Süleyman Nazif

Devlet Adamı, Yazar, Şair

Doğum
29 Ocak, 1870
Ölüm
04 Ocak, 1927
Burç
Diğer İsimler
Mehmed Said Paşa’nın oğlu

Şair ve yazar, devlet adamı (D. 29 Ocak 1870, Diyarbakır - Ö. 4 Ocak 1927, İstanbul). Tarihçi, mutasarrıf ve divan tarzında şiirleri ve Mîzânü’l-Edeb adlı bir de retorik kitabı bulunan Mehmed Said Paşa’nın oğlu. Ailesiyle birlikte, dört yaşında iken Harput’a, iki yıl sonra Maraş’a gitti. Maraş’ta ilköğrenimine başladı. Bir yıl sonra Diyarbakır’a döndüler. Bir süre burada rüşdiyeye devam etti. Sonra Mardin’e taşındılar. Orada özel öğrenim görerek yetişti; Arapça, Farsça ve Fransızca öğrendi. Ayrıca edebiyat, sarf ve nahiv, tarih, mantık dersleri de aldı.

Evlerindeki ilmî ve edebî toplantılar, düzenli öğrenim görmeyen Süleyman Nazif’in yetişmesine olumlu bir etkide bulundu. Babasının ölümünden sonra Muş Reji Müdürlüğünde, Mardin’de ve Diyarbakır’da il meclisinde kâtip olarak çalıştı. Vilayet matbaası müdürlüğü ve vilayet gazetesi başyazarlığı görevlerinde bulundu.

Bu arada kısa süren bir evlilik yaptı. 1895’te Diyarbakır’da ortaya çıkan Ermeni meselesi üzerine oluşturulan bir heyete katıldı. Olayları incelemek için Diyarbakır’a gelen Abdullah Paşa, rapor hazırlarken Süleyman Nazif’in edebî kabiliyetini keşfetti ve onu beraberinde kâtip olarak Musul’a götürdü. Nazif, kısa bir süre sonra Diyarbakır’a döndü, buradaki vazifesinden istifa ederek 1896 tarihinde İstanbul’a geldi. 

 Döneminde yaşayan birçok aydın gibi Paris’e gitti (1897). Paris’te Ahmet Rıza’nın Meşveret gazetesinde yönetime karşı yazılar yazdı. Orada, Catulle Mendes ve Hanri Barbus’la tanıştı. Aynı yıl içinde İstanbul’a döndüğünde vilayet mektupçusu görevi verilerek Bursa’da zorunlu oturmaya tabi tutuldu (1897-08). Bu yıllarda Servet-i Fünûn dergisine dedesinin adı olan İbrahim Cehdî imzasıyla yazılar gönderdi. Meşrutiyet’in ilanı üzerine İstanbul’a gelerek Ebüzziya Tevfik ile Tasvir-i Efkâr gazetesini çıkardı (1908), gazetede hükümeti şiddetle eleştiren yazılarından dolayı İstanbul’dan uzaklaştırılmak amacıyla Basra (1909), Kastamonu (1910), Trabzon (1911), Musul (1913) ve Bağdat (1914) valiliklerine atandı. 1915 yılında devlet memurluğundan ayrılarak tüm zamanını yazarlığa ayırdı.

1912’de Trabzon valiliğinden azledildiği sırada İstanbul’da Hak gazetesinde yazıları yayımlandı. Mütareke döneminde İstanbul’da 1918’de Hâdisât gazetesini çıkarmaya başladı. Bu gazetenin ömrü de Nazif’in yazıları nedeniyle uzun sürmedi. İstanbul’un İtilaf devletlerince işgalinin (23 Kasım 1918) ertesi günü Hadisat gazetesinde yayımladığı Kara Bir Gün adlı yazısıyla işgali korkusuzca protesto eden ilk aydınımız oldu. Süleyman Nazif’in “Kara Bir Gün” yazısıyla gelişen olaylar ve dönemi atmosferi, 1987’de“Kara Bir Gün” adlı TV filmine konu olmuştur.

Sansür dairesindeki Yüzbaşı Aziz Hüdâî Bey tarafından sansürden kaçırılarak yayımlanan bu yazı çok ilgi gördü, iki saatte gazetenin tamamı satıldı. İki ay sonra (23 Ocak 1919) üniversite konferans salonunda düzenlenen Pierre Loti’yi anma toplantısında yaptığı konuşmada işgal kuvvetlerine karşı sert bir dil kullanmaktan çekinmedi. İşgal yıllarında Ermeni meselesiyle ilgili makaleler de yazdı. Bütün bu yazılarında işgal kuvvetlerine sert bir dille çattı, Avrupalıların Haçlı zihniyetinde olan tutumlarını eleştirdi. Bu yazıları ve konuşmayı hazmedemeyen İngiliz işgal kuvvetleri komutanlarınca Malta adasına sürülerek orada yirmi ay kaldı. Dönüşünde Peyâm-ı Sabah, Son Telgraf, Yeni Ses gazeteleri, Resimli Gazete, Yarın, Mahfil, Asri Türkiye, Servet-i Fünûn dergilerinde bir süre daha yazarlığını sürdürdü. Zatürreeden öldüğünde yeleğinin cebinde üç nikel kuruşu vardı, cenazesi Türk Tayyare Cemiyeti tarafından kaldırıldı. Edirnekapı Mezarlığına gömülüdür.

Servet-i Fünûn’da İbrahim Cehdi takma adı ile yayımladığı ilk şiirlerinde Namık Kemal’in etkisinde görülen Süleyman Nazif, yazılarında Arapça ve Farsça kelimelere biraz fazla yer vermiş olmasına rağmen döneminin birçok edebiyatçısı tarafından (Ahmed Haşim, Mehmet Akif vd.) nesirde büyük bir üslupçu kabul edildi, hatta düzyazıları şiirlerinden üstün tutuldu. Nazif, Ziya Gökâlp’in Türkçülük anlayışını eleştirdi. Uzun boylu, geniş omuzlu, esmer ve yağız çehreli, siyah sakallı, vakarlı ve heybetli bir insan olan Nazif vatanperver ve korkusuz bir şahsiyet idi. Halit Fahri Ozansoy, onun 1925’teki Şapka Kanunu’ndan sonra “yıldırımlı ve şimşekli fikirlerle dolu başının üstüne inadına dar gelen” siyah bir melon şapka oturttuğunu yazar.

