Şair ve yazar. 12 Temmuz 1949, Sütçüler /
Isparta doğumlu. Gülsüm Cengiz Akyüz imzasını da kullandı. İstanbul İlk
Öğretmen Okulu (1966) mezunu. Uzun süre Balıkesir ve İstanbul’da öğretmenlik
yaptıktan (1966-80) sonra, İstanbul’da, yayıncılık sektöründe çalışmaya
başladı. Çeşitli yayın evlerinde çocuk yayınları editörlüğü ve yönetmenliği
yaptı. 1988’de arkadaşlarıyla birlikte Demet Yayınevi'ni kurdu. 1994’te TRT 1
İstanbul Radyosu’nda Gecenin İçinden Programı’nda Kitaplı Dakikalar’ı
hazırlayıp sunarak başladığı radyo yayıncılığını, 1998’de Yaşam Radyo’da
Yaşamanın Yedi Rengi Var, Radyo Cumhuriyet’te Umut İle, Özgür Radyo’da
Yaşamanın Yedi Rengi Var başlıklı programları hazırlayıp sunarak sürdürdü.
1998’de TRT 2’de Ateşi Çalmak TV programında Yeraltında Sesler Var ve Dokuruz
Ha Dokuruz başlıklı bölümleri hazırlayıp sundu. TRT 2’de yayınlanan Bir
Yurttaşın Güncesi ve Düşünceden Neşeye başlıklı TV programlarında danışman ve
metin yazarı olarak görev yaptı. Çeşitli dergilere şiir, çocuk yazını ve kadın
sorunları üzerine yazılar yazdı. Morpa Kültür Yayınları’nda Çocuk ve Gençlik
Kitapları Editörlüğü yaptı. 2004-2015 yılları arasında Osmangazi Üniversitesi,
Fen Edebiyat Fakültesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde öğretim görevlisi
olarak çalıştı; İTÜ'de okutmanlık yaptı. Türkiye Yazarlar Sendikası,
Uluslararası PEN, Edebiyatçılar Derneği, Tiyatro Yazarları Derneği üyesidir.
Mart 1999- Mayıs 2005 tarihleri arasında TYS Genel Sekreterlik görevini
yürüttü. PEN Türkiye Merkezi’nde Barış İçin Yazarlar Komitesi üyesi ve Tiyatro
Yazarları Derneği yönetim kurulu üyesi olarak görev yaptı.
Şiirleri ilk kez 1983 yılında Varlık
dergisinde yayımlandı. Ürünleri daha sonra Yazko Edebiyat, Kıyı, Gösteri,
Varlık, Biçem, Evrensel Kültür vb. dergilerde yer aldı. Erikler Çiçek
Açıyor ile 1979 Politika Gazetesi Özel Ödülünü aldı. 1986 yılında
Yeni Türkü Şiirleri Yayınlarının düzenlediği bir yarışmada şiirleri ilgiye
değer bulundu. Kuşlar Kralı Kim Olacak adlı çocuk kitabı ile 1990 Sıtkı
Dost Çocuk Edebiyatı ödülünü, Bir Kedinin Günlüğü adlı çocuk öyküsüyle
1990 Türkiye Yayıncılar Birliği ödülünü, Makas Kesmez İğne Dikmez Olmasa
Ellerimiz adlı oyunu ile 1991 TOBAV ve Çankaya Belediyesi Gençlik Ödülünü,
şiirleriyle 1995 yılı Truva Şiir Ödülünü, Ayşe’nin Günleri ile 1997 Eselsohr
dergisi Sıradışılık Ödülünü-Almanya, Yaşamın İzindeki Kadınlar adlı
oyunu ile 2005 yılı Dil Derneği Kerim Afşar Ödülünü, şiirleriyle Azerbaycan'da
şaire Mahsati Gencavi Ödülünü; Kadınlar İçin Söylenmiştir adlı araştırma-antoloji
çalışmasıyla 2012 Oğuz Tansel Halk Bilim Ödülünü, şiirleriyle Manisa Şiir
Günleri Niobe Ödülü'nü aldı. Öykü, roman, oyun olmak üzere yayınlanmış yüzün
üzerinde çocuk kitabı vardır. Çok sayıda çocuk roman ve öyküsü Almanca, Rusça,
Arapça, Sırp-Hırvatça, Arnavutça, Farsça ve Azerice'ye çevrilerek yayınlandı. Silinsin Diye Yeryüzünden Savaş Sözcüğü- So as to Wipe the Word of War From All
Over the World (İngilizce-Türkçe), Akdeniz’in Rengi- Die Farbe des Mittelmeeres
(Almanca-Türkçe), Yasak Sevda Sözcükleri- Lessico Proibito D'amore (Italyanca)
çevrilmiş şiir kitaplarıdır. Şiirleri pek çok dile çevrilerek seçki,
antoloji ve dergilerde yayınlandı. Edebiyatın her
alanında ulusal ve uluslararası bilimsel toplantılara konuşmacı olarak katıldı.
Yapıtlarını ve yazar kimliğini konu alan birçok tez ve dosya çalışması
yapıldı. Eskisehir Osmangazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi
Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü ile Türk Dili ve Edebiyatı Bölümleri tarafından
28-30 Nisan 2010’da Çocuk ve Gençlik Edebiyatında Gülsüm Cengiz Sempozyumu
düzenlendi. Sempozyum bildirileri ŞİİRİN
RÜZGARINDA MASAL KUŞUNUN KANADINDA adıyla kitaplaştırıldı. Antakya TYS
Temsilciliği ve AALEN Kültür Sanat Derneği’nde Ocak 2017'de, Milas Belediyesi
tarafından Milas-Ören’de Eylül 2017'de olmak üzere adını taşıyan iki kütüphane
açıldı.
“Gülsüm Cengiz’in şiiri, ilk bakışta
okuyanı sarsıcı, allak bullak edici imgeler getirmiyor. Olağan, belki yer yer
sıradan görünüşlü bir anlatım, sürprizlere yer vermeyen bir sözdizimi, her
günkü kullanımdan tanıdığımız bir sözcük dağarı. Hiçbir şeyiyle uçlara
götürmeyen, estetik hesaplaşmasını olağanda, ortalamada kalarak göğüsleyen bir
şiir. Ama, kazandığı zaman, armağanının yaşam olacağını biliyor.” (Kemal
Özer)
ESERLERİ
ŞİİR: Eylül Deyişleri (1987) Sevdamız
Çiçeklenir Zulada (1990), Mayısta Üzgün Gönlüm (1993), Akdenizin
Rengi Mavi (1997). Silinsin Diye Yeryüzünden Savaş Sözcüğü (2010), Yasak
Sevda Sözcükleri (2013).
ANI: Boğaz’daki Mutlu Çocuk Kuzguncuk (2009); 4. baskı (2018)
ANTOLOJİ (Eray Canberk ile): Selam
Yaratana / Emek Şiirleri -1 (2000), Ellerimiz Günışığı / Emek Şiirleri
-2 (2001), Kadınlar İçin Söylenmiştir (2011).
OYUN: Makas Kesmez İğne Dikmez Olmasa
Ellerimiz (1997), Hepimiz Çevreciyiz (1997), Yaşamın İzindeki
Kadınlar (2007), Kırda Bir Yaz Sabahı (çocuk oyunu ve şarkıları,
Bulunmaz Tiyatro, Maskara tiyatrosu ve Seyhan Belediyesi Şehir Tiyatrosunda
sahnelendi).
ÇOCUK VE İLK GENÇLİK KİTAPLARI (Öykü, Roman, Oyun): 1988' de ilk çocuk kitapları Kente Gelen Çam Ağacı-Bir Dilim Ekmek İçin-Arı ile Papatya-Damlacık yayınlandı. Onu öteki öykü, roman ve kitap dizileri izledi. Aslı Okula Başladı – 8 kitap (1990), Tırtıl Kitaplar- 10 kitap (2000), Bıcırık Kitaplar- 10 kitap (2004), Televizyon Çocukları- 10 kitap (2001), Sihirli Ellerin Öyküleri- 10 kitap (2003), Cimcime Kitaplar-(çeviri Derleme) 10 kitap (2004), Annemin Masalları-(derleme) 10 kitap (2005), Kelebek Kitaplar- 10 kitap (2008-2009), Çiçek Kitaplar 7 kitap (2017); Tomurcuk Kitaplar: Doğum Günü Armağanı (1989), Herkesin Bir İşi Var (1990), Kuşlar Kralı Kim Olacak (1990), Doğanın Öfkesi (1990), Başak’ın Çevre Günlüğü (1991), Taş Devrine Yolculuk (1991), Çiçek ile Kirlikara (1991), Hayvanlarla Konuşan Çocuk (1991), Evdeki Altınlar (1999), Bıcırık (1999), Bir Kedinin Günlüğü (1999), Kırda Bir Yaz Sabahı (1999), Sarmanın Serüvenleri (2004), Herkesin Bir İşi Var (2004), Nereye Gitti Bu Çocuklar? (2004), Kayıp Sözcükler (2004), Bilmece Bildirmece, Resim Yapar Gündüz Gece (2004), Suyun Rengi ve Rengarenk Çiçek Bahçesi (2016), Ağaç Gölgesi (2016), Uçan Sincap ile Uzaylı Topaç (2017), Kaplumbağa Karita Denizatı Derya ve Ötekiler (2017). Gülsüm Cengiz Kitaplığı: Kuşlar Okullu Oldu (2011), Prenses Pila (2011), Tuz Masalı (2011), Toprak Testi (2011), Halının Sihirli Renkleri (2011).
İlk gençlik romanları: Ayşe'nin Günleri, İpini Kopartan Uçurtma, Son Çiçek, Ahşap Evin Çocukları, Uçurtmanın Kuyruğundaki Düşler. Biyografik ilk gençlik kitapları: Güldürürken Düşündüren Adam, Nasrettin Hoca (2008), Masalcılar Masalcısı- Andersen (2008); Ben, Leonardo (2016), Yaşamla Bilimi Buluşturan Adam-Arşimet (2016); Çağdaş Tıbbın Babası- Hipokrat (2016); Renklerin İzindeki Adam- Isaac Newton (2016); Yıldız Habercisi- Galileo Galilei (2016); Dünyaya Dil Çıkaran Dahi-Albert Einstein (2016).
KAYNAKÇA: Mehmet Başaran /
Ne Arabesk Ne Bilmece (Milliyet Sanat, sayı: 182, 15.12.1987), Sennur Sezer /
Kadınlar Konuşunca (Hürriyet-Almanya, 3 Aralık 1987), Tacim Çiçek / Eylül
Deyişleri, Neyin Ürünü (Yeni Adana, 17 Şubat 1988), Orhan Selim / Eylül
Deyişleri (Anadolu gazetesi, 3. 4. 1988), Nuh Ömer Çetinay (Sevdamız Çiçeklenir
Zulada, Milliyet Sanat Dergisi, Şubat 1991), Vedat Yazıcı (Sevdamız Çiçeklenir
Zulada (Öğretmen Dünyası, Mart 1991), Asım Bezirci / Güle Dil Verenler (1993),
Gülseren Engin / “İnsanlar Şiirden Sırılsıklam” (Cumhuriyet Kitap, 8. 4.1993),
Nuri Taner / Gülsüm Cengiz’in Eylül Deyişlerini Okurken (İnsancıl, Mart 1993),
Şair, Şiirle Öder Borcunu (Gerçek Dergisi, Şubat 1993), Bedihan Tamsöz /
Osmanlıdan Günümüze Kadın Şairler Antolojisi (1994, s. 243), Vedat Yazıcı /
Sözümüz Şairlerden Şiirlerden (1997), Drei Welten / Drei Madchen (Eselsohr,
Kasım 1997), Gabriele Kölliker / Katzen Wascht Man Nicht (Baobab, Eylül 1997),
Şükran Soner / Şiirleri ve Çocuk Kitaplarıyla Gülsüm Cengiz - Akgün Akova /
Gerçeğin Yedi Rengi - Güngör Gençay / Gülsüm Cengiz Şiiri ve Tarihsel Olgular -
Yılmaz Onay / Sahnelerimize Taze Kan (Cumhuriyet Kitap, 27.1.1998), Aydın
Hatipoğlu / Kavganın İçinden Güzelleme (Gösteri Dergisi, Mart-Nisan 1998),
Güngör Gençay (Gülsüm Cengiz Şiiri ve Tarihsel Olgular (Cumhuriyet Kitap, 22
Ocak 1998), Akgün Akova / Gerçeğin Rengi Mavi (Cumhuriyet Kitap, 22 Ocak 1998),
Yılmaz Onay / Sahnelerimize Taze Kan (Cumhuriyet Kitap, 22 Ocak 1998), İhsan
Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish
Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür
Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), Erem Melike Roman / Gülsüm
Cengiz O Voce Gingaşa A Poeziei Turce (Femeia, Ocak 2002), Martina Meier / Die
Lampe (Buchkritik At Amazon.De 2.2.2006), Metin Günaydın / Akdeniz'in Rengi
Mavi (Evrensel, 2007), Tacim Çiçek / Mayısta Üzgün Gönlüm (Damar, Sayı 42),
Sevgi Tamgüç / Emekçi Şiirinden Seçkiler (Gündem-2001), Arife Kalender / Gülsüm
Cengiz Şiirinde Direnç, Umut ve Sevgi (Akköy Dergisi, Mayıs-Haziran 2009),
Güngör Gençay / Gülsüm Cengiz ve Yaşam Deyişleri (Akköy Dergisi, Mayıs-Haziran
2009), Müslim Çelik / Gülsüm Mavinin Çağrısına Uydu (Akköy Dergisi,
Mayıs-Haziran 2009), Gülseren Engin / Toroslardan Bir Şair (Akköy Dergisi,
Mayıs-Haziran 2009), Hidayet Karakuş / Bir Görev Şairi (Akköy Dergisi,
Mayıs-Haziran 2009), Sennur Sezer /
Gülsüm Cengiz'e Mektup (Evrensel-2010), Nihat Ateş / Eylül Deyişleri
(Cumhuriyet Kitap), Süleyman Selçuk / Okuma Sevgisi (Hürriyet Berlin- 2.11.2005), İki Dil Yoluyla Uyum
(Evrensel-10.11.2005), Grosstadtleben (Neue Zuricher Zeitung, 17. 2. 1998), Heidi Mück / Zwiespaltige
Schulreform (Sektor Erziehung, Nisan 1997), Miterleben, Wie Turkische Kinder
Aufwaschsen (Solothurner Zeitung, 30.9.1997), Mut Machen, Die Turkische
Kinderbuch Autorin Gülsüm Cengiz (Neue Zuricher Zeitung, 17.2.1998), Mareike
Aden / Kinderbucher in Beiden Mutter Sprachen (Deutsche Welle, 14.10.2005),
Anne Burgmer / Mehr Mut Zur Sweisprachgikeit (Webcritics, 24.11.2005), Erem
Melike Roman / O Proeminenta a Liricii Feminine Din Turcia ( Ecart, 7.8.2002),
Salatın Ahmedli / Balaca Sarman'ın Böyük Düşünceleri (Edebiyyat Gazeti, 13.8.
2010), Feride Leman / Türk Yazarı Gülsüm Cengiz'in “Sarmanın Serüvenleri” Eseri
Esasında Düşüncelerim (Mahsati, Ekim-Kasım 2010), Makbule Muharremova / Gülsüm
Cengiz (Ulduz-2010), Ebru Mocoş / Şiirde 30 Yıl (Evrensel Kültür- Kasım 2013),
Şaban Akbaba / Gülsüm Cengiz İçin Söylenmiştir (Evrensel Kültür - Mart 2014),
Tülin Tankut / Anna Frank'ın Günlüğü ile Ayşe'nin Günleri'nde İki Karakterin
Karşılaştırılması (Roman Kahramanları-...) Hıfzı Topuz / Gülsüm Cengiz Şiiri
(Evrensel Kültür- Haziran 2010), Yusuf Çotuksöken / Gülsüm Cengiz'in Şiiri (
Şiirin Rüzgarında Masal Kuşunun Kanadında: Gülsüm Cengiz Sempozyumu Kitabı-
2011)...
Gök gözlerine dolar
Aşk yüreğine
Köpürür deniz
Vurur öfkesini kayalıklara
Kartallar konar kalkar
Doruklara
Sarılır birbirine
İki deli hanımeli
Torosların yamacında
Türkülenir Akdeniz
Gök gözlerine dolar
Aşk yüreğine
Bir kelebek papatyayla
sevişir
Sevişir bir balık ak
köpüklerle
Titreşir gök ekinler
Yeşilden sarıya geçer.
Gelincikler
-ki her biri karanlığa
isyandır
kana boyar ilkyazı.
Gök gözlerine dolar
Aşk yüreğine
Bu dağların başında
Bir kız dolanır koyakları
Saçları defne
Ellerinde kekik kokusu
Ağzında mersin yemişinin tadı
Gözleri peygamber çiçeği
-belki bir yörük kızı
belki esrik bir ozan-
arar geçmiş baharları.
Gök yüzlerine dolar
Aşk yüreğine
Yanık tenli insanlar
Yüzünde güneşi taşıyanlar
-ki elinde, tütünde, pamukta
işçidir-
hızlanır solukları,
elleri kenetlenir
sevdada ve kavgada.
Verip yüzlerini
Çoban ateşlerine
Yanakları kıpkızıl
Gözleri çakmak çakmak
Yıldızlara bakarak
Yasak türküler söylenir.
