Öykü ve roman yazarı (D. 1859, İstanbul – Ö. 26
Nisan 1926, İstanbul). Tanzimat devrinin ileri gelen isimlerinden, Osmanlı Devleti’nin
ilk Maarif Nazırı (Eğitim Bakanı) Abdurrahman Sami Paşa ile Paşa’nın ikinci eşi olan Dilarayiş Hanım’ın oğludur. Babasının konağında özel
öğrenim gördü. Çocukluk ve ilk gençlik yılları, zaman zaman bazı
yapıtlarında büyük bir özlemle anlattığı bu konakta geçti. Sami Paşa'nın
konağında sık sık bir araya gelen dönemin tanınmış edebiyatçı, şair ve devlet
adamları ile tanıştı. Konaktaki eğitim
yıllarında Farsça, Arapça, Fransızca, Almanca; daha sonra Londra’da görev
yaptığı yıllarda İngilizce öğrendi. Yirmi yaşına kadar resmi bir görev almayıp,
edebiyat konusundaki bilgilerini artırmayı tercih etti. 1880'de, ağabeyi Abdüllatif Suphi Paşa’nın başında olduğu Evkaf Nezareti Mektubi Kalemi’ne
memur oldu. Babasının ölümünden sonra da Londra elçiliği ikinci kâtipliğine atandı. Orada kaldığı dört
yıl boyunca İngiliz ve Fransız edebiyatlarını yakından izledi. 1885’te elçilik
görevlerinin şapka giymesi yasağına uymadığı için elçilik kadrosu
azledildiğinde İstanbul'a döndü, İstişare Odası’na memur oldu.
İstanbul'da geçirdiği 1886-1901 yılları onun edebi bakımdan en verimli dönemi
oldu.
1901'de, İstanbul'da yaşadığı ortamın artık tahammül
edilemez bir hale geldiğini görünce, yakın akrabalarından Ayetullah ve Baki
beylerin de etkisiyle, Jön Türkler'e katılmak üzere gizlice Paris'e gitti.
Burada, Jön Türkler'in lideri Ahmet Rıza Bey'in denetimi altında yayımlanan Şûra-yı Ümmet gazetesinde II. Abdülhamit ve istibdat
rejimi aleyhinde yazılar yazdı. Daha sonraki yıllarda sanatkârane bir üslupla
kaleme aldığı 1901'den İtibaren Paris'te
Geçen Seneler, Paris Hatıratından
ve Paris'te Yedi Sene adlı
yazılarında Paris yıllarını ve Jön Türkler'e ilişkin anılarını dile getirdi.
1908'de II. Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a döndü. 1909'da Selanik'te toplanan İttihat ve
Terakki Kongresi'ne katıldı. 1909-21 arasında Madrid sefirliği yaptı.
Trablusgarp, Balkan, I. Dünya savaşları ile Milli Mücadele yıllarını, tedavi
için gittiği İsviçre’de geçirdi. O zamana kadar büyük bir hayranlıkla savunduğu
ve örnek alınmasını istediği Batı uygarlığı hakkındaki düşünceleri yavaş
yavaş değişmeye başladı. 1921'de elçilik görevinden azledildi; bunun üzerine
İstanbul'a döndü ve sadece yazı yazılarıyla meşgul oldu. 1927'de Türkiye Bütük
Millet Meclisi tarafından kendisine "Hidemat-ı Vataniyye"
tertibinden maaş bağlandı, ayrıca İstanbul Belediyesi'nin Mühürdar'da
kiraladığı bir evde ikamet etti. Vefatının ardından Küçüksu Mezarlığı'na
defnedildi.
