümser Çankaya

Yazar, Şair

Doğum
20 Kasım, 1966
Eğitim
Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi
Burç

Şair, yazar. 20 Kasım 1966, Bahçe / Osmaniye doğumlu. Siirt Tarım Meslek Lisesi’ni bitirdi (1985) ve Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi’nde Tarım Ön Lisans Programını tamamlayarak Tarım Teknikeri oldu. Hayatını ve çalışmalarını İstanbul’da sürdürmektedir. İbrahim Çankaya ile evli, Levent ve Bahadır adında iki oğul annesidir.

Gülümser Çankaya’nın “Suçüstü” başlıklı ilk şiiri, Antalya’da yayımlanan Bahçe dergisinde çıkmıştı. Daha sonra Eliz Edebiyat, Dize, Le Poete Travaille, Yasakmeyve, Varlık, Kitap-lık, Ihlamur, Kurşun Kalem, Pulbiber, Çevrimdışı İstanbul gibi dergiler ile Radikal Kitap ve Cumhuriyet Kitap eklerinde şiirleri ve yazıları yayımlandı. 2000 yılında Etken (Alanya), 2008 yılında Şiirsaati (Alanya) dergilerinin kuruculuğu ile yayın yönetmenliğini yaptı. Kimi şiirleri İngilizce, Fransızca, Bulgarca, Romence ve Zazaca’ya çevrildi.

Çatısızlık Taşarımı adlı şiir dosyası 2015 Sunullah Arısoy Şiir Ödülü / Vecihi Timuroğlu Özel Ödülü’ne değer görüldü. Türkiye Edebiyatçılar Derneği ve PEN Yazarlar Derneği üyesidir.

‘Dildeki cinsiyet’ kavramına en iyi örneklerden biri, Gülümser Çankaya’nın ‘Soğuma’ kitabındaki şiirler. Saf bir örnek değil, ama zaten saflıktan da ‘soğuyan’ bir örnek. Ses katmanları arasında eril kimlikler olsa bile bu böyle; Cemal Süreya da var, İlhan Berk de, Necatigil de var (özellikle sözcük eksiltme tutumunda) bu şiirdeki seslerde. Dahası da var. Sonuçta, etkilendiği şairlerin eril dilini kendi cinsiyet diline dönüştürme çabası veriyor Çankaya.” (Mahmut Temizyürek)

ESERLERİ (Şiir):

Denizden Sonra (2005), Soğuma (2010), Sebep (2018), Mektupta Şiir Var (2018).

KAYNAKÇA: Ahmet Günbaş / Soğuma - Gülümser Çankaya (Eliz Edebiyat, Haziran 2010), Hüseyin Peker / Soğuma (Yeniyazı, Aralık 2010), Mahmut Temizyürek / Gölgesi İnsan Bedeni Doğa (Ankara 2011), Hilal Karahan / Aşkı Yara Gibi Koruma (Çinikitap, Ocak-Şubat 2011), Betül Dünder / Şairler Arasında Kadın Olmak / Konuşmalar Kitabı (Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi yüksek lisans tezi, İstanbul 2013), Gülümser Çankaya (BF 2013, Bilgi teyidi 2018), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2018).

Devrim

biri rüyasında okşuyor beni
ben bunu örtüyorum üstüme
ben bunu düşündükçe
büyüyorum

bizi zehir gibi saran o boşluğu
öbür yana deviriyorum, devrim
oluyor

bir ormanı buluyor bazen
bir denizi gitmek
ben sana kaç ırmakla koyuluyorum

kaybediyor beni genişlettiğin
dünya. ben bir unutuşla
karnımı yakıyorum

sana kalıyorum eşiğinin ahşabı
üzerinde inci

içimde sona eriyor uzak
biri rüyasında öpüyor beni
geliyorum.

Duyumlar

bütün duvarlarını yıkar

sakar kelimelerle konuşan

kısık sesli ev

 

çalkalar ağzını gece

uyuklayan kokular yavaşça

terk eder diş etlerini

 

ağırlar dudağında gülmeyi

ve ölmeyi, iki mümkün

zıtlığın karanlığından korkmuş

koridor

 

birikmiş yalnızlıktır

tekrar eder elmayı mutfak

 

kendi  tadını arar

çaya atılmaktan sıkılmış şeker

 

uzatır yolunu

kahve patikasına tırmanan

kenarı kırık fincan

 

anlaşılmaz bilgidir

ayağına ağır masa. üstelik

hiç tanımlanmaz varlığı

bir kurt ahşabını oymasa

 

çok sevmiş olmalı çok kırılır

şizofren sırlarla sürüp gider ayna

Kısık

beni dünyaya hapsediyor

dışında kaldığım oda

 

yarıyor suları jaluziyi çeviren

ellerin. gemiler

ayrılıyor

 

sonralar, sonsuzlaşan çabalar

harita benekleri

 

sıçrasa kendine düşüyor

mayıs günlerinde

yalnızlık

 

çiçeklensem iyidir suya

 

geçiversen tırmıklanmış sahilden

içimin düzlüğüne

 

akın akın gözlerin…

kısmasan

Perde

bir çocuk eğildim suya

bir kadın doğruldum. hızlı

dönüyordu başım. dengene

durdum

 

beni bir kıyı bildiler. herhangi

bir köşesinde atlasın

 

ürpertiydim oysa. biriken

lavdım

 

gövdem hevesliydi bu uzun

koridora. kolaydım. evden

içeriydim hem

 

bilme (me) kti benim en büyük

cesaretim. hiçliğimdi içime

alabileceğim seni

 

aşka direnmekten başka

neydi ki perde. güneşine

dura dura yırtıldım

SOĞUMA

SOĞUMA

 

AHMET GÜNBAŞ 

 

Hep bir ‘soğuma’ izleği yerleşmiş Gülümser Çankaya’nın son şiirlerinin omurgasına. Ortalık ısınmıyor bir türlü. Nasıl ısınsın ki?.. Ağızdan dökülen sözcükler bile buz tadında olursa!..

Düşündüm, biraz sonra örnekleyeceğim ‘soğumalı’ dizelerin karşılığı ne olabilir diye?.. Şiirlerin tümünü gözden geçirdikten sonra İlişkisiz başlığına takılıp kaldım. Evet, yapıtın genel duyarlığı, ikili ilişkilerin zayıflığı üzerine oturuyor. Daha doğrusu ilişkinin bir ayağında sımsıcak kalmak için çabalayan biri var; öteki ayağında ise buzdağlarını kıskandıran bir vurdumduymazlık:

Aradaki farkı belki şöyle gösterebilirim size:

 

“o sadece gülümsüyor merhaba                                                                                 derken. Ben dünyaları boşaltıyorum   ”  (s:23)

                                                  

 

Farklılığa bakın siz! Erkeksi gülümsemenin eğretiliğiyle sanki bir başka gezegende gibiyiz. Aşkı eksik bir gezegen bu. Eksik de ne kelime, aşk basbayağı yok hükmünde:

“aşk demiyor hiç kimse henüz bilmiyorlar”  (s:15)

Giderek o soğuk gezegen olanca sıcaklığı yutmaya başlıyor. Soğumak, ilişkisizliğin dökümüyle eşanlamlı.“Her giden bir yanını söndürdü / içimdeki büyük közün / soğudum” (s:5) itirafından çıkarsıyoruz gerisini.

O büyük közde dünyalar dolusu yaşam sevinci gizli oysa. Adı aşkla anılan insan sıcaklığının tarihi… Çünkü kimlik/kişilik her neyse birazcık okşanmayla, sevilmeyle ilgili. Ancak gidenin umursamazlığına bakılırsa, o büyülü zaman katlanıp bir kenara konulmuş. Gidişat hiç de hoş değil. “ben insanı okumuştum bu gidişten / eve dönüp soğumuştum” (s:10) saptaması, deneme-yanılma yöntemi koşutluğunda olup biteni fazlasıyla açıklıyor.

Sonrasında yılgınlık içinde kendine kaçışlar başlıyor. Artık garlardaki ayrılıklar ölüm maskıyla açıklanıyor, gemilerin derinliği güvertelerindeki aşksızlıkla ölçülüyor. Sıcak/soğuk karşıtlığında nereden bakılırsa iki farklı iklim gibi duruyor iki insan. Biri ürkütücü biçimde soğuyan, öbürü sıcağını kurtarmaya çalışan… Hayretimizi kocaman kılan yaman bir çelişkiyle karşı karşıyayız:

 

“bir görseniz çöldeki kaçışmayı                                                                                                 kalbindeki soğumadan” (s:19)

 

Şaire göre o buzul kişinin tanımı penceresini açmayan bir kişilikten ibarettir. Dolayısıyla bahçeyi ya da sokağı görmemesi dünyadan bihaber olmasıyla açıklanır.