Akdeniz, sevdiğim
Kır menekşesi
Direncimin, umudumun simgesi
Şiirimin ülkesi
Karartmaz hiç kimse
Güneşini
Söndüremez ateşini
Yüreğim çünkü Akdeniz
Akdeniz’in rengi mavi.
(Akdeniz’in Rengi Mavi)
Oğlumla
aynı yolda ayrı gökler gibiyiz
değişik günlerin rengiyle açan. Kanat kanada
uçan iki tanrı, her birimiz bir iz peşinde
koşar, yorulunca insanız deriz.
Sıra aşka geldiğinde, değerli taşlar
var gibi kazı yerinde, belirsiz bir güneş
yaramaz bir
çocukla sanki oynar durur
yalanı yaşamaya
hazır yüreğimde.
Oğlum daha genç.
Sözleri külçe gibi
ağır, bir yılan
taşısa da göğsünde
günden güne büyüyen, bir ağrı ve ağu
sözünde, insanı büyüyle ağırlar.
Şöyle dedi oğlum, bir odadan bir odaya geçerken:
aşkım, kışın yağan kara benzetti beni
rüzgâr savurup dururken sokaktan sokağa
güneş iliklerime işledi.
Kanımın kaynadığı
Yüzümün güldüğü sizsiniz
Ballı petek gibisiniz
Müthiş zeki
Yeteneklisiniz
Alçakgönüllüsünüzdür hepiniz
En iyi şiiri, öyküyü yazar
En güzel resimleri yapar
Fotoğrafı çeker, oyunu oynar
Türküleri en güzel siz
söylersiniz
İnsanların hası sizlersiniz
Herkesten çok çalışır
Herkesten azla yetinirsiniz
Alkışçılarınız yoktur
çevrenizde
Erken ölürsünüz genellikle
Dayanmaz yüreğiniz
çirkinliklere
Ya da vurulursunuz günün
birinde...
Dostlarım, arkadaşlarım
Merhabanız benzer birbirine
Gülüşünüz gülüşme,
Sizlerle güzel yaşamak
Ve yaşamı savunmayı paylaşmak
(Mayısta Üzgün Gönlüm)
AŞKI SEÇTİM
GÜLSÜM CENGİZ
Aşkı seçtim
yangınların kırımların ortasında.
Güneşin önünde kara bulutlar
çocukların uykusunda bombalar
yüreğimde hüzünlü bir şarkı.
Aşkı seçtim inadına
yalan aşklar dünyasında,
sanal dostluk ortamında.
Bildim
aşk ateştir;
dağ yüksek, yol kapalı.
Giydim
kendi ellerimle
Aslı’nın gömleğini;
aşkı seçtim
yanmayı.
Özlem arsız bir kediydi,
ne gündüz dedi ne gece
sürekli tırmaladı yüreğimi.
Günler devrilip yıl oldu;
yoruldum yolculuklardan,
sesini duymadan yaşamaktan.
Elinden tutup Aslı’nın
yürüdüm dar sokaklarında hayatın,
boynumda yaşanmamış bir sevdanın zinciri.
Şiir oldu aşk
kurudu gül goncası
bir kitabın arasında,
kokusunu yitirdi
bir dal yaban lavanta.
Ah, göğsümün üstünde
hep o değirmen taşı.
Aşkı seçtim
ki sonsuz sabır ve yalnızlıktı bedeli
Penelope’den beri.
Yoldaş edip kendime
Şirin ile Zühre’yi
dağlar geçtim, uçurumlar aştım.
Korkular büyüttüm
insanlığın çocukluğundan kalan
derin karanlık;
sevinçler çoğalttım
bulutlardan sızan
solgun ışık;
ne insana ne sevdaya
inancımı yitirdim.
Göğüs gerip acılara
yürüdüm yarına
aşkla, inatla...
GÜLSÜM CENGİZ YAZI ÖRNEKLERİ
GÜNÜ GÜZEL KILMAK
Güneşli günler başladı İstanbul’da
karlı günlerin ardından. Güneşin parlak ışıkları ısıtıyor içimizi. Erik
dallarındaki bembeyaz çiçekler, bademlerdeki pembe tomurcuklar ilkyazın
gelişini haber veriyor. Doğadaki bu yenilenme gücü umutla dolduruyor içimi.
Günümüzü güzelleştiriyor. Yaşamımızda böyle güzel, anlamlı ve hoş anlar hep
vardır ve olabilir. Yeter ki biz isteyelim. İstemekle de kalmayıp böyle anlar
yaratmak için çaba harcayalım.
“Yarını güzel kılmak elimizde
balkon çiçeği / sen güneşe dönersen yüzünü / ben güneşe dönersem / buruk,
buruşuk olmasın diye içimiz” diyor ozan Hilmi Haşal. Evet, her şey bizim
elimizde. Yarını da bugünü de güzel kılmak…
Bunun için yaşama sevinci dolu
gözlerle bakmak ve alışkanlıkların ağır, yapışkan elinden kurtulmak gerekir.
Alışkanlık görece rahatlıktır, tembelliktir bir bakıma. Bana göre mutluluğun
düşmanıdır. Her sabah aynı saatte kalkıp aynı kahvaltıyı yapmak, aynı yollarda
yürüyüp aynı araçlara binmek, iş yerlerinde aynı yüzlerle ve aynı içtenliksiz
ilişkilerle yüz yüze olmak...
Kendimizi, televizyon ekranlarından
bize sunulan yaşam biçimlerine, tüketim maddelerine ve alışkanlıklara göre
programlamak. Öğlenleri hep aynı hamburgercide aynı şeyleri yemek. Akşamları
aynı saatte işten çıkıp aynı vapura, otobüse yetişmek. Aynı yollardan geçip
aynı saatte eve dönmek ve gelir gelmez televizyonun tutsağı olmak,
alışkanlıktır. Böyle bir yaşam biçiminde sürprizlere, riskli de olsa küçük
sevinçlere, mutluluklara, serüvenlere yer yoktur.
Düşünüyorum da, ilkyazı karşılamaya
hazırlandığımız şu günlerde alışkanlıkların ağır yapışkan elinden kurtulmakla
başlayabiliriz işe. Bunun için çok fazla bir şey yapmak da gerekmez. Sabahları
işe, okula giderken yolun bir bölümünü yürümek; dolmuşta, otobüste şoföre
günaydın demek, iş yerinde, okulda arkadaşlarımızın hatırını sormak. Öğlen
yemeklerini değişik yerlerde yemeyi denemek ya da bazen iş yerindeki, okuldaki
arkadaşlarımızla peynir, ekmek, simit ve domateslerimizi paylaşmak.
Akşam okul dönüşü, iş çıkışı
arkadaşlarla, eşimizle yürümek; bir yerlerde bir çay içmek, bir sergiyi gezmek
ya da ansızın karar verip birlikte sinemaya gitmek. Akşamları eve gider gitmez
televizyona tutsak olmamak, düğmesini kapatabilecek gücü bulmak kendimizde.
Müzik çalara bir kaset koymak ya da radyoyu açıp güzel bir müzik eşliğinde
kitap, dergi, gazete okumak.
Cumartesi, Pazar günleri uyuşup
kalmamak televizyonun karşısında. Çıkıp yürüyüş yapmak, bir iki saatliğine de
olsa, doğayla iç içe olmak. Herhangi bir neden olmadan, bir çıkar gözetmeden
bir dostu görmeye gitmek, telefon etmek; dostlukları çoğaltıp ilişkileri
güçlendirmek, derinleştirmek. Değerli ozan Ataol Behramoğlu’nun şu güzel
dörtlüğünde söylediği gibi:
“Dostları özlemle kucaklamayı
unutma / Çocuk sevmeyi, çiçek koklamayı unutma / En zorlu anındayken bile
kavganın / Gökyüzüne bakmayı unutma.”
Evdeki saatlerimizi de keyifli ve
üretken kılabiliriz. Bahçede, balkonda, penceremizdeki çiçeklerle uğraşmak…
Kuru dallarını, yapraklarını ayıklayıp topraklarını kabartmak, su vermek.
Odamızda bazı düzenlemeler, biçim değişiklikleri yapmak. Resimler asmak
duvarlarımıza, evimizde iş yerlerimizde. Yaşadığımız çevreyi güzelleştirmeye
çalışmak...
Bütün bunları yapmak hep bizim
elimizde. Yeter ki isteyelim. Önce, yukarıdaki şiirleri kartona yazıp odamıza
asmakla başlayalım işe. Yarın cumartesi, seçtiğimiz bir sanat etkinliği,
söyleşi ya da sempozyuma gidelim. Dinleyici olalım, tartışmalara katılalım.
Sergi gezelim, kitapçı vitrinlerine bakalım. Bir çiçek dikelim bu ilkyaz umut
adına, bakıp büyütelim onu. Henüz yaşarken, yaşamın öz suyunu damarlarımızda
duymak, günümüzü güzel kılmak için...
1994, Cumhuriyet, Umut İle Sevgi İle Düş
İle
DİRENÇ
Çocuktum. Orta Torosların kuzey
eteklerinde, dağların arasına sıkışmış bir Akdeniz kasabasında geçirirdim yaz
günlerimi. Serin, yemyeşil bağ aralarının gizemli serinliğini, yeşilin doyumsuz
güzelliğini, buz gibi pınarların berraklığını, çocukluk düşlerimi harekete
geçiren rengarenk kır çiçeklerini ve pınar başlarındaki Apollo kelebeklerini
anımsıyorum o günlerden. Bir de evlerin toprak damlarında, daha çok da
saçaklarında biten yeşil otları ve sarı beyaz yüzleriyle gülen papatyaları… Loğ
taşının ağırlığından kurtulabilmiş bir papatya, gelincik, sarı bir çiçek
ilkyazda dam kenarında biter ve yaz boyu çiçeklenir dururdu. Şaşardım. O çiçek
orda nasıl yaşıyor diye...
Çocuktum. Yaylaya çıkılırdı yazları
zaman zaman. Keçilerin peşinden en çıkılmaz sanılan kayalara tırmanırdım. Akrabadan
bir çocuk bağırırdı ardımdan: “Dur kız, düşersin!” Umursamazdım ve tırmanmayı sürdürürdüm, çocuk şaşkınlıkla
bakarken ardımdan. Ne de olsa kentli sayılırdım. Kentliler de az biraz
çıtkırıldım olurdu. Tırmanırdım aldırmadan ve tepede kayaların yarıkları
arasında açan o en güzel çiçeğe ulaşırdım. Bazen mor, bazen sarı, bazen pembe
olurdu ulaşmak istediğim çiçeğin rengi. O çiçekleri hiç koparmadım. Ayaklarımın
altından taşlar yuvarlanırken aşağıya; o doyumsuz güzelliği gözlerime doldurur,
kokusunu içime çeker ve düşlere dalardım. Bir de şaşardım. O yüksek kayaların
yarıklarında, taşların arasında bu çiçek nasıl can buluyor, yaşıyor diye...
Çocuktum, İlkokul dördüncü
sınıftayken okuma kitabından kısacık bir öykü okumuştum. Bir süt küpüne düşen
iki kurbağadan biri, hemen umutsuzluğa kapılıyor ve dibi boyluyordu. Ötekiyse
direncini yitirmiyor, sütün içinde kurtulmak için çırpınıyor, çırpınıyordu.
Sonunda sürekli çalkalanan sütün içinde bir yağ topağı oluşuyor ve kurbağa bu
topağın üzerine çıkıp sıçrayarak küpten çıkıyor, yaşamı kurtuluyordu. Öyküyü
bitirdiğimde ölen kurbağa için üzülmüş, kurtulan kurbağa için sevinmiştim;
yaşamak için direnmenin gerekliliğinin ayrımına vararak...
Ne zaman umutsuzluğa kapılsam ya da
direncim azalır gibi olsa; saçaklarda, taş aralarında bitiveren o narin
çiçekler gelir aklıma. O küçücük çiçekler bile yaşamak için bunca direnirken,
yaşama böylesine sımsıkı tutunurken nasıl umudunu yitirir insan? Sonra
kurbağaların öyküsünü anımsarım. Direnç, sabır ve emekle kurtulan kurbağayı düşünürüm.
Sonra taş duvarlar arasında yaşama gücünü ve inancını diri tutan insanları
anımsarım. Burada ve dünyanın her yerinde, direncini yitirmeyen insanları...
Ne zaman umutsuzluğa kapılsam ya da
direncim azalır gibi olsa; birbirine çıkarsız gülümseyen, yaşamın
acımasızlığına, insanların sistemden gelen kıyıcılığına karşın yaşamı, dünyayı
güzelleştirmek isteyen, bunun için mücadele eden insanları anımsarım.
Dostlarımı… Yaşam güzeldir ve uğrunda mücadele etmeye değer. Ancak yaşamı
savunma, güzel bir dünya kurma mücadelesi zordur, acımasızdır. Tek tek
kişilerin dirençli olması yetmez. Direnci kişiden kişilere, kişilerden
kurumlara taşımak gerekir. Emekle, sabırla, umutla. Şarkılarla, türkülerle,
şiirlerle… Akdeniz’in bağrından doğmuş bir başka ozan dost Abdülkadir Bulut
bakın ne diyor, Hayatın Karşısında şiirinde:
“Dağ başlarında / Taş gibi olmak
güzel şey / Öyle sessiz ve kendi halinde / Ama bundan daha önemlisi / Her gün
biraz daha kayalaşmak / Halkınla birlikte, halk içinde / Kaya gibi olmak da
yetmez / Bütün mesele hayatın karşısında / Sıkmak dişi, sağlam atmak ayağı /
Kıyımlarda, kıranlarda bile / Açtırmamak dibindeki toprağı.”
27.5.1996 / Evrensel, Yaşamanın
Yedi Rengi Var
YAŞAMAK ERTELENMEYE GELMEZ
Ne çok erteleriz yaşamayı. Yapmak
isteyip yapamadığımız ne çok iş, görmek isteyip göremediğimiz ne çok insan, ne
çok güzellik vardır. Hep gelip gelmeyeceği ya da hangi koşullarda geleceği
belli olmayan bir yarına ertelenir yaşamak. Soluk soluğa bir bugünü, şimdiyi
yaşarız. Yani bugünün, şimdinin ertelenmez işleriyle, çözüm bekleyen
sorunlarıyla geçip gidiverir zaman.
Sevdiğimiz bir insanla birlikte
olmak, çocuğumuza zaman ayırmak, ne zamandır görmek istediğimiz o filme gitmek,
deniz kıyısında elimiz cebimizde hiç amaçsız yürüyüp denize çakıl taşı atmak ya
da bir sahaf dükkânında eski
kitapların sararmış yaprakları arasında unutup gitmek herşeyi...Ya da bir
ağacın altına, yeşil otların üstüne sere serpe uzanıp taze çimen kokusunu
içimize çekerken yeşil otları, topraktaki karıncaları gözlemek. Bir
arkadaşımıza işimiz düşmeden de, yalnızca sesini duymak için telefon etmek.
Ne çok erteleriz yaşamayı. Ne çok
ayrıntıyı kaçırırız gözümüzden. İlkyazda çayırda biten ilk papatyayı, ağaç
dallarındaki taze sürgünleri görmeden geçip gider birçok insan. Yaşamadan,
yaşamın bu boyutuna katılmadan. Oysa ne güzeldir bu küçük ayrıntıları yaşamak,
ne çok umut verir, direnç verir insana, ilkyazda doğanın dirilişini izlemek.
Bir dostunuzun sizi araması, sizin bir arkadaşınıza zaman ayırmanız, küçük bir
bebeğin dünyaya gelişinin sevincini paylaşmanız ne güzeldir. Yaşlı, yorgun
yakınlarınızla ilgilenmeniz, onların gözlerinde biriken sevinci görmek ne
güzeldir.
Ne çok erteleriz yaşamayı. O hep
orada öylece duracağını sandığımız insanları yitirdiğimiz zaman ayrımına
varırız ancak, birçok şeyin yaşanmadan geçip gittiğini, yaşanması gerektiğini.
Eksiliriz biz de. Yaşamın karmaşası ve yoğunluğu içinde, gözümüzden
kaçırdığımız küçük ayrıntıların, yaşam parçalarının kimi sevinç verir kimi
hüzün. Dünyayı yaşanabilir kılan, yaşamı bütün ayrıntılarıyla ve
güzellikleriyle algılayabilmektir. Ancak küçük ayrıntılara takılıp kalmadan,
parçaya bakarken bütünü gözden kaçırmadan. Küçük ayrıntılardan yola çıkarak
yaşamın bütünlüğüne ulaşmak, küçük sevinçleri büyük mutluluklara
dönüştürebilmek... Günlük yaşamımızı, yaşam biçimimizi ve yaşamı savunma
imecesine katkılarımızı bu anlayışın üstünden şekillendirebilmek...
Günlük işlere boğulup yapmayı
planladığımız işlerin yarınlara ertelenmesi tehlikesi hep vardır. Oysa
kendimizi, günün akışına kaptırmak yerine, günlük yaşamımızı planlayıp yaşamın
akışına müdahale edebiliriz. Uzun vadede yapmayı amaçladığımız işlerle günlük
zorunlulukları ve gereklilikleri birleştirebilir, ikisini de bir arada
yürütebiliriz. Bir yandan çalıştığımız işi sürdürürken bir yandan da kendimizi
geliştirmek için kitap okumak, müzik dinlemek, sergi gezmek, zamanımızı iyi
planlarsak yapabileceğimiz etkinliklerdir. Bir dantel örer gibi sabırla, emekle
örmeliyiz yaşamı. Çünkü zaman avuçlarımızın içinden akıp gidiyor ve yaşam bizi
beklemiyor. Üstelik hiçbir zaman geç değildir yeniden başlamak için yaşama.
Yaşama yalnız izleyici değil, katılımcı olmamız gerektiğini, Rıfat Ilgaz usta,
Bir Kozada şiirindeki şu dizelerde nasıl da güzel söylüyor: “Geç kalmadık tam
zamanı / iş başlamaktaydı başladık / Örüyoruz kozamızı birlikte / Zaman da bir
kozadır ipek böceğim / Her solukta örülen / Bir dışındayız bir içinde.”
12.8.1996 / Evrensel, Yaşamanın
Yedi Rengi Var
BİR SEVİNÇ BİR UMUT YAKALAMAK
Bazen yapayalnız duyumsar insan
kendini kalabalık içinde bile olsa. Bazen bunalır, günlük gazetelerin
sayfalarından yansıyan acılardan. Son yaz günü rüzgârın önü sıra uçuşan bir yaprak, soğukta titreyen bir kuş
oluverir yüreğiniz. Hele bir de son yazsa. Yapraklar yeşilden sarıya, sarıdan
kızıla ve kahverengiye dönmeye başlamışsa… Hüzün bulutları gezinir durur
başınızın üstünde. Yanık türküler, acılı ezgiler mırıldanırsınız; eliniz
cebinizde dolaşır dururken yollarda. Tıpkı denizdeki azgın dalgaların kıyıyı
dövmesi gibidir içinizde kopan fırtınalar… Rüzgârın esintiyle soğutmak istersiniz yüreğinizdeki ateşi…
Bu ve benzeri duyguları hepimiz
yaşarız zaman zaman. Ancak, eğer yaşamı bütün olarak algılıyorsanız, dünya
görüşünüz kişisel mutluluğunuzun toplumsal mutluluğa bağlı olduğunu öğretmişse
size çabuk kurtulursunuz, bu biraz da melankoli olarak adlandırılan durumdan.
Gazete sayfalarından yansıyan acıların, içinde yaşadığımız toplumsal sistemin
ürünü olduğunu, ancak insanların birleşen elleriyle değiştirebileceğini
biliriz. Bu yolda verilen mücadele yüreklendirir bizi.
İnsanların, çoğu kez tek başına
göğüsledikleri acıları; ancak birlikte mücadele ederek durdurabileceklerinin
bilincine vardıklarını, bu bilinçle yükselttikleri seslerini duyarız. Hem, ara
sıra umutlu haberler de çarpar gözümüze. Ülkemizin küçük bir kentinde, bir
kasabada, hatta bir köyünde iyiden, güzelden, doğrudan yana bir şeyler yapma
çabası içindeki insanların elleriyle yaratılan güzellikleri, küçük “umut
vahaları”nın varlığını da görebiliriz. Manisa’nın Alaşehir kasabasında bir
çiftçinin kendi evinde açtığı okuma odası, Edremit’te Tahtakuşlar köyünde eski
bir köy enstitülü öğretmenin binasını bile kendi elleriyle yaptığı etnografya
müzesi, resim sergisi vb. Acıların, zulmün ve sömürünün durdurulması; toplumun
değiştirilip dönüştürülmesi için büyük sözler yerine, olanaksızlara karşı küçük
işler yapmayı amaç edinen öteki insanları görürüz. Sokakta yürürken, bize
çıkarsız gülümseyen genç insanlarla, sıcak sözleriyle karşılaşıveririz bazen.
Kış ortasında parlayan güneş ışıkları gibidir bu yaşanılanlar.
Yüzümüzü, yönümüzü kendi içimize,
kendi bireysel sorunlarımıza değil de insanlara, yaşama dönersek; içimizin
umutla dolduğunu, çoğaldığımızı, güneşe bakan ayçiçekleri gibi gün geçtikçe
serpilip geliştiğimizi ayrımsarız. Bazen doğada buluruz gereksindiğimiz sevinci,
bazen insanlarda.
Son yaz günleri, gün batarken hiç
gökyüzüne baktığınız oluyor mu? Güneş, dönüp ardını giderken kırmızının,
kızılın binbir tonunu bırakır ardında. Sonra turuncular, pembeler, sarılar,
erguvan renkli bulutlar karışır gökyüzünün maviliğine, inmekte olan gecenin
laciverdine. Bir cümbüştür son yaz günleri gün batımları. O güzelliklerin,
başınızdaki hüzün bulutlarını da alıp gittiğini duyumsarsınız neden sonra. Son
yaz günü yaklaşan kışa, soğuklara, sert rüzgârlara karşın çimenler arasında biten beyaz papatyalar size
neyi çağrıştırır? Bana duyumsattıkları yoğun bir cesaret ve direnç duygusudur.
Doğadaki bu yenilenme ve direnç belirtileri, toplumda uç veren umutları
duyumsatır çünkü. Günlük yaşam ve yaşamı savunma imecesi içinde, bu tür umutları
görmek ve göstermek zorundayız.
İçinde yaşadığımız toplumun
kapımıza getirdiği acılara, baskıya zulme, sömürüye; bu sistemin yetiştirdiği
insanlardan yansıyan içtenliksizliğe, sevgisizliğe karşın direnme, mücadele
etme gücünü bulmanın yolu küçük bir sevinç, bir umut yakalamaktan geçiyor çoğu
kez. Ben hep, Ekim 1994’te yazdığım Yenilmem Acılara şiirimin son dizelerindeki
dirence tutunurum böyle durumlarda:
“Acılardan bunaldığımda
açarım penceremi yaşama
bakarım mavi göğe, sonsuzluğa
küçük bir sevinç ararım doğada,
bir sıcaklık insanlarda.
Yenileyip direncimi
tutunurum yaşama,
yenilmem acılara.”
9.10.1996
/ Evrensel, Yaşamanın Yedi Rengi Var
“HİŞT HİŞT!”
İnsan, yeryüzünde yaşamaya
başladığı ilk zamanlardan bu yana korkmuştur karanlıktan. Karanlık belirsizliktir;
tehlikelerin görünmez olduğu, nereye basacağınızı, önünüze neyin çıkacağını, ne
yapacağınızı, kendinizi nasıl koruyacağınızı bilemediğiniz bir belirsizliktir.
İnsan karanlığın içinde bir başınayken korkular büyütür içinde, kendisini güçsüz
duyumsar. O yüzden, yeryüzünü ısıtan ve aydınlatan güneş umut kaynağı olmuştur
hep insan için. Ancak, güneş gökyüzünden çekip gittiğinde, kör karanlıktayken
insan, yanıbaşındaki insanın, insanların sesiyle kendisini daha iyi
duyumsamıştır. Gücü vardır insan sesinin, gücü ve etkisi.
İnsan, ateşi bulup ısınma ve
aydınlanma gereçlerini keşfettiğinden; enerji kaynaklarını ışığa ve ısıya
dönüştürdüğünden bu yana fiziksel olarak karanlıkta değil artık. Ne var ki,
düşüncelerini özgürce ifade edemediği, istediğince davranamadığı ortam/ortamlar
hep karanlığı çağrıştırmıştır insana. Karanlığın içindeki o bir başınalığı...
İnsan, ilk çağlardan bu yana korkmuştur yalnızlıktan. Yalnızlık karanlığın,
belirsizliğin içindeki bir başınalıktır. Güçsüz duyumsar kendisini yalnız
insan. İşte o yüzden, yanıbaşındaki ya da uzaklardaki bir insanın sesiyle
korkularını yener insan. Yeniden güçlü duyumsar kendisini. Gücü vardır insan
sesinin, gücü ve etkisi. Hayatın sesi, yalnızca bir insan sesi değildir; hayat
kadar zengin ve çeşitlidir. Üzüldüğünde “ağlama”, korktuğunda “korkma”,
yalnızlığında “buradayım” diyen insan sesi; yaşamın sürekliliğini duyumsatan
rüzgarın fısıltısı; sonsuzluğa akan akarsuların sesi; yaşamın canlanışını
duyumsatan arı, böcek vızıltısı yaşamın güzelliğini, yalnız olmadığını
duyumsatır. Gücü vardır sesin, gücü ve etkisi.
Sait
Faik, “Hişt Hişt” adlı öyküsünü şu cümlelerle tamamlar. “Nereden gelirse
gelsin; dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, hayvandan, ottan, böcekten,
çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin!.. Bir hişt hişt sesi gelmedi mi
fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insan oğulları... Hişt hişt!
Hişt hişt! Hişt hişt!”
Sesler, her zaman doğadaki ya da
yaşamdaki güzellikleri taşımaz. Tarih, “ben ben ben, benim gibi düşüneceksin,
benim gibi yaşayacaksın” diyen diktatörlerin çirkin sesleriyle doludur. İnsanı
tek ya da topluca yok eden silahların, geceleri uykuları bölen bombardıman
uçaklarının sesi korku salar insana. Bir de zulme, baskıya, sömürüye dayanan
sistemin sürmesi için yalanları fısıldayan, çoğaltan sesler vardır. Halkın
değil egemenlerin çıkarları doğrultusunda yayın yapan kitle iletişim
araçlarının sesi. Kimi “vur patlasın çal oynasın” programlarla kitlelerin
gözlerini bağlayıp sağır ederken, kimi egemenlerin buyruklarını, insanları
aldatan yalanlarını yayar ortalığa.
Ses değil bir gürültüdür bu. Bu
gürültü patırtının arasında güç de olsa, yaşadıkları birbirine benzeyenlerin
sesi bulur birbirini. “Ben de senin yaşadıklarını yaşıyorum, gel gücümüzü
birleştirelim. Birleştirelim de sorunlarımızı birlikte çözelim.” Hayat
Televizyonu, bu gereksinimle doğdu ve sürdürdü yayınlarını. Sistemin emekçilere
dayattığı sömürüyü, iş cinayetlerinde yaşamlarını yitirenleri, bodrum katların
rutubetli atölyelerin hapsettiği çocukluğu; savaşların evinden, topraklarından
sürüklediği sığınmacıların üzerindeki baskı ve sömürüyü duyurdu kitlelere...
Gözlerine takılan göz bağını kaldırmak, yalanın perdesini yırtmak için...
İnsanlar duydular birbirlerinin sesini. Yalnız ve çaresiz olmadıklarını,
kendileri gibi insanların toplumun çoğunluğunu oluşturduğunu; daha da önemlisi,
hayatı iyiden güzelden doğrudan haklıdan yana değiştirip dönüştürmek için
mücadele eden insanların bir araya geldiğini... Gücü vardır sesin, gücü ve
etkisi. “Kral çıplak!” diyen çocuğun masum haykırışında olduğu gibi. Ne var ki,
kitleleri baskı ve zulmün yanı sıra yalanlarla yönetenlerin tahammülü yoktur
gerçeğin sesine ve farklı seslere. O yüzdendir yazarların, gazetecilerin
susturulmak istenmesi; televizyonların, radyoların kapatılması. Ne var ki
hayatın sesini, gerçeğin sesini susturmak olanaklı değildir. Karanlık gecenin
içinde duyulan sıcak bir fısıltı, umudu
taşıyan rüzgar, bir kuşun ötüşü, buğday başaklarının hışırtısı nasıl
susturulamazsa, gerçeği haykıran insanın / insanların sesi de susturulamaz.
Gücü vardır beyni özgürleşmiş insan sesinin, gücü ve etkisi.
2016 / Evrensel, Yaşamanın Yedi Rengi Var
ORİGAMİ
GÜLSÜM
CENGİZ
Kağıt kayıklar yapıyorum durmadan
adı özgür olan
yüzsün diye korkmadan
dünya denizlerinde.
Korkuyor içimdeki çocuk
torpidolardan.
İçimdeki çocuğun gözleri
Irak’ta bir karartma gecesi.
Uçaklar yapıyorum kağıttan
çiçek atsın diye yeryüzüne
bomba yerine.
Korkuyor içimdeki çocuk
savaş uçaklarından.
İçimdeki çocuğun gözleri
soğuk bir Balkan gecesi.
Kamyonlar yapıyorum kağıttan
ekmek taşısın diye aç çocuklara
silah yerine.
Korkuyor içimdeki çocuk
tanklardan ve açlıktan.
İçimdeki çocuğun gözleri
ıssız bir sahra gecesi.
Trenler yapıyorum kibrit kutularından
kitap taşısınlar diye dağların arkasına
aydınlansın diye insan.
Korkuyor içimdeki çocuk
karanlıklardan.
İçimdeki çocuğun gözleri
yıldızsız bir Afganistan gecesi.
Kuşlar yapıyorum kağıttan
kanat çırpsınlar diye
sevgiyle maviliğe,
bin turna da barış için.
Seviyor içimdeki çocuk
kuşları ve barışı.
İçimdeki çocuğun gözleri
kuşatılmış bir Filistin gecesi.
Çocuklar yapıyorum kağıttan
el ele tutuşan
kara, sarı, beyaz ırktan.
Kuşatsınlar diye dünyayı
boydan boya sevgiyle.
Özlüyor içimdeki çocuk
barışçıl bir yaşamı.
İçimdeki çocuğun gözleri
güneşli bir ilkyaz sabahı.
(Yasak Sevda Sözcükleri-2013, Evrensel Basım
Yayın)
TARİHSEL İYİMSERLİK
GÜLSÜM CENGİZ
Kim demiş
yolu düzdür yaşamın?
İnişleri de vardır çıkışları
da,
sapakları da vardır
kavşakları da…
Ummadık zamanlarda,
el ele, bir arada
adım adım
umuda çıkan yolları da…
Kim
demiş
sona
ermiştir sevda
yeni
dünya düzeninde?
Taşlar
arasında nasıl
filizleniyorsa
yaşam
yine
yeşerir sevda
tertemiz
yüreklerde.
Kim
demiş
kurudu
yüreği ozanın;
yazamaz
bir daha
hiçbir
dize?
Gelincikler dalgalandıkça
rüzgarda,
kuşlar uçuştukça göklerde,
bembeyaz
tomurcuklar
patladıkça
dallarda
tükenmez
umut,
sürer
kalemin ucundaki sevda…
Kim
demiş
yaşandı, yaşanacak ne varsa,
tarih bitti
insanlık evreninde?
Güneş her sabah yeniden doğar
ve yeniden kurulur dünya
üreten insanın elleriyle…
Yasak Sevda Sözcükleri-
Evrensel Basım Yayın
EĞRETİ BİR HAYATIN ORTASINDA ÇOCUKLAR
GÜLSÜM CENGİZ
Sallanıyor salıncak
gıcırdayarak
bir ileri bir geri
sarkacı gibi zamanın.
Dolaşıyor rüzgarın eli
dalların arasında
meşe yapraklarını
hışırdatarak;
okşuyor sapsarı ipeksi
saçlarını
salıncaktaki kızın.
Bakıyor çocuk
gördüğü her şeye
şaşarak;
ne bu ağaç ne bu toprak
ne bu rüzgar
tanıdık kendisine…
Gülümsüyor ürkekçe
çevresine
yüzündeki hüzünle.
-dilini bilmiyor bu
insanların-
Masmavi gözlerinde
Katrina’nın
şaşkın kanat çırpışları
kovanını kaybetmiş bir
arının.
Koşuyor sarışın bir
oğlan
attığı topun ardından,
çığrışarak geçiyor
çocuklar
çadırların arasından.
İç çekiyor yaşlılar,
bakıp arkalarından;
onlar ki birer hüzün
anıtı,
paramparça
Yugoslavya’dan
Trakya topraklarına
savrulan
-yüreklerinde ağrısı
kökünden sökülmüş
çınarların-
Bekleşiyor kadınlar
çadırların önünde,
gözlerinde sorular:
Kim yerimizden etti
bizi?
Bir daha görecek miyiz
evimizi?
Bekleşiyor kadınlar
çadırların önünde
hoparlöre kulak
kabartarak;
bekleşiyor yatak yorgan
denkleri,
plastik leğen, tabak,
çanak…
Ortasında eğreti bir
hayatın…
Sallanıyor salıncak
gıcırdayarak
bir ileri bir geri
sarkacı gibi zamanın.
Dolaşıyor rüzgarın eli
dalların arasında
meşe yapraklarını
hışırdatarak.
Çocuk gülüşleri geliyor
çadırların arasından.
Trakya kırlarında gülen
yüzleri
sapsarı günebakan
çiçeği…
Buruk bir sevinçle
sürüyor
meşe korusundaki yaşam.
Çocuk, her yerde çocuk
ve bir umut, insanın
geleceği…
YÜZÜMDEKİ
GÜLÜŞLE
GÜLSÜM
CENGİZ
Bir hüznü taşıdım hep
gözlerimde
- annesiz bir çocukluğun kalıtı-
yüreğimde
onulmaz bir yarayı
- gülüşünün açtığı-
Direncim
eksilmedi yine de
en kötü günlerimde.
Tutundum yaşama hep
yüzümdeki gülüşle.
A ile A
“ANNA FRANK’IN GÜNLÜĞÜ” İLE
“AYŞE’NİN GÜNLERİ”NDE
İKİ KARAKTERİN KARŞILAŞTIRILMASI
TÜLİN TANKUT
Öncelikle bu iki kitabı neden
seçtiğimi açıklamaya çalışacağım; üstelik ilki bir günlük, diğeri bir roman.