Yazı hayatına on dört yaşında başladı, Maarif
başlıklı ilk yazısı 1874 yılında Kamer adlı gazetede yayımlandı. Abdülhak
Hamit ve Recaizade
Ekrem ile yakın dost oldu. Gençlik yıllarında tanıştığı Namık
Kemal ile sürekli mektuplaştı. Diğer Tanzimat yazarları gibi çok sayıda eser vermedi; bir roman, iki
küçük hikâye kitabı, hatıra ve seyahat yazıları yazdı. 1888’de bir paşazade ile
cariyenin aşk öyküsünü anlattığı Sergüzeşt adlı romanı yayımlayarak Şemseddin
Sami, Namık
Kemal ve Ahmet Mithat Efendi'den sonra Türk edebiyatının ilk romancıları arasına
girdi. Dönemin güncel
konularından biri olan esirliği işlediği eseriyle basında büyük yankılar
uyandırdı, övgülerin yanında eleştirilere de hedef oldu. Alphonse
Daudet'den Jak romanını
Türkçeye çevirdi. 1891’de hikayelerini Küçük Şeyler adlı kitapta
topladı. 1897'de İkdam gazetesinde makaleler ve hikayeler yazdı. Bazı makale ve
hikayelerini Rumuzü'l-Edeb (1898) adlı kitapta topladı. Türk
edebiyatında modern anlamda kısa öykünün kurucusu kabul edilen Samipaşazade Sezai
romantik bir mizaca sahip olmakla birlikte, Türk edebiyatında Beşir Fuat ve
Mizancı Murat ile başlayan gerçekçilik anlayışından da etkilendi. Bu tavrı,
öykülerinde olduğu kadar gezi notları ve anı türündeki yazılarında dikkati
çeker. Konularını
her zaman yerli hayattan seçtiği yazılarında
romantizm ile realizmi birleştirdi. “Sanat için sanat” anlayışıyla
eserler verdi.
ESERLERİ:
Şîr
(oyun, 1879), Sergüzeşt (roman, 1888), Küçük Şeyler (öykü-deneme-çeviri, 1891), Rumûzü'l-edep (anı-gezi yazısı ve sohbetler, 1898),, Iclâl,
(anı ve denemeler, 1924).
Yazarın bütün öykü,
anı, mektup ve edebiyatla ilgili yazıları Zeynep Kerman tarafından bir araya
getirilerek Sami Paşazade Sezai'nin Hikâye, Hatıra, Mektup ve Edebi
Makaleleri (1981) adı ile yayımlandı.
HAKKINDA: İbrahim
Alaeddin Gövsa / Türk Meşhurları (1946), A. F. Oğuzkan / Samipaşazade Sezai: Hayatı, Sanatı,
Eserleri (1954) G. Güven / Sami Paşazade Sezai'nin Bitmemiş Bir Roman
Müsveddesi: Konak (Türk Dili
ve Edebiyatı Dergisi, s. 97-113, 1973) Mehmet Kaplan / Sergüzeşt
(Türk edebiyatı Üzerine Araştırmalar, C.
1, s. 369-383, 1976), Z. Kerman / Sami
Paşazâde Sezai (1986), Büyük Larousse (C. 16, s. 10114, 1986), Ana Britannica
(C. 19, s. 28-29, 1987), Z. Kerman / Yeni
Türk Edebiyatı İncelemeleri, s. 46-66, 1998), TBE Ansiklopedisi (2001).
-1-
-Hanım! En son cevabını isterim, ya ben, ya kediler?
-Kediler!
Bir kocanın meyusiyeti, bir
kadının hevesatı-ı bisebatı, muhabbetin, çemenzar-ı safa üzerine temellerini
nihal-i gülden, hevay-ı sevda fezay-ı bikarara karşı camlarını nurdan, esas-ı
betiyyesini tülden, bina ve tefriş ettiği saray-ı izdivacın inhidamı, hep bu
birkaç kelimeden ibaret olan mükâlemede mündemiç idi.
Kediler! Öyle mi? Demek ki otuz üç
senelik bir refakat-i yekvücudane neticesi, kelime-i muammay-ı izdivacın halli,
bu cevap oluyor. Otuz üç sene evvel, izdivacın ilk aylarında, ebediyet-i
muhabbete, beka-yı sevdaya yeminler eden lisan-ı âşıkaneden, kendisinin
kedilere, her türlü mana ve meziyetten mahrum bir meyl-i keyfiye feda
olunduğunu işitmek, kıymet-i insaniye ve haysiyet-i ehliyesini ihlâl ve tehyiç
ettiğinden artık bu hale bir netice vermek karar-ı kat'isini ittihaz eylemişti.