Şiirleri üç dönemde incelenebilir: 1892-97 arası olan Servet-i Fünûn öncesi ilk döneminde Namık Kemal etkisinin yoğun hissedildiği vatan temasını işleyen hürriyetçi şiirler yazdı. Bunları Gizli Figanlar’da topladı. 1898-08 yılları arası, Servet-i Fünûn topluluğuna girdikten sonraki dönemde Servet-i Fünûn’un estetik ölçülerini benimsedi, konuları bireyselleşti. Fakat gene de Türk toplumunun aksayan taraflarına kayıtsız kalamadı. 1908’den sonraki döneminde, bireysel acıları işlemekle birlikte millî duyguya daha fazla yer verdi. Onun şiirlerinde vatan, her şeyden önce bir coğrafî değer taşıdı, vatan bir mekândır. Ondaki bu mekân duygusu, toprağı yakından tanımasından ileri gelir. Az da olsa tabiat ve aşk şiirleri de kaleme aldı. Şiirde aruz veznini kullandı. Hece vezniyle Cenk Türküsü adlı bir şiir yazdı.

Düzyazısında “hadîd ve şedîd bir mizaca sahip”tir. Hitabet, mektup, inceleme, konferans ve makale türü yazılarının konuları sanat ve edebiyatla; dil hakkında; Osmanlıcılık ve Türkçülükle ilgili olanlar ve Avrupa ile ilgili yazılar olmak üzere tasnif edilebilir. Üslûp sahibi olan Nazif, son devir Osmanlıcasının en mükemmel ve ahenkli örneklerini verdi. Dile hâkimdir. Cümleleri ve kompozisyonu sağlamdır. Heceyi beğenmedi ve sonuna kadar sadeleşme hareketine muhalif kaldı. Türkçülerle şiddetli polemiklere girdi.

 

Süleyman Nazif İçin Ne Dediler?

 

“Üslubunun tetkikinden anlıyoruz ki, Süleyman Nazif bir şarklı zihniyetiyle ‘belagat’ kaidelerine büyük bir iman ile inanan son büyük edibimizdir. Söz’ün kudretini, kelimelerin âhenginden, nidaların azametinden ve tezatların şimşeklerinden beklerdi. Fakat muhayyirul ukul bir hayat menbaı olan bu adam, ateşten parmaklariyle kelimelere dokununca onları garip bir seyyale ile canlandırmasını bilirdi. Cansız kamus onun elinde bir meşale gibi yanardı (...) Onu okuyan adam, bağıran bir adamı dinliyorum zannederdi ve önünde matbaa harfleriyle basılmış bir sayfanın bulunduğunu unuturdu. “ (Ahmet Haşim)

 

***

 

“Eğer Türk şair ve nâsirleri arasındaki ruhî karabete göre zürriyet grupları ayırmak caizse, rahmetli Süleyman Nazif’i, hayranı olduğu ve hakkında bir de monografi yazdığı Fuzulî’nin değil, Nef’î’nin manevî şeceresine kaydetmek doğru olur. “Batarya ile Ateş” muharriri, Fuzulî’nin aşkından ziyade Nef’î’nin kinine vâristir. Bu miras, onun çatılmış süngüleri andıran dik ve kalın kaşlarının altındaki tehlikeli bölgede nöbet bekleyen simsiyah gözlerinin yırtıcı bakışlarında, gülüşlerinin arkasına saklı öfkeyi, tabiatın diliyle ifşa eden sivri uzun dişlerinde, sözünün ve yazısının kezzap gibi keskin üslûbunda müşterek bir ifade haline gelmişti. Bu kaş, bu göz, bu diş, bu ses, bu söz ve bu yazı, uzviyetle ruh arasındaki farkları” unutturacak kadar birbirine karışır ve yakışırdı. (…)

“Süleyman Nazif’in istihzası, gülen bir öfkeydi. Onun iki dudağını açıp da üst ve alt dişlerini birbirine bastırarak içerlek ve ıslıklı bir gülüşü vardı ki, hicvinin hedefini ısırmaya hazırlandığı intibaını vermeye kâfiydi. Bunun için Türk nazmında Nef’î’den ve Türk |nesrinde Nazif’ten şiddetçe üstün bir heccava tesadüf edilemez.” (Peyami Safa)

 

***

 

“Süleyman Nazif’in gözlerimin önünde son kalan hayali, başındaki siyah bir melon şapka ile görünüşüdür. Toparlak siyah sakalı, hattâ ağzının ortasında öne doğru fırlıyarak sanki bir hücum işareti veren iki dişi bile bu portreyi sonradan tamamlar. Fakat birden gözlerini hatırlarım. Ateş gibi parlıyan bu gözler, Nazif konuşmağa başlayınca, artık bu heybetli ve biraz da dehşet verici çehreye keskin bir zekânın ışığını öylesine salar ki o andan sonra Nazif için çirkin adam diyemezsiniz. Bir misal de vereyim: Kadıköyü’nde, tanınmış bir felsefe profesöründen ayrılmış olan çok zarif ve çok güzel bir hanım, bir gün bana, Süleyman Nazif için: ‘Harikulâde çekici adam! Benimle evlenmek istese derhal evet derim’ demişti. Ben, sadece ‘Sizden çok yaşlı’ diyebildim ve hanım eli ile derhal itiraz işareti yaparak: ‘Fakat o gözlerdeki ateşli zekâ... Bunu ne ile değiştirebilirsiniz?’ diye ağzımı kapamıştı. Kadınları, Stendhal ve Paul Bourget gibi büyük kadın psikologları 300 sayfalık kitapları ile ne kadar anlatabildiler ki ben anlayıp da anlatabileyim? Bir labirentin içinde bocalamaktan hiç hoşlanmam. Hanım haksız da değildi. Süleyman Nazif bakışlarındaki kudret, zekâsının hiciv kıvılcımları ile birleşince söz silâhlarının en amansızı olurdu.” (Halit Fahri Ozansoy)