Daha dokunmatik tanımla iletişimsizliğin boyutu “soğumak erotik bir oluşumdur / nasılsa… // sır verir teni bir çıplağın” (s:29) dizeleriyle açıklanır ki buradaki çıplaklığı çok yönlü düşünmek gerekir.

Sıçramalar, kımıltılar boşuna! Rivayetler “kör kuyu” dan söz açıyor her fırsatta. “sıçrasa kendine düşüyor / mayıs günlerinde / yalnızlık”  (s:32) tuhaflığı, mevsimleri de adlandırmakta güçlük çektiğini gösteriyor çiçeklenmek isteyenin. Oysa her savrulma sonrası aşk avazıyla yeniden birikmenin çilesi var soğumaya karşı çıkanda. Ortalığa göktaşı gibi düşen derin suskunluğun etki alanında, yüzünü yeryüzüne dönmek çabası hayranlık uyandırıyor ilişkisizlikler ortamında. Kimi zaman bir sözcükle bir buğday tanesinin buluştuğu o ıssızlıkta, “yeryüzü deli bir çimen / yakıyor parmaklarımı” (s:33) denebiliyorsa, tutunmanın önemindendir. İşte aşk ve şiir bu noktada karşılıyor bizi! Öyle ya da böyle, onca aymazlığa karşın aşkı yüce bir kata taşımanın erdemini yansıtıyor şu dizeler:

 

“ben acıyan yerlerimi seninle                                                                                         dövdüm

 bir güzel ben çıkardım ortaya” (s:35)

 

Sevgili sonsuza değin susmayı yeğlesin, biz o “güzel ben”in izleriyle hareket ediyoruz biteviye.

Aynı şiirden devamla örneklersek, “iyiyim dedim usulca, sana / bir çağ başlattım” (s:34) başlangıcının çemberi her zaman sıcacıktır. Sıcaklık bir yana;  dünyayla bağı, bakışı , sorunu, savaşımı olan salkım saçak bir duyarlığı getirir ayağımıza. O duyarlığı bir eve hapsetseniz de, en küçük birimde “sakar kelimelerle konuşmayı” iş edinir. Belki tersinden sevmek gibi bir yöntem geliştirir kendi çapında, “buğday kız” sıfatıyla ancak asla yılgınlığı kabullenmez:

 

“kalbi yorgun sondan başlıyor sevmeye                                                                                    yağmurdan buluta, buğdaydan toprağa”  (s:44)

 

Issızlık öyle korkunç seyreder ki, soğumanın kavkısı en küçük fısıltıyla çatlayabilir! ‘Söylemek’ fiiliyle çınlayan Senden şiiri sanki bir doğumu muştular aşama aşama. Bir kişiye adıyla seslenmek, hele bu bir sevgiliyse, ne denli yabancılaştığımızın göstergesidir. Buradaki doğallıktır insanı şaşırtan:

 

“adımı söyledin                                                                                                             bir çağlayan döküldü içime” (s:46)

 

Yine başa dönersek, mutluluk için formüle edilen reçetenin basitliğine şaşmamak elde değildir:

“beni belirgin kıl, beni okşa” (s:5)

 

Toplumdaki sevgi açlığını da çağrıştırır bu yakarı. Adımızı, bedenimizi, düşüncelerimizi, her bir şeyimizi çiğneyip geçtiğimiz kargaşada, yeniden yapılanmanın ilk koşulu gibidir sevmek eylemi.

Çankaya, “kuyudan çekiyor beni sesin / tekrar olan esin” (s:56) diyerek idealleştirdiği sevgili tipine ne denli yakın durursa dursun, aşktan yana Dağınık Kompozisyon içinde olduğunu yadsıyamaz. O kompozisyonda, kullanılmamış sözcükler benzeri erdemleriyle baş başa bırakılan nice değerin yalnızlığını duyumsamak, belki de acıların en büyüğüdür.

Soğuma’nın estirdiği soğuk rüzgârın etkisi, - aynada görülenle yaşanılanlar bütününde şekillenen o mutsuz çerçevede- kişiyi kendi gerçeğinde çakılı kılan, kımıltısız bir şiiri de beraberinde getiriyor.

Onu ancak dokunmanın kıvılcımıyla anlayabiliriz.

 

(“Soğuma – Gülümser Çankaya” (Hayal Yay. 1.basım, Haziran 2010 ) / Eliz edebiyat dergisi)

 

 

Yazar: AHMET GÜNBAŞ

Konuşmalar Kitabı

( Şairler Arasında Kadın Olmak) Paradoks Yayınları 2013

Tez Çalışması / Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Yüksek Lisans Çalışması

 

GÜLÜMSER ÇANKAYA/ YANITLAR

 

1)      Şiire başladığınız dönemde, içinde bulunduğunuz kültürel çevrenin size yaklaşımını kısaca değerlendirir misiniz? Yazarak sizden saklananları mı açığa çıkarttığınızı düşünüyordunuz yoksa ‘ayırdıklarınızı’ mı saklamak istiyordunuz?

 

Ben yazmanın ve yazılanları yayımlamanın sosyal bir cesaret olduğunu düşünüyorum. İlk şiirimi 2000 yılında Antalya’ da çıkan Bahçe dergisinde yayımladım. Şiirimin adı; ‘Suçüstü’ydü.  Hayatı iki yüzlü buluyordum. Her insanda her olayda, bazen kendimde bile suçüstü gerektiren bir durum saklıydı. Söylenen ile düşünülen ya da olması gereken ile olan arasındaki çelişki beni rahatsız ediyordu. Başlangıç noktam buydu. Benden “saklananları açığa çıkarmak” ya da “ayırdıklarımı saklamak”, zaman içinde değişik şiirlerle bunların her ikisini de yaptığım oldu. Benden saklanan özgürlükse, bunu açığa çıkarmak için yazdım. İdeal olanı arzuladığımda ya da diyelim doğanın şiirini hissettiğimde bunu ayırıp, bunu arayanlar için sakladım. İçinde bulunduğum çevreyi şaşırtmıştım. Bana inanmıyorlardı, ama ben kendime o kadar inanıyordum ki ama aynı zamanda korkuyordum da. İlginç bir şekilde bu korkuyu yenebildiğim ölçüde varolacağıma inanıyordum.

 

2)      Doğup şekillendiğiniz mekânlar (Dar anlamda: ev, iş yeri vs) okuma uğraşınızı besleyecek kitap/kütüphanelere kolayca ulaşma şansı tanıdı mı size?

 

Liseyi yatılı bir kız okulunda okudum. Okulda bir kütüphane vardı. Kütüphanenin sorumlusu bendim.  Anahtar bende dururdu ve örneğin öğle yemeğinden sonraki 15 dakika için bile kütüphaneyi açardım. Çok zengin bir kütüphane değildi ama okuma zevkim ilk orda şekillendi.  Sonra çalışma hayatı, sonra şiir yazıp yayınlamaya başladığım zamanlar…  Kimse hiçbir şeyi önünüze getirip koymuyor tabi ki özellikle seçmek, bulmak ve okumak için çaba sarfetmeniz gerekiyor.

 

3)      Şiirle buluştuğunuz ilk evrelerde içinde bulunduğunuz ailenin, ilişkide olduğunuz akrabaların dinî bağlılıkları, ahlâkî tutumlarının yazdıklarınız üzerinde etkisi oldu mu?

 

Evet oldu. Bu direk bir etki değildi, dolaylıydı. Bunu başta ben bilmiyordum şimdi çözümleyebiliyorum. Ailem, toplum, eğitim sistemi beni öyle bir şekillendirmişti ki; sezdirmeden şekillendirmek bu olsa gerek.  Evliydim; inanır mısınız uzun süre aşktan söz edemedim. Devlet memuruydum; haktak, hukuktan, emekten söz edemedim.  Kadındım; cinsellikten söz edemedim uzun süre şiirlerimde. Yazarken sınırlara çapıyordum. Başkaldırmayı ve bunları sorgulamayı geç öğrendim. İlk kitabım “Denizden Sonra” (Köz Yayınları 2005 İst.) belki de bu sözünü ettiğim nedenlerden dolayı oldukça kapalı, imge yüklü şiirlerden oluşuyor. Pek anlaşılmadı, oysa ben ne çok şey anlattım aslında o şiirlerle.

Şair olmanın tam bir zihinsel özgürlük gerektirdiğini anladığımda artık buna çalıştım.

 

4)      Kendi cinsiniz ve bu cins üzerinden size devredilmiş ‘kimlik’ üzerinde yoğun biçimde düşünmeye başladığınızda nasıl bir mirası teslim aldığınız sonucuna vardınız?