Zavallı koca! Hareminin, mutasarrıfa olduğu eve, celp ve cem ettiği yirmi otuz
kedinin tacizat ve tasdiatından artık bizar olmuştu. Evin içinde sahib-ül
beytten ziyade bir reviş-i âmirane ile kuyruklarını kaldırıp bu bedbaht kocaya
bir nazar-ı istihfaf ve istihkar atfederek dolaşan bu kibirli hayvanat
kanapelerini istila etmiş, koltuk ve sandalyelerinde uyurlar, üstelik o senenin
soğuk kışında ısınmak için yaktığı ateşin karşısında düşünürler. Sofalarında,
odalarında samiahıraş sesleriyle kavga ederlerdi. Günden güne etvar-ı
küstahanelerini artırarak teksir eden kediler bu adama evinde bir cay-ı
tevakkuf bırakmamaya başladılar.
Bir sabah gayet erken uyanarak
kendi aleminde bir kahvaltı etmek için küçük odasına çekildiği zaman, sokakta
birtakım çocukların ağladığını işiterek pencereden dışarı baktı. Samia-i
rikkatine akseden kedilerin avaze-i mücadele ve müşatemeleri olduğunu anlayınca,
aldandığından dolayı kemal-i hiddetle iskemlesine oturdu. İskemleye kuudunda
yüzünün iki nokta-i müntehası olan tepesiyle, çenesi geriye doğru çekik, büyük
ve biraz fırlak gözleriyle bir arayıcılık hali kesbeden yüzünü iki tarafa
döndürerek hayretle etrafına bakınıyordu. Zira kedinin biri ekmeğini çalmış,
diğeri sütlü kahvesini içmiş, öte ki de fincanını kırmıştı. Kendi kendine yeis
ve hayretle "Kime meram anlatmalı! Bu kibirli, vefasız, nimet-şinas
hayvanatın kadınlar elbette taraftarı olur. Zaten kedi kadındır." diyordu.
Bir günlük mahsul-i mesaisinin
böyle mahv ü heder olmasından müteessir başını eline dayayarak pencerenin önüne
oturdu. İşte orada, duvarın atında, kahvesini içen, ekmeğini çalan, kendini
sabah keyfinden mahrum eden, velhasıl ondan bütün rahat ve asayişini
selbeyleyen kediler, güneşe karşı abanoz gibi mücella siyah, kar gibi beyaz,
sarı benekli, elvan-ı revnak efzaları ve her an ve saniye renkleri değişen
çeşman-ı pertev füruzanları nazarlarda bir kavs-i kuzah teşkil ettiği esnada ön
ayaklarını iptida ağızlarına götürüp nisavana mahsus bir tavr-ı işvebazane ile
yüzlerini temizleyerek safa-yı hatırla sabah kahvaltısını hazm etmekte ve öğle
taamına hazırlanmakta idiler.
Sahibet-ül beyt tarafından
kendisine tercih olunan bu hayvanat-ı müfterisenin ahval-i lâkaydaneleri
hiddetine dokunarak sofaya çıktı. Orada, merdivenin orta basamaklarında,
bıyıkları, yüzü, başı, siyah lekelere boyanmış beyaz kediyi görür görmez:
"Kahvemi sen içtin! Fincanımı sen kırdın! Öyle mi?" diyerek odasından
bastonunu alıp ayaklarının ucuna basarak yavaş yavaş kedinin yanına sokuldu.
Hazır eline fırsat geçmişken istediği gibi intikamını almak için vücudunun en
can alacak yerini nişanladı. Bastonunu kaldırdı. Kedi kımıldıyor. Kaçacak.
Değneğini şiddetle üzerine indirir indirmez seri-üs seyr olan bu afacan hemen
sıçrayınca ayağı kayarak azim bir gürültü ile merdivenlerden aşağı yuvarlandı.
Merdivenin altında, kolunun sızladığından şikayet ederken nim-i diğer-i
mevcudiyeti olan karısı karşısına çıkarak "Hiç kediye öyle vurulur mu? Ya
bir yeri kırılsaydı..." deyince zavallı herif şiddet ve hiddetle:
"Ben sana gösteririm" diyerek odasından çıktı. Haremi de kendisini
takip ederek kemal-i sükunet ve mülâyemetle diyordu ki "ne yapacaksın? Ne
yapabilirsin? Söyle de ben de anlayayım!"