 

***

 

“Süleyman Nazif, çok zeki, sosyal, dışa dönük ve millî hisleri kuvvetli bir şahsiyettir. Servetifünûncularla ve Türkçülerle bağdaşamayan bağımsız bir karakteri vardır. O, bir gurup adamı, bir ekol adamı değildir. Kuvvetli şahsiyeti, enerjisi ve mizacındaki hırçınlık yüzünden bir yere bağlanamamıştır. Ondaki hürriyetçi tavır, bu kabına sığmaz mizacından kaynaklanmaktadır. Onun bağımsız karakteri Türkçülere de cephe almasına sebep olmuş, o hayatı boyunca tek başına kalmış, fikirlerini ve inançlarını tek başına savunmuştur. Bir bakıma onun kudreti ve tesiri de buradan gelir. Tek başına, gür sesiyle başta Avrupalı devletler olmak üzere herkese ve her şeye meydan okumuştur. Onun yalnızlığına da sebep olan bu bağımsızlığı, mizacından ve karakterinden olduğu kadar yetişme tarzından da gelmektedir. O, çocukluğunda birbirinden farklı ve payitahttan uzak şehirlerde yaşamış, bir aile içinde de olsa yabancı bir çevrede olmanın ruhuna verdiği yalnızlık ve yabancılık duygularını tatmıştır.

“Büyük bir derinlik taşımayan fikirleri, küçük ferdî duygulanmaları anlatan orta seviyede, fakat bazıları lirik şiirleri, çoğunlukla etrafındakileri kızdıran buluşları ve esprileri ile Süleyman Nazif, edebiyatımızın orijinal ve renkli şahsiyetlerinden biridir.” (Bilge Ercilasun)

 

***

 

“Memleket en korkunç, en felâketli zamanlarını yaşarken, hodbin ve lakayt şairlerimiz daldıkları gaflet uykusundan uyanmak istemediler ve vatanlarının matemine üç, dört damla gözyaşı dökmekten bile çekindiler. Kalemlerini şahsî hırslarına bir mecra şekline sokan bazı bedbahtlar da, yeryüzünde görülmemiş bir gaflet eseri olarak, yabancı dâvaların müdafaasına ve kendi milletleri aleyhinde vesikalar ibrazına çalıştılar. Her türlü pisliklerle dolu bu çirkin kara sahnede alnının akıyla yükselen, Türk’ün masum ve lekesiz simasını ilâhî bir ışıkla aydınlatarak cihana temiz ve nuranî gösteren pek mahdut adamlarımızdan biri de âteşin, samimî vatanperver Süleyman Nazif Beydir. İleride bu kara-günlerin meş’um hatırası tarihe karıştığı zaman, memleket, elbet bu mukaddes hizmeti unutamayacak!” (Prof. Mehmet Fuat Köprülü)

 

ESERLERİ:

 

Şiir: Gizli Figanlar (1906), Firak-ı Irak (Irak’tan ayrılış, şiir ve düzyazı, 1918), Malta Geceleri (şiir-nesir, 1924).

Deneme-Makale: Bahriyelilere Mektup (1897), Namık Kemal (1897), El-Cezire Mektupları (beş mektup, 1897), Mâlumu İlâm (1897; 2. bas. Abdulahrar Tahir adıyla 1908), Boş Herif (Şerif Paşa hakkında, imzasız 1910), Süleyman Paşa (1910), İki İttifakın Tarihçesi (1912), Batarya ile Ateş (makale-mektup, 1916), Âsitân-ı Tarihte (1919), Hitabe (Pierre Loti’yi anma günündeki konuşması, 1920), Namık Kemal (konferansı metni, 1922), Tarihin Yılan Hikâyesi (makaleleri, Padişah Vahdettin hakkında, 1922), Lütfü Fikri Bey’e Cevap (1922), Çal Çoban Çal (makaleler, 1923), Hazreti İsa’ya Açık Mektup (1924), Çalınmış Ülke (padişahlar hakkında, 1924), Âbide-i Şühedâ (1925), İmana Tasallut - Şapka Meselesi (İskilipli Atıf Efendiye cevap, 1925), Kâfir Hakikat (Rif mücahidi Abdülkerim hakkında, 1926), Yıkılan Müessese (Osmanlının son dönemi hakkında, 1927).

Biyografi-İnceleme: Mehmet Akif (1919), Nasırüddin Şah ve Babiler (1923), Külliyat-ı Ziya Paşa (1925), İki Dost (Ziya Paşa ve Namık Kemal, 1925), Fuzuli (Abdulhak Hamid’in önsözü ile, 1926).

Çeviri: Viktor Hugo’nun Bir Mektubu (1908), Lübnan Kasrının Sahibesi (Pierre Benoşt’den, 1926).