ANNA FRANK , 1929’da Yahudi bir
anne babanın çocuğu olarak Almanya’da doğmuştur. Nazi işgali altındaki
Hollanda’da, ailesi ve aile dostlarıyla gizlendikleri evde, Haziran 1942’den
Ağustos 1944’e kadar hatıra defteri (günlük) tutar. Yazmaya başladığında on üç
yaşındadır. On beş yaşındayken Nazilerce tutuklanıp toplama kampına
götürülür, Mart 1945’te de yaşamını
yitirir.
ANNA’ın deyişiyle “ saklı ev” de geçirdiği yıllarda,
kapalı kalmak doğal olarak onun düş
gücünü coşturur.Öyle ki kitabı okurken sık sık gerçek ile kurgu arasındaki
sınırın aşılmış olduğunu görürüz. Aslında kitap, eleştirmenlerin dikkat çektiği
gibi, edebi değerden de yoksun değildir.
Gülsüm Cengiz’in “AYŞE’NİN
GÜNLERİ”NDEKİ AYŞE düş gücü zengin bir çocuktur. Altmışlı
yılların sonuna doğru baba, köyünde iş bulamadığı için ailecek İstanbul’a
zorunlu göç ederler. Ancak geçim zorluğu, yoksulluk, ailenin yakasını bırakmamaktadır. Ayşe kente
geldiğinde ikinci sınıf öğrencisidir. Otobüsten bozma, kendi deyişiyle “araba ev”de
o da bir nevi“getto”daymış gibi
yaşar. Yazarın “KUZGUNCUK” adlı
kitabında da görülebileceği gibi, AYŞE karakteri otobiyografik ögeler taşır.
Küçük kızın yaşadıkları, son derece inandırıcı bir gerçeklik zemini
oluşturmuştur. Bu, zaman zaman kitapta
anı tadı bırakır. Öyle ki Ayşe’yi yazar
gibi hissederiz.
İşte benim gözümde kitapları
birbirine yaklaştıran da gerçek ve kurgudaki bu sınır ihlalleridir.
Kuşkusuz burada benzerlikler kadar
farklılıkları da görmek gerekir. Bu karakterler ortak bir tarihi ve kültürü
paylaşmıyorlar. Kadının konumu toplumdan topluma değişmektedir. Aralarında yaş
farkı önemsiz de olsa, ANNA’nın ergenliğe adım atarken yaşadığı regl, cinsellik
merakı, sevgili edinme gibi deneyimleri, AYŞE yaşamaz. Ancak tüm bunlara karşın
onları sıra dışı kılan bu gelişmiş bireysellikleridir; ki her iki kitap da çok
sayıda dile çevrilmiş ve hala okunmaktadır.
Karakterlerin yaşı nedeniyle
karşılaştırmaya AİLE’den başlarsak; kız çocuğu kadınlık tanımını çevresindeki
kadınları gözlemleyerek edinir. Ondan sonra da, hep kendisinden ne yapmasının
beklenildiğini “bilir.” Yeterli bir rol model bulamıyorsa, sözgelimi annesi
gibi olmak istemiyorsa o zaman iş değişir.
ANNA da sürekli annesinden şikayet
eder. “Genellikle o benim için bir örnek,
ama yalnız tersine, yapmamam
gerekenler için örnek” (.S.165) diyerek tepkisini dillendirir. AYŞE hep bir annenin eksikliğini duyar. Annesi
çalışmak için Almanya’ya giderken “annesinin
elini bırakmak” yedi sekiz yaşındaki
küçük kıza çok zor gelmiştir. (S.70)
Anne izinli döndüğünde AYŞE çelişik duygular yaşar. Bir yandan “ Gideli bir buçuk yıl oluyordu. Kendilerini
niçin hala Almanya’ya çağırmıyordu?” diye kızgındır. Bir yandan da artık
yaşam biçimi, dış görünüşü çok değişmiş olan annesinin imgesinde, yine annenin“o tertemiz, o ‘sokakları bal dök yala’ dediği
Almanya’ya hayranlık duymaktadır. (S. 134) Çünkü dış görünüş kişisel bir tercih
olduğu kadar toplumsaldır aynı zamanda da; okuldaki, arkadaş çevresindeki
statüsünü dış görünüşü belirlemektedir. Annesi Almanya’da işten çıkarılıp yurda
kesin dönüş yaptığında sevinir. Ama onsuz da sorunlarının üstesinden gelebileceğini öğrenmiştir.
ANNA’nın ablası MARGOT ile AYŞE’nin ablası AYNUR, ezik,
çekingen, sıkılgan kişilikleriyle kız kardeşlerinin gerisinde kalırlar hep. Hak
talebinde bulunmaz, bulduklarıyla yetinirler.
ANNA “Babam, şimdiye kadar karşılaştığım babaların en iyisi” der. (S.18).
Kitap okuma gibi bazı zevkleri babası ile
paylaşır. AYŞE’nin babası, eşi Almanya’ya gittikten sonra zor günler
geçirmesine karşın, ailenin çıkarları söz konusu olduğundan geleneksel eş
imgesini kırar, durumu kabullenir. Gerek ANNA gerekse AYŞE, babalarından
kişiliklerini olumsuz yönde etkileyecek düzeyde bir baskı görmezler.
Çocuğun toplumsallaşmasında aileden
sonra gelen kurum OKULdur.
ANNA dört yaşından itibaren
öğrenimini Hollanda’da sürdürmüştür. Derslerini günü gününe çalışmayı arka evde
de savsaklamaz. Zamanı bol olduğundan babasının da teşvikiyle çok yönlü bir
okuma sürecine girmiştir.
AYŞE kentteki okula adımını atar atmaz sınıfsal
ayrımcılıkla karşılaşır. Öğretmen köyden geldiği gerekçesiyle onu sınıfına
almak istemez. Müdüre” Hep böyle
döküntüleri bana veriyorsunuz”
diye isyan eder. (S.11) Neyse ki AYŞE’nin annesi dişli çıkar, kızının okula
kaydını yaptırmayı başarır. AYŞE, yoksulluğun ne demek olduğunu çevresi
tarafından dışlandığında, ötekileştirildiğinde anlar.
Etnik ve dinsel azınlıklar bir arada eğitim
gördükleri için çevresinde karşılaştığı kültürel ayrımcılığa öfke duyar.
Arkadaşı Selin, Yahudi gavur demek. Yani
onlar bizim gibi değil” deyince(…) “Pekala
da bizim gibi işte…” diye düşünür ve
arkadaşı Lusi’yi incelemeye başlar. “Zayıf
esmer bir küçük kız”…(S.26- 27)
ANNA eleştirel bakış açısını küçük
yaşta edinmiştir. Bu nedenle dinsel kimliğini de kültürel kimlik olarak benimsemiştir.
Irkçılığa, Nazi zulmünden önce de karşıdır. AYŞE , ırkçılığı kendi gözlemlerine
göre sorgular, toplumda
ötekileştirilenlerle hemen özdeşleşim kurar.
Her iki karakterin de ayrımcılık
karşıtı tutumunda çok kitap okumalarının rolü olduğunu görüyoruz. AYŞE,
kabakulak olup okula gidemediği dönemde sürekli okur ve bu alışkanlığını
sürdürür.
Okul aynı zamanda CİNSİYET
AYRIMCILIĞININ da üretildiği bir kurumdur.
ANNA , “geçmişte ve şimdi toplumlarda kadınların, erkeklerin gerisinde yer
almasının” tarihsel nedenlerini araştırır. (S. 313)Ev kadını kimliğiyle
yetinemeyeceğini şu sözlerle dillendirir:”Beni
tanımayan insanlara faydalı olmak ve mutluluk vermek istiyorum. Öldükten sonra da yaşamaya devam etmek
istiyorum.” (S. 252) Gazeteci ve yazar olmak en büyük hayalidir.
AYŞE de onun izindedir. Kız ve
erkek çocuklara küçük yaştan itibaren dayatılan farklı cinsiyet normlarına
karşı çıkar. Sözgelimi erkek çocuklara ait oyunlarda kızlara yer yoktur. “Oğlanlar onu gönülsüzce aralarına almışlar,
ama düşüp dizleri kanadığında ağlamadığını görünce arkadaşlığa kabul etmişlerdir.” “Kızlara
yakışmayan” oyun ve işleri keşfetmekten geri durmaz. (S. 177) Öğretmenine
,“sizin gibi öğretmen olmak istiyorum.(…)
çocuklara yardım etmek istiyorum”diyerek o da ANNA gibi cinsel kimliğinin dışına taştığının sinyalini
verir.
ANNA’nın gizlenmekten ötürü maruz kaldığı yoksunluk
ile AYŞE’yi gıdasızlık, soğuk, hastalık, bakımsızlık yüzünden prevantoryuma
düşüren yoksulluğu onları çocuk yaşta olgunlaştırmıştır. Yardımlaşma, paylaşma
ve dayanışmanın değerini bilir, rahatlıkla sorumluluk alırlar. Kuşak
çatışması yaşarken özeleştiri yapmaktan da çekinmezler. ANNA kendisine çocuk
gibi davranılmasından yakınır: “Benim
kendi görüşüm kendi değerlendirmelerim ve prensiplerim var .” (S. 225) Sanki AYŞE konuşuyordur. Doğal ortamından kopup
kente göçmek küçük bir kız için kolay olmamıştır. Ama o, kendi yaşamının
sınırlılığını giderek daha çok fark etmektedir. Kendini kent gerçeğinden
soyutlamaz, yoksulluk engellese de kentin olanaklarından - tiyatro,
televizyon, moda vb. - yararlanmaya
çabalar.
ANNA Nazi zulmünden ötürü çocukluğunu
yaşayamamıştır. Zulüm arttıkça kimlik sarsıntıları geçirir, Almanya’da doğmuş
olmasına karşın artık kendini Alman hissetmemektir.
12 Eylül darbesiyle, faşizmin ayak
seslerini AYŞE de duymuştur, ama “olanları
pek kavrayamamıştır.” Başlangıçta
askeri araçlardan, silahlardan korkmuş, “onları
sık sık görünce de alışır gibi
“olmuştur. (S.202)
Aslında AYŞE’nin yaşamı da yoksulluk yüzünden tehdit
alındadır. “Yaşadığı olaylar, gelecek üzerine iyimser düşler kurmasını
engellemektedir.” (S.203) Ancak ikisi de yaşama bağlıdır. ANNA son güne
kadar günlüğünü elinden bırakmaz. AYŞE
rakipleriyle eşit koşullarda
olmasa da yatılı okul sınavlarına girmekte direnir. Ablasıyla birlikte
pencerelerinin önüne “umut çiçekleri” dikerler.
Onlar doğa tutkunudurlar. AYŞE
Sarman’ına çok düşkündür. ANNA doğa özlemini, tavan arasından gökyüzünü,
kestane ağacını, kuşları seyrederek dindirmeye çalışır.
Sonuç olarak, başta da değindiğim gibi,
iki karakteri kendi koşullarında değerlendirmek gerekir. ANNA kendinden söz
ederken zorlanmaz; anlattıkları ne itirafa girer ne de ifşaya. Alabildiğine
eleştireldir. Buna karşın kitabın eski baskıları, bizzat toplama kampından
kurtulan babası tarafından sansürlenmiştir.
AYŞE ise aile ile ilgili bölümlerde
utangaçtır. Annesiyle çelişkiler yaşar ama eleştirileri sınırlıdır, uç
noktalara varmaz. Bu yazarın tercihidir, denilebilir. Ancak toplumumuzda ana,
baba, öğretmen ilişkisine hiyerarşi damgasını vurur. Baskıcılık konusunda
devlet ve toplum dayanışma içindedir. Toplumsal baskı kendini giyim kuşamda da
hissettirir. (AYNUR’un etek boyu sorun olmuştu) Kısacası, ülkemizde edebiyatın,
sanatın tarihi, sansürün tarihi olarak görülebilir demek, AYŞE’nin tutukluğunu açıklamak için
yeterlidir. Gülsüm Cengiz, sansürle çatışmaktan çekinecek bir yazar olmasa da
“çocuk edebiyatı” denilince yazarlarımızın eli kolu bağlanmaktadır.
İki karakterin, düş gücünü serbest bırakmaları, değişim
olgusunda bilginin gücünü kavramış olmaları noktasında birleşmeleri önemlidir.
Onlar kitap okur, insani değerleri önemseyip çevre ile iletişim kurar, kendilerini çok yönlü olarak geliştirmek için
büyük çaba harcarlar. Son otuz yıldır
ise dünya genelinde düşünsel anlamda bir gerileme yaşanıyor. Bunun eğitim
sistemine olan yansıları son derece düşündürücüdür: Bilimsel bilgi, felsefe, edebiyat, sanat
ikinci plana düşerken, yüksek teknolojinin kullanımı adeta fetişleştiriliyor.
Bu koşullarda doğal olarak bireysel gelişme sekteye uğrarken bireylik kavramı
da yeniden tanımlanmayı gerektiriyor.
Öte yandan yine bu süreçte
yaratılan kültürel iklimde, “güven eksikliği” duygusuyla kendini belli eden
“kimlik politikaları”, özellikle demokrasi kültürü gelişmemiş toplumları tehdit
ediyor. Nazi döneminde ayrımcılığın, bireyin ve toplumun yazgısını etkileme
gücünün boyutlarının nasıl vahşete vardığına bir kez de ANNA aracılığıyla tanık
olduk. Aynı şekilde AYŞE bize toplumumuzda azınlıkların azınlık olduklarını
hissettiklerini hatırlattı ve farklı yaşama hakkını savunmasıyla dikkatimizi
çekti.
Bu gün ise ülkemizde ayrımcılığın
kutuplaşmaya, toplumsal bölünmelere yol açabileceğinden korkuluyor.
Ayrımcılıkla mücadele ayrıca ele alınması gereken bir konu; ama her şeyden önce
gelişmiş bir bireyselliği gereksindiği de yadsınamaz.
Bu iki kitap, iki kız karakterin
deneyimlerini içeren çok sayıda okumaya kapı aralıyor. Özellikle bugün dünyanın
içinde bulunduğu çatışma ortamında, her ikisi de yol gösterici nitelikleri ve
barışa olan katkıları ile yeni kuşak okurlarını bekliyor.
ANNE FRANK/ HATIRA
DEFTERİ, PAPİRUS, 5. Basım, Temmuz 2010
AYŞE’NİN GÜNLERİ, GÜLSÜM CENGİZ,
EVRENSEL BASIM YAYIN, 11. Basım Ocak 2012
GÜLSÜM CENGİZ’İN ŞİİR EVRENİNİN İNSAN, YAŞAM, TOPLUM, DÜNYA TASARIMI)
VE GENÇLİK EDEBİYATI AÇISINDAN ÖNEMİ
Öğr.Gör. Yusuf ÇOTUKSÖKEN
Maltepe Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
İSTANBUL
“Silerim hüznü
gözlerimden/umutla bakarım yaşama.”-
Gülsüm CENGİZ (Mayısta…, s.29)
Özet:
Gülsüm Cengiz’in şiiri, her ne kadar toplumcu gerçekçi
şiir çizgisinde yer alsa da, o yalnızca toplumsal içerikler (yaşamlar, acılar,
mutluluk ve mutsuzluklar vd) üzerinde dolanmaz, insani olan durumları, duygu ve
değerleri de şiirleştirir. Bütün bunları yaparken yeri gelir mitoloji-den
(mitlerden, mitoloji kahramanlarından) yararlanır, çokluk da doğanın zaman
içindeki gelişim sürecinde gösterdiği değişimin renk, ses ve kokularını
görüntülendirmeyi ihmal etmez. Okuyanı anlam labirentlerine sokmadan söylemek
istediklerini anlatan bir şiir G. Cengiz’in şiiri. Bu bakımdan da kolay okunur
ve sevilir niteliktedir. O, yaşamın sürekli değişkenliği ve devinirliği
sürecinde, insanın insan olması serüveninin peşine düşer şiirinde; yaşamı bilen
ve seven, yaşama savaşı veren, toplumda yaşananları sorgulayan, emek,
özgür-lük, sevgi, umut, gibi insani değerleri her şeyin önünde tutup önemse-yen
bir insan anlayışına sahiptir; bir arada yaşama mutluluğunu birbiriyle diyalog
kurma, dayanışma, hak ve özgürlüklerine birlikte sahip çıkma, haksızlığa karşı
ortak savunma mekanizma geliştirme sürecinde, gerçek insan mutluluğunu arar.
Anahtar
Kelimeler: Gülsüm Cengiz, şiir,
insan, toplum, yaşam, doğa, ölüm, umut, mutluluk
Giriş
Bu bildiride,
şair Gülsüm Cengiz’in sadece kitap olarak yayımlanmış şiirleri ele alınacak; bu
şiirlerinden yola çıkılarak onun insan kavrayışı, toplum ve dünya tasarımı
bakımından genel bir değerlendirmesi yapılacak; sonra da bu şiirlerin gençlik
edebiyatı açısından belli bir anlamı ve önemi olup olmadığı tartışılacaktır.