Bir camın arkasından görülen
kıvılcım gibi renkli güzellikten akseden bir damla yaşa cay-i karar olan büyük
gözlerini; altmış senenin üzerinde nişanlar, lekeler bırakarak geçtiği
hareminin yüzüne atf ile "ne mi yapabilirim? Hükumet-i mahalliyeye müracaat
edeceğim. Senin kedilerinden sirkat-i mekûlât, gasb-ı emval, taarruz-ı mesken
davasına kalkışacağım. Bakalım! O zaman bu hırsızların, bu haydutların bir
tanesini burada görebilir misin?"
Paltosunu, şapkasını giydi. Kapıyı
kıracak gibi şiddetle çekerek evden çıkıp gitti.
-2-
Kaymakam Beyefendi meram
anlamıyor! "Rossini" ahfad-ı kiramından olan bu musikişinas İtalyalı
hürmet ve adalet ister. Bu behbaht koca muhakemat-ı muhakkikane ve şikâyet-i
adalet-cuyanesini karşısındakinin zihnine vaz u ilka için jimnastik yapar gibi
ellerini kaldırarak bir acemi aktöre gıptabahşı evza u harekât-ı
mubalaga-kârane ile ifham-ı hakikate çalışıyorsa da mümkün olamayacağını
anlayınca hiddetle Adalar Kaymakamı Beyefendiye "Herkesin karısının kaşına
gözüne, yürüyüşüne, yüzüne, giyinişine karışırsınız da benimkisinin şu
münasebetsiz muhabbetine, şu muzır hayvanlarına niçin müdahaleyi
reddediyorsunuz?" şikayetiyle meyusane evine avdet ediyordu. Evine avdet
ettiği zaman haremi nüzulun tehdidatından dehşetyap olduğu için titremeye
başlamış altmış senelik başını sallayarak ve naz ü işve ile bir gözünü süzerek
mütebessimane "Sen memnun ol ki ben kedileri seviyorum! Ya bunların yerine
herifleri sevsem...." dedi. O büyük, o buruşmuş şehrenin sarkık yanakları
hal-i tebessümle geriye doğru çekilerek hane-i çeşmanının gölgesi içinde kalan
sönük gözlerine bir revnakla dermeyan ettiği bu muhakeme-i şahane kocasına
hemen hak verdirecek kadar müncezip göründü. O gece bir tavr-ı sitemkârane ile
hiçbir söz söylemeyerek yatağına girdi. Söz beynimizde... bu tebessüm, bu ima-yı
muhabbet, bu işve, bu muamele-i nüvazişkârane kocasının yeis ve hiddetini
hayliden hayli tadil ve teskin etmişti. Cemehab-ı ârâmına çekilip de bir tarz-ı
galibane ile uzattığı ayaklarının acı acı tırmalandığını hissedince telâş ve
helecan ile yorganını kaldırıp o büyük gözleriyle baktı. Kedi! Hem de sabah
kahvesini içen kedi! Galiba bu afacanlar iştirak-i emval ü ayal taraftarı
idiler ki biçarenin serir-i izdivacında yerleri vardı. Hareminin mutasarrıf
olduğu bu evde kendine bir cay-ı karar bırakmayan kediler nihayet-ül-emr
haremini de elinden almışlardı.
Gece yarısı verdiği bir karar-ı
kat'i üzerine sabahleyin erken kalkarak kendisine ait ne kadar eşyası varsa bir
sandığa vaz' ile aşağıki taşlığa indirdi. Arkasına paltosunu, başına şapkasını
giyerek iplerle bağladığı sandığın üstünde oturmuştu. İşte o zaman: "ya
ben, ya kediler?" sualini irad etmiş ve "kediler" cevabını
almıştı.
Elveda! Elveda! Artık bir daha
avdet etmemek üzere yola çıktı. Mahzun, mütefekkir bir hal ile küçüklü büyüklü
birtakım nisbetsiz evlerle dükkanların teşkil ettiği çarşıdan geçiyordu.
Sokağın ortasında ayakları çıplak, elbiselerinin yırtık yerlerinden tenleri
görünür birtakım eftal-i sefaletin haykırışarak oynadıklarını dalgın dalgın
seyrettikten sonra galiba tasdik etmek niyet-i acezeperveranesiyle ceplerini
birer birer karıştırıp yine galiba hiçbir şey bulamadığından yoluna devam etti.