 

SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA: Kemal Reşid / Abdülhak Hamid - Süleyman Nazif (1917), Ruşen Eşref Ünaydın / Diyorlar ki (1918), Köprülüzade Mehmet Fuad / Firak-ı Irak (Bugünkü Edebiyat, 1924), Süleyman Nazif’in Ufulü (Servet-i Fünûn, c. 61, sayı: 1587, 1927), Cenab Şahabeddin / Nazif’in Aheng-i Nesri (Güneş, sayı: 3, 1927), İbrahim Alaeddin / Süleyman Nazif (1933), Şükrü Kurgan / Süleyman Nazif (1955), Hilmi Yücebaş / Süleyman Nazif’ten Hatıralar (1957), Halit Fahri Ozansoy / Edebiyatçılar Geçiyor (1967), Şevket Beysanoğlu / Doğumunun 100. Yılında Süleyman Nazif (1970), Hisar (sayı: 80, Ağustos 1970), Şevket Beysanoğlu / Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları (c. 2, s. 189-227), Yurt Ansiklopedisi (c. 4, Anadolu Yayıncılık,1982), İbnülemin Mahmud Kemal İnal / Son Asır Türk Şairleri (c. III, 2000), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Fomous People (2013) - Diyarbakır Ansiklopedisi (2013) – Geçmişten Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014).

 

 

ÇAL ÇOBAN ÇAL!

Mütarekeyi takip eden karagünleri hemen herkes tarihimizin en muzlim safhası zannetti. Fakat ben öyle bir devr-i siyah bilirim ki mütarekeyi takip eden karagünlerden daha karanlık bir çehre arzeder. Bu devir, Beyazıd’ın bilhassa, son senesidir. Felâketler teaküp etmeğe başlamış. Şehzade Ertuğrul Sivas şehrinde ölmüş, Sivas şehri Timurlenk ordusunun ayakları altında harab ü yebab olmuştu. iki kere dağıdar olan bu Padişah Kosova Meydan gazasında birader-i bigünahı Yakup Çelebi’nin naaşı namuradına basarak, culûs ettiği taht-ı saltanattan Timurlenk’in mahbes-i esaretine inmeğe hazırlanıyordu. O devri ne vakit düşünsem, hatırıma en evvel, Yıldırım’ın matem-i muzaafını Bursa civarında malûl-ve mahzun dolaştırırken, tesadüf ettiği kaval çalan çobana olan şu sözü gelir:

— Çal çoban, çal!... Ne Ertuğrul gibi oğlun öldü, ne Sivas gibi şehrin yıkıldı!...

Bir insan sürüsünün talihsiz çobanından bir koyun sürüsünün gamsız çobanına tevcih edilmiş olan bu hitabı tahassür kadar hiçbir mersiye, hiçbir nevha, oğlu ölmüş bir baba ile memleketi yıkılmış bir Hükümdarın gönlündeki evca ve âlâma tercüman olamaz,

Meskad-ı re’sim de dahil olduğu halde hiçbir yerde Bursa’dan ziyade kalmadım. Ömrümün tam oniki senesi bu güzel şehirde fasılasız ve arızasız geçti. O yeşil diyar, benim sakin ve hayatnüvaz bir penah-ı huzurum idi. Kıymetli dostlarımdan birkaçını Bursa’da tanıdım. O mahmur belde benim ufk-u tahattürümde mevtin zulmeti bu ufku sed ve setredinciye kadar-şad ve şaik bir levha-i saadet kalacaktır.

Hakikatte bir Derviş dağı olan (Keşiş Dağı) vadilerini ben daima, daima, daima şükran ve tahassürle yadettim. Ve edeceğim. Bu böyle!.. Fakat ben orada mest-i huzur iken ve oradan çıktıktan sonra da guş-i tahattürüme,

— Çal çoban, çal!.. Ne Ertuğrul gibi oğlun öldü, ne Sivas gibi şehrin yıkıldı!...

Nevhası sık sık gelirdi.

 

* * *

Yunanın ayağı Bursa’yı çiğnediği gün ben uzak ve siyah bir gurbette idim. Akdeniz’in şimal-i şarkından mıntaka-i cenubuna kadar olan mesafeyi bir anda kat’eden her haber, bir yıldırım gibi, beynimi bir kere daha sersemletirdi. Ben orada son bir tesliyetten de mahrum idim; çünki Bursa’yı ciğniyen ayak Sivas’ı tahrip eden bir ayak gibi dindaş ve mert bir düşmanın değildi. Hele Venizelos’un oğlunu Orhan’ın mezarı önünde arsızca durmuş gösteren fotoğrafının İstanbul gazetelerinden birinde gördüğüm nüshası gözlerimden yaş getirmişti. Yıldırım’ın kaval çalan çobanına hafızam her rastgeldikçe,

— Sus çoban, sus!.. Evin, barkın, yerin, yurdun yıkıldı!.. Diyorum.

 

* * *

Yeşil Bursam, dağları, dereleri, ovaları, camileri, cefakeş yurtlariyle yine bana geldi. Oranın iki sene hüzün ve tahassürle ağlamış olan gözleri, şimdi, hilâlin tekrar tuluu karşısında uzun gecenin ıstırabını tenvim ediyor. Bursa vatandaşlarım, hilâle bir kere daha kavuştukları günün hatırasını her sene bir iyd-i millî şeklinde tebcil etsin. Ben de Allah ile ahdettim: O günlerin birinde Bursa’ya gidecek, Yıldırım Beyazıt’a kaval çalmış çobanın ahfat ve ahlâfından birini oranın dağlarında, kırlarında arayacağım.

Ve diyeceğim ki:

— Çal çoban, çal!... Bu yüksek dağlar, bu geniş ovalar, bu şarkılar söyleyen dereler, bu öten ormanlar, bu yer, bu gök senin, hep senin, müebbeden senindir.

(Çal Çoban Çal, 1923; Hisar, Ağustos 1970)

DÂÜSSILA

Bu şeb de cûşiş-i yâdınla ağladım durdum...

Gel ey kerime-i tarih olan güzel yurdum.

 

Ufukların nazarımdan nihan olup gideli,

Bu hâkdân-ı fenânın karardı her şekli.

 

Gözümde kalmadı yer, gök; batar, çıkar, giderim...

— Zemine münkesirim, asmana muğberim. —

 

Gelir bu cevv-i kebûdun serârinde güler,

Çocukluğumdaki rüyaya benziyen gözler.