 

Dar açıdan baktığımda annemdi bana devrolan. Ama Türkiye profilinin de bundan pek bir farkı yoktu. Kadının haz alabileceği her eylemi karşılayan sözcük; ‘ayıp’ tı. Kadın konuşmaz, kadın düşünmez, kadın ölçülü giyinir gibi kadını insan olmanın bir adım gerisinde tutmaya çalışan bir miras devraldığımı düşündüm.

 

 

 

5)      Cinsel kimlik üzerine ilk yorumlarınızla bugünkü tespitleriniz arasında bir mesafe doğdu mu?

 

Toplumun geneline baktığımda fazla bir değişiklik olmadığını görüyorum. Ama kendim için aynı şeyi söyleyemem. Devraldığım miras ile bugünkü eylemlerim arasında epey mesafe doğdu.

 

6)      Değişik nedenler dolayısıyla bulunduğunuz şehirler, şiir uğraşınıza neler kattı?

 

Başka şehirlerde bulunmayı seviyorum. Gezmenin benim üzerimde,  okumak kadar öğretici etkisi var. Bazen farkında olarak bazen olmayarak bu etki yazdıklarıma yansıyor. Öte yandan evde olduğum zamanlarda da daha üretken olduğumu söyleyebilirim. Çünkü yazmak için ihtiyaç duyduğum güven hissini bana ev sağlıyor.

 

7)      Gündelik hayatın içinde kadın olmaktan dolayı yaşadığınız kimi sorunlar bir süreliğine de olsa şiirden uzak kalmanıza; sizdeki şiirin heyecanını yitirmesine neden oldu mu?

 

Gündelik hayatın içinde kadın olmaktan dolayı yaşadığım sorunların beni şiirden alıkoyduğu oldu. Ama heyecanımı korumaya çalıştım. Heyecanı korumayı başaramazsanız gündelik hayatın içinde kaybolup gitmeniz çok olası…

 

8)      Dünyaya dair farkındalıklarınızın, yakın çevreden iktidar sahiplerine doğru, genişlediği, bir ‘bakış’ oluşturacak düzeyde kendinizi hissettiğiniz dönemde siyasi ve kültürel hayatınızın ‘kahramanları’ arasında kadınların ağırlığı ne dereceydi?

 

İçinde yaşadığım sosyal çevreden farklı bir yola girdiğimde, baktığım yer de değişmişti. Artık hep iyi örneklere bakmaya başlamıştım. Kahramanı erkek ya da kadın olsun başarı öyküleri beni hep etkilemiştir. İnandıkları şey uğruna mücadele eden insanlara büyük hayranlık duymuşumdur. Bunun dünya ölçeğindeki en önemli örneği Clara Zetkin’di benim için. Bazı durumlarda içimdeki korkudan titrediğimde buna rağmen konuşmanın kahramanlık olduğunu düşündüm. İnsanın kendi kahramanının kendisi olması gerektiğine inanıyorum; bu tükenmek bilmeyen bir şeydir.

 

9)      Kültür-sanat ve siyaset sahnesinde tesirinde kaldığınız uzak-yakın ‘kadın’ öncüler var mıydı?

 

Kültür sanat alanında değil ama bilim alanından bir örnek; Madam Curie’nin yaşam öyküsü fazlasıyla ilgimi çekmiştir. Radyoaktiviteyi keşfetme aşamasında, Uranyumla yaptığı bazı deneyler sırasında meydana gelen ışıklara “peri ışıkları” diyormuş Madam Curie. Bunu ilk okuduğumda bana fazlasıyla şiirsel geldi ve hala öyle düşünüyorum. Elementlerin şiiriydi bu ve bunun farkına varan kadın kutluydu benim için. Fizik ve kimya alanında yaptığı buluşlar nedeniyle iki kez Nobel ödülü almıştır Madam Curie. 77 yaşında kan kanserinden öldüğünde, ölüm sebebi, aşırı dozda radyasyona maruz kalmasına bağlandı. Bu hazin bir sondu. Kendi ölüm sebebini keşfetmişti Madam Curie.

 

10)  Şiir dışında ürün veren bazı kadın yazarların (Sevgi Soysal, Füruzan, Tezer Özlü, Sevim Burak vs) bir taraftan kadın mücadelesini sağlamlaştırdığı, öte yandan dolaylı da olsa şair kadınlara konuşacak daha geniş alan açtığı tespitini nasıl yorumlarsınız?

 

Buna katılırım; öncüler önemlidir. İlk tepkileri onlar alır. Bugün şair kadınların niteliksel ve niceliksel olarak öne çıkışlarından söz ediliyor ( M. Temizyürek / Gölgesi İnsan Bedeni Doğa). Bu birdenbire olan bir şey değil, değişik zamanlarda farklı alanlardaki kadınların mücadelesinin bir sonucudur.

 

11)  Bulunduğunuz okullardaki eğitimin, sanatsal tarafınızın açığa çıkmasında ya da örselenmesinde ne gibi etkileri olmuştur? Buna bağlı olarak bugün içinde bulunduğunuz iş/meslek şiirinizi nasıl etkiledi?

 

Kucaklayıcı, destekleyici, yol açıcı değildi içinde bulunduğum eğitim sistemi. Ben eğitim sistemimizin -gerek toplum gerek okullar bağlamında- farklılıkları ortadan kaldırma,  bir çeşit ‘hizaya çekme’ mantığına dayalı olduğunu düşünüyorum.

Tarım Teknikeriyim. Hayatımı bu şekilde kazanıyorum. İşim gereği toprakla ve doğayla iç içeyim. Bu şiirimi olumlu yönde etkiledi. İnsanın elementlerden oluşan bir çeşit küçük doğa olduğunu kavradığımda birçok sırrı çözmüş gibi hissettim kendimi. İlköğretimde bana öğretilmişti, şimdi ise halen çocuklarımıza öğretiliyor; doğanın, canlı ve cansız varlıklar olmak üzere ikiye ayrıldığı bilgisi. Oysa atom ve atom altı parçacıkların hareketlerinden ibaret her şey. Hayatın ve insanın şiiri bu sözünü ettiğim görünmeyen hareket alanında gizli bence.

 

12)  İçinde bulunduğunuz coğrafyanın, bütün açmazlarına, sıkıntılarına rağmen şiir için bir olanak olduğunu düşünüyor musunuz? Şiirinizin gelenek bağlamında ilişkide olduğu bir ifade kaynağı var mı?

 

Her koşul şiir için olanaktır; iş, o olanaksızlığı bile şiire dönüştürebilme becerisine sahip olmakta gizlidir. Bu ayrı bir konu…

Öte yandan, zengin bir şiir geleneğine sahip olduğumuzu düşünüyorum. Divan şiiri, Halk şiiri, Halk hikayeleri, sonra Modern Türk şiiri; Hececiler, Birinci yeni, İkinci yeni, Toplumsal gerçekçi şiir vs.  Bunların her birini değişik zamanlarda okuduğum oldu. Şimdi sanki her birinin bende kalan imgesini kendi şiirime dönüştürüyorum.

 

13)  Dünya şiirini ne ölçüde izleyebiliyorsunuz? Sizde hayranlık uyandıran ‘büyük şair’ katagorisine soktuğunuz kimler var?

 

Yeterince izleyebildiğimi düşünmüyorum. İnternet ortamındaki birkaç site dışında. Ör; Poetas Del Mundo bunlardan biri. Ben de bu sitede şiir yayımlıyorum. Ama çeviri büyük sorun. 

Büyük şair katagorisine soktuğum; Furuğ Ferruhzad, Mevlana, Edip Cansever, Rene Char, Rilke, Ritsos, Hugo…vd

 

14)  Şiir dışında yazılmış eserlerden hangileri düşünce hayatınızı etkilemiştir?

 

Roman ve deneme.

 

15)  1980 sonrası (çıkan bazı dergiler sayesinde) şairler arasındaki ideolojik mesafelerin kapandığına; şaire değil de “şiire” bakışın esas alınması gerektiğine yönelik görüşler bugün de ortaya konmaktadır. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Aynı dünya görüşüne ya da şiir anlayışına sahip şairler kadrolaşıp aynı dergi etrafında toplanırlarmış, bizim  şiir geleneğimiz bunu işaret ediyor. Türkiye’nin siyasi tarihine baktığımızda görüyoruz ki sivrilen uçlar darbelerle törpüleniyor ve en devrimci sanatçılar bile darbe sonrasında, sistemle uzlaşmış, sessizleşmiş oluyor. Sözünü ettiğiniz şairler arasındaki ideolojik mesafenin kapanması bu durumun bir sonucudur. Biz bu durumu kanıksamışız.  Olması gereken; şairler arasındaki ideolojik ya da şiir anlayışı farklarına rağmen “şiir”e bakmaktır.  Ama doğrusu bu ütopik geliyor bana. Bunun için büyük büyük adamlar olmamız gerekir. Bakan gözün terazisinin dengeli olması gerekir. Aynılaştırılmış ya da aynılaşmayı seçmiş şairler söz konusu iken, şaire ya da şiire bakmak neyi değiştirir?

 

 

16)  Ükemizde ‘şiir’ baştan bu yana erkek egemen bir dilin kültürel kodlarıyla işlenip tanımlandı. Şiir üzerine söylenen sözlerde de ‘kadın’ bir ölçüde şiirin hareket alanı dışına itildi. Buradan bakınca; şiir yazan kadın, o güne dek yazılmış şiirlerin oluşturduğu antolojiyle ‘yeterince’ bir hesaplaşma içine girmiş midir?

 

Bir şair- kadın olsun erkek olsun- antoloji ile hesaplaşmadan kendi şiirini kuramaz. Yine kendimden yola çıkarak yanıtlayacak olursam; evet, bu hesaplaşmayı yeterince yaşadım. Şiir yazan diğer kadınların şiirlerinde de bunu gözlemliyorum. Söylemdeki eril kodların kırılmaya başladığını düşünüyorum.

 

17)  Şiir geleneğimizi oluşturan iki ana yönelimden (Halk Şiiri, Divân Şiiri) çıkan verimlerin tamamına yakınının merkezinde (Bazen bir nesne, bazen özne; bazen de metafizik duyguları somutlaştırma aracı olarak) ‘kadın’ var. Kadının tamamlayıcı unsurları: kaş, göz, yanak, saç, boy, dudak… Şiir geleneğine sırtını dayayan her kadın şairin,  kendi varlığını, ‘kendine ait bir dille’ duyurabilmek için, şiirden önce şiir dışındaki hayat alanlarında mücadele etmesi gerekiyor mu? Bu mücadelenin ‘şiir’ üzerinden verilmesi kadın dilinin özgünleşmesi için sizce yeterli mi?

 

Şiir ve yaşam iki uçlu bir varoluş döngüsüdür. Bir uç şiir söylemekse diğeri yaşamaktır. Yaşam ve şiir birbirini dönüştürme olanağına sahip iki ayrı güçtür. Dolayısıyla bu mücadelenin yalnızca şiir üzerinden verilmesi yeterli değildir. Sosyal, siyasal ve hukuksal alanlarda da kadının özgürlüğü için mücadele etmek gerekir.

 

18)  Osmanlı’daki şair kadınların (birkaçını saymazsak) tamamı dinî-tasavvufi bir atmosfer içinde kalarak şiir yazmıştır. İçinde bulundukları toplumsal düzenin baskı ve kontrol unsurlarının bunda rol oynadığı biliniyor. Bu şairlerin hemen hepsi ya önemli bir devlet adamının eşi/kızı ya da tanınmış bir Paşa’nın hânesine üyeydi. Bir çeşit ‘patronaj’ bağlılığı içinde olduklarını söyleyebiliriz. Söz söylemenin arkasında eril bir dayanak olduğu, ancak böyle imkânlar içinde kadınların şiirle buluştukları ortaya çıkıyor. Bu durum, kadının şiirde nelere bağlı kalacağının da teminatı gibiydi. Bu ortamın Cumhuriyet’ten sonra kırılmaya başladığını görüyoruz. Özellikle 1980’den sonra. Sözün birinci elden, yakın çevredekilerden bağımsızlaşarak kendi muhatabını yaratmasında hangi gelişmelerin rol oynadığını düşünüyorsunuz?

 

Kadınların sosyal mücadeleleri istenilen seviyede olmasa bile sonuç vermeye başlamıştır. Bunlar uzun yıllar isteyen dönüşümlerdir. Cumhuriyet devrimleriyle kağıt üstünde verilen kadın hakları, 80’lere gelindiğinde ancak toplum tarafından  kabullenilmeye başlanmıştır. En önemli sebeplerden birinin de kadının ekonomik özgürlüğüne kavuşmuş olması olduğunu düşünüyorum. Bağımsızlaşan sermaye bağımsızlaşan düşünce, bağımsızlaşan eylem demektir.

 

19)  Cumhuriyet sonrası- sayıları az olsa da- ortaya çıkan bazı şairler (Yaşar Nezihe, Şükûfe Nihâl, Halide Nusret Zorlutuna vs) birbirinden farklı şiir anlayışları ortaya koydular. Daha sonra, modern şiirimizin büyük atılımı olarak kabul gören II. Yeni şairleri arasında şiirimize yeni bir duyarlılık getiren Gülten Akın’ın sonraki kuşakların kendini ifade etmesi noktasında bir ‘yol açıcı’ olduğunu düşünüyor musunuz?

 

Gülten Akın şiir açısından bakıldığında iyi bir örnektir; cinsel kimliğinden önce kalemine baktırmayı başarmıştır. Şiirsel ifade bakımından sonraki kuşaklara ‘yol açıcı’ olduğunu düşünüyorum.

 

20)  Şair kadınlar arasında, toplumsal sorunları doğrudan şiirinin merkezine taşıyan, şiirin imkânları içinde bu sorunları tartışan bazı isimler var. Kadının toplum içindeki kıstırılmışlığı, hareket alanının darlığı göz önüne alınınca, şair kadının şiirde asıl mücadelesinin hemcinslerinin özgürlük alanını genişletmek olduğu; bunun da sonuç olarak toplumsal sorun olduğu fikrine katılır mısınız?

 

Kadınların hareket alanındaki darlık, elbette aynı zamanda toplumsal bir sorundur. Bunun dile getirilmesi, özgürlük alanının genişletilmesi için mücadele etmek gerekir. Ama şiir yazan bir kadının tek sorunu bu değildir, olmamalıdır. Toplumsal sorun dediğimiz şeyler birbiriyle etkileşim halindedir. Hiçbiri tek başına doğmamıştır. Şimdi siz, kadınsal sorunların, işsizlik, eğitim seviyesinin düşüklüğü, sınıfsal ayrılıklar, fırsat eşitsizliği gibi diğer toplumsal sorunlardan etkilenmediğini ve belki de bunların bir sonucu olmadığını söyleyebilir misiniz?

 

 

21)  Türkiye’de özellikle son dönemde, kadın araştırmaları paydası altında önemli çalışmalar okura sunuluyor; fakat bu çalışmaların çok azı şiire bakan bir pencereye sahip. Sizce bu tıkanıklığın nedenleri nelerdir?

 

Genel olarak şiir ilgisiz bir dönemden geçiyor, bunun birçok nedeni var, taknolojik gelişim, ilgi alanlarının çeşitliliği..vs. hatta bazı dergiler bu konuyu ele alan soruşturma dosyaları hazırlıyor. Okur şiir ilişkisizliği belki bu alanı da etkilemiş olabilir.

 

22)  Şairleri, ortaya koydukları şiirlerin niteliğinden hareketle değerlendirip ‘yeniden’ adlandıran eleştirmenlerin çoğu erkekler. Az sayıda kadın, şiir üzerine eleştiri, inceleme, tanıtım yazılarıyla ortaya çıkıyor. Günümüz şair kadınlarının hak ettikleri ölçüler içinde tanıtılmalarında erkek eleştirmenlerin yoğunluğu bir sorun olarak düşünülebilir mi?

 

Bence düşünülemez. Eleştirmenlerin şu sıralar ‘kadın’ şiirine,  ‘erkek’ şiirinden daha fazla dikkat kesildiklerini düşünüyorum. Bu konuda  nerdeyse pozitif bir ayrımdan bile söz edebiliriz. (Bunun sebebi, kadın söylemine duyulan merak da olabilir.)

 

23)  Özellikle doksanlardan sonra, genelde edebiyat ortamımızı, özelde şiiri besleyen ‘görünür’ imkânlar çoğalmaya başladı: dergiler, yayınevleri, internet ortamı… Bu gelişmelerin şair kadınların kendilerini nitel ve nicel olarak ortaya koymasında ne tür etkileri olmuştur?

 

Yol açıksa yürümek kolaydır; teknolojik olanaklar yolu büyük ölçüde genişletti ve kadınlar da bundan yeterince faydalanıyor bence.

 

24)  Günümüzde, yoğun olarak “insanın şiirden çekildiği”ne dair gündem oluşturan ifadeler etrafında tartışmalar açılıyor, soruşturmalar düzenleniyor. 1950-60’lar Türkiyesi’nde yasaklı bir alana hapsedilen ‘cinsellik’ üzerine en cesur şiirler günümüz şair kadınları tarafından ortaya konuyor. Bir başkasının eliyle değil; doğrudan kendi eliyle kendi gövdesine eğilen şair kadınların bu tavrı -erkekler cephesinden bakınca- “şiirden insanın çekildiği” kaygısını;  aslında “şiirdeki insan kadınlar tarafından ortaya konuyor” biçiminde okumamıza olanak veriyor mu? Siz, şiirdeki (kadınlar eliyle doğrudan cinselliğe temas eden, sorgulayan) bu açılımın nasıl bir kültürel atmosfer içinde oluştuğunu düşünüyorsunuz?

 

Baskı altında tutulan her ne ise, er ya da geç patlayacaktır. 50- 60’lı yıllarda devrim hareketi içinde bile cinsellik, özellikle kadın cinselliği, göz ardı edilmiş bastırılmıştı. Şu sıralar kadınların şiirlerinde cinsellik konusu oldukça cüretkar bir biçimde yer buluyor.  Şimdiye kadar bu ölçüde yer bulmadığı için oldukça dikkat çekici geliyor erkeklere. Bu şekilde devam edeceğini sanmıyorum, normale çekilecektir. Bir insanın kendi yarasından yazmaya başladığını var sayarsak “insan kadın”ın da cinselliğini bu şekilde dillendirmiş olması doğal geliyor bana. Kadınların bu telaşı belki de insan olduklarını ve dolayısıyla insana ait bütün hazlara sahip oldukları gerçeğini erkeklere duyurma çabasıdır.

 

25)  Genel anlamda ‘şairler’ ibaresi kullanılırken; söz kadınlardan açılınca ‘kadın şair’e dönüşüyor bu ifade. Bu adlandırmanın arka plânında kendi halinden memnun, edilgen bir kadın tavrı mı var? Yoksa yüzyıllar içinde oluşmuş erkek egemen kültürün baskı kuran, eleyen, adlandıran kalemi mi?

 

Elbette edilgen bir kadın yok bu ibarenin arkasında onu edilgen kılmaya çalışan bir zihniyet var. Edilgen olmadığımın farkında olduğum ve bunu ortaya koyduğum müddetçe kimin ne dediğine fazla takılmıyorum.

 

26)  Şair kadınların bir kısmı edebiyatın farklı türlerinde (roman, hikâye, araştırma, inceleme, deneme vs.) eserler veriyor. Bu yönelişi nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Bu güzel bir şey; edebiyat salt şiirle sınırlı değil ki. Her insan kadın ya da erkek, kendi ilgi alanları ve yazma becerileri doğrultusunda  yönlenmeleri çok doğal.

 

27)  Sizce şiirin, içinde bulunduğu koşullar bağlamında nasıl bir sorumluluğu olmalıdır? Ya da olmalı mıdır?

 

Şiirin sorumluluğu olmalıdır ama yalnızca sorumluluk duygusuyla hareket etmek şiiri özünden saptırabilir. Şiir konusunda ben, Paul Celan gibi düşünüyorum; şiir bir ortaya koyuştur. Birilerine dikte etmek, birilerine öğretmek değildir. Siz kendinizin güzelini ortaya koyarsınız, diğerleri görebildiği ölçüde görür. Toplumsal ve kişisel dönüşüm bu doğallık içinde gerçekleşirse kalıcı olur.

 

28)  Ülkemizde, son tahlilde, yaklaşık 110 derginin dolaşımda olduğu biliniyor. Bu dergilerin bir kısmı aylık bir kısmı iki aylık periyotlarla;  önemli bir bölümü de yılda birkaç sayısıyla dolaşıma giriyor. Sadece iki üç derginin editöryasında kadınlar bulunmaktadır. Bu kısırlığı nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Ben yaklaşık 10 yıldır dergicilik yapıyorum. Editörlük demiyorum dergicilik. Çıkardığım her iki derginin de, hem Etken’in hem Şiirsaati’nin tasarımından tutun da ürün seçimi, baskı ve  dağıtım, her şeyiyle kendim ilgileniyorum. Maddi kaygılar da bir yana. Bu ‘dergicilik’ oluyor. Diğer dergici arkadaşlarımın da benden bir farkı olduğunu sanmıyorum. (Sırtı kuvvetli birkaç İstanbul dergisi hariç. Bu dergilerde editör, sadece editördür.) Söylemek istediğim şu ki dergiciliği göze almak kolay değildir. Bu konuda kişinin kendi içsel itkisi belirleyici olur. Yeterince isteyen ve ortamın genel gidişinden rahatsızlığı olan kadın ya da erkek bu işe soyunabilir. Şunu açık yüreklilikle itiraf edebilirim. Bu işi yaparken, hiçbir erkeğin kısıtlayıcılığı ile karşılaşmadım. Hatta bazı ‘erkek’ dostlarım var ki bu konuda bana çok yardımları dokunmuştur. Bazı şair arkadaşlarım, yalnızca kadınların yazdığı dergi çıkarmayı önerdiler bana. Bunu karşı çıktım çünkü bunu yapmak; ayrımcının kendisi olmak demektir. Ben toplumsal alanlarda kadın ve erkeğin omuz omuza hareket etmesinden yanayım. Bütünsellik budur.

 

29)  Şair kadınların kendini belirginleştirme, özgünlüklerini ortaya koyma araçları arasında, erkek şairler tarafından oluşturulmuş, büyük oranda kabul gören ‘şiir anlayışları’yla ‘çatışmak’ da yer almalı mı? Alıyor mu?

 

Elbette ki almalı. Şiir bu şekilde ileri taşınabilir. Çatışarak yenilenebilir. Şiir arenasına çıktıysanız bence artık cinsel kimliğinizi bir yana bırakıp şiir geleneğiyle de  hesaplaşabilmelisiniz. Artık siz bir  şairsiniz, başkası olabilmelisiniz ki yazdıklarınızın yüzüne bakılabilsin. Peki bu böyle oluyor mu? Bence bu sınırları zorlayan şair kadınlar var.

 

30)  Kadınlar, toplumsal hayat içinde; erkeklere oranla daha yoğun bir biçimde rol çatışmalarını yaşıyor. Bu çatışmaları, farklı alanlardan kadına yönelen sorumluluklar ortaya çıkarıyor. Şiirle organik bağını sürdüren bir şair kadının gündelik hayat içinde karşılaştığı, karşılaşabileceği en büyük sorunlar sizce nelerdir? Bu sorunların ne kadarı sizinle şiiriniz arasına girmiştir?

 

Bir kadının en büyük sorunu bence zamansızlıktır. Ailenin ve toplumun ona yüklediği sorumluluklardan arta kalan zamanlarını ancak şiire ayırabiliyor kadın. Oysa şiir geniş zamanlar, güvenli ve dinlenmiş mekanlar ister. Ve en önemlisi yalnızlık ister Diğer işlere benzemez şiir yazmak; ‘geriye kalmış zaman’da bir çırpıda yazıp kalkamazsınız. Benim en büyük sorunum bu; sorumluluklardan ‘geriye kalan zaman’ımın çoğunluğunu yalnızlaşmaya, şiir yazmaya hazırlanmaya harcıyorum. … Sonrasında da zaten enerjim tükenmiş oluyor …

 

31)  Son yıllarda özellikle merkezde birbiri ardına organize edilmeye başlanan (Beyoğlu Şiir Festivali, İstanbul Şiir Festivali başta olmak üzere…) festivaller; ülkenin batısından doğusuna tertiplenen şenlikler, kitap günleri ve fuarlarını düşündüğünüzde şair kadınların katılım oranlarını, davet edilmelerinin yahut edilmemelerinin sebeplerini nasıl açıklarsınız?

 

Şiir Festivallerinin sayısının artmış olması özellikle bunların uluslararası düzeyde gerçekleştiriliyor olması, bence sevinç verici. Bu tür buluşmaları önemsiyorum. İnsanı tetikliyor, bütünü ve bütün içindeki yerini tespit etme imkanı sağlıyor.

Beni biraz iyimser de bulabilirsiniz ama ben, kadınların Şiir Festivallerine katılım oranları ve davet sebepleri konusunda  bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Bu konuda kadınsal bir komplekse gerek yok. Kendi alanlarında yetkin kadınların da erkekler kadar davet edilip saygı gördüklerine şahit oldum. Bir kadının, Şiir Festivallerinde, rahatsız edici bir durumla karşılaşma olasılığı, diğer toplumsal alanlarda rahatsız edici bir durumla karşılaşma olasılığından daha fazla değildir. Ben şuna inanıyorum; insan kendi duruşunu kendisi belirler. Salt kadın oldukları için sözü edilen bu tür etkinliklere davet edilmiş olsalar ya da olmasalar bile, hele ki şiir yazan bir kadın, bunu bertaraf edebilecek kapasitede olmalıdır.

 

32)  Sizin yazdığınız şiirleri okur ile buluşturma çabanız nasıl şekillendi? Edebiyat dergilerinde yeterince yer bulabildiğinizi söyleyebilir misiniz? Şiirlerinizin kitap bütünlüğüne ulaşmasında yaşadığınız deneyimleri paylaşır mısınız?

 

Şu an bir sorun kalmadı ama ilk zamanlarda şiirlerimi okurla buluşturma konusunda sorun yaşadım. Aslında benim dergiciliğe kalkışma sebeplerimden biri de budur. Kadın olduğum için mi yoksa İstanbul’un ‘taşra’ dediği bir çoğrafyada yaşadığım için mi tam olarak kestiremiyorum; şiirlerim dergilerde yeterince yer bulamamıştı. Benimle aynı durumda olan arkadaşlarım da vardı. İstanbul’un kendi dışındaki coğrafyaya tavırlı durduğunu düşünüyorum. Bariz bir görmezden gelme ve  yok sayma var...  (Son zamanlarda  durum biraz değişti sanki; artık duymazdan gelinemeyecek ölçüde yükseldi Anadolu’nun sesi.)

 

Önceki yıllarda Cemal Süraya’nın bir tespiti vardı;  şiir yayıncılığı konusunda dergileri başat buluyordu. Kitaplar genellikle dergilerde yayımlanmış şiirin toplamından oluşuyor diyordu. Şimdi de durum bu bence, dergiler hala başat.

 

Birçok şair gibi benim de kitap dosyam bazı yayınevlerinden döndü. Yayınevlerinin gerekçesi şiir kitaplarının satmamasıydı. Israrlı davrandım. Her iki kitabımı da  ticarethane olarak iş yapan yayınevlerinden çıkardım. Bunun değişeceğini ümit ediyorum.

 

 

 

33)  Yayımlanmış eserleriniz/ kitaplarınız muhatapları tarafından –buna edebiyat kamusu da diyebiliriz-  nasıl karşılandı? Beklediğiniz ilgiyi gördüğünüzü düşünüyor musunuz? Kitabınız/ kitaplarınız hak ettiği ölçüde tartışıldı mı?

 

Birinci kitabım olan Denizden Sonra’nın değil ama ikinci kitabım Soğuma’nın ( Hayal Yayınları Haziran 2010 İstanbul) hak ettiği ilgiyi gördüğünü düşünüyorum. Soğuma, Gülümser Çankaya adıyla özdeşleşti. Bazı kitap tanıtım dergilerinde olumlu şeyler yazıldı. Bu sevindirici tabi. Aslında bunu  bir kadın olarak doğrudan kendi düşünce ve duruşumdaki süzülmenin, şiir dilime aynı yalınlıkla yansıması olarak değerlendiriyorum. Kalemimi ve düşüncemi özgür bırakmış olmam fark edildi.. Özellikle bir eleştirmen (Mahmut Temizyürek) Eril Dilden Soğuma başlıklı yazısında, “Dildeki cinsiyet” kavramına en iyi örneklerden biri olarak değerlendirdi Soğuma’yı. Sorularınızın çoğunluğu ile alakalı olduğu için devam edeceğim; şiirlerimdeki sözcük eksiltme tutumunu Cemal Süreya, Necatigil ve İlhan Berk’e benzetiyor ve devam ediyor Temizyürek; etkilendiği şairlerin eril dilini kendi cinsiyet diline dönüştürme çabası veriyor Gülümser Çankaya diyor.

 

 

 

34)  Bizim edebiyatımızda eleştiri bahsi geçmişten bu yana kendi sorununu içerisinde taşıdı. Belli başlı isimlerin belli başlı isimler üzerine yazdıkları ve genellikle bu metinlerin çözümlemelerinin sağlıklı olmadığı yorumları çoğunlukta. Sizin görüşünüz nedir? Hakkaniyetli bir eleştiri mekanizmasının varlığından bahsedebilir misiniz? Peki eleştirmenlerimiz arasında kadınların varlığı…

 

Bu konudaki genel yorumlara katılıyorum. Sağlıklı bir eleştiri ortamı yaratılamadığını düşünüyorum. Daha ziyade ‘öznel’ eleştiri yapılıyor ve genellikle birbirini tanıyan şairler birbirleri için yazılar yazıyorlar. Eleştirmenlik başka bir alan, şairlik başka bir alandır. Ve bu iki alanın birbirine koşut işlemesi gerekir.

 

35)  Ödüller konusu her zaman tartışmalı bir mevzu olarak edebiyat tarihindeki yerlerini korudular. Sizin katıldığınız, karşılık bulduğunuz yahut bulamadığınız ödüller var mı? Bir şairin ödül almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Soğuma adlı kitabım yayınevi tarafından bazı ödüllere gönderildi, henüz karşılık bulmadı. Ödüllere çok tavırlı değilim. Kitaplar ve şairler ödüllendirilebilir/ ödüllendirilmelidir. Ama son zamanlarda ödüller konusunda bir enflasyon yaşandığını düşünüyorum. Takip edilemeyecek ölçüde çoğaldı ödüller. Ve sanki kafa kol ilişkisiyle dağıtılmaya başlandı.  Ayrıca ödüllerin tetikleyici, heyecan artırıcı işlevi ortadan kalktı sanki. Ödül alan bir şair “oldum” kabul ediyor kendini ve şiire verdiği emek azalıyor gibi geliyor bana.

 

36)  Şair kadınların toplumsal rol ve kimliklerinin fazlalaşmasıyla birlikte şiirden uzaklaştığı/uzaklaşabileceği kanısı oldukça yaygındır. Örneğin anne olmak ve şiir yazmak arasındaki ilişkiyi yaşamışsanız bu yargıları da merkeze alarak ne dersiniz?

 

Kadının toplum içindeki rol ve kimliklerinin ona yüklediği sorumluluklar bir erkeğe nazaran daha fazladır. Bunu kimse inkar edemez. Kadın zamanının çoğunu bu sorumlulukları yerine getirmek için harcar. Oysa şiir zaman ister; şiir arenasında erkeklerin daha fazla yer alması, kadınlara oranla daha fazla zamana sahip olmalarıyla açıklanabilir. Bir bebek dünyaya getirmek ve o bebeği büyütmek, en azından 3-4 yıl, kadını birçok sosyal aktiviteden alıkoyabilir. Bu koşullar altında kadının şiir yazmaya devam etmesi  için iki kat çaba sarfetmesi gerekir ki bu da iki kat yorgunluk demektir.

 

37)  Günümüzden bakınca Türkiye’de şair kadınların bugünü ve geleceği üzerine -son olarak-  neler söylemek istersiniz?

 

Günümüzde şiir yazan kadınların cinsel kimlik mücadelesini ustalıkla verdiklerini düşünüyorum. Artık sıra, dilin olanaklarını zorlayıp ifade alanlarını genişletme mücadelesine gelmiştir.. Durgun bir göle benzetilen Türk şiiri, belki de bir şair kadının dokunuşuyla yeniden coşacaktır, kim bilir?

 

Katkılarınızdan dolayı şükranlarımı sunarım.

Yazar: Betül Dünder

Aşkı Yara Gibi Koruma

( Çinikitap, Ocak-Şubat 2011 )

 

            Gülümser Çankaya’nın yeni şiir kitabı Soğuma Haziran 2010’da Hayal yayınlarından çıktı. Denizden Sonra (Köz, 2006) kitabından sonra, şairin ikinci şiir kitabı. 2006–2010 yılları arasında yazılmış şiirleri içeriyor. 64 sayfalık bu kare kitapta 35 kısa şiir yer alıyor. 

           

            Kitap W. Shakespeare’nin bir sözüyle başlıyor: “Bazı sözcükler diğerlerini kilitler…” Bütün kitabın kilidi de bu tek sözcük işte: “Soğuma…” Çankaya’nın hayattan, insandan, aşktan, yazmaktan ve hatta yazdıklarından soğumasını simgeliyor. Şiirlerin hemen tamamında bu tema hâkim: Soğuyan, uzaklaşan bir özne şiiri.

           

            Küçük harflerle yazılmış, lirik şiirler bunlar. Sade, akıcı, günlük konuşma tadında bir dil. İki ila dört dizelik kıtalardan oluşuyorlar. Kitapta bölüm başı yok. Noktalama işaretleri nadiren kullanılmış. Hepsi tek bölüm; soğuyan, buza dönen tek bir kapta yoğunlaşmış benlerin tüm halleri gibi…

 

            Dört duyuya da hitap ediyor şiirler. Kokular ve sesler öncelik kazanıyor görünse de, dokunma duyusu da güçlü. Hatta bazı dizelerde erotizmi zorlayan imgeler var:

 

            “beni belirgin kıl, beni okşa!” s.5

 

            “yüzüm gözüm sevişmek!..” s.17

           

            “ordan dinle beni, karnımdan

            bir plak gibi elinin iğnesini

            göbeğime koy” s.28

 

            Dokunma duyusu bir tür özne-nesne çarpışmasına dönüşmüş bu şiirlerde. Öznenin seslendiği bir erkek imgesinden ziyade görülme arzusunu betimliyor… Görülerek belirgin olacak; görülürse var olacak bu özne: Kendi kafesinde dönüp duruyor, kendinden soğuyor; ama dışarıya seslenmiyor:

 

            “üç köşeli bir diken

            nasıl koysam. kalbime batıyor

            bir ucu.” s.42  

 

            “aşkı yara gibi koruma” s.44

 

            Çankaya, Alanya’da yaşadığından olsa gerek, hemen her şiirde deniz, sahil, su, güneş, bulut, yüzmek, kum, taş kaydırmak, gemi, damla, göl, kıyı, çağlayan, tuz, havuz, palmiye, sel, balık, yağmur, dalga, rüzgâr, …vb. sahil kentiyle ilgili bir imge var. Ama her şiirde farklı bir sahil bu...

 

            “seni bir sözcük izler

            en yakın düşen dilinin suyuna” s.33

 

            “beni bir kıyı bildiler. herhangi

            bir köşesinde atlasın” s.38

 

            “kalbi yorgun sondan başlıyor sevmeye

            yağmurdan buluta, buğdaydan toprağa” s.44

 

            “içimdeki eğriden düştüm

            kumları elenmiş bir sahile” s.58

 

            Bir kadının iç konuşmaları, iç sesi duyuluyor zaman zaman. Kendine telkinlerde bulunan, iç konuşmalar yapan bu aseksüel özne, bir kadına dönüşüyor. Ev yaşantısı, kadının ev düzeni giriyor şiire:

 

            “bir fırça ovmalı bulutu denize” s.60

 

            “dışarıda kaldı perde

            elma gürültüsünün

            önünde” s.47

 

            “bütün duvarlarını yıkar

            sakar kelimelerle konuşan

            kısık sesli ev” s.40

 

            “(kül tablasını balkona bırak. gece kalmasın

            içinde)” s.31

 

            Çankaya’nın şiirlerinde, şizofren iç konuşmalar yapan bu “aseksüel özne” o denli kendi içine dönük ki nesnesini de içine almış, özne ve nesne farkı kalmayacak şekilde birleşmiş iç mekânda:

 

            “kimi açsam sana kapanacaktım” s.52

 

            Her şiiriyle, kendisi dışında var olmayan nesnesine, hatta dışladığı ötekine iç mekândan sorular yöneltiyor Çankaya. Uzlaşamadığı sorular… Aslında bir soru dizesiyle bitmeliymiş bu kitap diye düşünüyorum:

 “sizin fazlanızın kim farkında?”

 

#

Yazar: Hilal Karahan

Gölgesi İnsan Bedeni Doğa

(Şiir İnceleme Kitabı/ Yazılı Kağıt Yayınları Şubat 2011)

 

Devrim

biri rüyasında okşuyor beni

ben bunu örtüyorum üstüme

ben bunu düşündükçe

büyüyorum

 

bizi zehir gibi saran o boşluğu

öbür yana deviriyorum, devrim

oluyor

 

bir ormanı buluyor bazen

bir denizi gitmek

ben sana kaç ırmakla koyuluyorum

 

kaybediyor beni genişlettiğin

dünya. ben bir unutuşla

karnımı yakıyorum

 

sana kalıyorum eşiğinin ahşabı

üzerinde inci

 

içimde sona eriyor uzak

biri rüyasında öpüyor beni

geliyorum.

 

 “Dildeki cinsiyet” kavramına en iyi örneklerden biri, Gülümser Çankaya’nın “Soğuma” kitabındaki şiirler. Saf bir örnek değil, ama zaten saflıktan da “soğuyan” bir örnek. Ses katmanları arasında eril kimlikler olsa bile bu böyle; Cemal Süreya da var, İlhan Berk de, Necatigil de var (özellikle sözcük eksiltme tutumunda) bu şiirdeki seslerde. Dahası da var. Sonuçta, etkilendiği şairlerin eril dilini kendi cinsiyet diline dönüştürme çabası veriyor Çankaya.

Aşağıdaki şiir… Kadın kişideki bir devrim durumunu anlatıyor. Rüyada bir orgazm durumu diyenler de çıkabilir. Ama kişide yaşanan bir devrim bu; ondaki kendine ait gibi duran boşlukta bir devrim, bu boşluğun kimin tarafından doldurulduğunu sorduğumuz anda başlayan, kendi için olanı isteyen bir kadının devrimi. Cinsiyetinin duyuşunu  içeriyor dişil bir dil örüntüsüyle. Çünkü sözcüklerin bir araya geldiğinde oluşturdu dil siyaseti, bulaşık ya da eklektik olandan hazzetmeyecek derecede  birbirine bağlanıyorlar. Çankaya’nın kitabına alınlık yaptığı gibi; “bazı sözcükler diğerlerini kilitler.” (W. Shakespeare).

Ne demek istediğimi bir araştırmadan örneklemeye çalışayım. Araştırma, Luce İrigaray’ın; Fransız dilindeki “söylemin cinselleşmesi” kavramıyla karşıladığı durum üzerine. Araştırma, kadın erkek dilinin sözcük kullanımından imgeye kadar açık ya da örtülü ayrıştığını saptıyor. Zihinlerdeki en sancılı konulardan biri bu şimdi. Dildeki cinsiyetin tezahürlerini düşünmeye başlayan kadın-erkek insanlık kendini yenileme çabasında, öteden beri. Dil, bilincin yapısı; ama bilinçdışının da koşulu, yapıcısı, kurucusu olarak belirlenmiştir, biliyoruz (erkek) Lacan sayesinde. Bedende karşılık bulan bu doğacıl-kültür konusu, “ikinci cins” sayılan kadının uyanış alanı olmuştur, Gülnur Savran’ın çalışmasında ortaya koyduğu gibi. Bu konuda uyanmış şair kadınlar, kendi sesini bulmaya başladılar. Ansızın uyanış başlayabilir, hazırsa uyanışa bilincin toprağı. Uyanış, rüyada birinin okşamasıyla da başlayabilir, “Devrim” şiirinde olduğu gibi. “(B)unu düşünerek büyüyor” olacaktır şair; “sır verir teni bir çıplağın” diyerek doğa-kültür bağına teklifsiz dalacaktır. Bağcıyı da döver, gerekirse, üzüm de yer; haklı! Bağ onun emeği çünkü. Ama şimdilik erkek bağcıyı dil ile döverek soğumaktadır onun hükmettiği dünyadan; onu en hamhalat halleriyle betimleyerek. Çilek yerken soğan kokan ellerin sırrını da duyacaktır, gidenin treninin kendisinden nasıl bir ölüm maskını götürdüğünü de. Bir başlangıçtır bu, yaşam için yeni bir başlangıç. Ana damarı gür, kılcal damarları zengin bir devrim durumdur bu; uyanışla birlikte sürekli süreksiz devinecektir. İçimdeki hangi ses kadının, hangisi erkeğin? Bu soruyla boğuşa boğuşa gelişecektir yeni dil. Baskılanan geri dönecektir er ya da geç.  Şiir bu yüzden vardır, olmazsa olmazdır hem de. Bunu sorgularken yeni bir dil, yeni bir adalet, yepyeni bir hayat yolunu bulmaya başlamıştır, akarsu gibi çatlağını bulan kadın.

Ana hatlarıyla Simone de Beauvoir açmıştı Fransa’da bu yolu. Kadın “eşit” değil “farklı”dır diyordu. Her fark gibi hakkını, özerk  konumunu, gasp edilmiş adaletini arayacaktır. Luce İrigaray, bu düşünceyi geliştirenlerden biri oldu. “Örneğin” diyor İrigaray, “çoğullarda kullanılan imler, yalnızca erkeksi ilişkilerin içerilmesi koşuluyla, eril olarak korunabilir; bu da kamu düzenindeki değiştokuşların yalnızca eril değiştokuşlar olduğuna işaret eder. Tıpkı değiştokuş tarzı, imge ve temsil dizgesi gibi, dilsel düzgü ve eril özneler için üretilmiştir. Tanrı bu yüzden babadır; bir oğul sahibidir ve bunun için işlevi annelikle sınırlanmış bir kadını kullanır.” İrigaray’ın bu saptamasını yalnızca Hıristiyan kültürde ve Fransızcadaki “le, la” eklerinde bulunduğunu söylemek saflık olmaz mı? Her kızdığında “amına koyum!” iştahlı söyleyişiyle taçlandıran her eylemi “sikerim”le bitirmeden huzura eremeyen eril Türkçe söylem çok mu masumdur? Aslında hemen her sözcüğe sızmıştır bu, hemen her bağlama. O yüzden, gramer de, sözcük de, yan yana gelişleriyle her zaman politik bir cinsiyet düzeni kurarlar.

Türkçede, Leyla Erbil’in 1950’lerde uyanıp kurduğu ve geliştirdiği dişil dil, bugün bu anlayışla yazılmış yapıtlarla hızla nicelik ve nitelik kazanıyor. Bunlardan biri de Feyza Zaim’in ASPA-HANA”SI. “Tüm seslerin kopup geldiği /sessizlik / tüm varlıkların kopup geldiği /hiçlik” diye fısıldadı Aspa-Hana kulağıma, “anam/ Kapa-Maya”. Bu söz, erkeğin de söylemidir yapıtta. Dil, en başa, doğduğu, doğurulduğu dişil âna dönmüş, oradan konuşmaktadır kahramanlar. Kamusal alanda da böyle bu, özel alanda da.

Bu kitapta, başlangıçtaki sözün dişil söz olduğu, “rahman ve rahim” olanın kadın olduğu işlenir, ta en baştaki bir öykü üzerinden ve yepyeni bir biçemle.

“Özel olan politiktir” demişti kadınlar, Gülnur Savran’ın uyarısını unutmadan hatırlamalı bu sözü: “bireysel seçişleri fetişleştirmeden”. Örneğin, hiç anne olmamış, hiç çocuk doğurmamış, doğanları de yemiş harcamış devlet baba, “üç çocuk” ister anne kadından, ya da kimi ülkede olduğu gibi tek çocuk, kimindeyse sınırsız sayıda. Nüfus sayılarını belirlemek, felaketlerden ve doğumlardan kapitalist üretimin ihtiyacına göre yararlanmak, erkek toplumun yönettiği üretim biçiminin vazgeçilmez yasasıdır, Robert (Thomas) Malthus’dan bu yana. Bir ülkede kadın ve erkek nüfusu sayılırken, yeni doğmuş kız çocukları da “kadın” nüfus içindedir ama onlara “kız” derler, kadınlık ancak, bir erkekle evlendiğinde başlayan bir durumdur bu toplumda. Nüfus sorunu, sosyal Darwinizmle algılanır ve baskıyla, buyrukla, vahşetle faşizanlaşır. “İffet” üzerine döner faşizmin çarkları. Bazen zorlayarak, bazen rıza ile güdülür hegemonya. Bu koşullarda “Kadın, bir sosyal sınıf” olduğu bilincinde olmak zorundadır, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın deyişiyle.

Genç kadın hamiledir, çocuğunu düşürür bir eylemde, polisten yediği darbelerle. Eril dil, “ne işi vardı orada o hamile kadının?” deme pişkinliğini sahneleyebilmektedir, tüm sırıtkanlığıyla. Böyle bu; ama böyle mi kalır? Gülümser Çankaya’nın kitabına nakış gibi işlediği, bu dünyaya karşı bir “Soğuma” ile başlayacaktır bu uyanış, eril dünyanın dilinden, söyleminden soğuma ile. Çankaya’da bu bir başlangıca, bir manifestoya dönüşmüş adeta. “ (B)en insanı okumuştum bu gidişten / eve gelip soğumuştum” dizelerini, “soğumuş güvertesi aşka aşk/ demeyecek kadar” ile devam ederken birden şu dizeler belirir: “ateşi yükseldi ormanın / suyu düşünecek kadar”. Her devrim suyunu özler, bulur elbet bugün yarım kalsa da. Gülümser Çankaya’nın şiiri ne güzel yakışıyor bu kalkışmaya. Keşke, içinde neden bulunduğunu bilemediğim “iyi kız” sözleri de olmasa.

Yazar: Mahmut Temizyürek

SOĞUMA

SOĞUMA

 

HÜSEYİN PEKER

 

İnce, özgür ve çoğunluk aşk üstüne..  Gülümser Çankaya'nın  ikinci kitabı Soğuma adının tam aksine, yukarıdaki üç sözcüğü anımsatıyor bana. O belki kendine yapılan kötülüklerin soğumasını dikiyor önümüze. Soğukluğunu bir tavır olarak taşıyor karşımıza.

Bence o, şiirde eksilterek yarattığı ipince dünyasında;  hiç fazlalık taşırmadan, benzersiz bir şiir yaratıyor.  'Sadece sevgi bir ömür diri tutar insanı' (s:21) diyecek kadar inançlı. Sahici ve güler yüzlü dizeler.

Ama kırılgan. Kolay etkilenmese de bu durumundan: sert mizaçlı duruşlara dayanıklı değil. Kim alışık ki sert nizamlara. Kim rüzgarın fırlattığı kalın tokatlara yüzünü kızartmaz. Onu özgür kılan gülümsemeye, tavır geliştiren bir ozan Gülümser Çankaya. Bir yakasının adı da 'Soğuma'

 

"Kimi açsam sana kapanacaktım"  (s:52)

 

Tüy gibi hafif deyişler. Dudağımdaki soğuma neyi hatırlatıyor dedirten.

''çaya atılmaktan sıkılmış şeker'  (s:41) kendi mi? İki yakada özgürlüğü koşul gibi diken bir kadın öyküsü.  Kısaca kadın olmak nedir, onu duyuran? Çankaya'nın sofasını, kahvaltısını, bulaşık yıkama saatini tanıyoruz öncelikle, şiirini okudukça ilerliyor bu tanıma. Onun çaya atılan şekerle dillendirdiği, özgür kalınan saatlerde kaçı gösteren yüzüdür yelkovanın. 'dura dura yırtıldım'  (s:39) dediği yerde dünyasında biz de kırıldık. Bize de iletildi söylenenler. Belki acıyla gülümsemesini kısarak öne çekmiş. yaşam tarifini de aşağıdaki dizelerle tamamlamış:

 

"en acıyan yerlerimi

 dövdüm

 bir güzel ben çıkarttım ortaya'" (s:35)

 

Sabahattin Kudret Aksal naifliğinde, Behçet Necatigil uçkunluğunda dizeler. Dedim ya, tüy gibi hafif. Bulutlar kadar özgürlüğe düşkün, ve  bağımlı olmak isteyen bir yaralı.  Hayata, onu gerçekten sevenlere, sertliğe karşı duruşu bu Çankaya'nın. Yaşam düzgün yürüsün istiyor.

Kadınca bakışıyla tekrarlıyor bunu. Bir şiirinin başlığında 'Bir daha görmedim seni, istiyordum ama...Çok istemek alıkoyuyordu beni' diyor. Yaşamın her parçasına bağlı, isteklerini gemleyen bir kadının direnci bu!  Niye kitabına ad koymaya varana kadar, işi 'soğuma' ya vardırılan gündelik nedenleri anlatıyor. Kitabın içinde suçluyu bulalım diye belki.  Gülümser Çankaya, bir çağrının şiirini, kahvaltı sofrasında sunar  gibi. Çay, bisküvi ve incelikler. Bence tüm şiirler, onun adındaki gibi gülümseyerek dökülen nağmeler.

 

'"bilemedim, taşlığın ardında

öptüğün ben miydim"   (s:27)

 

Küçücük bir kitap. Daraltılmış duygular, hapsedilmiş istekler.

Hepsi de bizi sarıp sarmalayan bir yorganın altından çıkarılmış.

Sandık kokmayan, ama neşeli ışıltılar bırakan bir ikindi sohbeti. Bir öğleden sonra çayı. Gülümser Çankaya'yı  'talnızca bir gölgeydiniz' tarifinin altında algılamıyorum. Daha derin düşünmeye sevkediyor

'Soğuma'  beni. İnsanın omuzuna istemeden takılan örümceği, iyimserlik süzgeciyle temizleyecek bir tanımdan yola çıkan bir yaratıcı o!

 

(Hüseyin Peker / “Soğuma” Yeniyazı dergisi, Aralık 2010, s. 7)

Yazar: HÜSEYİN PEKER

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör