Tasavvufçu,
sahaf, yazar (D. 1926, Karagümrük / İstanbul – Ö. 13 Şubat 1985, İstanbul). Babası
II. Abdülhamd’in huzur hocalarından Mehmed Efendi olup aslen Konyalıdır.
Amcaları yüksek rütbeli subaylar idi. Annesi tarafından dedesi Seyyid Hüseyin
Efendi, Halvetî şeyhlerindendir. Henüz altı aylık iken babasının vefatı,
ağabeyi Murat’ın işgal kuvvetleri tarafından İstanbul’da şehid edilmesi
üzerine, ortada kalan ailesinin himayesini Şeyh Abdurrahman Sâmî-i Saruhânî
üstlendi. Ozak, on iki yıl bu şeyhin yanında kalıp, onun terbiyesiyle büyüdü. Yedi
yaşında Kur’ân-ı Kerim’i ezberledi. Fâtih Camii Baş İmamı Râsim Efendi’den dil
öğrenimi aldı. Ders-i âm Arnavud Husrev Efendi’den Buharı ve Hidâye okudu. Bir
süre Ali Yazıcı, Soğan Ağa ve Karagümrük civarındaki Kefeli camilerinde
müzezzinlik yaptı. Uzman bir sahaf olan bu caminin imamı Şâkir Efendi’ni
etkisiyle sahaflıkla ilgilenmeye başladı. Civarında sahhafların bulunduğu
Bâyezid Camiine müezzin olunca, burada sesini ve edasını beğenen Hafız İsmail
Hakkı Efendi’den ilâhî, kaside, durak, mevlid ve mersiye eğitimi aldı. ve onu
yakın akrabasından mekteb müdiresi Gülsüm Hanım’la evlendirdi.
Muzaffer
Ozak, bu yıllardan itibaren ömrü boyunca topladığı kitaplardan, sahaflık
yaparak da topladığı kitaplardan oluşacak çok zengin bir kütüphâne sâhibi oldu.
Sınavını kazanarak başladığı ve otuz yıl sürecek vaizliği sırasında, kırk iki
camide görev yaptı. On bir defa hacca, altı defa Irak’a, sekiz defa Suriye’ye,
Filistin’e, üç defa Mısır’a gitti ve buralardaki tasavvuf ehliyle görüştü.
Karagümrük’teki Nureddîn-i Cerrâhî Dergâhı şeyhi İbrahim Fahreddîn Şevkî
Efendi’ye bağlandı. Nureddin-i Cerrâhfden sonra on dokuzuncu postnişîn, Fahri
Efendi’nin sekizinci halîfesi oldu.
Mehmet
Şevket Eygi bir makalesinde, onu şöyle anlatır: “Muzaffer Efendi, iki açıdan
şeyhti. Biri Cerrahî Şeyhi, ikincisi, Sahhaflar Çarşısı Şeyhi. Onun dükkânı,
bir ticarethane olmaktan önce, bir ilim, irfan, sohbet ve muhabbet merkeziydi,
‘kârdan zarardan geçtim, dükkânım yağma olsun’ der gibi, hazan fakirlerden
pahalıya kitap satın alır, ihtiyacı olanlara zararına verirdi. O dükkana kimler
gelmezdi ki. İhtida etmiş veya etmemiş yabancılar, üniversite profesörleri,
seçkinler... Yanılmıyorsam bir Avrupa devletinin konsolosu da, sık sık orada
görünürdü.”
Yazın
İstanbul’a gelen turistlerle tanışır, onlarla sohbet eder, sevgilerini kazanırdı.
Batı dünyasıyla sevgiye dayalı bu temas sonucu, Muzaffer Efendi, ABD başta
olmak üzere, pek çok Avrupa ülkesinden davetler aldı. Eygi, bu keyfiyeti şöyle
anlatır: “Hoca efendinin bu dîn-i mübîne çok hizmeti geçmiştir. İslâm’ı
tanıtmak ve yaymak için, zikir ve sohbet meclisleri tertiplemiş, nice gayr-i
müslimin hidâyetine vesile olmuştur.”
Muzaffer
Efendi, davetli olarak altı defa Almanya, iki defa İngiltere’ye, iki defa
Hollanda ve Belçika’ya, dört defa Paris’e; ayrıca Bulgaristan, Romanya,
Sırbistan ve Makedonya’ya ve Yunanistan’a; altı defa Amerika’ya gitti. 1978’de
“V. Traditionelle Art” (Beşinci Geleneksel Sanat) festivali için Fransa’ya
giderken uğradığı Berlin’de 1500 kişilik bir opera salonunda Halveti Âyîn-i
Şerîfi’ni icra etti. Salonda bulunan müslüman, hıristiyan dinleyiciler topluca
bu zikre katıldı. Muzaffer Efendi, selefleri gibi müziği olumlu etkisinin
farkındaydı. Fransa’daki tebliğ faaliyetinde tekke musikîsini kullanması bu
bağlamda değerlendirilir.
Sonraki
yıllarda Newyork ve Columbia Üniversitelerinde de Halveti ayini icra etti.
Newyork Radyosu’nda tasavvuf programı düzenleyip ilgi uyandırdı. Muzaffer
Efendi, Amerika için şu övgülü ifadeleri kullanır: “Bütün İslâm beldelerini
gezdim. Fakat Amerika’daki Allah sevgisini hiç bir yerde görmedim”. Nitekim
vefatından üç ay kadar önce (1984’ün sonları) yine Amerika’ya giderek üç ay
kadar, İslâm tasavvufunu anlattı. Orada ve dönüşünde dostlarıyla vedalaşıp 1985’te
İstanbul’da vefat etti.
Kabri,
Karagümrük’teki Nureddin-i Cerrahî Türbesindedir.
ESERLERİ:
Ziynetü’l-Kulûb
(Aşık sohbetleri, evrâd-ı şerîfeler, Aşkı divanı parçalarından oluşmaktadır,
1973), İrşad (Sohbetler, c. 1:
1966, c. 2: 1968, c. 3: 1969), Envâru’l-Kulûb
(İrşad adlı eserin devamı, 3 cilt, 1975-1977), Safiyye Sohbetleri
(sohbetler, vaazlar, ABD’de The
Garden of Dervishes adıyla yayımlandı), Aşk Yolu Vuslat Tarîki (Amerikalıların tasavvufla ilgili
sorularına cevaplar, Unveiling of Love
adıyla ABD’de basıldı),Halvetîler ve
Halvetîlik (basılmadı), Aşk
Şarabı (Amerika’daki sohbetlerinden derleme. ABD’de Love is The Wine adıyla yayımlandı.
Türkçe baskısı yapılmadı), Hz. Meryem
(İngilizcesi basıldı: Blessed Virgin
Mary), Hasaneyn (Ehli-
Beyt hakkında), Doksandokuz
Esmâu’l-Hüsnâ Şerhi (ABD’de
İngilizce yayımlandı), Mizanü’n-Nefs.
KAYNAKÇA:
Vehbi Vakkasoğlu / İz Bırakanlar (1987), Ethem Cebecioğlu / Allah Dostları –
20. Yüzyıl Türkiye Evliya Menakıbı (2001), Dursun Gürlek / Ayaklı Kütüphaneler
(2003), Robert Frager / Aşktır Asıl Şarap
(çev. Ömer Çolakoğlu, 2004), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas.
2007) - Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013)
- Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).
Kültür
tarihimizde önemli bir yer işgal eden İstanbul esnafları hakkında bir hayli
kitap yazıldı. Bu konuda üç örnek vermek gerekirse Evliya Çelebi, Osman Nuri
Ergin ve Reşad Ekrem Koçu gibi isimleri zikredebiliriz. Bunlardan Osman Nuri
Ergin, en sağlam ve en ayrıntılı kaynak olarak karşımıza çıktığı gibi, Evliya
Çelebi de ünlü seyahatnamesinde “Esnaf Alayları”nı uzun uzun anlatıyor,
aralarında bir de sahaf esnafı bulunduğunu belirtiyor. Diğer grupların olduğu
gibi, sahafların da idarecisi olan zata “Sahaflar Şeyhi” denildiğini ifade
ediyor.
Bu
mukaddimeyi, devrimizin en meşhur Sahaflar Şeyhi (duayeni) merhum üstadımız ve
büyük kitabiyat bilgini Muzaffer Ozak Hoca Efendi’ye getirmek için yaptım. Ama
önce bir başka sahaftan ve hakkında kaleme alınan bir yazıdan kısaca
bahsedeyim. Sayın Doğan Hızlan, Hürriyet’in eki “Kitapsanat”ta “Sahaflar
Çarşısı’nın Felsefecisi: Arslan Kaynardağ” başlığıyla yayımladığı yazısının
girişinde şöyle diyor:
“İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirmiş, Spinoza üzerine
doktora yapmıştı. Bir derneğe olan siyasal üyeliği yüzünden bir daha mesleğine
dönememiş, sahaflığı seçmişti.
Birçok
sahafın yanında çalışmış, sergiler açmıştı. Yalnız Türkçe kitaplar değil,
tezgâhında yabancı dilde kitaplar da bulundururdu.”
İşte
Arslan Kaynardağ’ın yanlarında çalıştığı ve sergiler açtığı sahafların en başta
geleni Muzaffer Ozak’tı. Ben bu konuya “Ayaklı Kütüphaneler” isimli kitabımda
da yer verdim: Arslan Kaynardağ, çarşıda uzun yıllar sahaflık yaptı. Bir
röportajda kendisine yöneltilen soruları cevaplandırırken şunları söylemeyi de
ihmal etmemişti:
“Muzaffer
Ozak gönlü yüce bir insandı. Kim olursa olsun, herkese iyilik ederdi. Yaptığı
iyilikleri hiç unutmam. O dediğiniz yerde bir yıl kadar kitap sattım. Bizim
için yalan yanlış birçok şeyler söylendi, Muzaffer Bey’e. Hiç birine aldırmadı.
Kendisi olgun insan örneğiydi. Adını her zaman saygıyla, sevgiyle anıyorum.”
Efendi
Hazretleri’nin adını saygıyla, sevgiyle anan günümüz sahaflarından biri de,
halen Beyoğlu’ndaki dükkânında mesleğini icra eden Halil Bingöl’dür. Bu kadim
dostumun yanına ne zaman gitsem Efendi’nin duvarda asılı resmine hasretle bakıp
gözlerimi dinlendiririm. Halil Bey de, kendisinden daima, üstadımız, şeyhimiz
diye sitayişle bahseder. Merhumdan yardım ve iyilik gören daha başka sahaf
esnafı da var ama sütunum sınırlı olduğu için onları anlatamayacağım.
Mademki
söz sahaflık mesleğinden ve Muzaffer Ozak’tan açıldı öyleyse konuyla ilgili
birkaç nakilde daha bulunayım:
Sahaflığı,
Karagümrük’te Kefeli Camii’nin imamı Şakir Efendi’den öğrenen Hacı Muzaffer
Efendi, bu mesleğin sırlarını başkalarına anlatmaktan, bildiklerini öğretmekten
de büyük bir zevk duyuyordu. Kendisiyle yapılan mülakatların birinde şunları
söylüyordu:
“Sahaf
ve suhuf kelimeleri dini bir özellik taşımaktadır. Bazı peygamberlere “suhuf”
adı altında vahiy indiğini biliyoruz. Çoğunluğunu dini eserlerin teşkil ettiği
eski kitapların satıldığı Sahaflar Çarşısı, daha önce Kapalı Çarşı’daydı.
Yıllar sonra şimdiki yerine taşındı. Burada sadece kitap satılmıyor; tarihi,
edebi, ilmi sohbetler de yapılıyordu. Bilindiği gibi sahaf, eski kitapları ama
daha çok yazmaları yakından tanıyan kimse demektir. Kitabiyat ilmine vakıf olan
böyle bir sahaf, antika eserleri derleyip toplar, onlara kıymet ve fiyat biçer,
bu eserlerin mümkün olduğu kadar erbabının eline geçmesi için gayret gösterir.
Biz
öyle kitaplar satmışızdır ki, alan kimse sabaha kadar onu göğsüne bastırıp
yatmıştır.
Nadir
eserleri sadece kitap meraklısı Türkler almıyor, yabancılar da bu işin peşini
bırakmıyorlardı. Doğrusu, yığın yığın kitap onlar vasıtasıyla yurt dışına
gitti. Bu, bir bakıma da iyi oldu. Hiç değilse nadir kitapların bir bölümü
böylece yok olmaktan kurtuldu. Çünkü harf inkılabından sonra, kraldan çok
kralcı geçinen bazı işgüzar memurlar öyle bir terör havası estirdiler ki,
insanlar korkularından ellerindeki kitapları, aile büyüklerinden kalan kıymetli
eserleri alelacele yaktılar, kuyulara atıp yok ettiler. Evlerde eski yazı
bulundurmak, kobra yılanı beslemek gibiydi. Mesela Çankırı Mevlevihanesi’ne ait
kitapların gömüldüğü yeri bana gösterdiler. İçlerinde çürümeyen tek bir “Nesîmî
Dîvânı” kalmıştı. Onu da ben aldım.
Sahaflar
Çarşısı’na kitapların dışında fermanlar, hat örnekleri önemli evrak ve özel
mektuplar da düşüyordu. Mesela ben Namık Kemal’in Abdülhamid’e verdiği
jurnalleri bu çarşıda gördüm. Ustalarımız “Aman bunlar ortaya çıkmasın, aksi
halde rezil oluruz” diyerek yaktılar. Öyle yazma Kur’anlar gelirdi ki, hangi
hattata ait olduğunu belirlemekte hayli güçlük çekerdik. Adam, şaheser bir Kur’an
yazdığı halde sonuna adını kaydetmiyor. “Edep ederim. Ben kimim ki, Allah’ın
kitabına adımı yazayım” diyor.”
Sahaflar
Şeyhi Muzaffer Efendi’nin konuyla ilgili daha birçok hatırasını öğrenmek
istiyorsanız “Ayaklı Kütüphaneler” isimli kitabımı okumanız gerekiyor.
Yeni
Şafak Gazetesi, 20 Haziran 2021