 

Zavâhirin beni ta’sib eden güzelliğine

Taaccüb etme, melâlim durursa bigâne;

 

Dumanlı dağların, ağlar gözümde tüttükçe,

Olur mehasin-i gurbet de başka işkence.

 

Bizim diyar-ı tahassürden etmemiş mi güzer?..

Aceb neden yine lâkayd eser nesim-i seher?..

 

Verirdi belki teselli bu ömr-i me’yusa,

Çiçeklerinden uçan ıtra âşna olsa.

 

Demek bu mahbes-i âmâl içinde ben ebedî

Yabancıyım... Bana her şey yabancıdır şimdi!

 

Ne rüzgârında şemîm-i cibalimizdir esen,

Ne dalgalarda haber var bizim sevahilden.

 

Garibiyim bu yerin, şevki yok, harareti yok;

Doğan, batan güneşin günlerimle nisbeti yok.

 

Olunca yâdıma hasret fi ken feza-yı vatan,

Sema-yı şarkı sual eylerim bulutlardan.

 

(Süleyman Nazif, bu şiiri, Mütareke yıllarında

Malta’da sürgünde iken yazmıştır. 1920).

KARA BİR GÜN

Fransız generalinin dün şehrimize vürudu münasebetiyle bir kısım vatandaşlarımız tarafından icra olunan nümayiş, Türk'ün ve İslam'ın kalbinde ve tarihinde müebbeden kanayacak bir ceriha açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüzün ve idbârımız şevk ve ikbale münkalib olsa yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzün ve teessürü evlad ve ahfâdımıza nesilden nesile ağlayacak bir miras terk edeceğiz.

Almanya orduları 1871 senesinde Paris'e dahil olarak, -Büyük Napolyon'un neşide-i mütehaccire-i muzafferiyâtı olan- tâk-ı zafer altından geçerlerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Ve bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz ye’s ve azabı duymamıştı. Çünkü (Fransız) nâmını taşıyan her ferd, çünkü yalnız Hristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezayirli Müslümanlar, o matem-i milli karşısında aynı telehhüf ve hicab ile ağlamış ve kızarmışlardı.

Biz ise mevcudiyet-i milliyye ve lisâniyelerini bizim âlîcenabımıza medyûn olan bir kısım halkın hay-huy şemâtetiyle bu mâtem-i muazzezimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. (Buna müstehak değildik) diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felakete düçâr olmazdık.. Her milletin sahâif-i hayatında birçok ikbal ve idbâr sahîfeleri vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva'yı (Şarlken)'in mahbesinden kurtarmış ve koca Viyana şehrini kerrât ile sarmış bir ümmetin defter-i mukadderâtında böyle bir satr-ı elîm de mestûr imiş. Her hal muhavveldir. Araplar’ın güzel bir sözü var:

"İsbir, feinne’d-dehre lâyesbır" (Sen sabret, çünkü zaman sabretmez) derler.

ERZURUM'UN İŞGALİ ÜZERİNE

ERZURUM'UN İŞGALİ ÜZERİNE

 

Süleyman NAZİF

 

Bir tezelzüldü, sanki bir mahşer

Sordum eflâke haif ü mağmûm

-Erzurum'un sukutudur, dediler.

Ebediyyette bî-huzûr oldum.

Bir depremdi, sanki mahşer günüydü

Feleklere sordum gamla ve usulca

“Erzurum düştü” dediler

Sonsuz bir huzursuzluğa büründüm

O avân-ı gumûm ve hayrette

Seni andım, düşündüm, ağlayarak.

Ben ölürken bu gamla nâlende,

Titriyordu sesimde kalb-i Irak

O kederli an ve hayrette

Erzurum’u andım düşündüm,ağlayarak

Ben bu gamla inleyip ölürken

Titriyordu sesimde Irak’ın kalbi

Kahraman Erzurum'un evladı

Canlı bir kal'asıydı İslâm'ın;

Kalacaktır müebbeden yâdı

Safha-ı hatırında eyyâmın.

Kahraman Erzurum'un evladı

İslâm'ın Canlı bir kalesiydi;

Kalacaktır sonsuza kadar onun adı,

Safha-ı hatırında eyyâmın.

Kadın erkek, çoluk, çocuk ne kadar

Hak yolunda şehidi var burada:

Bir muazzam hazîredir dağlar,

Kaldı bir ordu her harâp ovada.

Kadın erkek, çoluk, çocuk ne kadar

Hak yolunda şehidi var burada:

Bir muazzam mezarlıktır dağlar,

Kaldı bir ordu her harâp ovada.

AAAH! KEŞKE KARISINA DA EL SÜRMESEYDİ

Bir toplantıda ENVER PAŞA’nın babası Ahmet Paşa’dan övgülerle bahsedilir; içki kumar bilmez, harama, namahrem kadına el sürmezdi..” denilir.

Denilir denilmesine de, orada bulunan Merhum Süleyman Nazif, bu övgüye ilginç bir cevap verir: “Ahhhh !," der. " Keşke KARISINA DA el sürmeseydi de, Şu ENVER’i başımıza bela etmeseydi.”

DİLİ DE KALEMİ GİBİ KESKİN YAZAR

SÜLEYMAN NAZİF

DİLİ DE KALEMİ GİBİ KESKİN YAZAR

 

Halit Fahri OZANSOY

 

Süleyman Nazif “Dinim kinimdir” derken, şahsına yapılacak bir hücuma karşı değil, inançlarına aykırı düşen hareketlere karşı o kin silâhını kılıfından çıkarırdı. Bu bakımdan, hiçbir zaman yapmacıklı değildi. Hele millî duygularına dokunulursa ateş kesilirdi. Öyle sanırım ki, Servet-i Fünunda, Abdullah Cevdet’in Shakespeare tercümelerini yermesinin başlıca sebeplerinden biri de, onun, Mütarekede İngiliz mandasına taraftarlığına kızması idi. Bu hırsla, “İçtihat” dergisi sahibi Dr. Abdullah Cevdet’in Balkan Savaşı sonunda aylık “Şehbal” dergisinde çıkan bir şiirindeki “Öksüz” kelimesinin bir tertip hatası ile “Öküz” diye çıkmasını bile keskin hicvine bir vasıta kılmıştı. (Vatanın öksüzüyüm) mısraının (......öküzüyüm) diye çıkmasını ele alarak onu kendi sözü ile yaralamak istemişti. Ne kadar zaman sonra!...