Biraz ötedeki meyhanesinin şark şairlerinin revnak-ı hayallerinden iş'al
edilmiş kandilinin tenvir edildiği karanlık köşesinde bir "lâterna"
bütün ada halkını sarhoş etmekteydi. Sokakta, meyhanede, "lâterna"nın
etrafında, birçok halk hep bir ağızdan Ada'nın sokaklarında tanin-endaz,
içtimagahlarında raks-aver, nişanlı kızların lisanlarında sevgililerine bir
hitab-ı muhabbetperver olan
Corci, Corci, Corcakimo
Nesahro, pulakimo!
şarkısını söylüyorlardı. Bulunduğu
hal-i ye's ü hüzne kahkahazen-i istihfaf oluyor gibi gelen bu şamatatın
arasından geçerek "Cakomo" yolunu takip etmeye başlayınca manzara-i
tabiatin letafet ve ulviyeti, o geceyi geçirmek için bir melce taharrisiyle
bikarar olacak her tarafa münatıf nazarına şaşaapaş oldu. Hava güzel, rüzgar
sabit, Marmara lâcivert idi. Bir daha avdet etmeyecek. Bu mukarrer! Otuz üç
senelik rabıta-i izdivaç kırılmış, artık yalnız başına kalmıştı. Şu yalnızlık
müessir değil mi? Otuz üç seneden sonra her yerde, her şeye karşı yalnız! Bu
vâsi denize, bu dûradûr ufuklara karşı yapayalnız!
Hatta sema bile o lâcivert
gözleriyle kendisine şefkat ve merhametle bakıyordu.
Bir tarafı kırmalar içinde kalmış
mai atlas gibi hafif surette mütemevviç derya, diğer tarafı yeşil bir hamail
gibi yukarıdan aşağıya doğru sarkarak reng-i taravetlerini her mevsimde
muhafaza eden çalılarla çam ağaçlarının fasıla verdiği bir yolu takip ediyordu.
Tefekkürat-ı amika içinde kaybolmuş bir hal ile biraz deniz kenarına doğru
meyledip önünde balık avlamak için bir kedinin sindiğini görünce hemen yolunu
değiştirerek yokuş çıkmaya başladı, Yorgolu'ya vardığı zaman mehbube-i şarkî
olan güneş sırma saçlarını derya-yı bîkarar-ı safanın üzerine dökerek nuranî
yollar, müzehhep izler açtığı gibi karşı taraftaki uzaktan uzağa görünen sudan
ibaret ufukları da âşıkane surette tehyiç ediyordu. Bir hayli zaman denizin
verdiği hayret-i meftunane içine dalıp gitmiş iken hakikatın dest-i hayal-i
şikesti bütün vucudunu sarsarak kendisini bulunduğu hal-i bihuşîden uyandırdı.
Saat ilerlemiş, öğle tekarrüp etmişti. Evine bir daha avdet etmemek üzere
verdiği karar, kat'i idi. Bu belli. Fakat öğle taamını nerede edecek? Akşam
nereye gidecek? Geceyi nerede geçirecek? Bir hayat-ı müstakil, bir karar-ı
kat'i, parayla olur. Halbuki kendisinin sabah taamına bile kifayet edecek
parası yoktu. Hareminin ihzar ederek şimdi sofranın üzerine koyduğu sabah
yemeğinin dumanı gözünde tütmeye başladı. Kenarenişîn-i temaşası olduğu denizin
dalgaları yavaş yavaş sahile çarptıkça "Git git, haremine git!"
diyordu. Ya kediler!... Bununla birlikte hareminin "sen memnun ol ki ben
kedileri seviyorum. Ya bunların yerine erkekleri sevsem!.." sözü makul
değil miydi?
Âlem-i tenhayide hal-i infiradı
artıran horozların saday-ı garibaneleri bulunduğu yere aksettikçe "Git
git, haremine git!" diyordu. Kiliseler öğle vaktini ilan için çan çalmaya
başladılar. O sükûn ve sükûnet içinde uzaktan uzağa akseden çanlar hep bir
ağızdan bir aheng-i muttarit ile "Git git, haremine git!" sözünü
tekrar ediyorlardı.
Ayağa kalktı. Geldiği yoldan
yürümeye başladı.
Galiba verdiği karar'ı kat'iden
nükûl etmişti; çam ağaçlarının aralarından peyda ve nihan olarak evine doğru
süratle avdet ediyordu. Mütefekkir bir çehre, müteessir bir hal ile evine
giderek refikasına hiçbir şey söylemeden doğru odasına çıktı. Minderin üzerine
kapanıp da hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayınca haremi kemal-i itina ve
nezaketle oda kapısını açarak "O kadar haykırarak ağlama. Kedilerimi
korkutacaksın!" dedi.
(*)Büyükada'da cereyan etmiş bir
vakanın istinsahıdır. Sâmi Paşa-zâde Sezâyi, Küçük Şeyler, Arakel Kitaphanesi,
İstanbul 1308 (1892), s. 20 - 32
Türk edebiyatında realizm akımını hazırlıyan ilk
eserlerden biri olan Sergüzeşt, Tanzimat yazarları tarafından çok işlenen
«beyaz insan ticareti» konusu üzerinde yazılmıştır. Samipaşazade, o zamanki
Türk toplulumunda cariye, odalık, halayık v.s. gibi çeşitli isimler verilen
esir kadınları kendi babasının konağında yakından görüp inceleme fırsatını
bulmuş, eserini ondan sonra yazmıştır.
[Kafkasya'dan çalınan dokuz yaşındaki Dilber,
İstanbul'a getirilerek, ilkin, Harput malmüdürlüğünden azledilmiş Mustafa
Efendi'nin evine kırk liraya satılır. Orada evin taşyürekli hanımı ile Arap
halayık Taravetin elinde çok eziyet çeker. Mustafa Efendi bir kazâ (= ilce)
kaymakamlığına tayin edilerek İstanbul'dan ayrılırken kızı bir esirciye altmış
liraya satar. Esircinin evinde kendisi gibi daha birçok kızlarla beraber
kırbaçla dövülerek terbiye edilen Dilber, bu sefer Âsaf Paşa adlı birinin
konağına yüz elli liraya satılır. Orada rahat bir hayata kavuşur, hattâ
Fransızca öğrenir. Paşanın Avrupa'da resim öğrenimi görmüş olan oğlu Celâl Bey
kızın türlü kılıklarda resmini yapar. Günün birinde iki genç birbirlerini
severler. Oğulları için yüksek bir evlenme düşünen ve onun bir halayık
parçasına tutulmasını uygun görmiyen ana baba, Dilber'i bir esirciye gizlice
satarak evden uzaklaştırırlar. Kız, Mısır'a götürülerek zengin bir tüccara
satılır. Orada dövülmek, hapsedilmek suretiyle türlü eziyetler çeker. Kendisini
seven bir haremağasi tarafından kurtarılıp tekrar İstanbul'a götürülmek üzere
iken haremağasi ölünce, yakalanıp tekrar işkenceli hayata katlanmak korkusuyla
kendisini Nil nehrine atarak esirlikten kurtulur,]
Aşağıdaki parçada, Kafkasya'dan yeni getirilmiş
olan Dilber'in esirci tarafından Mustafa Efendi'nin evine götürülüşü ve
satılışı anlatılmaktadır.
İkisi de hiç bir lâkırdı söylemiyordu. Köprünün
üzerinden geçerlerken iki tarafa yanaşıp kalkan vapurlardan gözünü
ayıramıyordu. Bir kaç adım daha ileri gidip de vapur düdüğünün sesini işitir
işitmez bulunduğu yerde vücuduna bir titremek geldi. Zira memleketinden ayrılıp
gelirken Batum'da duran vapur düdüğünün aksi hâlâ kulağında kalmıştı. Karşı
tarafta, semanın mavi gölgesi altında dûş-berdûş-i itilâ olmuş dağların
üzerinden dökülüp gelen bir rüzgâr saçlarını dağıtarak görmüş olduğu bir
rüyayı, yani memleketini ihtar ile kalb-i muztaribine anlaşılmaz bir surette
teselli-bahş oluyordu. Yürüyorlardı. Köprüyü geçip de Yenicami'in önüne geldiği
zaman, çocuk, rengi büsbütün uçmuş yüzünü havf ve tereddüde delâlet eder bir
hal ile kaldırarak Çerkesçe;
- Karnım aç!
dedi. Esirci kolunu çekerek düşürecek gibi olduktan
ve yine itip doğrulttuktan sonra:
- Yürü!
dedi.
Yürüyorlardı. Biçare çocuğun o güzel, fakat renksiz
dudakları titriyordu. Çakmakçılar yokuşundan çıkarken ayaklarının sızladığını
hissediyor, fakat korkusundan söyleyemiyordu. Gözüne karşısındaki on adımlık
yer, yürümekle bitmez tükenmez bir mesafe-i bî-nihaye görünmeğe başladı.
Ayakları dolaşıp düşecek gibi oldu. Sonra yine doğruldu. Yürüyorlardı. Beyazıt
meydanına geldikleri zaman gözünü çevirip de bir tarafa bakmağa mecali
kalmamıştı. Bacakları gûya vücuduna bağlanmış birer kurşun gibi ağır gelmeğe
başladığından vücudundaki bütün kuvveti sürüklenmeğe ancak yetişiyordu.
Hele şükürler olsun, Beyazıt tramvay mevkiinin
yanındaki bir kahvede oturdular. Yorgunluktan tâb ü takati kalmayan çocuğa o
hasır iskemle bir kıraliçenin taht-ı saltanata cülusu kadar huzur ve safâ
verdi. Esirci bir simit, biraz da peynir aldı. Çocuk bunları yedikten ve bir
bardak da su içtikten sonra tramvaya binerek Aksaray'a, oradan diğer hattın
tramvayı ile Yüksekkaldırım’a indiler.
Esirci küçük bir sokak, tenha bir mahallenin içinde
bir evin kapısını çalıyordu.
Öğleye müsadif olan bu esnada şarkın parlak güneşi
bu küçük, bu tenha sokağı tenvir ederek kapısını çaldıkları evin üst kat
pencereleri saçağın gölgesi altında kalır ve alt kat pencerelerinin
kafeslerinden süzülerek giren şuâ-i şems evin iç tarafına doğru nüfuz ettikçe
sönüyor gibi görünüyordu. Yine o esnada öteki sokaktan zuhur eden bir âma
elindeki değneği fasıla ile bir usulde kaldırımlara vurarak:
Devr-i lâ'linde baş eğmem bade-i
gül-fâma ben
gazelini
okuyarak geçiyordu. Evin kapısında bir köpek uyuyor, komşunun damında bir iki kedi dolaşıyordu.
İnsan bu sokaklarda yürüdükçe sükûnetine ve suret-i tanzim ü inşasına bakarak
kendini Kurûn-i vustâya doğru seyr ü seyyahat ediyor sanır. Evin kapısını açan
bir Arab halayık:
- Safâ geldiniz,
Hacı Ömer Efendi. Buyurun!
dedikten
ve hanımına gidip haber verdikten sonra bunları hanımının odasına götürdü.
Bir başörtüsüyle köşede oturan hanım şişman, esmer,
kaşlarına bir parmak enliliğinde rastıklar sürmüştü; kaba bir hilkat, çirkin
bir kıyafete girmişti. Odaya girip de esirci:
- Git
hanımın eteğini öp!
dediği
zaman küçük esir gidip hanıma sarılmak isteyince hanım gayet sert bir tavırla
geriye doğru itti. Kız mahzun mahzun geri çekilerek mindere oturdu. Hacı Ömer
şiddetle:
- Senin mindere oturmak haddin mi? Sen esirsin!
Kalk, ayakta dur!
dedikten
sonra hanıma doğru dönerek:
- Kusuruna
bakmayın, daha acemidir. Geleli bir kaç gün oldu. Siz istediğiniz gibi terbiye
edersiniz. yolunda arz-ı mazeret etti.
Çocuk bu emirlere bir hüzün ve hayret içinde itaat
ederdi. Bir taraftan hanım çocuğun vücudunu eliyle yoklayarak ucuz almak için
bir çok kusurlar bulur, diğer taraftan Arab halayık nıuayene-i müdekkikanesini
ifa ile:
- Hanımefendi, bu nafile, zayıf, bu ölür!
derdi.
Velhasıl iki tarafın bir mahlûk-i zî-şuurdan istifade için saika-i hırs ve
sevda-yi menfaatle saatlerce ettikleri pazarlık kırk lirada karar buldu...