Bu incelemeyi
yaparken, şu temel yaklaşım benimsenmiştir: Bir sanatçıyı anlamanın yolu onun
insan, toplum ve yaşam anlayışını kavramaktan geçer. Sanatçının yapıtlarındaki
temel kavramlar (anahtar kavram/sözcükler) belirlenip bunların hangi dünya
görüşünü betimlemekte kullandığı saptanmakla, o sanatçının sanatı hangi
amaçlarla yaptığı, sanata hangi işlevler yüklediği de daha kolay
anlaşılabilmektedir. Sanatın temel ilkelerinden (sanatı sanat yapan ilkelerden)
ödün vermeden, sanatsal anlatım yollarını tümüyle kullanarak kendi insan,
dünya, toplum anlayışının ipuçlarını veren sanatçılar toplumda (yazınseverler
arasında) daha çok sevilip sayılmakta, daha uzun ömürlü olmaktadır.
*
Borcunu ödemek isteyen bir ozan
Bu sempozyumun
konusu: Gülsüm Cengiz’in Çocuk ve İlkgençlik/ gençlik edebiyatı alanında
yaptığı çalışmalar; amacıysa: Gülsüm Cengiz’in Çocuk ve İlkgençlik/gençlik
edebiyatı alanına sunduğu katkıları saptamak, bu katkıların niteliğini
vurgulamak ve çocuk ve ilkgençlik yazınında Gülsüm Cengiz’in yerini
belirlemektir.
Önce kısaca
bilgilendirelim: Kimdir Gülsüm Cengiz? Gülsüm Cengiz’in yaşamını konuyla
ilgilenenler aşağı yukarı biliyorlar, bilmeyenler ise değişik kaynaklardan da
bilgiler devşirip öğrenebilirler. Sempozyumun sunuluşunda verilen bilgilere
göre şöyle birkaç yönüyle betimlemeye çalışalım: Birinci özellik: eğitimci,
ilköğretim okullarında müzik öğretmenliği, yöneticilik, İngilizce öğretmenliği
yapmış: bugün de üniversitede çocuk ve gençlik edebiyatı dersleri veriyor.
İkinci özellik: Gülsüm Cengiz, yayıncıdır, değişik yayınevlerinde editörlük,
yayın/dizi yönetmenliği yapmış yayınevi kurup yönetmiş. Üçüncü özellik: Gülsüm
Cengiz, çokyönlü bir yazar/sanatçı: şiirle girmiş yazın dünyasına, bugün için 4
kitapta toplamış şiirlerini (kendisinden öğrendiğime göre bugünlerde yeni bir
şiir kitabı okurlarıyla buluşacakmış.); bu
arada, birçok çocuk ve ilkgençlik/ gençlik öyküleri, romanları, oyunları
yazmış, bu ürünleriyle de çeşitli ödüller kazanmış, kimi ürünleri değişik dünya
dillerine çevrilmiş.
Gülsüm
Cengiz’in, yazın dünyasına şiirle girdiğini söylemiştik biraz önce. G. Cengiz,
1979’da “Erikler Çiçek Açıyor” adlı şiiriyle İYG şiir 3.lüğü ve Politika Gazetesi Özel Ödülü’nü
almıştır.. İlk şiirleri 1983’te Varlık
dergisinde yayımlanan sanatçı, daha sonra Yazko
Edebiyat, Cumhuriyet Dergi, Hürriyet Gösteri, Milliyet Sanat, Kıyı, Yazıt, Yeni
Biçem, Bahçe, Şiir Ülkesi, Yazılıkaya, Şiir-lik, Sombahar, İnsancıl, Evrensel
Kültür, Güzel Yazılar ve Akköy
dergilerinde şiirlerini yayımlamayı sürdürmüştür.
1980 sonrası
Türk yazınında şiir dalında ben de varım diyen şairlerden biri olan Gülsüm Cengiz; bugüne kadar şiir dalında yazdıklarını da
şu kitaplarında toplamış: Eylül Deyişleri-1987,
Sevdamız Çiçeklenir Zulada-1990, Mayısta Üzgün Gönlüm- 1993, Akdeniz’in Rengi Mavi-1997 (ilk baskı
tarihlerini verdik, sonradan değişik tarihlerde öteki baskıları da yapmıştır.
Biz bu bildiride, kitapların Evrensel Basım Yayın’ın baskılarını kullandık.)
*
Her ozanın şiir
yazma amacı değişik olabilir; aralarında ortaklıklar da bulunabilir. Hepsinin
ortak paydası insanlara söyleyecek bir sözlerinin, aktaracakların bir durumun,
paylaşacakları acı tatlı anılarının, yaşantılarının, uyarı niteliği taşıyan
önemli ve anlamlı sözlerinin, iletilerinin bulunması.
G. Cengiz de
niçin şiir yazdığını şiirle açıklayan ozanlardan biri. Eylül Deyişleri adlı kitabının ilk şiiri “Şiirle Ödeyeceğim
Borcumu” başlığını taşıyor: Sevgilisine, anababasına, ablasına, dostlarına,
bilge kişilere, ölmüş kimselere, umudu hapsedilenlere, kömür işçilerine,
kimileri açlıktan ölen çocuklara, özetle yaşadığı toplumun
yönetilen/ezilen/sömürülen kesimlerine borcunu şiirle ödeyeceğini söylüyor:
Borcum saymakla bitmez
Şiirimle ödeyeceğim,
borcumu insanlara
Borcum öyle çok öyle
ödenmez ki
şiirler yazacağım
yağmur gibi.
-
Çocukları
ıslatmayan-
Yazıp kara kâğıtlara ak
yazıları
Salacağım dünyanın her
yanına.
İnsanlar şiirden
sırılsıklam. (Eylül…s.13-14)
Ona göre,
yaşamın genel akışında, hiçbir olumsuzluk (baskı, öldürme, tehdit vb) ozanın
sesini susturamayacaktır. Bu inançla, ‘insanlara bir soluk, bir umut, bir
merhaba versin’ diye şiir yazdığını belirtiyor. (s.16) Yeri geliyor şunu
söylüyor:
Bir dosta dert döker
gibi
açıyorum içimi şiire
söylüyorum bir bir
kaygılarımı,
umarsızlığım
öfkemi/duyarsız uykulu
gözlere
acımasızlığa,
sevgisizliğe” (Sevdamız…, s. 86)
Bu bağlamda, G.
Cengiz’in “Yaşamı Savunmalıdır Şiir” (Akdeniz, s.99-103) adlı üründen de söz etmeliyiz:
Kendi şiirini, şiirinin içeriğini eleştirenlere karşı bir tür savunma metnidir
sanki bu şiir. Acılardan söz etmesini, hep halkın yaşadıklarını dile
getirmesini, politika yapmasını vb bir yana bırakıp bazıları istiyor diye
şiirini gül bahçesinden söz eder bir havaya sokamayacağını, imge avcısı
olmayacağını, çıkarlara bağlı dostluklardan, paranın çirkin gücünden nefret
ettiğini söyler; “Ayrılabilir mi şiir/soyutlanabilir mi sanat/yaşamı savunma
kavgasından?” diye sorar, ülkesinin insanlarının çektikleri karşısında
vargücüyle haykıracağını belirtir;
Şiir yaşam içindir!
Tanıklık etmelidir
gününe,
Yaşamı savunmalıdır
şiir! der.
Şiire yaşamı savunma görevi verir.
Özetle, G.
Cengiz, şiiriyle yaşamı savunacak, emekçi kitleler lehine yaşamı değiştirecek;
sevgiyi ve umudu hep gündemde tutacaktır.
*
Gülsüm Cengiz’in şiir
coğrafyasında insan manzaraları
Bir şairin
dünyasına mı girmek istiyorsunuz? Öyleyse ilkin onun insan kavrayışı ile toplum
ve dünya tasarımına bakmanız gerekir. Açıklanması gereken şu sorularla: İnsan
kimdir? Yaşamdaki görevi/ işlevi nedir? Bu görev ve işlevi/işlevleri ona kim,
hangi amaçla vermiştir? Toplum insanı hangi değerlerle donatmıştır. Bu
değerlerin değişebilirliği/değişemezliği tartışılabilir mi? Dünya nasıl bir
yerdir? İnsan dünyaya nasıl bir anlam kazandırmaktadır? Dünya ve buna bağlı
yaşamı kim değerler doğrultusunda yeniden insanca bir düzen kurabilmek amacıyla
kurgulayabilme gücüne sahiptir?...
*
Gülsüm Cengiz’in şiiri insan odaklı; yaşama
bağlı, yaşamdan besleniyor; yaşamı yansıtıyor: insanlarıyla, ilişkileriyle,
yaşantılarıyla, sorunlarıyla… Tarih boyunca insan ve doğası farklı biçimlerde
betimlenmiştir. Örneğin, Aristoteles’e göre insan doğası gereği toplumsal bir
varlıktır (zoon politikon=siyasal varlık). Kant ise insanı bir olanaklar
varlığı olarak görür ve onun hem toplumsallaşma hem de toplumdışı eğilimi
olduğundan söz eder. Rousseau’ya göre insan doğası gereği iyi ve bozulmamış bir
varlıktır; doğal durumlarda-/ortamlarda özgür, iyi ve mutludur. Sosyokültürel
ve sosyopolitik varlık olmasıyla birlikte doğası değişmiş ve kendine
yabancılaşmıştır. Sartre ise “varoluş özden önce gelir.” der. Bunun çok değişik
biçimlerde açıklayanlar vardır: Sartre’a göre insan kendi özünü kendisi
belirleyecektir (bir açıklama. ÖZ, bir varolanın özelliklerinin değişmez
bütünü.). Kendi elinde ve sorumluluğunda olan bir durumdur bu. Kendini kendi
eylemleriyle hümanist bir varlık olarak kurup gerçekleştirecektir. Hobbes,
“insan doğası gereği bencil, çıkarcı ve kötü bir varlıktır” der. Liberal öğretilerde
insan çıkarcı ve rekabetçi bir varlık olarak betimlenir. Sosyalist
(toplumsalcı) öğretilerde ise paylaşımcı ve dayanışmacı özellikleriyle
vurgulanır…(Günay, 2008)
G. Cengiz’in insan kavrayışı çokluk
toplumcu-gerçekçi anlayışla benzerlik gösterir (toplumsalcı, paylaşımcı,
dayanışmacı). Onda J.P.Sartre’in tanımıyla kendini hümanist bir varlık olarak
kurup gerçekleştirme özelliği de görülür.
Gülsüm Cengiz’in şiir coğrafyasında, Türk
toplumunun özellikle emekçi kesimindeki (ve onların ailelerindeki) hemen bütün
insan tiplerini bulabiliriz. O kendine özgü bir seçicilikle, -bu seçicilik onun
dünyagörüşüyle yakından ilişkilidir, Cengiz toplumcu dünya görüşünü
benimsediğini ve savunduğunu her ortamda çekinmesiz sakınmasız dile
getirmiştir-, toplumun yönetilen, dolayısıyla da insanca yaşayabilmek için,
yönetime kafa tuttuğu, bu tutumuyla belli çıkar çevrelerinin kurduğu düzeni
bozduğu için hep ezilen kesimin insanlarının yaşamından kesitler içeren
fotoğrafları bize sunuyor, ama bununla da yetinmiyor, tasarladığı insanlık
dünyasının haritasını da bu fotoğrafları tersine çevirip (olanla olması
gerekeni yer değiştirip) renkli olarak gözler önüne seriyor.
*
G. Cengiz, 1980 sonrası Türkiyesi’nden (1980
travmasını derinden yaşayan Türkiye’den) insan manzaraları sunuyor bizlere.
Şöyle: Önce Türkiye toplumundan hangi insan tiplerine ışıldağını yansıtıyor,
ona bakalım: Bu arada şunu, -kendi böyle mi düşündü bilemiyorum- söylemeliyim:
Cengiz, insanın disharmonik (yani armanosiz, uyumsuz) bir varlık olduğunu
(Mengüşoğlu, 1996) düşünüyor; bu varlığın (üsttip insan) iyilikçi ve kötülükçü
alttiplerini birbirinden ayırabildiğini sezdiriyor bizlere. Seven de insan, acı çeken de; ezen de insan,
ezilen de, söz veren de insan, aldatan da insan…
Ah insan,
Ne savaşlar çıkardın
Ne soykırımlar yaptın
Ne yürekler kanattın
Ne gözyaşı akıttın.
-Yenilgilere doymadın-
(…)
Ah insan
Ne buluşlar yaptın
Uygarlıklar yarattın
Doğayı tutsak aldın
Öyle çok gelişti ki
aklın
Yıldızları yakaladın
-Bir, insan olamadın_
Ah,
Ne aşklar yaşadın
Ne çok sevdin
Dağları deldi aşkın
Kaleler kuşattın
Sevda uğruna
Şiirler yazdın
-sevgiyi öğrenmedin-
İnsan, yolun çok uzun
İnsan olma yolunda,
Henüz başındasın yolun.
(Mayısta…, s.86-87)
İnsan tipleri
G. Cengiz’in
şiirlerinde devrimci/ler, gelin olamadan sözgelimi bir trafik kazasında
yaşamını yitiren köylü kızı, acılı (çocukları hapiste olan) anneler, oğulları,
siyasi suçlardan mahkûm olanlar/özellikle gençler, birlikte yaşarken engin haz
veren, ayrılıklarda içe kor gibi düşen sevgililer, devrim yolunda işbirliği
yapılan acılara ve mutluluklara ortak olan dostlar, hep anılan, örnek alınan
tarihsel/mitolojik kişilikler ( Spartaküs, Ana Maria, Cordano Bruno,
mitolojiden Orfeus, Prometeus….), çok önemli işler başarmış isimsiz
kahramanlar, düşünceleri nedeniyle asılan gençler (kız /erkek), grizu
patlaması, çökme gibi nedenle ölen madenciler ve onların acılı aileleri,
gözaltında kaybolanlar, emzikli/bebekli kadınlar, tersane işçileri, işçi
çocuklar, satılık küçük kızlar, kimsesiz çocuklar, öğretmenler, aile dostları,
köylüler, egemenler (ezenler), kendisi , intihar eden şair dostu…
Yazmasıyım on beşinde
bir kızın
bir kamyon kasasında
türküsünü söylerken
uçurumdan yuvarlanan
boğulan bir derede
-Köyünden çok uzakta-
(Eylül..s.24)
*
Melida Amaya Montes
El Salvadorlu
yurtseverlerin
Komutan Ana Mariası.
50 yaşında ve gencecik
Yüreğinde umut
Yaşamı inançla,
tutkuyla dolu. (Eylül….. s.29)
*
Topluma ve geleceğe
egemen olabilme
İnsan
toplumları, doğal olarak farklılıklar gösterir hem kendi içlerinde hem de
benzerleri arasında. Siyasal ve ekonomik açıdan bakıldığında toplumlar
sınıflara bölünmüştür; insan hakları ve yasalar açısındansa eşit ve paylaşımcı.
Gelin görün ki, bu her zaman adaletli bir biçimde gerçekleşmez. Zaten böyle
olduğu içindir ki, sanat insana ve topluma, bunların birbirleriyle ilişkilerine
ve yaşanan sorunlara yönelir.
G.Cengiz de
içinde yaşadığı toplumu., özellikle 1980 sonrası Türkiye halkını iyi
tanımaktadır; biraz önce onun şiir coğrafyasındaki insan tiplerini anlatırken
içinde yaşadığı toplumun da profilini aşağı yukarı belirlediğini söylemiştim.
Toplum yönetenler (ezenler) ve yönetilenler (ezilenler) olarak iki kesimden
oluşmaktadır. Bu iki kesim arasındaki gerilim, tarih boyunca çok acı ve kanlı
olaylara, sahnelere yol açmış, birçok günahsız, suçsuz insan hiç yoktan
işkencelere uğramış/ uğratılmış, ölmüş/ öldürülmüş, yakınlarının ölümleriyle
sarsılmış, ama yaşama sıkıca sarılmayı hiçbir zaman ihmal etmemiştir.
Dünya bütün
varolanlarıyla birlikte bir bütündür; her varolanın yaşama hakkı vardır. Ama
yaşamı insanoğlu yeniden kendince kurmaya çalışır. Yaşamın da kurucu öğeleri
vardır elbet: Cengiz’e göre de bunlar: barış, özgürlük, sevgi, emek/ekmek,
umut. –Son aşamada sığındığı limah hep ‘umut’ olmaktadır.
Sözgelimi barış
en büyük umuttur, yaşamın olmazsa olmazıdır, temelidir. Bir aile için barışın
getireceği mutluluğu hiçbir şey getiremez.
Barış,
gökyüzünde bir martı
vapurun peşi sıra kanat
çırpan;
Çocukların el çırpışı
Uçan bir balonun ardından.
Barış,
dölyatağındaki çocuk
Annesinin sabırla
beklediği.
Barış,
Ekmek ve sevgi,
Babanın akşamları
getirdiği. (s.67)
Bu da yetmez.
Çünkü birileri dünyada savaştan beslenmekteyken birileri de hep ama hep barış
özlemi çekmektedir:
Ne güzel olurdu dünya,
Gökyüzünde savaş
uçakları
denizlerde hücumbotlar
olmasa.
Geceyarıları insanlar,
korkuyla uyanmasa.
(.69)
*
Yaşamda barışın
bir de ikizi vardır: sevgi. “Erik Ağacından İsteğimdir” başlıklı şiirinde de şu
dizeleri barışı ve sevgiyi özlem olarak beslediğini gösterir:
Çiçeklen erik ağaçları,
çok çok çiçeklen
Dolsun dünya
çiçeklerinle
Sevgi çiçekleriyle,
barış çiçekleriyle. (s. 76)
*
Mevsimlerle
yaşamın değişkenliği vurgulanır; mevsim değişiklikleriyle yaşamın iyi kötü
yönleri de özdeşleşir kimileyin. Sözgelimi bahar sevginin ve mutluluğun bayramı
gibidir. Şair de bunu vurgular:
Hadi artık bahar gelsin
silinsin pası
yüreklerin
kuşansın aşkı ellerin.
Hadi artık,
hadi artık bahar
gelsin.
Süpürsün hüzünleri
sevda kokulu rüzgâr,
çalmasın kapımızı ölü
kuşlar.
Silinsin üstünden
ülkemin acılar
Karanlığı gecelerin.
Hadi artık bahar
gelsin. (Mayısta…, s.20)
*
Sevgi, hem de
her türlüsü yaşanmaya açıktır. Yeter ki, sevgiyi bilelim; tanıyalım, hakkını
verelim. İnsanca, duyarlıkla.
Sevda,
yaşamı da, kavgayı da paylaşmaktır,
Emek ister aşk da
umut, sabır, cesaret.
Aşk koşulsuz
bağlanmaktır. (Akdeniz…, s.33)
Barış ve sevgi
özgürlükle bütünleşebilir ancak. Çünkü, yaşamın en önemli değerlerinden biridir
özgürlük: G. Cengiz de bunun çok iyi farkındadır, özellikle hapisane,
tutukluluk, toplumsal baskıların yoğunlaştığı ortam ve zamanlara ilişkin
şiirlerinde bunu çok iyi vurgulamayı bilmiştir.
(…)
Tel örgünün bir yanında
biz
bir yanında siz
eşler, kardeşler,
anneler
nişanlılar, sevgililer.
durduruyoruz zamanı.
Tel örgünün tellerine
takılıp kalıyor
tutsaklık.
Binlerce karede
çoğalıyor yüzleriniz.
Her karesinde ayrı ayrı
çiçek açıyor özgürlük.
(Sevdamız… , s.57)
Yaşam bir
kavgadan başka nedir ki ona göre de? Yaşamda hiçbir olgu/ olay/ süreç sürgit
aynı çizgide gelişmez; yaşam iyilerle kötüler arasında geçerken insanlar da
iyimserlikle kötümserlik sarkacında savrulur durur. Şairimiz yaşamın insanları
iyimserliğe götürmesini ister, özler:
Yaşam bir kavga değil
de ne
kötülerle acılarla?
Yaramıyorsa eğer
götürmeye insanları
güleryüzle sabahlara,
aramaya iyiyi ve
güzeli;
neye yarar yaşansa
da?.. (Eylül…, s.44)
“Ada Dönüşü”
şiirinde yaşamın barış içinde geçmediğini söyleyip aslında “küçük sevinçlerle
sürüyor yaşam” der. (s. 45) “Onun yüreğinde sevgi dolu bir dünya büyür.” (s.
46) Ne zaman biraz güneş ışığı görse umut kaplar içini tıpkı
çocukluğundaki
gibi:
Dolar içime yaşama
sevinci
güneşin yeni rengindi.
Gülümserim dünyaya,
insanlara…
- kulağımda umut, insan
sesleri- (s.54)
*
Yaşama sevinci
en büyük etkindir; bizi hem topluma, hem
birbirimize hem de yaşama bağlamaktadır: acıları paylaşarak mutlulukları
tadarak…
(…)
Yaşamak
el ele kocaman bir
ailenin içinde,
paylaşarak acıları
mutlulukları tadarak
birlikte.
gülümseyerek gözyaşları
içinde
umudu bir an bile
yitirmeden yaşamak. (Eylül…, s.56)
“On iki Temmuz
Şarkısı”nda da ana izlek umuttur, sevgidir:
Geçip acıların
tuzakların içinden
Umuda süzülüyorum.
(Akdeniz…, s.45)
*
İçinde
yaşadığımız dünyaya da bir göz atmalıyız zaman zaman. Dünyamız her bakımdan
yorgun görünmektedir. Nasıl olmasın ki? Yönetenler, savaşı körüklerken,
silahlar üretip sömürecekleri yerlerde savaşlar çıkartırken, kimi insanları
öldürüp/öldürtüp kimi insanları süründürürken; doğadan ders almak yerine doğayı
yıpratırcasına tüketirken dünya nasıl yorgun düşmesin? Ama insanoğlu, hiçbir zaman yorgun düşüp
yaşamla ilişkisini kesmez, tersine umudun itici gücüyle sürekli olarak
ütopyalar kurar. Hem de en güzelinden. Tıpkı Gülsüm Cengiz gibi:
Gördün mü ayışığı?
O sonu gelmez gece
saldırıları
ve komandoların sürek
avları
ayırırken anaları
çocuklarından
-silahlar hep satılsın
diye-
toprak kanla yıkandı.
(…)
Gördün mü yorgun dünya?
Dikenli teller yerine
çiçekten sınırları
silah yerine tarlalarda
buğday başaklarını.
Gördün mü?
Sevgiyle kenetlenen insanları,
Mutlulukla dönerken
kendini.
Gördün mü? (s. 72-73)
*
Cengiz, sloganın
bıçkın. Keskin, çarpıcı/çarpıtıcı söylemine, kolaycı, geçici etkisine yenik
düşmeden söylüyor içindekilerini…
*
Cengiz’in
şiirinde öyle büyük ozanların büyük çabalarla geliştirdiği parlak, özgün mü
özgün imgeler bulamazsınız. Çünkü o imgenin değil, doğal insani ve toplumsal
görünümü yansıtmanın daha anlamlı olacağını düşünür. Bu onda hiç imge
kullanmamıştır ya da imgelerinin çok beylik olduğu anlamına gelmez. Çünkü G.
Cengiz, şiirin ne olup olmadığını çok iyi bilir; şiirini niçin, kimin için yazdığını,
okuyanların bu şiirden neleri alımlaması gerektiğini çok iyi farkındadır. O
nedenle de şiirsellikle at başı giden bir düşünsellik izlenir onun şiirlerinin
içeriğinde…
Kimi şiirlerde
düşünce şiirselliğin önüne çıkıyor, bunu da vurgulamak gerekir… Bu durum onun
şiirine zarar vermiyor, tabii. Birkaç örnekle kanıtlamaya çalışayım:
Dokunma yüreğime
Yaralıdır
Bir ucunda genç
ölümlerin acısı
Paslı bir bıçak gibi
saplı
Bir ucunda yaşanmış
sevdaların yarası
Kanar durur usul usul
gizlice. (Sevdamız… , s.34)
*
Âşık bir bülbül dokuyor
geceyi
batırıp yüreğine
gülün dikenini
kana boyuyor tan
yerini. (Sevdamız…, s.39)
*
Gece sarkıtınca
saçlarını evlere
birikir ellerimde
kapkara bir çile
çeker dururum sabahlara
dek. (Mayısta.., s.11)
*
Sanatçı yaşadığı
çağın en iyi, en yakın tanığıdır; çağının bütün olay ve olgularını birebir
yaşamamış olsa bile, bu çağın ruhunu en iyi anlayan, ayırt edebilen yine odur.
Çünkü onun sezgisi, insanı kuşatan sevecenliği, geleceğe yönelik umutları
olmasa toplumun yarını da olamaz.
Marx’ın 11. Tezi de şöyle der: “: Filozoflar şimdiye kadar
dünyayı yorumlamakla yetindiler, aslolan dünyayı değiştirmektir.” Marx bu
sözüyle filozofları politika yapmaya davet etmektedir, sanki. G. Cengiz de bu
sözden kendine pay çıkarıyor: Bir sanatçı olarak insanı anlamaya çalışıyor,
ilişkileriyle kavramaya çalışıyor,
yaptıklarıyla değerlendiriyor, yaşamı insanla yeniden insanca kurmanın
üstün çabasına giriyor. Hem de bunu şiiriyle yapmak gibi tehlikeli bir araçla…
“Oğlu İdama Mahkûm Annenin Savcıya Söylediği” başlıklı şiirinde şu dizeleri
birlikte okuyalım:
(…)
Artık
biliyorum oğlumun
neyle
suçlandığını.
Şimdi
bana düşen görev
hakkını
aramaktır oğlumun
ve
onun gibi olanların.
Sayın
savcı
asın
beni de
oğlumla
birlikte,
çünkü
ben de onun gibi
inanıyorum
güzel günlere
ve
değiştirmek istiyorum dünyayı. (Akdeniz…, s.71)
*
Yaşamı yanlış kurgulayıp zulme soyunanlara başkaldırmak
(başkaldırma türküsü söylemek) insanlık görevidir bu bağlamda.
Bir gün olup zulmün eli
çaldığında kapını
gece karanlığında,
ayrılıklar girdiğinde araya
Umudunu yitirme
susma
başını eğme
yükselt sesini sen de
bir türkü de sen söyle. (Akdeniz…,
s.76)
Son Özet
Gülsüm Cengiz’in
şiirlerine geniş açıdan baktığımızda şöyle bir yargıya varabiliriz: Onun
şiirleri, şiirle düzyazı arasında ama zaman zaman daha çok düzyazıya, zaman
zamansa daha çok şiire yakındır. Kimi zaman bir ağıda durur şairimiz, kimi
zaman bir şiir-öykü anlatmaya. Zaten o da çok önemsemez şiirlerinin salt
yazınsal bir değer taşımasını; biricik kaygısı bu değildir. Onun insanlara
vermek istediği hemen hiç kimsenin karşı çıkamayacağı çok ama çok anlamlı bir
mesajı vardır: Yaşam çok renkli ve
zengindir; hepimizin bu dünyada adaletli biçimde, huzur içinde mutlu olarak
yaşamaya hakkı vardır; yaşama sevincimiz, kendimizi, birbirimizi, dünyamızı
sevmeyi, korumayı ve geliştirmeyi gerektirmektedir. İnsan olarak görevimiz
yaşamı sorgulamak ve haksızlıklara karşı çıkmaktır. ( Akdeniz, s. 69) İşte ben
şiirimle bunları size söylemek istedim. Böylelikle borcumu ödemeye çalıştım,
demek ister.
Gülsüm Cengiz’in
şiirlerini gençler de okumalı
Gençlik
edebiyatının temel işlevleri arasında “insanı ve yaşamı yeniden kurgulaması”,
“yaşadığı/yazıldığı çağın ortak ruhunu, aklını yansıtması”, “gençlerde
özellikle toplumsal ve evrensel konularda (sorun, acı, savaş, barış, özgürlük,
emek vb) duyarlık yaratması”, düşünme yetisini, düşgücünü geliştirmesi, “dil
sevgisi ve bilinci oluşturması”, “insana ve yaşadığı topluma-toplumun
dünü-bugünü ve yarınına ilişkin özel bir bakışla seçilen bilgiler vermesi”,
hepsinden de önemlisi “insanı bireyleştirmesi ve toplumsallaştırması” özellikle
belirtilmelidir. Biraz önce genel çizgileriyle Gülsüm Cengiz’in şiirindeki
insan, toplum ve dünya/yaşam kavrayışını yansıtırken onun şiirinden aktardığım
örneklerin, bu işlevleri hakkıyla yerine getirebilecek türden olduğu apaçık
görünmektedir.
Genç okurları Gülsüm
Cengiz’in şiirlerini okumaya yönelttiğimizde bu sürecin onların bireysel ve
toplumsal gelişimine, düşünsel ve ruhsal gelişimine dolaylı katkıları olacağı
kesindir. Dolaylı diyorum çünkü bu şiirler önce temiz Türkçeleriyle, sonra da
kavranması kolay anlatımı ve içeriğiyle gençlerin dikkatini çeker; iletileri de
dolaylı biçimde olmaktadır. Genç okur; özünü ve kaynağını yaşamın
diyalektiğinden alan, yalın, imgeye boğulmayan, ama yazınsallığı/ şiirselliği
de gözeten bu şiirlerle bir yandan beslenecek, öte yandan belki yeteneği el
veriyorsa, bu yolda kendi şiirinin kozasını da oluşturabilecektir. Ben Gülsüm
Cengiz’in belki öğretmenliğinden, yöneticiliğinden gelen yönlendirmeciliğiyle,
şiirinin bu dolaylı öğreticiliğinin de önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü
yaşamdan yana tavır takınan, insanca yaşamayı ve yaşatmayı ilke edinen, savaşı
lanetleyip barışı müjdeleyen, sevgi ve dostlukla adaletli paylaşmayı öneren, bu
arada umudunu hiç yitirmeyen bir şairin gençlere öğreteceği çok ama çok şey
vardır.
Ben bu konuşmamda Gülsüm Cengiz’in çocuk ve gençlik
edebiyatındaki yerinden, öykülerinden söz etmeyeceğim, yalnız şairliği üzerinde
duracağım.
Gülsüm Cengiz benim “seçilmiş şairler” listemde
bundan 13 yıl önce yer aldı. Kabahat benim, Gülsüm’ü geç tanıdım. Ama tanır
tanımaz da ilk sıralara oturttum.
Benim şiirle ilgim sıradan bir okuyucunun ilgisinden
öteye geçmez.
Edebiyat eleştirmenliğine hiç yönelmedim. Bazı
şairleri çok sevdim, bazılarından da pek zevk alamadım, onları anlamak için de
kendimi zorlamadım. Çoğu ilgi alanımın dışında kaldı.
Kimleri sevdim: daha okuma yazma bilmediğim yaşlarda
annemden dinlediğim Tevfik Fikret’i.
Sonra okul yıllarımda coşkuyla okuduğum Nedim’i,
Şeyh Galip’i, Faruk Nafiz’i, Yahya Kemal’i...
Daha sonraları Nazım’a hayran oldum. Orhan Veli’yi,
Melih Cevdet’i, Oktay Rıfat’ı, Bedri Rahmi’yi, Can Yücel’i, Necati Cumalı’yı,
Ahmet Arif’i, Arif Damar’ı, Rıfat Ilgaz’ı, Ataol Behramoğlu’nu, Öner
Ciravoğlu’nu... Çok sevdim.
Yurtdışından da Eluard’a, Prévert’e, Paul Geraldy’e
gönül verdim.
Görüyorsunuz ki listem pek kabarık değil.
Derken Gülsüm çıktı karşıma, yeni bir tad aldım.
Gülsüm’ü ilk kez 2002 Eylül’ünde Romanya’da
düzenlenen Edebiyat Günleri ve Geceleri Toplantısı’nda tanıdım. Dostluğumuz
orada başladı. Cengiz Bektaş da oradaydı; hep birlikte çok tatlı günler
yaşadık. Gülsüm’ün 1987’de yazdığı “Eylül Deyişleri” beni çok sarmıştı. O
şiirleri okurken duyduğum zevki dostlarımla paylaştım.
Neler vardı sevdiğim şiirler arasında? Aklıma ilk
“Şiirimle Ödeyeceğim Borcumu” geliyor. Gülsüm ne diyordu o şiirde:
“Borcum var insanlara
Tanıdık, tanımadık
Borcum saymakla bitmez...”
“Borçluyum sevdiğime
Paylaştığım günlerimi
Uykusuz geceler borçluyum anama
Babama emek
….
Çok borcum var dostlarıma”
“Bana yaşamı sevmeyi öğreten
Bilge kişilere borcum var..
Selviler altında yatanlara
Umudu hapsedilen insanlara”
….
“Kömür işçisine borcum var
Kara ömrü kısacık”
“Borcum öyle çok, öyle ödenmez ki
Şiirler yazacağım yağmur gibi”
Yazdı da. Gülsüm şiirlerinde sanatçının
sorumluluğunu haykırdı.
Bazı şiirlerde buram buram hüzün var, burukluk var,
acılar var, yoksulluk var. Ama bunlar içinde bulunduğumuz toplumun sorunları,
toplumun acıları.
Gülsüm bu duygularını dizelerinde şöyle anlatıyor:
“Sevincim yarım kaldı
Yarım kaldı umudum
Gülüşüm yarım kaldı”
…
“Sevişmeler yarım kaldı
Karanfil kokulu günler uzakta”
“İsimsiz” başlıklı bir şiirinde de Gülsüm şöyle
diyor:
“Kimse görmedi çektiklerini
Öldüğünü kimse duymadı
Cenazesinde kimse yoktu
Cellatlarından başka...
Bir insan yaşadı bu dünyada
dopdolu, insanca”
………
“Kötülüğe direndi, direndi acılara
Ödün vermedi insanlığından”
Gülsüm’ün bir başka şiirinde de şu dizeler var:
“Ne acılar yaşadık biz
Ne günler geçirdik
Yüreğimde paslı bir bıçak gibi saplı
Genç ölümlerin acısı”
Ama Gülsüm her şeye karşın umudunu yitirmeden şöyle
diyor:
“Teslim olma hüzne
Yenilgiyi kabul etme
Bak işte, yenileniyor doğa yine
Filizleniyor tohum, karanlığın içinde.”
Ya anaların çektiği acılar? Gülsüm burada sanatının
doruğuna ulaşmış gibi görünüyor. İçi yanıyor, yüreği sızlıyor ve duyduklarını
şöyle anlatıyor:
“Ah oğlum
Böyle her gün, her akşam
Beklerim seni
Çıkıp gelirsin diye
Karanlığın içinden
Bir kuş öter bazen
Gecenin sessizliğinde
Hüzünle,
Bir yel eser
Ürperirim
Soluk alamam
Ağlayamam
Yastığım bana düşman
Kanlı düşler üşüşür gözlerime
Geceler hep karabasan
Sen, karanlık mahzenlerde
Elin yüzün kan içinde...”
……..
“Oğlum,
Yoksun sokaklarda
Kalabalık içinde
Okul önlerinde.
Bu gece de gelmedin
Nerdesin?
İyi misin?”
Gülsüm bir başka şiirinde de anaların acısını şöyle
anlatıyor:
“Hiç yolum düşmemişti karakola
Mahkemeye hiç gitmedim.
Polisler gelmemişti kapıma.
Bir anayım ben
Kendi halinde bir ana
Kendi halinde bir yaşam
Semt pazarının dışına çıkmayan...
Oğlumu arıyorum oysa
Şimdi bilmediğim kapılarda...
Karakolları dolaştım önce
Yoktu oğlum hiç birinde
Morga bak dedi bir gün
Kapıdaki görevli
Gitmeyeceğim
Morga gitmeyeceğim
Diye haykırdım”
Gülsüm’ün “Kamber Ateş Nasılsın” şiiri de klasik
şiirler arasında yer alacaktır. Şöyle der Gülsüm:
“Dilim tutuklu oğlum
Seninle konuşamam
Gözlerimde bulursun
İçimdeki özlemi
Acıyı ve sevgiyi
Oğlum, özledim seni
Kamber Ateş, nasılsın...”
“Sakın başını eğme
Teslim olma yenilgiye
Kamber Ateş, nasılsın?”
Oğlu idama mahkum edilen bir ananın savcıya
söylediklerini de Gülsüm şöyle haykırıyor:
“Sayın savcı
Asın beni de
Oğlumla birlikte
Çünkü ben de onun gibi
İnanıyorum güzel günlere
Ve değiştirmek istiyorum dünyayı”
Gülsüm ya çocuklar için ne diyor? Onların acılarını
da şöyle anlatıyor:
“Düştü elinden elma şekeri
Gülüşüne kurşun değdi
Kırmızı balonu patladı
Sevincine bomba düştü...
Bulut yüzünü örttü
Güneş utancından kızardı”
Gülsüm’ün “Çocuğumun Ninnisi” bana Arjantinli halk
sanatçısı Ataualpa Yupanki’nin “Duerme Duerme Negrita” adlı şarkısını
anımsatıyor.
Ne kadar ilginç, Arjantinli köylü bir halk
sanatçısıyla Anadolulu bir ana aynı ninnileri söylüyorlar. Ninnilerde hüzün ve
başkaldırı var. Şöyle diyor Gülsüm:
“Uyu çocuğum uyu
Sil gözünden korkuyu
Masallarda kaldı artık
Ağzından alev saçan
Yedi başlı ejderha
Şimdi korku çocuğum
Namlusundan ölüm kusan
Demir yığını tanklarda...”
“Umut sende çocuğum
Uyu da çabuk büyü.”
Bütün bu karanlıklar içinde Gülsüm umudunu
yitirmeden barışı şöyle haykırıyor:
“Ne güzel olurdu dünya
Gökyüzünde savaş uçakları
Denizlerde hücumbotlar olmasa
Gece yarıları insanlar
Korkuyla uyanmasa...”
“Yaşamak öyle güzel ki
Öyle geniş, öyle büyük
Bir dostun sıcacık merhabasında”
“Yaşamak
Yenikapı’da bir öğrenci kahvesinde
Ya da sahilde sevdiğinle”
“Umudu bir an bile yitirmeden yaşamak”
Gülsüm hep toplumdaki acıları mı yazıyor? Yalnız
anaların ve çocukların çektikleri acıları mı anlatıyor? Kötülükleri mi
yansıtıyor?
Hayır, hiç de öyle değil. Onun şiirlerinde bir
başkaldırı, bir haykırış var. Şöyle diyor bir şiirinde:
“Sizin olsun süslü kıvrımları
Yapay güzelliklerin
Duyarsızlığınızın ürünü.
Günlük çıkarlara bağlı dostluklarınız
kaypaklığınız
Aldatmalarınız, aldanışlarınız,
İhanetleriniz, korkularınız
İnsan kanından damıtılmış iktidarınız
Zafer sarhoşluklarınız.
Şöhretin yaldızlı parıltısı
Paranın çirkin yüzü
Sizin olsun
Bunların hepsi.
İçli türküleri halkımın
Yürekten gülüşleri
Kır menekşeleri bana yeter...
Ben nasıl unuturum
kendime verdiğim sözü
Nasıl bakarım yüzüne
Namuslu, yoksul, yiğit insanların”
“Ayrılabilir mi şiir
Somutlanabilir mi sanat
Yaşamı savunma kavgasından?”
Gülsüm için ne denebilir?
Bilinçsiz insanların rahatını kaçıran kadın.
Mangal yürekli ana.
Devrimci Türk şiirine yeni bir ses getiren şair.
Acı çekenlerin, işkence görenlerin, geleceğe umutla
bakanların, yarınlara güvenenlerin, baharı ve barışı özleyenlerin şairi.
Gülsüm, Nazım’ın bayrağını eline aldı.
Gülsüm Sabahattin Alilerin, Orhan Kemallerin öyküde
yaptıklarını şiirde yaptı. Toplumsal gerçekçiliğe güncel bir renk, yeni bir
coşku getirdi.
İyi ki varsın Gülsüm!
Nice nice Gülsümlere...
L.N.TOLSTOY’UN “ÇOCUKLUĞUM-İLK GENÇLİK-GENÇLİK” ÜÇLEMESİNDE VE GÜLSÜM
CENGİZ’İN “AYŞE’NİN GÜNLERİ” KİTABINDA ÇOCUKLUK İMGESİ
NATALYA İVANOVNA ROMANOVA
Rusya Bilimler Akademisi
A.M. Gorki Dünya Edebiyatları Enstitüsü
Her ülkenin edebiyatının kendine
ait özellikleri vardır. Belirli tarihi dönemlerin edebi süreçlerinde, her zaman
yazın üstatlarının belirli konu ve problemlere yöneldiği, insan karakterlerinin
tasvirine farklı yaklaşımların var olduğu görülmektedir. Fakat sanatın
milliyete, yaşa, cinse bağlı olmayan ve her zaman cezbedici “insani” konuları
da bulunmaktadır. Bunlardan ölüm ve yaşam, arkadaşlık, aşk, güven ve
güvensizlik sürekli gündemde olan konulardır. Yazarların ve okurların bu
konulara olan ilgisi anlaşılmaz değildir; her insan aşk acısı yaşar, hayatın
anlamı üzerinde er veya geç düşünmeye başlar, ölümün bulmacasını çözmeye
çalışır. Çocukluk da bunların arasında yer alan bir konudur. İnsan kişiliğinin
şekillenmesi, dünyaya bakış açısını yönlendiren manevi değerlerin belirlenmesi
asıl çocukluk döneminde oluşmaktadır. Yazın alanında çocuklara yönelik özel bir
edebiyatın oluşması bir rastlantı değildir. Çocuk edebiyatı üniversite
programlarında filoloji öğrencileri tarafından öğrenilen bir ders olarak
önemsenmektedir. Fakat çocukluğun anlatımı, büyükler için yazılan edebiyatta da
geniş yer almaktadır. Çocuğun ruhunu anlamak ve onu etkileyen sayısız süreçleri
tanımlamak, yüzyıllarca yazarların dikkatini çeken ve üzerine düşen büyük bir
sorumluluktur.
Gülsüm Cengiz’in “Ayşe’nin
Günleri” eseri, Türkiye’de 1993 yılında yayımlandı. Eserin çok tutulduğunu onun
on baskı görmesinden anlamaktayız. 2010 yılında Moskova’daki Krug Yayınları
tarafından Rusça yayınlanan eserin konusu, konunun işlenmesi, ele alınan
problemler; bu eserin çocuk konusunu anlatan Rus edebi eserleriyle
karşılaştırılmasını, Rus ve Türk edebiyatlarında çocuk suretinin işlenmesi
üzerine fikir yürütme imkânlarını sağlamaktadır.
Rus edebiyatında çocuk konusu 19.
yüzyılın ortalarında yaygınlık kazanır. Farklı dergilerin sayfalarında ki o
zaman çok sayıda dergi yayınlanmaktaydı, çocuk konusunu ele alan birçok
yazılara rastlamaktayız. Fakat onların arasında L.N. Tolstoy’un “Çocukluğum”
eseri herkes tarafından şaheser olarak görüldü. Kimse tarafından tanınmayan
genç Tolstoy için bu eser parlak bir başlangıç oldu. Anılarda N.A. Nekrasov’un,
İ.S. Turgenev’in ve birçok profesyonel yazarın “Çocukluğum” eserine duydukları
hayranlığı görmekteyiz.
L. Tolstoy’un ve G. Cengiz’in
eserleri arasında yüz elli yılı aşkın bir dönem bulunmaktadır. İki yazar,
farklı dönemlerin yazarları olmalarının yanı sıra, farklı kültürlere
mensupturlar. Bütün bunlar şüphesiz ki her iki yazarın eserine yansımıştır ve
her biri de benzer konuyu kendine özgü biçimde değerlendirip işlemiştir.
Yazarların özgünlüğünün altını çizerken önemli bir noktaya değinmek isterim.
Bu, eserin temelini oluşturan yazınsal malzemenin seçimine farklı yaklaşımda
kendini göstermektedir. “Çocukluğum” sadeliğiyle şaşırtıyor: Tolstoy, okuru
alıp götüren entrikalardan, beklenmedik olaylardan bilinçli şekilde
kaçınmaktadır. Eserin konusu birkaç cümleyle anlatılabilmektedir. Eser, iki
erkek çocuğun sabah saatlerinde yatak odalarında uyanmasıyla başlar. Daha sonra
eğitmenleri Karl İvanıç ile birlikte, önce anneleriyle selamlaşmak için salona,
sonra da yanında çalışanlara emirler yağdıran babalarının çalışma odasına
giderler. Sonra çocuklar Karl İvanıç’la ders çalışmaya başlarlar. Dersin sonuna
doğru münzevi Grişa’yı görürüz. Öğle yemeğinde aile bir araya gelir. Moskova’ya
gitmeden önce çocuklarını mutlu etmek isteyen ebeveynleri, onlara yemekte, hep
beraber ava çıkmak ve piknik yapmak kararını açıklarlar. Av dönüşü aile salona yerleşir ve herkes
kendi işine bakar.
Ertesi gün çocuklar anneleriyle
vedalaşır ve babalarıyla birlikte Moskova’ya doğru yola çıkarlar. Nikolenka’nın
Moskova hayatı böyle başlar. Eserde anneannenin doğum günü kutlaması sahnesi,
misafirlerin toplanması geniş yer almaktadır. Nikolenka anneannesine şiir
yazar. Akşamki baloda Nikolenka, Soneçka Valahina ile tanışır. Uyumadan önce
kardeşler izlenimlerini birbirleriyle paylaşır, uzun süre uyuyamazlar. Bir süre
sonra köyden, annelerinin kötü bir hastalığa yakalandığını yazan bir mektup
gelir. Çocuklar hızla köye götürülür. Aile, annenin ölümüyle kedere bürünür ve
eser bu şekilde sona erer.
Tolstoy, çocuğun başından geçen
olayları takip etmekten daha çok, zor ve çelişkili ilişkilerle dolu dünyayı
keşfeden çocuğun iç dünyasındaki titreşimleri izlemektedir. Eserin konusunun
gelişmesini sağlayan da sırf bu özelliktir. Nikolenka’nın yanı başında geçen
olaylara verdiği tepki eserin ana hattıdır.
“Ayşe’nin Günleri” eserinde ise
Gülsüm Cengiz, yazınsal malzemeyi tamamen farklı şekilde kullanmaktadır. Bu
romanda birçok etkileyici, dikkat çekici olay yer almaktadır. Eserin
başlangıcında yer alan olay, yani kız çocuğunun okul değiştirmesi ve bu okulda
onun dışlanması çok zor bir psikolojik durumdur. Bu sahne okuru, eserin
devamında da gerilimler yaşanacağına hazırlamaktadır. Gerçekten de olaylar peş
peşe sıralanır: Ailenin maddi durumunun iyi olmaması nedeniyle annenin
Almanya’ya gitmesi, bu ayrılma sonucu Ayşe’nin üzüntüsü, evsiz kalıp babası ve
ablasıyla otobüste zorluk içinde yaşaması; okulunun tekrar değiştirilmesi,
aylarca hastanede kalmasına neden olan hastalığı, tek başına ailenin
sıkıntılarına göğüs geren ve bu yüzden çok sinirli olan babayla hiç de kolay
olmayan ilişkileri yazar tarafından kaleme alınmıştır. Yazarın olaylar sürecini
dikkatle işlemesi, konseptsel bir amaçla bağlantılıdır. Gülsüm Cengiz, zengin
ailenin çocuğunun yaşamını anlatan Tolstoy’dan farklı olarak, yaşamı sosyal
çelişkiler üzerinde kurulan yoksul bir ailenin çocuğunun dünyasını
anlatmaktadır. Eserinin kahramanını, geçinebilmek
için İstanbul’a taşınan yoksul bir ailenin çocuğu olarak seçmesi, Gülsüm
Cengiz’in sosyal eşitsizlik konusu üzerinde durmasına ve bunu birçok örnekle
sergilemesine sebep olmuştur. Yoksul ailelerin çocuklarının dışlanması,
ezilmesi sürekli olarak yazarın dikkatindedir. Yazar çok ciddi bir şekilde
ayrımcılık sorununu da ele almaktadır. Eserin sayfaları arasında Ayşe’nin
Yahudilerle, Çingenelerle arkadaşlık etmesini ve insanlar arasındaki
ayrımcılığın sebebi üzerinde düşündüğünü gözlemlemekteyiz.
Aslında Tolstoy’un ve Cengiz’in
yazınsal malzemeyi farklı kullanması, görüldüğü kadar da farklı değildir; çünkü
Tolstoy da sosyal çelişkilerin varlığına ilgisiz değildir. Fakat bu çelişkiler
henüz çocuk tarafından fark edilmemektedir. Eseri okudukça; anne ve babanın
arasında sorunlar olduğunu, ailenin maddi durumunun dışarıdan göründüğü gibi
olmadığını, küçük İrtenyevlerin gelecekte malsız mülksüz kalabileceklerini
öğrenmekteyiz. Okurları bunu anlamakta,
çocuk ise farkına varmamaktadır. Tolstoy’a göre çocukluk hayatın en mutlu
zamanıdır ve yalnızca bu zaman her şey sevgi ve neşeyle dolu olur. Bu sebepten
keskin duran sosyal problemler bile ikinci derecede görünmektedir. Öte yandan,
Gülsüm Cengiz’in kitabında da ilk planda olan sosyal zıtlıklar değil, küçük
kızın bu zıtlıklara yaklaşımıdır; çocuk, zenginlerle yoksulların arasındaki
farklılığı, Türklerin Yahudilere ve Çingenelere karşı tutumunu
gözlemlemektedir. Yazar tarafından kaleme alınan olaylar, her şeyden önce
çocuğun bu olayları izlemesi ve değerlendirmesi açısından ilgi çeker; ve bu
değerlendirmeler eserin başkarakteri olan Ayşe tarafından yapılmaktadır.
Böylece, Türk yazar Gülsüm Cengiz’in de Tolstoy’un yaptığı gibi, eserin
sayfalarına çocuğun iç dünyasını yansıtması önde gelen fikir olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Tolstoy’un üçlemesi, insanın
hayatının ilk yıllarından, ilk sevinç ve kederlerinden, ilk karşılaşmalarından
bahseder. Çocuğun, bu büyük dünyanın zorluklarla ve zıtlıklarla dolu olduğunu
keşfetmesini göstermektedir ki bu durum, birbirinden farklı iki yazarın ortak
amacını ve örtüşme noktasını oluşturmaktadır. Ortak amaç ortak üslubun ortaya
çıkmasını da sağlamaktadır. Üçlemenin konusunu oluşturan insan kişiliğinin
şekillenmesi ve gelişmesi düşüncesine bağlı olarak olayların, eserin
merkezindeki Nikolenka’nın etrafında dönmesi gibi, “Ayşe’nin Günleri”nde de
Ayşe’yi ön planda görmekteyiz.
Tolstoy’un bu eserinde, çocuk
psikolojisini çok net ve derin tasvir ettiği birçok araştırmacı tarafından
söylenmiştir. Nikolenka, onun çevresi, yaşam şartları, zengin aile ortamı o
kadar doğru ve gerçekçi anlatılmaktadır ki, Nikolenka’nın çocukluğu,
19.yüzyılın başlarındaki bütün genç beyzadelerin yaşamını gösteren tipik bir
tablo oluşturmaktadır. Elbette, araştırmacıları ilgilendiren ilk soru,
Tolstoy’un böyle güçlü bir sanatsal anlatıma nasıl ulaştığıdır. Tolstoy,
Nikolenka karakterinde, belirli bir çevredeki ve belirli bir yaştaki çocuğun
tipik özelliklerini gösterirken aynı zamanda onu çevresindekilerden farklı
kılan ve ancak ona has olan kişilik özelliklerini de ortaya koyabilmiştir. Her
şeyden önce Nikolenka’nın kişiliği, çocukça davranışlarla kendisini gösterir.
Örnek olarak, eğitmenin sıkıcı öğütlerinden kurtulmak ve ders çalışmamak için
sabırsızlıkla yemek saatini beklemek, Katenka’yı etkilemek için ata binmek,
piknik sırasında açık havada bulunmaktan tat almak... Özgürlüğünü kısıtlamayan
her şeyden mutlu olmaktadır çocuk.
Çocuğun çocuksu ruhunun gerçek
bir şekilde anlatılması “Ayşe’nin Günleri”nde de sergilenmektedir. Ayşe’nin
küçük yaşına karşın yaşadığı sıkıntılar, zorluklar ve acı izlenimler onu
yetişkinlerin kimi zaman düşünmediği sorular üzerinde düşünmeye
sürüklemektedir. Fakat bu sorunlara çözüm arayan küçük Ayşe’nin dünyasında
kendi hayalleri ve kaygıları da vardır. Ayşe’nin kimi zaman deneyimsizliğini
gösteren kimi zaman da sorunları anlamadığını ortaya koyan davranışları tam
olarak onun yaşına bir göndermedir. Örnek vermek gerekirse; Ayşe annesine,
yazın anneannesinde ders çalışacağına söz vermesine karşın bütün tatilini
arkadaşlarıyla oynayarak geçirmiştir; evsiz kedi yavrusunu bulduğunda,
öleceğini düşünemeyerek, soğuk sonbahar gününde onu buz gibi suyla yıkamıştır.
Ayrıca okuldaki çocuk bayramına katılmayı çok isteyen Ayşe, ailesinin maddi
durumunun yetersiz olmasına karşın, şımarıkça kendisine giysi dikilmesini talep
etmiştir.
Dünyayı algılamalarında da
Nikolenka ile Ayşe arasında birçok ortaklık vardır. Her iki yazar çocukların iç
dünyasını tam olarak açıklamaya, karşılaştıkları türlü olaylara, insanlara
tepkilerini anlatmaya gayret gösterirler. Çocuğun dünyasını yansıtmak gibi bir
sanatsal görev hiç de kolay olmasa gerek.
Küçük ana kahramanların
düşünceleri ve değerlendirmeleri, onların saflığını ve temizliğini
sergilemektedir. Nikolenka’ya göre, babasının çalışma odasında hep en önemli
meseleler konuşulur, çünkü babasının “odasının kapısına herkes fısıldaşarak ve
ayaklarının ucuna basarak yaklaşır.” Öğretmeni olan Karl İvanıç’ın iyi bir
insan olması fikri de, öğretmeninin masasındaki her şeyin düzenli olarak
yerleştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Ayşe ise, derslere hazırlıksız gelen zengin
ailenin kızı Yeşim’e öğretmeninin iyi notlar vermesine ciddi bir şekilde
şaşırır. Yaşamının en zor günlerinde Ayşe ablasıyla birlikte masallar uydurarak
hayal dünyasına dalar.
Algılamalarının saflığına ve
naifliğine karşın hem Nikolenka hem de Ayşe düşünce, gözlem ve tahlil
becerileriyle okuru kendilerine çekmektedirler. Tolstoy’un üçlemesinde birçok
“iç konuşmayla” karşılaşmaktayız. Bu, iç konuşmalar ana kahraman Nikolenka’nın
düşüncelerini tekrar süzgeçten geçirdiğini göstermektedirler. Bu açıdan eserin
başlangıcı ilgi çekicidir. Sabahleyin, öğretmenin sinek öldürürken çıkardığı
sesle uykudan uyanan Nikolenka öğretmenine çok kızar. Bu kızgınlık içinde o,
öğretmeninin kendisine karşı adil olmadığını, ona acılar çektirdiğini düşünür
ve bu düşünceler onu çok üzer. Çok önemli olmayan bu olayın, Nikolenka
tarafından aşırı şekilde incelendiğini görürüz. Ayşe’nin yaşam tarzı ise, onun,
birçok çocuğun hiç farkında olmadığı ayrıntıları bile fark etmesini
sağlamaktadır. Bunları gören Ayşe insanlar arasındaki eşitsizliği sezmektedir.
Okuldaki bayram şenliğine katılan Ayşe, giysi almaya parası olmayan çocukların
(ablası dahil), şenliğe katılamadığını görür. Bu eşitsizliğe Ayşe içten içe
üzülür. O, zıtlık oluşturan ve üzerinde düşündüğü bu soruya bir türlü cevap bulamaz.
Eğer şenlik çocuklar için yapılıyorsa, neden çocuklar bu şenliğe
katılamıyorlar? Neden herkes davet edilmiyor? Bu düşünceler onun neşesini
kaçırır.
Küçük ana kahramanların
kişiliğini açıklamak için eserlerde birçok yan kahraman yer almaktadır. Ana
kahramanların kişiliklerinin özgünlüğü, bu yan kahramanlarla karşılaştırmada da
ortaya çıkar. Tolstoy’un üçlemesinde karakterleri iki gruba ayırabiliriz.
Bunlardan biri çocuk ve aile, öteki grup ise çocuk ve aile dışındaki kişiler.
Çocuğun dünya hakkındaki ilk bilgileri ailede aldığı bilinmektedir. Bu nedenle
anne, baba, erkek kardeş ve kız kardeş karakterleri ön planda bulunmaktadır.
“Çocukluğum” eserinde, Nikolenka’nın annesi Natalya Nikolayevna’nın rolü çok
önemlidir. Onun şahsında anne figürünün idealize edilmesi belirgin şekilde
görülmektedir. Onun ailesine bağlılığı ve çocuklarına duyduğu sevgi, çocuk için
en temiz, en iyi hatıralarla doludur. Nikolenka’ya göre annesinin bütün
yaşamının anlamı, ailesi uğruna kendini feda etmesidir. Hatta ölümünden önce bile
yakınlarını düşünmekten vazgeçmez. O, annesiz kalacak çocuklarını, kedere
bürünecek olan kocasını düşünmektedir. “Çocukluğum” eserinin son sahneleri
çocuğun hayatındaki en dramatik anlardır; annesinin öldüğü o anlar. Bu trajik
olay Nikolenka’nın yaşamında yeni bir sayfa açar; çocukluk dönemi biter ve o
yeni, zor bir döneme, ergenlik dönemine ayak basar.
Baba karakteri yazar tarafından
çok farklı şekilde çalışılmıştır. Onu tek yönlü değerlendirmek zordur. Eğer
Nikolenka’nın annesi onun kişiliğinin iyi taraflarının geliştirilmesini
sağladıysa, babanın Nikolenka’ya etkisi onun şöhret düşkünü olmasını, kendini
beğenmesini sağlamakla çoğunlukla olumsuzdur. İlk birkaç bölümde, biz babayı
çocuğun gözleriyle izlemekteyiz. Bu açıdan baba, her şeyin onun iradesine bağlı
olarak çözülebileceğine karar verilen büyük bir ailenin başı olarak
görülmektedir. Örneğin, av sahneleri, başka şehre taşınma, Karl İvanıç’ın işten
çıkarılması babanın kararlarıyla gerçekleşmektedir. Baba çok ciddidir ve onun
her sözüne kulak vermek gerekmektedir. Küçük oğlan babasına saygı ve hayranlık
duyar; onu taklit etmek, ona benzemek ister. Bu isteğin çocuk üzerindeki ilk
izlerini annenin cenaze merasiminde görürüz. Çok üzgün olan Nikolenka, kendi
derdine ağlamak yerine başka şeylerle ilgilenir.
Ağabeyi Volodya ile Nikolenka’yı
karşılaştırdığımızda ikisinin farkını ve bu farktan doğan Nikolenka’nın
özgünlüğünü görürüz. Volodya da Nikolenka için, babası gibi hayranlık
duyulacak, taklit edilecek bir kişidir. Volodya güçlü ve kararlıdır; fakat onun kendi dünyasını eleştirel açıdan
gözlemlemek gibi bir özelliği yoktur. Nikolenka ağabeyinden daha duygusaldır,
her şeye içlenir. Balo sırasında eldiveni olmayan Nikolenka çok heyecanlıdır,
çünkü kurallara göre dans ederken elinde eldiveninin olması gerekmektedir.
“Ayşe’nin Günleri” romanında da
küçük kızın ailesine geniş yer verilmiştir. Küçük kızın yaşamındaki en zor
dönem annesinin Almanya’ya para kazanmak için gittiği dönemdir. Ayşe bu
ayrılığa çok üzüldüğünden hastalanır. Annesinden mektup gelmeyişi kızın sürekli
düşündüğü, üzerinde durduğu konudur. Annesinin gideceğini anlamasına karşın,
ayrılığa katlanamaz, onu kabullenmek istemez. Fakat annesiz geçirdiği ayların
Ayşe için boş olmadığını görürüz. Ayşe büyür, daha düşünceli ve akıllı bir kız
olur. İzine geldiği zaman annesinde ortaya çıkan değişiklikler de bu yüzden
onun gözünden kaçmaz. Fakat iki çocukla yalnız başına kalan babası, onun
hayatını daha çok etkiler. İyi kalpli ve duyarlı olan babası gitgide asık
suratlı, sürekli kızgın, hiçbir şeyden memnun olmayan bir adama dönüşür. Küçük
Ayşe yaşına karşın babasının bu psikolojik durumunu anlamaktadır. Karısı için
duyduğu endişe, dedikodulardan kaynaklanan kıskançlık, hemen hemen yetim
sayılabilecek çocuklar için duyduğu kaygı onu bu duruma sokmuştur. Buna karşın,
ailede çıkan bu zorluklar Ayşe’nin yapısını değiştirip onu içine kapanık biri
yapmaz. O, her zaman iyimser ve yardım sever biri olarak kalır.
Ayşe, ablası Aynur’la çarpıcı bir
zıtlık oluşturmaktadır. Kızlar birbiriyle çok samimidirler, birbirlerine yardım
ederler, ama dünyaya bakış açıları oldukça farklıdır. Aynur sakin, içe dönük
bir çocuktur. O, kurallara uymaya ve her şeye katlanmaya alışıktır. Ayşe ise
dünyayı duygusal ve canlı bir biçimde algılar. Örneğin, Ayşe Çingene
çocuklarıyla arkadaşlık etmekten ve para kazanmak için onlarla atık toplamaktan
çekinmemiştir.
İkinci grup karakterler dediğimiz
kişiler; öğretmenlerden, komşulardan, yaşıtlardan ve birçok farklı insandan
oluşmaktadır. Bu makale çerçevesinde sadece yaşıtları ele almaktayız. Yaşıtların
incelenmesi ana kahramanlarımızın yeni özelliklerinin ortaya çıkmasını sağlar.
Arkadaşlık konusu, Tolstoy’un
üçlemesinde önemli bir yer tutmaktadır. Nikolenka, Moskova’da tanıştığı ve
çabuk anlaştığı Seryoja İvin’i en iyi arkadaşı olarak görür. Seryoja İvin’in
cesareti ve düşüncelerini açıkça ortaya koyması, Nikolenka’da hayranlık
uyandırır. Seryoja ile arkadaşlık ederken Nikolenka en iyi özelliklerini
sergilemektedir. Samimiyet, sadakat, karşılık beklemeden sevdiğin insana hizmet
etmek gibi özellikleri roman boyunca ilgiyle izleriz. Fakat bu arkadaşlığın
başka bir yönü daha vardır. Nikolenka, “çocuk” olarak görülmekten korkarak
bütün duygularını çevresindekilerden ve Seryoja’dan bile gizler. Seryoja gibi o
da hiçbir şeyi “umursamadan” yaşamaya özenir ve örnek aldığı Seryoja’yı taklit
eder. Tıpkı Seryoja gibi, yoksul aileden
olan İlenka Grapp’ı zor fiziksel eksersizler yapmaya zorlayarak acımasız
davranır.
Ayşe akranlarına karşı samimi ve
iyimserdir. Yeni okulunda sınıf arkadaşlarıyla sorunların çıkmasına karşın Ayşe
kendine arkadaş edinebilir. Onun iç dünyasının güzelliği en çok Yahudi olan
Lusi’ye davranışında ortaya çıkar. Sınıf arkadaşlarının Yahudiler hakkında
korkunç sözler söylemesine karşın o cesurca Lusi ile tanışır ve ona yardım
teklif eder.
Makalemizin sonunda sonuçlarımızı
ortaya koyalım: Her iki eserin merkezinde bir çocuk karakteri bulunmaktadır.
Bütün olaylar bu çocuğun etrafında kurulmaktadırlar. Nikolenka ve Ayşe farklı
zamanlarda, farklı kültürlerde ve farklı sosyal ortamlarda yaşamaktadırlar.
Ayşe’nin yaşamında birçok olay yer alır; o insanın yaşamda karşılaşabileceği en
zor olayları yaşar. Nikolenka’nın yaşamına dışarıdan bakıldığındaysa, her şeyin
çok daha rahat olduğunu düşünürüz. Bu anlattıklarımıza karşın, her iki
kahramanın arasında bir karşılaştırma yapılabilmesinin önemli bir nedeni
vardır. Bu neden, ayak bastıkları dünyanın her ikisi tarafından algılanma
biçimidir.
Çeviren: Makbule Muharremova-
Sabziyeva
RENKLERİNİ YİTİREN
ÇOCUKLAR
18 yaşına girmemiş yüz genç kız; üç ay hiç dışarı çıkmadan
düşlerini, isteklerini, güneşin parlak ışıklarını, doğadaki çiçeklerin
renklerini dokudular.
18.08.2013 05:00- (yazının yayın
tarihi)
RESİM: BETÜL GÖNÜLLÜ
Bu hafta Çikolata ile konuğumuz; Evrensel Çocuk Kitaplığı’nın
yayımladığı, Gülsüm Cengiz’in yazdığı, Betül Gönüllü’nün resimlediği, Dünyanın
En Güzel Giysisi isimli kitap.
Her istediği yapılan bir prenses düşünün. Her şeyi var. On
sekizinci yaş günü için nasıl bir hediye istediğini sorduğunda babası,
düşünüyor ister istemez. Bu düşünüş öyle bir yere varıyor ki... Önce zararsız
gelebilecek bir istek: “Dünyanın en güzel giysisini istiyorum. Daha önce
görülmemiş bir kumaştan dikilmiş, özel bir giysi istiyorum,” diyor. Bir prenses
aklına gelen her şeyi isteme hakkına sahip çünkü.
Kral’ın emriyle ülkenin dört bir yanına haber salınıyor. En
iyisi, en güzeli, en harikuladesi, hiç görülmemişi, hiç bulunmayanını
yapabilmek için kolları sıvıyor haberi duyanlar.
Üç büyük tüccar, üç ay sonra damlıyorlar saraya. Prensesin ilk
iki tüccarın getirdiklerine verdiği tepkileri gördüğümüz anda, Çikolata’nın
tüyleri diken diken olmaya başlıyor. İstedikleri yerine gelmediği için bizi
rahatsız edecek mimiklerine şahit oluyoruz. Üçüncü tüccarın getirdiği giysi
ise, Gülsüm Cengiz’in ustalık bayrağını en yüksek dağın tepesinden salladığı
yeri işaret ediyor. Siyah gözlüklü, gerçek adının kimse tarafından bilinmediği
tüccar, o güne kadar hiç görülmemiş bir kumaştan dikilen giysiyi getiriyor.
Giysinin kabarık eteğinde binlerce inci işlenmiş. Elbiseye değen ışıklar
kumaşını renkten renge sokuyor.
“On sekiz yaşına girmemiş yüz genç kız; üç ay hiç dışarı
çıkmadan düşlerini, isteklerini, güneşin parlak ışıklarını, doğadaki
çiçeklerin, ağaçların renklerini dokudular,” diyor tüccar. İncecik pelerinin ve
ayakkabının dantelinin de on yaşına girmemiş yüz çocuğun ördüğünü söylüyor.
Boğazımız düğümleniyor o anda. “Çünkü ancak çocuk parmakları bu kadar ince
dantel dokuyabilir,” diyor sonra. Çocuk ve genç işçilerin nasıl da bu korkunç
adam tarafından çalıştırıldığını düşünmeye başlıyoruz ve gözlerimizden
istemeden kayıverenlere engel olamıyoruz. Kimsenin adını bilmediği, “Yabancı”
ismini koydukları bu tüccar için ne düşüneceğimizi bilemiyoruz. Hele bir de
altınlarla ödüllendirildiği, prensesin de mutlulukla olan biteni izlediği sahne
var ki... Canımız sıkılıyor hayatın gerçekleriyle yüzleştiğimiz için. Şapka
çıkarıyoruz Gülsüm Cengiz’e bize masalların bu başka yüzünü, böylesine etkili
bir dille gösterdiği için. Betül Gönüllü’nün kareleri yer ediyor içimizde.
Boğazımıza takılıp kalandan sıyrılamıyoruz ne kadar söylensek de, düşünceden
düşünceye zıplayıp çözümler üretmeye çalıştığımızı bildiğimizden birazcık rahat
etmeye gayret göstersek de.
Bu hafta yüzleşme haftası. Kendimizle, isteklerimizle,
sevdiğimiz, sevmediklerimiz, kızıp da kızmamayı öğrenmek için çaba
gösterdiklerimizle. Çikolata ve benim isteğim: Dünyanın En Güzel Giysisini hiç
istememeniz, Cengiz ve Gönüllü’nün aynı isimli kitabını ise kaçırmamanız.
Renklerini yitirmiş çocukları ve gençleri gördüğünüzde, başka türlüsünün mümkün
olduğunu düşünemiyoruz.
DÜNYANIN EN GÜZEL GİYSİSİ
Gülsüm Cengiz
Resimleyen: Betül Gönüllü
Evrensel Basım Yayın
2013, 32 sayfa, 4 TL.