Ya vatan aşkı ile medenî cesareti?... Bu, hayran kalınacak cesaretle ölüme karşı koyan Süleyman Nazif, meş’um Mütarekenin 28 Kasım 1918’inde “Hadisat” gazetesinin ilk sayfasına etrafı simsiyah bir çerçeve içinde (Kara Bir Gün) yazısını koyarken, son İstanbul hükümetinin alçakça tazim ve tebcilleri ile karşılanan ve donanmasının toplarını tehditle şehre çeviren Fransız askerî kuvvetlerine millî heyecanının yıldırım akisli sesini duyurmuştu. Bu, Türk ruhunun arslanca bir şahlanışı idi. Fransız generali, ilk anda, Nazif’in kurşuna dizilmesini emretmişti, fakat nasıl olmuşsa sonradan bu emri geri almıştı.

Süleyman Nazif bu! Yine de yılmadı. 23 Ocak 1920 de Darülfünun konferans salonunda Pierre Loti için yapılan ihtifalde işgâl kuvvetlerine karşı en ağır suçlamalar yaptı ve bu defa muhakkak bir idamdan İngilizlerin Malta’ya sürdüğü mebuslarla bir kısım yazarların arasına katılmakla kurtuldu. İşte Süleyman Nazif’in "Dinim kinimdir"i bu idi.

Bunun dışında (Firak-ı Irak) şairinin bir de “Nefret” kelimesi ile belirtilebilecek başka türlü bir isyanı da vardı. Bu, biraz da, alerjik bir isyandı. Asılları Arapça ve Farsça olup halk diline düşen kelimelerin yanlış telâffuzuna bir türlü tahammül edemezdi, bir; şiirde aruz veznine sıkı sıkıya bağlı idi, heceden hoşlanmazdı, iki.

Konuştuğu kimse kim olursa olsun “Galat-i Sahih” de olarak bir kelime söyledi mi, derhal, bir parmağını uzatıp nazik bir sesle doğrusunu söyler, arkasından (Evet efendim, buyurun, devam edin) derdi. Zavallı şair Tahsin Nahid’in birkaç defa bu ihtarla ürperip fena halde terlediği söylenirdi. Zaten hangimiz Nazif’le konuşurken “Sürç-i lisan”dan ürkmezdik? (…)

                                                                        (Edebiyatçılar Geçiyor, 1967)

Yazar: HALİT FAHRİ OZANSOY

NİÇİN SÜLEYMAN NAZİF?

NİÇİN SÜLEYMAN NAZİF?

 

Mehmet ÇINARLI

 

Vatan ve millet sevgisi, sanat kabiliyeti, kahramanlık ve insanlık duygusu mertlik ve dürüstlük. Kaç sanatçıda bunların hepsi bir araya gelebilmiştir?

Çok defa, içimiz sızlayarak, düşünürüz: İyi bir sanatçı, ah keşke vatansız olmasaydı! Büyük bir kabiliyet, ah keşke yalancı, dolandırıcı, çıkarcı olmasaydı!

Yahut da mazeret ararız: Millet, memleket aleyhine çalışmış da olsa, bir Türk sanatçısıdır. Eserlerini Türkçe yazmıştır.

Yine de bizim sayılır, büsbütün red ve inkâr edemeyiz. Şu, şu, şu kötü hareketleri yapmışa ama, sanatçı ruhu herkesinki gibi kalıba girmez, hoş görmek gerekir. Hoş göre göre öyle bir hale gelmişiz ki halkın büyük çoğunluğunun gözünde sanatçı, derbeder, dengesiz, güvenilmez ve inanılmaz bir kimse olmuş.

Doğumunun yüzüncü yıldönümünde Süleyman Nazif’i saygı ve hayranlıkla hatırlayışımız, O’nun sanatçılıkla, vatanseverliği, kahramanlığı, mertlik ve dürüstlüğü şahsında en iyi şekilde birleştirebilmiş, eşine az rastlanır büyük bir insan olmasındandır.

En yetkili kalemler, O’nun nesirde ulaştığı erişilmez başarıyı; duygularını, düşüncelerini, insanın kalbinde ve kafasında silinmek izler bırakacak bir keskinlik ve sağlamlıkla ifade etmekte gösterdiği üstün kudreti övmekte birleşiyorlar.

Bu kudret ve başarının sebebini, O’nun doğuştan sahip olduğu kabiliyetin, edinmek fırsatını bulduğu köklü edebiyat kültürünün, yanında, dile ve sanata verdiği büyük önemde aramalıyız.

Paris’te bulunduğu sırada “Nazif, dünyada senden alçak adam yoktur” diye bir tezkere yazıp kendisine hakaret ettikten sonra, Nazif’in düelloya daveti üzerine korkuya kapılıp af dileyen bir vatandaşımıza verdiği cevap çok ilgi çekicidir: “Hakkımdaki” tecavüzünü affettim. Fakat bana yazdığın mektupta “dünya” kelimesini vavla yazmak suretiyle imlâya tecavüzünü imkânı yok affedemem”. Bunu rastgele söylenmiş bir söz, basit bir şaka olarak kabul edemeyiz.

O’nun dile ve imlâya yapılan tecavüzü, kendi şahsına yapılan tecavüzden çok daha büyük bir üzüntü ve öfkeyle karşıladığını, bugün hikâyelerini zevkle okuyup dinlediğimiz, birçok davranışları açıkça göstermektedir.

Dil ve sanat konularında gösterdiği ince dikkat ve titizlikle, bir sanatçı olarak saygımıza hak kazanan Süleyman Nazif, vatan ve millet aleyhine girişilen her harekete - o hareket kimden, gelirse gelsin - büyük bir imanla karşı koyarak, medenî cesaretin ve kahramanlığın da en güzel örneklerini vermiştir.

Fransa’ya ve Fransızlara karşı büyük bir sevgi beslediği halde, Mütareke’den sonra bir Fransız generalinin işgal kuvvetleriyle birlikte İstanbul’a girip, beyaz bir at üzerinde Beyoğlu sokaklarında dolaşması ve bir kısım Rum ve Ermeni’nin onu “Yaşasın Fransa” diye alkışlaması üzerine, tepeden tırnağa kin ve nefret kesilip, üzüntü ve öfkesini “Kara Bir Gün” başlıklı makalesinde dile getirmesi, kahramanca davranışlarının canlı örneklerinden biridir.

Süleyman Nazif’in boynunu düşman kılıcının önüne uzatması demek olan “Kara Bir Gün” makalesinin yazılışı, yayınlanışı, bu yayımlanıştan sonra geçen olaylar, hiç bir Türk vatanseverinin gözleri yaşarmadan okuyamayacağı bir destan örneğidir.

Bu destanda, makaleyi - kendisini ölüme götüreceğini bile bile - kaleme alan ve kaçmayı, hatta özür dilemeyi reddederek, işgal ordusu kumandanına karşı görüşlerini sonuna kadar savunmakta ısrar eden Süleyman Nazif’in yanında, o makaleyi yabancı sansürden kaçırarak yayınlanmasına imkân veren, Yüzbaşı Aziz Hüdayi Beyle, makalenin yazarını Fransızlara teslim etmeyi reddeden polis müdürü Mehmet Ali Bey de, canlarını tehlikeye atarak, şerefle yer alırlar.

Süleyman Nazif’in o sırada polis müdürüne söylediği şu söz, bugün içinde yaşadığımız ortamda ne kadar hayret vericidir: “Türk polisine kendimi aratmak suretiyle zahmet vermemek için bizzat teslim olmağa geldim, ister düşman kuvvetlerine teslim ediniz, ister devlet hapishanesine gönderiniz,”

Yazımın başlığında “Niçin Süleyman Nazif?” diye sormuştum. Memleketi kara günlerden ancak Süleyman Nazif gibi yazarlarla onların eserlerinden güç ve iman kazanmış Aziz Hüdayi Bey gibi askerler, Mehmet Ali Bey gibi polisler koruyup kurtarabilir de onun için.

                                                                            (Hisar, Ağustos 1970)

Yazar: MEHMET ÇINARLI

İSTANBUL’UN İŞGALİNE KARŞI ÇIKAN TEK GAZETECİ DİYARBAKIRLI NAZİF’Tİ

İSTANBUL’UN İŞGALİNE KARŞI ÇIKAN TEK GAZETECİ

DİYARBAKIRLI NAZİF’Tİ  

 

Mehmet MERCAN 

 

8 Şubat 1919 günü İstanbul işgal edildiğinde, Fransız komutan General Franchet  D’Espere, Fatih’in İstanbul’a girişine özenerek beyaz bir at üstünde mağrur bir biçimde kente girerken işbirlikçiler ve azınlıklar O’nu çılgınca alkışlamıştı.

 O gün, İstanbul’un ünlü yazarlarının çoğu köşesine sinmiş, ya da kenti terk etmişken bir tek Diyarbakırlı Gazeteci Süleyman Nazif ertesi gün gazetesinde “KARA BİR GÜN” makalesiyle Fransız generalin bu kibirli davranışına karşı çıktı

Diyarbakır basınının önemli isimlerinden biridir Süleyman Nazif.

Üstat, aynı zamanda korkusuz gazeteciliğin sembolüdür de.

1869’da Diyarbekir’de doğan Süleyman Nazif, hem idarecilik, hem de gazetecilik yıllarında tüm yaşamı haksızlıklarla mücadele içinde geçmiş, hürriyet aşığı bilgili, dürüst, paraya pula önem vermeyen, gözü pek ve gönlü tok bir insandı,

Çocukluk ve gençliğinde ailesinden ayni zamanda tarihçi olan Babası Sait Paşa ile o dönemin yetkin hocalarından iyi bir eğitim gören Süleyman Nazif, babası Said Paşa’nın ölümünden sonra Vali Sırrı Paşa’nın desteğiyle Meclis-i Vilayet ikinci katipliği ve Matbaa Müdürlüğü’ne atandı. Aynı zamanda Diyarbekir Gazetesi’nin başyazarlığını da üstlenen Nazif’in ilk yazı hayatı böylece 1893 yılında ve 24 yaşında başlamış oldu.

Çocukluğundan beri Namık Kemal ve Ziya Paşa hayranı olan Süleyman Nazif, ülkeyi çöküntüye götüren Abdülhamit istibdadına karşı hürriyet ve meşrutiyet mücadelelerini destekliyordu. Bu fikirlerin etkisiyle, o da Avrupa’ya giden diğer heyecanlı gençler gibi Fransa’ya gitti. Paris’te kaldığı 8 ay boyunca Ahmet Rıza Bey’in Meşveret Gazetesi’nde  istibdat aleyhine ateşli yazılar yazdı. Avrupa’dan döndükten sonra Ebuzziya Tevfik Bey’le birlikte Tasvir-i Efkar gazetesini çıkarmaya başladılar.

İstanbul’un işgali günlerinde birçok kalemin sustuğu, ünlü yazarların hemen tümünün İstanbul’u terk ettiği, halkın korku içinde sindiği günlerde Hadisat Gazetesi’nde korkusuzca yazılar yazan Süleyman Nazif’in gösterdiği cesareti hiçbir gazeteci hiçbir dönemde gösterememiştir.

8 Şubat 1919 günü İstanbul’a işgalci Fransız birliklerinin başında Rumların ve Ermenilerin tahrikine kapılarak, Fatih’in İstanbul’a girişine misilleme edasıyla beyaz bir at üstünde ve mağrur bir şekilde giren Fransız Komutanı General Franchet D’Espere’ye karşı yazdığı ünlü “Kara Bir Gün” başlıklı makale üstadın korkusuz kişiliğinin de bir yansımasıdır.

Bu makalesinde Nazif, Fransız komutanı yerden yere çalıyor, bu davranışı ile atalarını utandırdığını yazıyordu. Makaleyi okuduktan sonra adeta kuduran Fransız komutan bu yazarın derhal yakalanarak “İcabına bakılması” emrini verir.

Bu emir de tıpkı “Kara Bir Gün” makalesi gibi İstanbul’da bomba gibi patlar. zaptiyeler, Rum ajanlar Nazif’in peşine düşerler. Herkes O’nun ne yapacağını merak etmektedir. Yakın çevresi İstanbul’u terk etmesini, Anadolu’ya kaçmasını isterken Nazif büyük bir cesaretle bu önerileri şiddetle red eder.

“Hayır kaçmayacağım. Saklanmak korkaklığını da göstermeyeceğim, Çünkü ben vatanıma karşı vazifemi yaptım. Sonuna kadar devam edeceğim.” der.

 Bunları yakınlarına söyleyen Nazif, bir dostunun ısrarı ve aldığı randevu üzerine vakur bir eda ile Fransız karargâhına gider ve hakkında “ölüm” emri veren Fransız generalin karşısına geçer. Ödün vermeden Generale şöyle der;

"Sayın general, insanların hürriyetine saygı göstermeyi kendine şiar edinmiş bir milletin, Fransa’nın bir generali olarak İstanbul’a böyle girmeyecektiniz. Sizi Beyoğlu sokaklarında gezdiren beyaz at Fransa’ya karşı muhabbetle dolu kalplerimizde unutulmaz yaralar açmıştır... Ben bu yazımdan dolayı sizden af dilemiyorum. Çünkü vatanıma karşı olan vazifemi yaptım. Fakat siz, bir Fransız generali sıfatı ile vazifenizi yapmadınız. Fransa’nın ve tarihin sizi af etmesini diliyorum...”

Bu cesaretle yoğrulmuş sözler Fransız generalini etkiler ve Nazif’e serbest olduğunu söyler. Ne var ki Nazif buna rağmen Malta’ya sürgün edilir.

Çok sade, ama onurlu bir yaşamı vardı Süleyman Nazif’in. 

KAYNAK: Mehmet Mercan / Anadolu’da Gazetecilik ve Diyarbakır Basını (1998).

Yazar: MEHMET MERCAN

SÜLEYMAN NAZİF'İN NÜKTECİLİĞİ ve FIKRALARI

SÜLEYMAN NAZİF'İN NÜKTECİLİĞİ ve FIKRALARI


İhsan IŞIK

Süleyman Nazif adı geçince ilk akla gelen nüktelerden birkaçı şöyledir:

Şairimiz Bağdat Valisi iken Ordu kumandanlığından şöyle bir telgraf gelir:

“Yüz bin okka şekerle on bin okka çayın 24 saat zarfında orduya sevki”

Nazif’in verdiği cevap şudur:

“Çin İmparatoruna çekilmesi icap ederken sehven Vilâyete çekilen telgrafınız okundu. Memurin-i mülkiyenin mesuliyeti ruz-u mahşer’e kalmıştır.”

 

***

 

Arapça bilgisi yetersiz olduğu halde Kur’an’ı tercüme etmeye heveslenen, hattâ yaptığı işi çok önemli göstermek için, bazı yerlerini de “özetlediğini” vurgulayan birisi, Süleyman Nazif’e:

 “Bu tercümeyi bitirmeden ölürüm diye çok korkuyorum” deyince, Nazif de artık onun hak ettiği cevabı esirgememiş:

 “Ben ise, Allah göstermesin, ölmez de tercümeyi bitirirsiniz diye korkuyorum.”

 

***

 

Süleyman Nazif, kalem kavgasına giriştiği Abdullah Cevdet’i hırpalamak için her vesileden faydalanırdı. Bir gün ona:

 “Din iyi midir, fena mıdır” diye sormuşlar.

 “Valla, demiş, bu herkese göre değişir ama, şayet fena olsaydı Abdullah Cevdet dinsiz olmazdı!”

 

***

 

Süleyman Nazif devrin Hariciye Nazırı şişman Halil beyi sevmez, soranlara fikrini şöyle özetlerdi:

“Halil bey, yüz elli okka gelen bir sıfırdan ibarettir.”

 

***

 

Süleyman Nazif'in zekâsını, hazırcevaplığını, dünya görüşünü yansıtan pek çok fıkra vardır. Kimileri günümüzde de anlatılmaktadır:

Süleyman Nazif, Birinci Dünya Savaşı yıllarında bir ara geçim sıkıntısıyla kömür alışverişine başlar. Tanıdıklarından biri bunu duyunca yanına gider:

"Sen yıllarca valilik etmiş, yüksek devlet memurluklarında bulunmuş, üstelik memleketin ünlü yazarlarından birisin. Böyle küçük işlerle uğraşmak sana yakışır mı?" der.

Nazif, dostunun sorusunu şöyle yanıtlar:

"Dostum, bu savaştan hiçbirimizin yüz akıyla çıkabileceğimizi ummuyorum; hiç olmazsa benimki kömür karası olsun!.,

 

KAYNAKÇA: Yurt Ansiklopedisi (c. 4, Anadolu Yayıncılık,1982), İhsan Işık / Diyarbakır Ansiklopedisi (2013).

 

 

Yazar: İhsan IŞIK

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör