Ruşen Çakır

Gazeteci, Yazar

Doğum
25 Ocak, 1952
Eğitim
Galatasaray Lisesi
Burç

Gazeteci-yazar. 25 Ocak 1952, Hopa / Artvin doğumlu. Yazar Müge İplikçi’nin eşidir. Galatasaray Lisesi mezunu. Gazeteciliğe 1985’te Nokta dergisinde başladı. Tempo, Cumhuriyet, Milliyet ve CNN-Türk’te çalıştı. Aralık 2004 tarihinden itibaren Vatan gazetesi Washington temsilcisi olarak görev yaptı. TESEV’de Demokrasi, Sivil Toplum ve İslam Dünyası Programı direktörlük; serbest muhabirlik ve yayıncılık yaparak çalışmalarını sürdürdü.

Türkiye’deki İslâmi hareketin günümüzdeki seyrini araştıran çalışmalarıyla tanınan Çakır, yurtiçi ve yurtdışında çok sayıda konferansa katıldı. Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümünde Çağdaş İslami Siyasi Düşünce ve Türkiye, Buffalo New York Devlet Üniversitesinde İslam, Demokrasi ve Sivil Toplum dersleri verdi. Galatasaraylılar Derneği ve Galatasaray Kulübü üyesidir.

ESERLERİ:

ARAŞTIRMA-İNCELEME: Ayet ve Slogan - Türkiye’de İslâmi Oluşumlar (1990), Vatan Millet Pragmatizm-Türk Sağında İdeoloji ve Politika (Hıdır Göktaş ile, 1991), Resmi Tarih Sivil Arayış-Sosyal Demokratlarda İdeoloji ve Politika (Hıdır Göktaş ile, 1991), Sol Kemalizme Bakıyor (Levent Cinemre ile, 1992), Ne Şeriat Ne Demokrasi - RP’yi Anlamak (1994), Hatemi’nin İran’ı (Sami Oğuz ile, 2000), 1980 Sonrası İslâmi Hareket-1 - Direniş ve İtaat - İki İktidar Arasında İslâmcı Kadın (Fehmi Çalmuk ile, 2000), Recep Tayyip Erdoğan - Bir Dönüşümün Öyküsü (Fehmi Çalmuk ile, 2001), Derin Hizbullah-İslamcı Şiddetin Geleceği (2001), Nereye Gitti Bu Ülkücüler (2003, röportaj, mektup), Türkiye’nin Kürt Sorunu (2004), İmam-Hatip Liseleri-Efsaneler ve Gerçekler (İrfan Bozan ve Balkan Talu ile, 2004).           

ÇEVİRİ:, Kızılordu Fraksiyonu (Anne Steiner’dan, 2000). 

KAYNAK: İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007, 2009), Ruşen Çakır: Cemaat’in kartları kolay kolay bitmez, şapkasından çok tavşan çıkarabilir (Nurbanu Aslan röportajı, diken.com.tr, 03.08.2016).

ATASOY MÜFTÜOĞLU İLE SÖYLEŞİ: TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA İSLAMCILIK

ATASOY MÜFTÜOĞLU İLE SÖYLEŞİ: TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA İSLAMCILIK

 

RUŞEN ÇAKIR

 

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

 

Merhaba, iyi haftalar, iyi günler. Stüdyoda çok önemli bir konuk ağırlıyoruz. Eskişehir’de yaşıyor Atasoy Bey. Atasoy Müftüoğlu Türkiye’de İslâmî hareketin önde gelen isimlerinden birisi, ama biraz medyadan uzak duran birisi. Onun için ben de nasıl ikna edebildiğime şaşıyorum. Atasoy Bey, hoşgeldiniz.

Teşekkür ederim.

Bu arada tabii ben gazeteci olarak İslâmî hareketler üzerine 30 yılı aşkın süredir çalışıyorum ve Atasoy Bey’le de ilk defa tanışmak nasip oldu. Ayağınıza sağlık.

Estağfurullah, teşekkür ederim.

İddialı gibi, ama mütevazı bir başlık seçtik; “Türkiye’de ve dünyada İslamcılık” diye. Bildim bileli siz, İslâmî hareket içerisinde yazan; kendi başına, bir grubu veya bir cemaati olmadan yazan birisiniz. Sadece Türkiye ile değil, dünyayla da çok ilgili birisiniz. Atasoy Müftüoğlu olarak şu anda 70’i aşmış durumdasınız.

75.

75 yaşında nasıl bir bilanço çıkartıyorsunuz? Baktığınız zaman. Bu genellikle hep şöyle konuşulur, biliyorsunuz: yükseliyor, geriliyor, güçleniyor vs.. Ama bir bütün olarak baktığınız zaman, Türkiye’de ve dünyada İslamcılık yarım yüzyılda ne yaptı?

Evet, önce şuradan başlamak gerekiyor: İslamcılık tanımını biz Müslümanlar icat etmedik. Bu bize dışarıdan tahmil edilen bir çerçeveydi. Her konuda olduğu gibi, belirlenmiş bir bilinç, her durumda bir zaafa işaret eder. Sizi belirleyemiyorlarsa o zaman bir varlık belirtiyorsunuz demektir. Ama hangi alanda olursa olsun eğer belirleniyorsanız, o bir soruna, bir patolojiye işaret eder. Ama bu kavramla kast edilen şey, doğrusunu isterseniz bizim de sahiplendiğimiz bir şeydi. Sahiplenmeli miydik, değil miydik? O ayrı bir şey. Sahiplenmemeliydik; kendi kavramsal çerçevemizi kurabilseydik eğer, buna ihtiyacımız olmayacaktı. Her konuda olduğu gibi, biz yine dışarıdan bize yüklenen kavramsal çerçevenin sınırları içerisinde kalarak konuştuk. Ama bu bizi tarif ediyordu. Bizi derken, acaba kimi tarif ediyordu? Ben kısaca şöyle söyleyebilirim: İslam’ın yeniden bir dünya vizyonu kazanmasını isteyen, talep eden, ya da bu misyonu ya da vizyonu yeniden nasıl kazanabileceğimize ilişkin değerlendirmeleri, çözümlemeleri olan bir kesime işaret ediyordu. Ancak bu kesim, sözünü ettiğim anlamda İslam’ın yeniden dünya vizyonu kazanmasını sağlayabilecek tarihsel çözümlemeler yapmayı başaramadılar. Dolayısıyla bu kavramın icat edildiği tarihten itibaren –ki bu kavram daha çok İran’da İslam Devrimi’nin başarıya ulaşmasını takiben güncellik ve yoğunluk kazandı–, kimi zaman bu kavram konjonktürel anlamda çok istismar edildi. Kimi zaman gerçeği yansıtmıyordu. Kimi zaman çarpık bir gerçekliği yansıttı. Kimi zaman çok sansasyonel anlamda kullanıldı. Kimi zaman demagoji anlamında kullanıldı. Ve hiçbir zaman gerçek durumun ifadesi olacak şekilde sağlıklı değerlendirmeler bu kavram etrafında yapılmadı. Onun için İslamcılığın bu son yarım yüzyıl içerisindeki serüvenini değerlendirmesi gereken Müslümanlar ya da Müslüman olmayanların bu konuyla ilgili olarak bir tarih felsefesi perspektifi içinde çok derinlikli çalışmalar yapmaları gerekiyor. Ben bu zaman zarfında şunu gördüm: İslam dünyasında önde gelen konunun uzmanlarıyla ya da konuya ilgi duyan pek çok üstadla görüştüm; farklı dillerde, farklı kültürlerde bu konuya yakınlık duyanlarla da kezâ görüştüm. Bu konunun daha çok istismar edilen bir konu olduğu sonucu ortaya çıktı; çünkü İslamcılık bu konjonktürel çerçevenin dışına çıkma iradesini gösteren büyük, etkili bir sürece dönüşmedi.

Burada demin de bahsettiniz, İran Devrimi sanki bunu yapacakmış gibi bir hava yarattı. Yanlış hatırlamıyorsam –yanlışsa da düzeltin– sizin de dahil olduğunuz Türkiye’deki bazı İslamcıları da bayağı bir heyecanlandırmıştı, değil mi?

Doğrusunu isterseniz ben Devrim’in hemen ilk yılında İran’a giderek bu tercihin tarihin son beş yüz yılının; İslâmî anlamda, İslam dünyasında yaşananlardan hareketle tarihin son beş yüz yılının en özgün, en bağımsız, en etkili hareketi olduğuna inananlardanım. Bu devrim, insanlığın, daha doğrusu modern zamanların, daha doğrusu Aydınlanma mutlakıyetçiliğinin dini ve dinî olanı, mutlak olanı bireyin vicdanına hapsettiği günden itibaren, dinin yeniden tarihe dönebileceğine ilişkin bütün ihtimallerin ortadan kalktığı bir dönemde gerçekleşti. Bu, bu açıdan önemliydi. Çünkü aynı zamanda Aydınlanma mutlakıyetçiliğini ya da Aydınlanma diktatörlüğünü de yalanlamış oluyordu. Devrim o tarihlerde İslam dünyasındaki düşünce, kültür, ilâhiyat hayatı için bir düştü. Sadece bir düşten ibaretti. Bunun bir gerçekliğe dönüşmüş olması kuşkusuz hepimizi heyecanlandırdı. Ancak bugün –yani bendeniz devrimin hâlâ çok önemli olduğuna inananlardanım– ama eğer devrim kendisini Şii ufka ve perspektife kapatmamış olsaydı, oradan yeni bir model çıkacaktı. Bütün Müslümanları içine alan bir model çıkacaktı. Çünkü biz hâlâ, bütün toplumlar, Batı-dışı toplumlar da dahil olmak üzere, Batı modeline bağlılığımız sürüyor. Batı modeli dışında başka bir model konuşuluyor olacaktı. Yeni bir dünya görüşü, yeni bir hayat tarzı, yeni bir ekonomik sistem, yeni bir siyasal sistemin imkânları konuşulacaktı. Ancak zamanla Devrim’in kendisini Şii ufka kapatmış olması sebebiyle evrensel bir model olma ufkunu ve imkânını maalesef kaybetti.

Bir de millîleşti deniyor.

Tabii, bugün İran da aynen Türkiye’de yaşandığı üzere ulus-devlet refleksleri gösteriyor. Zaten İran’da devrimci dil, düşünce ve birikim büyük ölçüde Ahbârî geleneğin baskısı altındaydı. Bugün Ahbârî gelenek yeniden İran’da öne çıkıyor. Ahbârî geleneğin yeniden öne çıkıyor olması İslâmî bağlamda yeni bir işbirliğine imkân vermiyor.

Şunu sormak istiyorum: Devrim’in ilk etkili olduğu 80’li yıllardan itibaren İran Devrimi’nin bu mezhep boyutu genellikle bypass ediliyordu, çok önem taşımıyordu ve sanki mezhepler-üstüymüş gibiydi; ama bakıyorduk ki, Velâyet-i Fakih öğretisi bile doğrudan mezhep referanslı bir şey. Bu olayın, İran’ın mezhepler-üstü görünümünün aldatıcılığı çok hızlı bir şekilde ortaya çıktı sanki; ama şu anda bir de çok yaşanmadık, çağdaş bir mezhep gerilimi var. Hatta İslamcı hareketlerin içerisinde de mezhepler anlamında ayrışma var. Eskiden birlikte telâffuz edilen, radikal tâbir edilen birtakım İslamcı örgütler şimdi birbirlerine neredeyse düşman olmaya başladı. Bunu sadece konjonktürle mi açıklamak gerekir?

Hayır. Bizim İslam dünyası toplumlarının hepsinin çok hayatî, çok derinlikli yapısal sorunları var. Bu sorunlar çözümlenmedikçe İslam dünyası toplumları İslâmî bir gelecekten söz edemezler. Biz zaman zaman kimi sorunlarla karşılaştığımızda bu sorunların hep dışarıdan kaynaklandığına ilişkin bir yanıt üretiriz. Ve bu bizi rahatlatır. Sorunların kendi zaaflarımızdan kaynaklanabileceğine ilişkin hiçbir değerlendirme yapmayız. Çünkü bu bize ağır gelir. Kendi zaaflarımızla yüzleşmek istemeyiz. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar, İslam’a yönelik ya da Müslümanlara yönelik dışarıdan yapılan saldırılardan çok, İslam’ın içeriden mâruz kaldığı saldırılarla yakından ilgilidir. Ve fakat bugün ne düşünce hayatımız ne kültür hayatımız içeriden yapılan saldırılarla ilgili hiçbir, tekrar ediyorum hiçbir çözümleme yapma iradesi ortaya koyamıyor. Bununla neyi kast ettiğimi kısaca arz edeyim: İslam’ın özellikle içe ve geçmişe kapanarak aklî ilimleri, içtihâdı ve felsefeyi yasakladığı günden itibaren, İslam dünyası tanımı çok güç ve İslâmî açıklaması olmayan, İslam toplumları kendisini dine nispet eder, ama İslâmî açıklaması olmayan, örneğin Kur’an’a dayandırılamayacak bir şey; yani aklî ilimlerin yasaklanmasının hiçbir surette İslam’a nispet edilmesi mümkün değil. Aklî ilimlerin, felsefenin ve içtihâdın yasaklanmasıyla birlikte çok büyük bir felâkete dûçar olduğunu idrak edemedi toplumlarımız. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Bu felâket bir geleneğe dönüştü. Yani felâketin adı gelenek oldu. Biz bu felâketi sahiplendik, üstlendik. Sonra bu felâket gelenek aracılığıyla dine dönüştü. Şu anda biz o felâketi sahiplenmeyi sürdürüyoruz, hem de iftiharla sahiplenmeyi sürdürüyoruz. Burada vahim bir şey var. Burada bir büyük patoloji var. Ve bu geçmişle çok ciddi bir hesaplaşma yapmayı zorunlu kılıyor. Geçmişle bir hesaplaşma yapmak demek geçmişle kavga etmek demek değil. Geçmişte yaşayan Müslüman düşünürleri, hareketleri, akımlarıyla kavga etmek değil. Eğer sağlıklı bir irade ortaya koymak istiyorsanız, bir kültürün nasıl bu noktaya geldiğine ilişkin neler yapmak zorundasınız? Yanıtlar bulmak zorundasınız. Bu şu âna kadar yapılmadı ve bugün, biz bu geleneğin –felâket olarak tanımladığım geleneğin– sınırları içinde kalarak konuşuyoruz. Yani biz İslam’ın daha çok tarihsel tezâhürleri etrafında çözümler arıyoruz, kendisi etrafında değil. Burası çok önemli ve biz bunu da hiç konuşmadık. Örneğin ilâhiyat hayatımız, dinî hayatımız, akademik hayatımız… — evet, akademik hayatın büyük ölçüde sınırları var, çünkü akademik hayat kendisini daha çok modern, bilimsel rasyonaliteyle konumlandırmak zorundadır; bunları tartışmaya cesaret edemez. Müslüman bir akademisyen dinin ontolojik meşruiyetini nasıl kaybettiğini konuşamaz. Nasıl kazanılması gerektiğine ilişkin hiçbir öneride bulunamaz. Bugün büyük ölçüde Batı modeli kendisini bildiğiniz üzere Rönesans’ın kurduğu ontolojik düzenle sürdürüyor. O ontolojik düzen temelinde ne olmuştur? Daha sonra Aydınlanma’yla birlikte Batı, kendi dünya görüşü, değer sistemi ve algı sistemi temelinde bir evrensellik oluşturmuş ve bu evrenselliği sömürgecilik yoluyla Batı-dışı toplumlara dayatmıştır. Bu şu demektir — siz de biliyorsunuz: Dayatılan evrensellik yoluyla Batı, entelektüel iktidarı, entelektüel egemenliği ve kontrolü ele geçirmiştir. Bu şu demektir: Bundan sonra zihin dünyamız bu entelektüel iktidarın kontrolü altındadır. Zihin dünyamızı çerçeveleyen, çevreleyen şeyin sınırlarını bu iktidar belirleyecektir. Nitekim halen o belirliyor.

Burada yalnız söze gireceğim. Şimdi –her ne kadar güncel meseleler konuşmama konusunda şey yaptık ama– şimdi bu yayını izleyen birisi şöyle diyebilir — kabaca söyleyeceğim: “Adama bak! Ne kadar karamsar bir tablo çiziyor. Halbuki Türkiye’de şu, şu, şu var.”

Şimdi, umuttan söz edebilmeniz için gerçeklerle yüzleşmeniz gerekir. Umudun bir içeriği olmalı, umudun bir gerekçesi olmalı. Eğer bugün Batı-dışı toplumlar –Türkiye de dahil olmak üzere– eğer bu Batı modelinin kavramsal ve kurumsal çerçevesi içine hapsedilmişlerse –ki edilmişlerdir–; bu çerçevelere ilişkin herhangi bir şekilde herhangi bir hesaplaşma yapılamamışsa –ki yapılmamıştır, örneğin kapitalizmle İslam arasında bir bağ kurmak hiçbir şekilde mümkün değildir, ama bugün kapitalizm ve İslam arasında, daha doğrusu İslam değil Müslümanlar arasında, yakınlık değil, iç içe geçmişlerdir–, bu şu demektir: Müslümanlar ahlâksız bir ekonomiye ikna edilmişlerdir. Halbuki Müslüman bütün tavrını, tarzını, her şeyini ahlâkî zeminde kurmak zorundadır. Ahlâksız, merhametsiz, vicdansız, sınırsız derecede sömürgeci, fırsatçı, oportünist bir ekonomik düzenle Müslümanların bütünleşmesinin kabil-i îzah bir yanı yoktur ve buradan bir umut çıkarılamaz. Kezâ sekülerizmin Batı toplumlarıyla, Batı tarihsel tecrübesi ve kültürü içerisinde bir şekilde ilişkisi kurulabilir. Ama şunu hatırlamak gerekir ki semâvî dinlerin tümü sekülerizme yabancıdırlar. O, Batı’da tarihsel süreçlerin bir yansımasıdır ve bu anlaşılabilir. Ama sekülerizmin İslam dünyası toplumlarına ihraç edilmesinin ve onlar tarafından ithal edilmesinin, kendisini hâlâ İslam’a nispet ediyor olanlar açısından îzahı asla ve kat’â mümkün değildir. Şimdi… Ve yine tabii devam edelim. Evet, güncel şeylerden söz etmeyeceğimizi söyledik. Fakat karşı karşıya bulunduğumuz bu güncel sorunların tarihsel nedenlerini ihmal edersek sorunları biriktirmiş olacağız. Halbuki bugün bir irade ortaya koyarak, ne yapmalıdır? Eğer entelektüel iddiada bulunan bir kadro varsa; düşünsel, kültürel, felsefî bir kadro varsa, bunları ne yapabilir? Bunları tartışmaya açabilir.

Var mı öyle bir kadro?

Bugün bendeniz doğrusu böyle bir kadro olduğundan şüpheliyim; çünkü bundan bir-iki sene kadar önce Türkiye’de ilâhiyat fakültelerinde felsefe okutulsun mu okutulmasın mı tartışması yapılabilmiştir. Felsefeye hâlâ şüpheli gözüyle bakan bir geleneğimiz var. Sadece felsefeye değil; düşünmeye, düşünceye kapalı bir geleneğimiz var. Artık hepimize modern zamanlar ve geleneksel pragmatizm ne yaptı? Hesap yapan düşünceyi öğretti. Artık her şey hesap yapan düşüncenin sınırları içinde ifadesini buluyor. Yani hakikatin yerine matematik geçtiği günden beri biz hakikate yabancılaştık ve pek çok şeyin bugün mümkün olmayabileceğine, yani dinî olan bir şeyin bugün kamusal planda gerçek kılınmasının mümkün olmayabileceğine ilişkin neredeyse bir özgüven sorunu yaşıyor. Yani buradan şöyle bir sonuç çıkıyor: Müslümanlar bireysel dindarlığa ikna edilmişlerdir sonucu çıkıyor. Bireysel dindarlığa ikna edilmek ne demek? Kamusal alanı kapitalizme bırakmak; seküler, neo-liberal iradeye bırakmak anlamı taşır. Dolayısıyla o belirlenmiş bilinç dediğim şey, sizi bireysel vicdana hapseden irade tarafından teslim alınmışsınız. Yani sömürgeciler İslam dünyası toplumlarını sömürgeleştirmeden önce onların zihin dünyalarını sömürgeleştirdiler. Bu zihnin bağımsız bir bilinç, irade ve tarih üretmesine engel oldular. Bugün biz hâlâ Türkiye’de, ya da İslam dünyasında herhangi bir ülkede, İslâmî anlamda entelektüeller, düşünce adamları, filozoflar olsaydılar, önce onların, şimdi bugün, şu saatte, sömürgeci, koloniyalist bilginin, dilin, tarihyazımının yapısökümüyle ilgili bir çözümleme yapıyor olmaları gerekirdi. Böyle bir yapısöküm çalışması şimdiye kadar yapılmamıştır. Size şunu hatırlatmak isterim: Müslümanların özellikle tarihin son 200 yılı içinde mâruz kaldıkları ötekileştirme, yalnızlaştırma, sessizleştirilme ve sadece istatistik konusu haline getirilmeleriyle ilgili olarak, uygarlık misyonu dili aracılığıyla –ki bu dil insanlık tarihi boyunca üretilmiş en aşağılık dildir, çünkü bu sizi kategorize eder ve sizi barbar olarak tanımlar; sizi medenileştirinceye kadar tarih odasında bekletir, nitekim bekletiliyoruz, her gün aşağılanıyoruz, her gün aşağılanıyoruz – bu sözünü ettiğim, bize dayatılan evrenselliğin gerçekleştirildiği evrensel entelektüel iktidara karşı Müslümanlar bir tek etkili cümle kurmayı başaramamışlardır. Yani biz başaramadık. Burada şu ya da bu kesimi itham etmenin bir anlamı yok. Bunun nedenleri var. Bunun nedenleri dışarıdan dayatılan nedenler değil, içimizden dayatılan nedenler.

Biraz somut birtakım örneklerden gidelim.

Somut bir örnek vereceğim şimdi ben size. Onun için buraya geldim. Bu bizim mâruz kaldığımız serüvene Müslüman olmayan ama İslâmî kültür dünyasının bir parçası olan Edward Said yanıt verdi. Oryantalizm (Şarkiyatçılık, çev: Berna Ülner, Metis Yay.) kırk yıldan beri –bunu siz de biliyorsunuz– dünya akademik hayatını çok ciddi bir şekilde meşgul ediyor. Kırk yıldan beri hiçbir zaman o kitap önemini kaybetmedi. Çünkü kitap ortaya çok niteliksel bir eleştirel dil koyuyordu; çok nitelikli bir dil, derinlikli bir dil koyuyordu. Hamâsî değil, popülist değil, ucuz sloganlara dayalı değil, klişelere müracaat etmeyen bir dil koyuyordu. Bunu şunun için arz ediyorum: Kırk yıl boyunca bu kitap etkisini hâlâ sürdürüyor. Hatta ben geçen bir makalede gördüm. Ilan Pappé –Yahudi bir tarihçi– bir başka kitaptaki bir açıklamaya atfen –muhtemelen Tarihin Küresel Tarihi (çev: Mehmet Moralı, Alfa Yay.) kitabındaki bir açıklama, ki o kitapta 20. yüzyılın en büyük entelektüel olayının, Edward Said’in Oryantalizm’i olduğunu yazıyor– Ilan Pappé de şunu söylüyor: “20. yüzyılın değil, 20 yüzyılın yarısının en önemli kitabıdır” diyor. Asıl burada benim gündeme getirmek istediğim şey şu: Edward Said’in bir Hıristiyan olduğunu, seküler birisi olduğunu, hümanist birisi olduğunu, Amerikan hayat tarzını özümsemiş birisi olduğunu biliyorsunuz. Böyle birisi böyle etkili bir eser yazmayı başardı. Kırk yıldan beri İslâmî düşünce hayatı böyle bir, bu kitabın muadili bir kitap yazmayı başaramadı.

Ben kendisiyle tanışma şansına da kavuşmuştum. Gerçekten rahmetle analım. Çok önemli. Mesela bir Arap Baharı oldu ve fiyaskoyla sonuçlandı, hızlı bir şekilde. Şimdi bunu uzun uzun tartışmak bir yana, ben darbeden sonra, o büyük katliamın öncesinde, ama darbeden sonra Kahire’ye gittim. Bayağı, 10 gün falan kaldım, hatta Ramazan’ın ilk günleriydi. Orada o meydanda Müslüman Kardeşler, İhvan toplanıyordu. Sürekli orada yatıyorlardı, kalkıyorlardı falan; kendileriyle röportaj da yaptım. Ama şu beni çok çarpmıştı: Mısır gibi bir ülkede, o kadar dinamik bir ülkede, İhvan yanına kendinden olmayan kimseyi getirememişti. O meydanda –liberaller şunlar bunlardan vazgeçtik–, diğer İslâmî gruplar, cemaatler vs. yoktu. Hatta, biliyorsunuz, Selefiler darbeyi desteklemişti. Bugünkü Mısır İhvan’ı dünyanın en önde gelen, en köklü hareketlerden birisi. Buradaki sorun onların yöneticilerinin bir sorunu mu? Yoksa daha temel, ontolojik bir sorun mu?

Tabii daha temel, daha ontolojik bir sorun var. Bu sorunu da bugün biz konuşmalıyız. Yani İslam merkezinde konuşan herkes, kendisini İslam’a nispet eden herkes bundan sorumludur çünkü. Evvela soru şu: Neden her şeye biz mâruz kalıyoruz? Soru bu. Neden mâruz kalıyoruz? Bu bünye neden mâruz kalıyor? Bu konuyla modern tarihte sadece bir kişi ilgilendi: Mâlik Bin Nebî, biliyorsunuz. Mâlik Bin Nebî –Allah ona rahmet etsin– dedi ki “Evet sömürgecilik korkunç bir şey. Gayri insanî, gayri aklî bir şey. İnsanlık-dışı bir şey. Fakat ben size daha korkunç olanını söyleyeyim: Sömürülmeye elverişli olmak.” Bu çözümleme çok önemliydi ve fakat bu çözümleme gereği kadar yankı bulmadı. Buradan şu noktaya geçmemiz mümkün. Biliyorsunuz bütün kültürler tarihte etkili bir rol alabilmek için iki büyük şey yaptılar: Birincisi büyük ölçekli içerik ürettiler. İkincisi, büyük ölçekli bir değişim gerçekleştirdiler. Bize derler ki: “Bir medeniyet doğar, yaşar, ölür”. Bu bir klişeden ibarettir. Bir medeniyet içerik ürettiği zaman boyunca yaşar ve büyük ölçekli değişim gerçekleştirdiği sürece hayâtiyetini sürdürebilir. İçeriden bir yozlaşmaya, bayağılaşmaya neden olduğunda o çöker. Yoksa o dinamik üretkenlik… Üretkenlik çok önemli burada, içerik üretmek. Şöyle bir şey var: Bu bizim medeniyetimizin belki en dikkate değer tarafı budur. İslam tarihe çıktığında bütün kültürlerin ilgisini çekebilecek, dikkatini toplayabilecek kuşatıcı bir dil oluşturdu. Çünkü İslam insanlara hitap ediyor; şunlara bunlara hitap etmiyor, kategorize etmiyor. Etmedi, bu dile ikna etti ayrıca. Bütün kültürlere hitap eden dilin geri çekilmesiyle birlikte, yani o demin sözünü ettiğim içe kapanma ve geçmişe kapanmayla birlikte, tek kültürün, tek mezhebin, tek etnik aidiyetin, tek milliyetin, tek hizbin ya da tek karizmatik figürün ufkuna kapatıldığı gün başladı bizim felâketimiz. Şimdi biz bugün, örneğin Türkiye’de çok sık görürsünüz, her gün İslamcılık iddiasındaki arkadaşlarımız büyük bir medeniyet tasavvurundan söz ederler. Bir medeniyet tasavvurundan söz ederken o insanların şunu düşünmesi gerekir: Dinin ontolojik meşruiyetinin reddedildiği bir yerde siz nasıl medeniyet tasavvurundan söz ediyorsunuz? Bu bir. İki: Yine dinin ontolojik meşruiyetinin tanınmadığı, dinin bireysel vicdanla, ulusal dindarlıkla, ulus-devlet realizmiyle, devlet dindarlığıyla sınırlandırıldığı, kısıtlandığı, kontrol edildiği bir dünyada siz nasıl bir medeniyet kuracaksınız? Bu medeniyet kime hitap edecek? Bütün kültürlere hitap eden bir dile sahip değilsiniz. Çünkü o bütün kültürlere hitap eden dil bugün ne olmuştur? Hizip dili haline getirilmiştir. Paramparça edilmiştir. Ve her parça bugün kendisini çok önemli buluyor, her parça bugün kendi tarzıyla büyüleniyor, her parça kendisi dışındaki hiçbir gerçeklikle ilgilenmiyor, her parça çok bencil, her parça çok narsisist, her parça çok sorunlu. Çünkü parçadan ibaret.

Yani yan yana gelinmesi…

Şimdi İslâmî bütünlüğü kapsayan bir dil…, daha doğrusu o dilin önce ne olması lâzım? Koloniyalist sömürgeci dilden bağımsızlaşması lazım. Çünkü modern zamanlarda hem bilim, hem dil, hem tarihyazımı, sömürgeci amaçlar için araçsallaştırıldı. Eğer araçsallaştırılmamış olsaydı zaten bilimcilik diye bir şey ortaya çıkmayacaktı. Ve biz saf bilimle haşır neşir olacaktık… Bilim ideolojik anlamda istismar edilmeyecekti. Şimdi bugün bu medeniyet tasavvurundan bahsedenlerin önce her şeyi bir kenara bırakarak, bir kere bilgiyi özgürleştirmeleri gerekiyor. İki: Bu hizip dilinin sınırlarını aşması gerekiyor, yerel dilin sınırlarını aşması gerekiyor. Biz ânında evrenselliğin yaşandığı bir dönemde yaşıyoruz, ânında. Yani bu yeni medya teknolojileri aracılığıyla ânında. Bu teknoloji bir tıkla sizin iyilerle karşılaşacağınız gibi kötülerle de karşılaşmanızı, çok etkili düşünce hareketleriyle olduğu gibi çok bayağı hareketlerle de karşılaşmanızı mümkün kılan, çok karmakarışık bir dünyada yaşıyorsunuz.

Peki bu yeni teknolojiler deyince, bunu en çok, en etkili kullananlar –tâbiri beğenmeyebilirsiniz ama en kullanışlısı o– yeni Selefi Cihadcılık denen IŞİD, El Kaide gibi yapılar.

Önemli olan bunları kimin ne kadar çok kullandığı değil. Onların tükettiği içerik çok önemli.

Peki bu yapılar nasıl çıktı, bu hareketler? Bunu konuştuğumuz zaman, İslamcı iddialı birçok insan hemen bu olayı bir komplo teorisiyle, yok Batı yaptı, CIA yaptı falan diye…

Tabii bizim böyle çok yüzeysel çözümlemeler konusunda çok dikkatli olmamız gerekiyor. Yani hiç kimseye haksızlık etmemek, hakkaniyet sınırları içinde kalmak; ama evvela tabii zamanın, tarihin nabzını tutmak. Bu çok önemli. Mekânın nabzını tutmak, bu çok önemli. Tarihin dinamiklerine ilişkin bir şeye sahip olmak, bir birikime sahip olmak. Kendisini tarih-dışı dünyaya hapseden bir kültürün bugün 21. yüzyılda söyleyebileceği bir şey olamaz. Şimdi, bu hareketlerin ürettiği içerik çok önemli. Bu içerik daha çok hizip adamlarına, yani partizanlara hitap eden bir içerik. Hangi eğilimin partizanı olursanız olun; her partizan sadece klişelerle ve sloganlarla hareket eder. Onlar düşünen düşünceye çok yabancıdırlar. Hiçbir partizanın böyle derinlikli bir düşünceye sahip olduğu görülmemiştir. Çünkü onun ufku tek boyutludur ve her partizanın ufku tek akla dayalı bir ufuktur. Bizim müşavereyi ve müzakereyi esas alan bir kültürün çocukları olarak tek akla, tek yoruma, tek bağlama, tek mezhebe, tek etnik aidiyete, tek otoriteye, ilâ âhir kendimizi kapatmadan, bütün insanlığın ilgisini ve dikkatini çekebilecek bir incelik, nitelik ve derinlik içerisinde, hikmeti de içerecek şekilde… yani İslâmî dil bir bütünlüğün adıdır ve o bütün boyutları bir araya getirmediğinizde tamamlanmış olmaz. Bütün boyutlardan kastım: İslam’ın hukukî boyutu, siyasal boyutu, imana ilişkin boyutu, estetik boyutu, ilâ âhir irfânî boyutu gibi bütün boyutlar. Bütün boyutları bir araya getirmediğinizde o hep eksik kalır. Bir parçadan hareketle, bir parçanın tarzından hareketle onu İslâmî bütüne teşmil edemezsiniz. Parçaları ortaya çıkaran hem iç hem dış nedenler vardır. Bütün bunların iç nedenleri, o bizim tarih boyunca yaşadığımız şey çok önemlidir ve oraya ısrarla vurgu yapmak gerekir; çünkü aklî ilimlere içtihâdı ve felsefeyi yasaklayan zihniyet kadavralardan oluşan bir toplumun ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Kadavraları yönetmek kolaydır. Bugün bir mevzu var, üzerinde durulması gereken bir şey var. İslam dünyası toplumları tarihin son birkaç yüzyılını politik popülizm uyuşturucusu alarak, yoğun bir şekilde dinî popülizm uyuşturucusu alarak geçirdiler. Hâlen aynı noktadalar. Çünkü politik popülizm uyuşturucusuyla dinî popülizm uyuşturucusu arasında organik bir ilişki var. Şimdi bu akımlar, klişeler aracılığıyla pekâlâ ne yapılır? Bugün dinî hayat büyük ölçüde İslam dünyası toplumlarında meczuplar tarafından ele geçirilmiştir. Bendeniz gittim bu dünyanın nabzını defaatle tuttum. Bugün dinî hayatın gündemini konuşmaya cesaret etmeliyiz, Müslümanlar cesaret etmeliler. Kavga etmek için değil; birilerini tahkir etmek, tezyif etmek, aşağılamak için değil. Buradan sağlıklı bir şey çıkarmak için bunu yapmalılar. Bunu yapmak için hem modern zamanlara ilişkin bir çözümleme yapmaları gerekiyor dışa doğru, hem geleneğe doğru, içe doğru bir çözümleme yapmaları gerekiyor. Mesela 1492’den biz sorumluyuz deme cesaretini göstermeleri gerekiyor. 1492 –biliyorsunuz– kabile rekabetleri sebebiyle Endülüs’te İslâmî bünyenin büyük ölçüde zayıflaması sonucunu doğurdu. 1492’de yeni bir tarih başladı. Fakat 1498’den biz sorumlu değiliz. Çünkü 1498’de o dönemin emperyalistleri –Portekiz orada bir metafor– yeni doğan bütün bir Avrupa. 1498, İslâmî egemenliklerle hesaplaşmak için ortaya konmuş, çok büyük projeksiyonu olan bir projedir. Ama biz 1498’i deniz seferleriyle, ticaret seferleri gibi algılarız. Halbuki o aynı zamanda bir misyonerlik hareketidir, İslam’a karşı, Doğu-Batı karşıtlığının temellerinin atıldığı ilk tarihtir. İslam dünyası toplumlarının sömürülmesini ve bütün zenginliklerinin Batı’ya aktarılmasını mümkün kılan bir tarihin adıdır. Şimdi onun için bizim bu hesaplaşmayı yapmak gibi bir sorumluluğumuz var. Bugünün gündeminde bu tür hesaplaşmalar yoktur.

Atasoy Bey, sizi benim hatırladığım, 80’li yıllarda Türkiye’de Gülen Cemaati –şimdi FETÖ diyorlar biliyorsunuz, o zamanlar Fethullahçılar denirdi, çok görünmezlerdi vs. ama– sizin de o tarihlerde bayağı bir işkillendiğinizi hatırlıyorum… yanlış hatırlamıyorum değil mi? Türkiye’nin tarihine bir şekilde damga vurdu bu hareket, bana göre olumsuz anlamda bir damga vurdu. İşin “kandırıldık mandırıldık” boyutunu ciddi bir çözümleme olarak almak mümkün değil.

Hayır, hayır.

Ne oldu? Bu hareket nasıl böyle göz göre göre…, aslında birçok insanın, sonradan onlarla ittifak yapan insanlar da bu hareketin nasıl bir hareket olduğunu özünde, üç aşağı beş yukarı biliyorlardı değil mi?

Evet. Şimdi eğer kendimizi tek akla, tek yoruma, tek bölgeye hapsetmemiş olsaydık… Yani şöyle arz edeyim: Dünyada ne olup bittiğini takip ediyor olsaydık; sadece dünya entelektüel hayatının nabzını tutan bir topluluk, bir kadro olsaydı. Siz hatırlayacaksınız, İran’da devrim olduktan sonra küresel seçkinler bir daha devrim olmaması için ne yapmalıyız diye bir tartışma başlattılar. Bu tartışma kesinlikle kapalı kapılar ardında olmadı. Herkesin duyabileceği bir şekilde oldu. Ve fakat biz o tarihlerde daha çok ayrıntılarla, eskilerin diliyle kıylükal dediğimiz bir şeyle meşguldük, ayrıntılarla meşguldük. Esasa ilişkin hiçbir çözümleme yapmıyorduk. Küresel seçkinler önce İran konusunda uzman olan İranlılarla görüştüler. Yani Batı üniversitelerinde çok tanınmış hocalarla görüştüler. Onlar dediler ki bunlara: “Bu devrim en fazla bir yıl sürer.” Daha sonra bunlar bu çerçeveyi daha fazla genişlettiler ve küresel ölçekte bu şeye yanıtlar aradılar: Bir daha devrim olmaması için ne yapmalıyız? Devrimci dili ve duyarlığı, eğilimleri ve kadroları kontrol etmeliyiz. Hatırlarsanız o günlerde Brzeziński, Out Of Control [Kontroldan Çıkmış Dünya, çev: Haluk Menemencioğlu, İş Bankası Yay.] kitabında Amerikan Kongresi’nin bu amaca yönelik bütçe ayırdığını yazdı. Bütçe! Yani yeni bir din dilinin icadı doğrultusunda –miktar hatırımda değil ama arzu edenler kitaba bakabilirler–, orada onu yazdı. Yine hatırlarsınız Kader Üçgeni [çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yay.] kitabında Chomsky bu vâdîde sürdürülen temasları anlattı. Yani Türkiye’de, Mısır’da, Suudi Arabistan’da, İslam dünyası toplumlarında yeni bir devrim olmaması için ne yapmak gerektiği konusundaki ilişkilerin mahiyetini anlattı. Bu küresel seçkinler –bunlar kuşkusuz ideolojik ve ırkçı saplantıları olan seçkinlerden söz ediyoruz– İslam’ın kontrol edilmesi için çok ciddi çabalar harcadılar ve yayınlar yapmaya başladılar. Ve ilgili ülkelerde bu yeni din dilini temsil edecek memurlar aradılar ve buldular. Bu memurlar bulundukları ülkelerde bu misyon adına hareket ettiler. Bendeniz o tarihten itibaren, tam 30 yıl boyunca her ay yazdığım dergilerde Neo-Nurculuk diye bir şeyden söz ettim. Yani bunun bir Amerikan projesi olduğunu yazdım. Defaatle şunları yazdım: Türkiye’den bütün Müslümanların zekât, fitre, sadaka, infak, tasadduk gibi paralarının Amerikalı politikacılara rüşvet olarak dağıtıldığını yazdım. Kitaplarımda var. Kendimden bahsetmekten çok hayâ ederim, ama bunları söylemek zorundayım. Eğer Türkiye’de Müslümanlar, hangi düzeyde olurlarsa olsunlar, bilinç düzeyinde bir İslâmî tercihte bulunmuş olsaydılar, bu harekete karşı teyakkuz halinde olacaklardı ve dikkatli olacaklardı.

Şimdiki teyakkuzu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şimdiki teyakkuzu ben yeterli bulmuyorum. Çünkü şöyle değerlendiriyorum; âdeta bize şöyle söyleniyor: Şu ya da bu cemaate katılabilirsiniz, ancak bizim bedensel ve fiziksel varlığımıza yönelik katliamda bulunmamak koşuluyla. Yani zihinsel katliamlara devam edebilirsiniz.

Maddî olarak bir şey yapmayın yani.

Bedensel ve fiziksel varlığımıza yönelik, ya da işte iktidar ortaklığına filan kalkışmamak koşuluyla deniyor da olabilir. Ama zihinsel, o benim sözünü ettiğim politik ve dinî popülizm uyuşturucusuna karşı… Çünkü bu hareket ondan yararlandı; bu hareket tarihte yarın da benzeri olmayacak ölçüde dini istismar etti, aşağıladı, istiskal etti. 15 Temmuz tarihte benzeri görülmeyen büyük bir alçaklık. Çünkü ne yapıyorsunuz? Emperyalistler tarafından, onların amaçları doğrultusunda kurgulanan bir din dili adına onlarla işbirliği yapıyorsunuz. Onların size karşı şey yaptıkları iktidar ihtirasları adına bunu kabul ediyorsunuz. Fakat 15 Temmuz’dan sonra Türkiye… Ben 15 Temmuz’da halkın direnişinin de çok anlamlı olduğunu düşünüyorum, takdir ediyorum. Ama bugün Türkiye’de geldiğimiz nokta şudur: 15 Temmuz’a kadar İslamcılık iddiasında bulunan ne kadar isim varsa bugün kokuşmuş bir sağcılığın ve milliyetçiliğin hizmetine girmişlerdir.

Burada noktayı koyalım mı? Ama şunu konuşmak isterseniz, şu Suriye meselesini sorayım mı?

Suriye meselesi çok ciddi. Ben Suriye’yle ilgili çok özet bir şey söyleyeyim size. Bendeniz Suriye’de muhalefetin icat edildiğini biliyorum. Bunu her şartta, her yerde konuşmaya hazırım. Muhalefet icat edilmiştir. Suriye’de olayların başladığı günden itibaren Suriye’de o güne kadar örgütlü bir muhalefet yoktu, bunu biliyorum. Türkiye emperyal bir projeye âlet edilmiştir, bunu biliyorum. Bunları söylemek demek Baas Rejimi’ni desteklemek anlamına gelmez. Ben kendimi hâlâ her şartta İslam’a nispet eden birisiyim. Seküler ve milliyetçi bir rejimi desteklemek gibi bir şeyden beriyim. Söylemek istediklerim bu kadar.

Evet. Atasoy Müftüoğlu’yla bayağı derin bir sohbet yaptık.

Estağfurullah.

Kendisi Eskişehir’de yaşıyor aslında, ama arada İstanbul’a yolu düştüğünde tekrar konuk ederiz, değil mi?

İnşallah.

Atasoy Müftüoğlu’na çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

KAYNAK: Atasoy Müftüoğlu ile söyleşi: Türkiye’de ve dünyada İslamcılık (Ruşen Çakır röportajı, medyascope.tv, 03.04.2017).

KÜLTÜREL ÇÖLLEŞME DEVAM EDİYOR: PROF. MUSTAFA ÖZTÜRK OLAYI

KÜLTÜREL ÇÖLLEŞME DEVAM EDİYOR: PROF. MUSTAFA ÖZTÜRK OLAYI

 

Ruşen ÇAKIR

 

 

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi, tefsirci Prof. Dr. Mustafa Öztürk bazı görüşleri nedeniyle kimi cemaatler ve kişiler tarafından hedef gösterildi. Diyanet Din İşleri Yüksek Kurulu da, adını vermeden Öztürk’ün görüşlerinin doğru olmadığı yönünde bir açıklama yaptı. Ülkeyi terk etmeyi düşünen Prof. Öztürk’ün başına gelenler, Türkiye’deki kültürel çölleşmenin yeni bir örneği olarak kayıtlara geçti.

 

 

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

 

Merhaba, iyi günler. Bu sabah sosyal medyada karşıma Prof. Mustafa Öztürk’ün bir açıklaması çıktı. Kendisi Türkiye’nin gerçekten en parlak ilâhiyatçılarından birisi. Genç diyeceğim; çünkü benden en az üç yaş küçük, benden genç, ama çok parlak… maalesef ben kendisini çok yakın bir zamanda keşfettim. Benim İslamcılık üzerine yoğun çalıştığım dönemlerde pek ortaya çıkmıyordu belli ki, sadece ilâhiyat camiasında yani akademisyenler çevresindeydi. Ama daha sonra kendisinin medyada da yer bulduğunu gördük, Medyascope’ta da Yurttaş Postası’na konuk olmuştu. Bu arada kendisini sürekli yayına çıkarmak istedim, ama bir türlü denk getiremedik; belki bundan sonra olur.

 

Şimdi Mustafa Hoca kendi hesabından duyuru yapmış, bu duyuru acı bir duyuru. Sonu şöyle bitiyor — sondan başlayayım: “İlmî çalışmalara devam etme ve farklı bir fikir görüş beyan etmenin tek yolu yurtdışındaki bir üniversitede çalışmak gibi görünüyor”.

 

İyiler cezasız kalmıyor

 

Belli ki hoca yolcu, gidiyor ve muhtemelen Almanya’ya gidecek. Kendisi halihazırda Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde profesör ve esas alanı da Tefsir. Tefsir’de farklı, değişik, daha özgürlükçü bakış açısına sahip ve bu bakış açısıyla kimi kesimler tarafından takdir edilirken kimi kesimler tarafından da çok sevilmiyor, hatta nefret ediliyor. Bu doğaldır, bu tür konular tarih boyunca her dinde, her düşüncede, İslam dininde de hep dönem dönem farklı düşünenler olmuştur ve kimi zamanlarda egemen görüş farklı olana tahammül edemediği için bunları zorla bastırmışlardır. Değişik dönemlerde değişik örneklerini yaşadık. Bugün de günümüzde AKP iktidarında sadece iktidara muhalif olan seküler eğilimli ya da Kürt hareketinden insanlar, akademisyenler, gazeteciler, siyasetçiler de değil; İslâmî câmianın içerisinde yer almasına karşın egemen görüşten farklı birtakım açılımlara sahip olanlar da başlarına iş alabiliyorlar.

 

En son bir yayın yapmıştım, Teyit.org sitesiyle ilgili, onun başlığını “Burası Türkiye, farklı ve iyi olan hiçbir şey cezasız kalmıyor” diye koymuştum; bu aslında bunun bir devamı. Mustafa Öztürk linç ediliyor ve illallah demiş durumda belli ki. Kendisiyle bu sabah telefonda biraz sohbet etme imkânı buldum; pes etmiş gibi değil, ama illallah demiş. Yani bu ülkede kendisinin ilâhiyat alanındaki çalışmalarını özgürce, rahat bir şekilde yürütme imkânının giderek azaldığı düşüncesine varmış. Neden böyle bir düşünceye varmış? Çünkü onun değişik zamanlarda söylediği, özellikle Kur’an-ı Kerim hakkında söyledikleri, bazı çevreler tarafından tekrar ve tabii ki eğip bükülerek ortaya döküldü ve Mustafa Öztürk Hoca bir nevi düşman ilan edildi.

 

Cemaatlerin verdiği ayar

 

Bazı cemaatler –okuyayım bunu, açıklamasında söylüyor isim vermeden: “Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca dinî grup ve cemaatlerin Diyanet ve İlâhiyat gibi kurumlara –İlâhiyat dediği fakülteler tabii– ayar verme cesaretlerinin belki ilk defa bu kadar yüksek trende ulaştığına şahitlik ediyoruz” diyor. Kendisi bu câmianın içerisinde birisi olarak Cumhuriyet tarihinde, cemaatlerin ve bazı grupların bu kadar ayar vermesine tanık olmadığını söylüyor — ki bunu önemli bir tanıklık olarak not düşmek lazım.

 

Devam ediyorum: “Kendilerini birer baskı grubu olarak konumlandıran bu odaklar, söz konusu kurumlara yönelik planlarını ve amaçlarını gerçekleştirmek için özellikle seçim sath-ı mâilinde siyasî iradeyi de etkilemeyi fırsat bilerek, sistematik karalama kampanyaları tezgâhlıyorlar. Son kampanyada konu mankeni olarak bizi seçmiş görünüyorlar”. Burada seçim “sath-ı mâili” sözü önemli; yerel seçimlere girdik ve bu gruplar, cemaatler, siyasî iktidara oy verdiklerini söyleyen yapılar ve birtakım icraatlarında, bu tür kampanyalarında, siyasî iktidarı yanlarında görmek istiyorlar. Aksi takdirde oylarının akıbeti belli olmayabilir, bir nevi oylarını bir tehdit unsuru olarak kullanıyorlar. “Bugün gelinen nokta” diyor Mustafa Öztürk, “dinî alanda kimin neye, nasıl inanması gerektiği konusunda mutlak yetkinin birtakım cemaatler ve şahıslara ait olduğunu; dolayısıyla cemaatlerden onay almamış farklı bir dinî görüşü savunma imkânının bu memlekette artık son bulduğunu gösteriyor”. Bu çok önemli bir saptama, sadece kızgınlıkla kendisine yönelik hareket nedeni ile yapılmış bir saptama gibi gözükmüyor; buna benzer şikâyetler uzun zamandır farklı farklı kişilerden geliyordu. Bu kadar serinkanlılığıyla bilinen bir ilâhiyatçı profesörden gelmiş olması çok önemli.

 

Laiklik herkese lazım

 

Tekrar okumak istiyorum: “Dinî alanda kimin, neye, nasıl inanması gerektiği konusunda mutlak yetki”. Böyle bir yetki talebi var, “birtakım cemaatler ve şahıslara ait olduğunu”… hem bir mutlak yetki otoritesi hem de bu otoritelerin kim olduğu meselesi, “dolayısıyla cemaatlerden onay almamış farklı bir dinî görüşü savunma imkânının bu memlekette artık son bulduğunu gösteriyor”.

 

Çok alarm verici bir tespit bu. Türkiye laiklikle yönetildiği iddia edilen bir ülke –ne kadar laik olduğu tabii ki tartışılır, dün de öyleydi bugün de, bu tartışma ayrı– ama bugün görüyoruz ki İslam’ın içerisinden konuşma iddiasındaki insanlar arasında da çok ciddi görüş ayrılıkları var ve bu görüş ayrılıkları tartışma şeklinde değil; birinin diğerini tasfiye etmesi şeklinde yaşanıyor.

 

Buradan da aslında laikliğin herkes için ne kadar elzem olduğunu bir kez daha görüyoruz. Laiklik, her dinî inanışa ve inanmayışa, her türlü din yorumuna devletin eşit mesafede kalmasıdır ve bundan sadece dine inanmayanlar ya da dinî pratikleri yoğun olmayanlar değil; her türlü dindarların da istifade ettiği bir konumdur laiklik, duruştur. Burada görüyoruz, bir profesör, saygın bir ilâhiyatçı profesör, kendi din yorumunun başkaları tarafından bastırıldığını ve devletin de o başkalarına destek verdiğini, dolayısıyla kendisinin artık kendi dinî anlayışını savunma imkânının kalmadığını söylüyor.

 

Diyanet devrede

 

Bunun haklı olduğunu şuradan da biliyoruz; Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki Din İşleri Yüksek Kurulu, hemen adını vermeden Mustafa Öztürk’ü tekzip eden bir açıklama yaptı, fetva gibi bir açıklama. Onun önermelerini, perspektiflerini kısaca anlatarak –tabii ona söz hakkı vermeyerek–, gıyabında onu yargılayıp mahkûm ettiler ve bunu da birtakım iktidara yakın yayın organları, “Diyanet son noktayı koydu” şeklinde verdi. Yani: “Olay kapandı, olay budur, Mustafa Öztürk gibiler yanlıştır, onların konuşması da yanlıştır. Aslında olay şudur, Kur’an-ı Kerim şöyledir”.

 

Bunları tartışmanın, aslında tartışmanın özünün ne olduğunun hiçbir anlamı yok benim açımdan, aslında birçok kişi açısından. Burada önemli olan düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü meselesi. Mustafa Öztürk, Kur’an-ı Kerim üzerinden kendi görüşlerini dile getiriyor, yıllardan beri dile getiriyor. Kendisini sabah bana söylediğine göre, dört beş yıl önce yazdığı bir yazının tekrar gündeme getirilmesiyle yapılan bir iş söz konusu. Ve şöyle bitirmiş: “Bu yüzden ilmî çalışmalara devam etme ve farklı bir fikir görüş beyan etmenin tek yolu yurtdışındaki bir üniversitede çalışmak gibi görünüyor”. Muhtemelen Almanya olacak diye biliyorum. Yani Türkiye, İslam dünyasına liderlik iddiasındaki bir ülke; sadece Türkiye için değil İslam dünyası için de değerli bir akademisyenini, bir ilâhiyatçısını, tefsir uzmanını Almanya’ya kaptırıyor. O zaman da bugünkü başlığımıza geliyoruz: Kültürel çölleşme, aynen devam ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan her vesileyle Türkiye’de kültür sanatta bir tekelleşme olduğunu, ülkenin değerlerine aykırı olan –yani onun deyimiyle “yerli ve milli” olmayanların– haksız bir şekilde bir tekel elde ettiğini iddia edip duruyor ve bununla mücadele çağrısı yapıyor, yıllardır bu çağrıyı yapıyor.

 

Çölleşme

 

Ve geldiğimiz nokta; Türkiye’de en değerli akademisyenler işlerinden oluyor, gazeteciler işlerinden oluyor, hapislere giriyor; yazarların, dün Hacettepe Üniversitesi’nde Şair Ahmet Telli’nin başına geldiği gibi konuşmasına izin verilmiyor ve onun yerine kendi destekledikleri, paralar akıttıkları insanlar Türkiye’ye kültürel anlamda bir çöl sunuyorlar. Yani kendi destekledikleri insanlar kalite yükseltemeyince, varolan kaliteli kültür-sanat-düşünce alanındaki insanların önü kesiliyor. Dolayısıyla Türkiye’nin zaten pek de yüksek olmayan kültür-sanat-düşünce hayatının seviyesi aşağı çekilerek aşağıda bir yerde çölümsü bir ortamda bir eşitlenme sağlanmaya çalışılıyor. Burada da görüyoruz; Mustafa Öztürk yıllardır bu konuya emek veren, çok ciddi bir şekilde araştırmalar yapmış, çok sayıda kitabı makalesi olan ve bütün tezlerini çok ayrıntılı bir şekilde savunabilen özgür düşünceli birisi; ama onun karşısında birileri istemezüklerle çıkıp onun pekâlâ ülkede yaşama arzusunu yok edebiliyor, bu da beyin göçüne bir başka örnek.

 

Bu tür muhafazakâr-dindar bilinen insanların –hepsinin ilâhiyatçı olması gerekmez–, bu insanların da son dönemde sözünü ettiğimiz beyin göçünün etkisinde kaldıklarını, Türkiye’ye orta ve uzun vadede güvenmediklerini görüyoruz — hatta kısa vadede de. Güvenmediklerini duyuyorum — birbirinden farklı çok sayıda insandan. Daha önce yaptığım yayınlara tepki veren, bu konuda beyin göçü konusunda ülkeyi terk eden insanlar konusunda yaptığım yayınlardan sonra gelen birtakım elektronik postalarda, mesajlarda, kendilerinin aslında AKP ve Erdoğan’a oy verdiğini, ama yaptıkları iş için, kendi kariyerleri için Türkiye’yi öngörülebilir bir ülke olarak görmediklerini, kendilerini özgür hissetmediklerini beyan eden insanlar var. Dolayısıyla bu olay, Türkiye’deki çölleşme olayı, sadece ve sadece bir kutuplaşma ve ülkenin ikiye bölünmüş halinde karşı mahalleyi ilgilendirmiyor; aynı zamanda kendi mahallesindeki yüksek nitelikli kişilere ve kurumlara da tahammülsüzlük şeklinde kendini gösteriyor.

 

Bu gidiş hiç iyi bir gidiş değil, Türkiye eğer bunca değerli akademisyenini, düşünce insanını, aydınını kaybetmiş, ülkeyi terk etmişler, gönüllü sürgünü tercih etmişler, hatta yazarı gazetecisi cezaevinde… Bu kuyruk uzayıp duruyor, bir kervana dönüşmüş durumda ve Türkiye’ye gerçekten yazık oluyor. Mustafa Hoca için herhalde yurtdışına gitmek, onun için verilmiş –ya da tam verdi mi emin değilim, ama galiba buraya doğru gidiyor– buruk bir karar olduğunu tahmin ediyorum. Ama her şart altında şöyle demiş zaten: “Görelim Mevla neyler diyelim, Mevla’dan hayırlısını dileyerek biz yolumuza devam edelim”. Evet, durmak yok yola devam! Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

KAYNAK: Ruşen Çakır / Kültürel çölleşme devam ediyor: Prof. Mustafa Öztürk olayı  (medyascope.tv, 23.12.2018),

 

Ruşen Çakır: Cemaat’in kartları kolay kolay bitmez, şapkasından çok tavşan çıkarabilir

Ruşen Çakır: Cemaat’in kartları kolay kolay bitmez, şapkasından çok tavşan çıkarabilir

NUR BANU KOCAASLAN

[email protected] / @nurkocaaslan

Gazeteci Ruşen Çakır, kendi deyimiyle ‘Fethullah Gülen 40 yılı aşkın süredir bu işi yapıyorsa, 30 yılı aşkın süredir onu takip eden’ bir isim.

Darbe girişiminin ardından kurucusu olduğu Medyascope’ta Gülen Cemaati’ne ilişkin hazırladığı dosyalarla da bu birikimi aktarmayı sürdürüyor. Gülen Cemaati’ni sıradan bir İslami hareket değil‘istihbarat örgütü’ olarak görmek gerektiğini aktaran Çakır, 15 Temmuz’daki kanlı darbe girişiminin ‘Fethullah Gülen’in işi’olduğunu üstüne basa basa vurguluyor.

Ruşen Çakır’a, Türkiye’nin belki de en karmaşık örgütlenme ağına sahip, son yıllara damgasını vuran Gülen Cemaati’ni sorduk. Çakır’ın en dikkat çekici tespitlerinden biri, ‘Gülen’in kartlarının henüz bitmediği.’

‘Olayın cevabı Gülen’in kendisi’

Gülen Cemaati neden diğer İslami gruplardan ayrı olarak böylesine örgütlenmeyi tercih etti, neden bu kadar büyüdü, neyi amaçladı?

Buradaki temel mesele Fethullah Gülen’in kendisi. Gülen’in bir şahıs olarak bu vizyona sahip olması ve başından itibaren bunu düşünmüş olması. Kendini Said Nursi’nin devamcısı ama daha başka biri olarak görmesi ve göstermesiyle ilgili bir şey. İnsanlar yanlış anlayabilir ama dahi. Kendisi bir dahi, tek tek ilk baştan itibaren planlamış, çok ayrıntılara meraklı, herkesi tek tek kontrol eden biri. Olayın cevabı Gülen’in kendisi. Türkiye’de bir yığın tarikat var ama hepsi üç aşağı beş yukarı birbirine benzer. Birbirinden farkları vardır ama sonuçta baktığınız zaman hemen hemen aynı yapılardır. Bu ise tamamen farklı bir şey yarattı.

Fethullah Gülen’in Türkiye’de yarattığı aslında dünyada görülen‘cult’ ya da ‘sect’ olarak tabir edilen, değişik dinlerden, Hristiyanlıkta, Yahudilikte ya da kırma, farklı dinlerin birleştirilmesinden oluşan ya da uzaylılara vs yönelik karizmatik bir lider etrafında insanların kendini çok adadığı yapılar var. Öyle bir yapıyı İslam içinden ve Nurculuktan inşa etti Fethullah Gülen. Olayın esas sırrı bu.

Sonunda buraya mı varmayı amaçlıyordu?

Kesinlikle. Bu çok net bir şekilde. 90’da çıkan ‘Ayet ve Slogan’da böyle bir şeyin teorik olarak söz konusu olduğunu, devleti ele geçirmenin söz konusu olduğunu ilgili bölümün sonuna yazmıştım. Ben 1985’te İslamcılık çalışmaya başladığımdan itibaren duydum ama ulaşamadım. Çünkü yeraltındaydılar, yani ortaya çıkmıyorlardı, Gülen’in kendisi dahil. Haber kaynağım çoğunlukla diğer İslamcılardı, diğer gruptan insanlardı. Ve herkes Gülen Cemaati’nden esrarengiz bir yapı olarak ve sevmeyerek bahsederdi. Devletin içine sızma perspektifi o zamandan beri bilinirdi. Buradan nereye varmak istediği pek kestirilemezdi.

Onlar da genelde şöyle anlattı, ‘Devletin içinde her cemaatten insan olabilir, ne var bunda’ dediler. Ama buradaki çok farklı. Tabii ki devletin içinde Alevi de olur, Sünni de olur, Nakşi de olur. Ama bunlar orada varolan kurallara, hiyerarşiye göre hareket ederler. Buradaki hikaye şu, küçük yaştaki çocuklar alınıyor, belli eğitimlerden geçiriliyor, gerekirse sınav soruları temin ediliyor ve‘Ali, Ahmet askeri liseye, Veli Hüseyin hukuk fakültesine, şu şu tıp fakültesine’ diye dağıtıyorlar… Ondan sonra her şeyleri kontrol ediliyor Işık Evleri’nden vs. Sonra da onlara iş yaratılıyor, hukuk fakültesini bitiren avukat olmak ister. Bunlar, ‘Sen yargıçlık sınavına, sen savcılık sınavına gireceksin’ diyor. Sonra da onların önleri açılıyor, önlerine çıkan hızla tasfiye ediliyor.

Kendi deyimleriyle bir altın nesil yetiştirmek amacından çok daha fazlası varmış…

Tabii ki kendisi bunu bir altın nesil olarak tanımlıyor olabilir ve kendisi için doğru olabilir. Ama bizim açımızdan altın bir nesil olmadığı, bunların kötücül bir grup olduğu 15 Temmuz’da çok net bir şekilde ortaya çıktı. Ama hiç kimse bu kadarını tahayyül edemiyordu. Bunlarla ilgili birtakım iddialar vardı, ‘Ya abartıyorsunuz bu kadar değil, ne var canım, orduda onlar da olsun’ dediler.

‘Erbakan ve Kürt hareketi istisna’

Hiç kimse derken, Erdoğan 17 Aralık’tan sonra ciddiye almaya başladı en azından…

Burada olayı sadece Erdoğan’la açıklamanın anlamı yok. Bir zamanların Hürriyet gazetesi, Sabah gazetesi, hepsi… Yakın zamana kadar siyasi parti liderlerinin hepsi, Ecevit, Mesut Yılmaz, Türkeş dahil, Tansu Çiller. Entelektüeller, sağdan soldan, milliyetçilikten gelenler. Bu hareketin attığı oltalara çok kişi geldi. En sert gözüken insanların hepsinin bir muhabbeti olmuştur. Aklınıza gelen bütün isimler ya Abant toplantılarına katılmıştır, ya bunların yurtdışındaki okullarına gitmiştir, Pensilvanya’ya gitmiştir, Fethullah Gülen’le resmi vardır vs.

Bir kandırılma varsa neredeyse kolektif bir kandırılma var. Çok fazla istisnai durum yoktur, bir tanesi Erbakan’dır, bir tanesi de Kürt hareketidir. Öcalan zamanında Kandil’den Fethullah’a da çağrı yaptı, Fethullah çağrıya cevap vermedi. Onlar da tamamen kapılarını kapatmamışlardı. Şunu da biliyoruz ki bunlar Kürt hareketine, PKK ve partilere çok şahin bir hareket. Bu yüzden aralarında kan vardır. Onun dışında herkes bunu bir güç olarak kabul etti.

Başarılı olsaydı iç savaş çıkacaktı

 

Bekir Bozdağ dedi ki “Darbe başarılı olsaydı Humeyni gibi Türkiye’ye gelecekti.” Bu darbe başarılı olsaydı sonraki adım ne olacaktı? 

Bir kere benimle bu röportajı yapamıyor olacaktınız. Eğer darbe başarılı olsaydı Türkiye’de iç savaş çıkacaktı. Darbeye destek verenlerle vermeyen askerler, Ak Parti tabanıyla darbeyi destekleyen siviller, Kürtler muhakkak bir şey yapardı. IŞİD ve benzeri yapılar fırsattan istifade etmek isterdi. Burası yaşanmaz bir ülke olurdu. İnsanlar giderdi, ekonomi dururdu, korkunç bir şey olurdu. Toparlamaları da bayağı zor olurdu.

Şu an kimse darbeyi sahiplenmiyor. Eğer başarılı olsaydı ‘Bir şans vermek gerekir’ diyen çok sayıda insan çıkardı. Darbenin yanında yer alan çok şaşırtıcı insanlar çıkardı diye sanıyorum. İsim vermek istemiyorum ama Türkiye’de birçok insan güçten korkar, gücün yanında olmak ister. Darbecilerin güçlü olduğu ortaya çıksaydı birçok insan büyük rahatlıkla onun yanında yer alacaktı. Ama darbenin başarılı olması durumunda Fethullah Gülen’in Türkiye’ye döndüğünü kesinlikle görürdük. Damga vurduğunu net bir şekilde görürdük. Şimdi başarısız oldukları için tiyatro diyorlar ama belli ki buna hazırlanmışlardı. Cemaat’in yurtdışındaki birtakım insanları kilit noktalara yerleştirilirdi, işbirliği yapacak siyasilere makamlar sunulurdu.

Orduda tutuklanan bazı isimlerin Cemaatçi olup olmadığına ilişkin kuşkular var. Ordu içindeki cuntacı bir ekiple Gülen Cemaati’nin bir ortaklaşmaya gitmiş olabileceği yorumları var. Bu ihtimalleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Olabilir. Ordu içinde grup olarak Gülen Cemaati dışında bir grup olduğunu sanmıyorum ama tek tek insanları kandırmış olabilirler. Bazılarına şantaj yapmış olabilirler. Cemaat’le organik ilişkisi olmayan ama şu ya da bu nedenle -genelde kişisel nedenlerle- az buçuk siyasi, Tayyip Erdoğan nefreti gibi nedenlerle darbeye destek vermiş subaylar olabilir. Ama bu Cemaat’in darbesi. Bunda bir kere anlaşalım. Cemaat olmasaydı bu darbe olmazdı, yıllarca buna hazırlanmış, çalışmış. Bu çok net. Buna birtakım insanlar katılmıştır, eğer başarılı olsaydı ordu içinden daha fazla insan buna katılacaktı. Bekle gör yaptılar. Başarılı olmadığı ortaya çıktığında kendilerini uzak tuttular diye tahmin ediyorum.

‘Gülen detaylarına kadar her şeyi biliyordu’

Kamudaki tasfiyelerin yanı sıra ortaya saçılan ifadelere göre Cemaat’in bir de sivil ayağı var, imam denilen ve kamudaki insanlara talimat verenler var. Bu insanlar yakalanmadan bu tasfiyeler yeterli olur mu? 

Ulaşabiliyorlardır belki bilmiyoruz. Ama şunu söylemek gerek. Ertesi günü bilmem ne kadar insan nasıl yakalandı demek ki biliniyordu demek spekülasyon ve bunlar Cemaat’in çıkardığı spekülasyonlar. Cemaat’le ilgili devletin özellikle 17/25 Aralık’tan beri sürdürdüğü istihbarat çalışması var. Kimler Cemaatçi kimler değil hikayesi var. Devletin içindeki çoğu Cemaatçiyi zaten Ak Parti hükümeti aldı, Cemaatçi oldukları için aldı, zaten biliyorlar. Kimi atacaklarını biliyorlar çünkü zaten kendileri getirdi bu insanların büyük bir kısmını. İmam olarak tabir edilen insanların da büyük bir kısmını bildiklerini tahmin ediyorum, kimisi yakalanır, kimisi yakalanmaz.

Ama bunlar bir noktadan sonra önemli değil, önemli olan Fethullah Gülen’in kendisi. O imamların hepsi, Yargıtay imamı, Hava Kuvvetleri imamı, emniyet imamı vs gibi şeyler var. Bunların hepsi doğrudur herhalde. Kimlerdir bilmiyorum bizim de işimiz değil ama şunu çok net söyleyebiliriz, bu darbe Fethullah Gülen’in bilgisi, onayı, talimatı olmadan yapılamaz. Aradaki insanlar yakalanır, yakalanamaz ayrı bir şey ama buradaki birinci derece fail Fethullah Gülen’in kendisidir.

Birileri ona rağmen yaptı, ondan habersiz yaptı gibi bir şey hayatta olamaz. Bu cemaati bilen birisi olamayacağını bilir, çünkü orada her şey Fethullah Gülen’le başlar, Fethullah Gülen’le biter. Eminim her şeyi biliyordu, hatta detaylarına kadar biliyordur. O öyle biri zaten. Cemaatinde, kendi hareketinin içinde kendisinden habersiz işlerin olmasına izin veren birisi değil.

Bir önceki soruyu şu yüzden sormuştum. Gülen Hareketi bundan sonra nasıl bir yol izleyecek? Belli ki hazırlanmıştı uzun yıllar, uygulamaya konuldu fakat beklenildiği gibi olmadı. Bundan sonraki stratejisi ne olacak?

Esas olarak savaşı yurt dışına taşıyor. Orada zaten kendisi. İçeride işi çok zor, büyük ölçüde içeride beli kırıldı. Ama yurt dışında hala çok güçlü ve yurtdışında da çok destekçileri var. CNN’e çıkabiliyor, adamları çıkabiliyor. Batı’da genel hava onlara daha yakın, onun 16 Temmuz günü iade edilmesi gerekirdi ama etmiyor. O diyor, bu diyor, yasa, hukuk, delil diyor. Dolayısıyla dışarıda sürdürmeye çalışacak. Zaten çok sayıda insan yurt dışına kaçtı, Türkiye’de barınması mümkün olmayan çok insan var.

Okullara ağırlık verecek. Hükümet de oraları sıkıştırmaya çalışıyor, mesela Somali’de okulları kapattırmışlar. Başka yerlerde de kapattırmaya çalışıyorlar. Ama Cemaat bunu büyük ölçüde yurt dışında sürdürecek, yeni stratejiler geliştirecek. Ve Türkiye’de hala varolan operasyonel gücünü hiç yabana atmamak lazım. Kimlerdir bilmiyorum ama hepsinin bitmediğini varsayıyorum. Dolayısıyla yeni bir şeye kalkışabilirler. Ne olur bilmiyorum ama bu, kolay kolay bitecek bir hareket değil.

‘Dışarıdan ya teşvik ya onay almışlardır’

Şu anki tasfiyelerden daha fazlası da var mıdır?

Kesinlikle vardır, kesinlikle. Hatta tasfiyeyi yapar gibi görünen insanların da bazıları Cemaatçidir pekala. Cemaat diyoruz ama bu İslami cemaat basitliğinde bir yapı değil. İstihbarat örgütü gibi bir şey. Onun için hiç olmadık insanlara, olmadık ilişkilere sahip olduklarını varsaymamız lazım. Bu olay onu gösterdi.

Dış ilişkileri çok güçlü. Bu işlere kalkışırken büyük ihtimalle dışarıdan bir yerden onay ya da teşvik de almışlardır.

Nereden mesela?

Bilmiyorum. Böyle bir hareketle siz Türkiye gibi bir ülkenin yönetimini almaya soyunduğunuz zaman böyle bir ülkenin stratejik ilişkilerini de sürdürmeye talipsinizdir. Diyelim ki asker darbe yaptı, başarılı da oldu, askerin tankının yedek parçasını vermeyi keserlerse o ordu nereye kadar gidebilir mesela?

Keza NATO üyesi.

Zaten spikere okuttukları açıklamada bütün yükümlülüklerimiz… falan diye laflar da ettiler. En önemli mesele o. Türkiye hiçbir zaman kendi başına bir ülke değil. Ben yaptım oldu dediğiniz zaman olmuyor. Paralarını çekerlerse, ithal ettikleri ürünleri çekerse mahvoluyorsunuz. Ekonomi battığı zaman insanlar darbecileri mahveder. Tutunamaz. Daha önce 12 Eylül’ün en büyük başarı nedeni neydi, Batı’dan, NATO’dan destek almasıydı. Eğer desteğimizi kesiyoruz deselerdi 12 Eylül süremezdi.

‘Meclis bombalanıyor, kimse çıkıp açıklama yapmıyor’

 

Peki Batı’nın geç tepki vermesinde…

Geç tepki falan vermedi, hiç tepki vermiyor. Batı’da darbeyi alenen darbeyi kınayan, net bir şekilde darbe karşıtı pozisyon alan kimseyi görmedim.

Neden?

Tayyip Erdoğan’ı sevmemekten büyük ölçüde. Batı’nın gözünde Erdoğan’ın imajının çok kötü olması, Erdoğan’ın dışındaki bütün seçeneklere açık olmalarıyla ilgili. Bu darbenin başarısız olması nedeniyle birtakım soru işaretleri ortaya çıktı. Neden başarısız oldu, saati erkendi. ‘Böyle salaklık mı olur kardeşim, bu saatte darbe mi olur, demek ki bu bir komplo’ gibi şeyler ürettiler. Darbenin başarısızlığını, darbenin sahici olmaması olarak yorumluyorlar.

Gülen de benzer bir yorum yapıp Hollywood filmine benzetti…

Gülen’i zaten öteden beri takdir ettikleri için genel olarak ılımlı İslam gibi şeylerle… Tayyip Erdoğan onlara çok radikal bir İslamcı figür olarak gözüktüğü için Gülen’i tercih ettiler, çoğunluğu.

Erdoğan da bir dönem onlar için tam bir ılımlı İslam lideri figürüydü…

Onun için de zaten 2005’te yapamadılar darbeyi. Hatta daha sonra 2007-2008’de AKP’ye kapatma davası açıldığında Batı AKP’ye destek çıktı. Çünkü AKP o zaman hala Avrupa Birliği yolundaydı. O dönemde AYM Batı’nın baskısı olmasa AKP’yi kapatacaktı. Batı o devrede çok etkili oldu. AKP o zaman Batı’nın gözünde, Tayyip Erdoğan da iyi müttefikti. Ama 2007 sonrasında özellikle Ergenekon-Balyoz’la askeri vesayeti sonlandırdığını düşündüğü andan itibaren, Tayyip Erdoğan kendini Avrupa’dan soyutlayıp Arap baharıyla başka maceralara girince Batı’yla arası açılmaya başladı.

Bu darbe 2007’de yapılamazdı, yapılsaydı Batı anında alenen karşı çıkardı. Kapatma davasına nasıl karşı çıktılarsa. O dönem haftada üç tane, dört tane temsilci gelip AKP lehine açıklama yaptılar. Şu ana kadar sadece ABD genelkurmay başkanı Meclis’i ziyaret etti. Türkiye’de Meclis bombalanıyor, kimse çıkıp açıklama yapmadı.

New York Times’ta çıkan bir haberde ABD Genelkurmay Başkanı Dunford’a, darbede ABD parmağı olduğu yönünde suçlayıcı bir ithamda bulunulmadığı, aksine ilişkilerin aynı şekilde devam edeceğinin söylendiği aktarılıyordu.

Bazıları bunun gazını veriyor ama ABD’yle ve NATO’yla kavga etmesi Türkiye’nin yapabileceği bir şey değil zaten. Çok gerçekçi olmaz, onların dahli varsa bile Türkiye bunu unutmadan ama yok sayarak devam edecektir. Siz bizim darbemizi dolaylı dolaysız desteklediniz, biz sizinle ilişkimizi kesiyoruz dediği zaman Türkiye’nin gideceği çok bir yer yok zaten. Nereye gidecek?

‘Batı buna teşne oluyor’

İktidarın bütün olanaklarına rağmen, Gülen Batı’ya derdini daha iyi anlatıyor. Bundan sonra ne yapılması lazım ki Türkiye kendi savlarına ikna edebilsin?

Ben iktidara akıl vermek durumunda değilim ama burada yapılacak şey çok basit. Haklı olduğu bir davada haksız durumda şu anda. Tayyip Erdoğan-Fethullah Gülen meselesiyse olay, haklı olan Erdoğan, haksız olan Gülen. Biri şu veya bu şekilde halk oyuyla iktidara gelmiş biri, diğeriyse komplolarla, kumpaslarla, çok büyük, kanlı bir darbeye imza atmış biri. Normalde bunların kıyaslanmaması bile lazım. Bu hükümetin hatasıdır, özellikle de Tayyip Erdoğan’ın dışarıda adım adım inşa ettiği negatif imajıdır. Ne yaparlar bilmiyorum ama çok açık bir şekilde lafı bile olmaması lazım.

Bir tarafta kendini din adamı olarak pazarlayıp cumhuriyet tarihinin en berbat darbelerinden birini tezgahlayan bir adam. Bir tarafta da otoriter ama sonuçta seçimle gelmiş olan, nerede oturduğunu, ne yaptığını bildiğimiz, teorik olarak seçimle gidebilecek birisi. Ötekini neyle yollayacaksın? Hiçbir şekilde şeffaf olmayan, tamamen kapalı birisi. Ne çevirdiğini bilmediğimiz birisi. Ama o kendini münzevi, sürgünde bir din alimi olarak pazarladığı için Batı da buna teşne oluyor.

‘Gülen’in kartları vardır’

‘Ne planlarsa dışarıda planlar çünkü burada büyük ölçüde beli kırıldı’ dediniz. Burada stratejisi sadece kendisinin iade edilmesini engellemek mi olacak?

O ayrı bir şey ama Cemaat’in kartları kolay kolay bitmez. 15 Temmuz öncesinde Cemaat’in kolay kolay bitmeyeceğini söylediğim zaman insanlar benimle dalga geçtiler. Gazeteleri kapandı vs. ama 15 Temmuz’u yapabildi. Binlerce insan içeri alındı, tabii ki çok büyük darbeydi ama bitmedi, bitmeyecek. Ne yapar bilmiyorum ama çıkarabildiği çok tavşanı var şapkasından.

Suikastler olabileceği söyleniyor mesela…

Bilmiyorum. O tarz şeyleri dillendirmek de istemem. Fethullah Gülen, 40 yılı aşkın süredir bu işi yapıyor, ben de 30 yılı aşkın süredir onu takip ediyorum. Benim bildiğim Gülen kolay kolay pes etmez. Elinden geleni yapacaktır. Elinden ne gelir bilmiyorum ama 40 yılı aşkın sürede titizlikle inşa ettiği bir şey var, hala elinde birtakım kozlar bulunması beni şaşırtmaz.

Şöyle sorayım o zaman, adımları git gide radikalleşmeye başladı. Daha da radikalleşme yoluna gider mi?

Bilmiyorum. Bu benim işim değil. Biz gazetecilerin işi böyle spekülasyonlar değil. Benim söylediğim sadece şu: Gülen’in kartları vardır. Nedir bilmiyorum. Darbe yapacağını tahmin etmedim. Darbeymiş. Onu gördüm. Herkes şimdi zaten belliydi falan diyor. Ben onlardan değilim. Son nefesini vermediğini biliyordum ama böyle bir şeye cüret edeceği açıkçası aklıma gelmedi. Gördü gününü ama yine pes etmeyecek. Ama elinin hala güçlü olduğunu tahmin ediyorum. Pes edecek olsaydı, CNN’e çıkmalar, New York Times’a yazmalar falan uğraşmazdı. Sesini kısar, kendini unutturmaya çalışırdı. Tam tersi sürekli karşı hamleler yapıyor.

‘Köşeye sıkıştı’

Şu an verdiği röportajlarını nasıl buluyorsunuz?

Köşeye sıkışmış, eskiden Fethullah Gülen yakın zamana kadar, 10 cümle ederdi, bir kelimeyi söylemek için 10 cümle ederdi. 10 cümle içinden Gülen’i okurken midye ayıklar gibi ayıklamak gerekirdi. Şimdi 10 cümle ediyor 10’u da çok açık ve net. Çünkü Batı medyası belagata falan gelemiyor. O da bunu çok iyi biliyor, onlara çok açık ve net bir şekilde ben iyiyim Tayyip Erdoğan kötü diyor. Ben ılımlıyım, o radikal, o IŞİD’çi falan diyor. Fethullah Gülen böyle şeyler yapmazdı. O anlamda kendi söylemini de yeniden inşa ediyor. Çok daha politik bir dile gidiyor. Bu onun aleyhine olacak. Ama çaresiz olduğu için böyle yapıyor. Bu kadar politik konuşan birisini Amerikan basını da ‘Ya biz bunu dini alim bilirdik bu adam bayağı bir Hamas, Müslüman Kardeşler siyasetçisi gibi konuşuyor’ derler. Şimdilik demiyorlar ama böyle devam ederse oraya gidiyor.

‘Erdoğan, Kürt sorununu masaya getirse işin rengi değişir’

Şu aşamada Gülen’in söylemleri ne kadar siyasi de olsa Erdoğan’a göre daha kabul edilebilir mi geliyor Batı’ya?

Evet öyle görüyorlar, görmek istiyorlar. Burada iki yol var. Bir, onun aslında ılımlı olmadığını çok net göstermek. İki, o değil biziz ılımlıyı göstermek. Bu da Türkiye’nin demokratikleşmesi, temel hak ve özgürlüklerin gelişmesi için çaba sarf etmek demek. Şu anda Tayyip Erdoğan buna çok önem vermiyor, delillere önem veriyor. Halbuki Tayyip Erdoğan şu darbe girişiminden sonra çoğulcu demokrasiyi, Kürt sorununun çözümünü masaya götürse işin rengi değişir.

Şu anda Batı’yı Fethullah Gülen’in darbeci olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Ne kadar kanıt gösterirse göstersin Batı ikna olmayacaktır bence. Kanıtlara uydurma denilecektir, işkence altında alınmıştır ifadeler diyecektir. Tekrar çözüm sürecine başlasa, temel hak ve özgürlükleri geliştirse o zaman insanlar Türkiye’de seçimle işbaşına gelmiş yönetimlerden yana olmanın daha akılcı olduğunu görebilecekler.

Şu an tam tersi olmuyor mu? HDP bu ılımlı siyasi söylemden yararlanamıyor.

O da Türkiye’nin acısı.

‘AKP’de hala gönülbağı olan vardır’

AKP içinde hala Cemaat bağlantılı insanlar var mıdır?

O kadar çok var ki, hepsini ayıklamaya kalksalar AKP kendi içinde acayip şey kaybeder. Çok var şahsen benim bildiğim, Cemaat’le değişik zamanlarda şey yapmış…

Hala gönülbağı olanlar var mıdır?

Kesinlikle vardır. Ama onlar kendilerini gizliyorlardır. Nasıl bulurlar bilmem.

Erdoğan ya da AKP yönetimi farkında mıdır?

Olmaz olurlar mı! Yaveri Cemaatçi çıkan insan farkında olmaz olur mu? Başbakanlıktan kaç tane insan alındı. Saraydan da alındığı söyleniyor. Genelkurmay başkanının emir subayı, özel kalem müdürü darbeci çıkıyor.

Ama onlar genelkurmaydan atanıyordu.

Biz darbeyi askerler yaptığı için sadece o kısmı görüyoruz. Darbe başarılı olsaydı sivil ayağı da ortaya çıksaydı orada da görecektik başkalarını. Sivil ayağı olmadan olamaz. Sivil ayağı sadece Cemaat’in devletteki ve sivil toplumdaki insanları diyemeyiz. Büyük ihtimalle değişik partilerden insanlardan birileri katılacaktı AKP de dahil. Onlar kimdir bilemiyorum, ama olmaması gibi bir şey söz konusu olamaz.

KAYNAK: Ruşen Çakır: Cemaat’in kartları kolay kolay bitmez, şapkasından çok tavşan çıkarabilir (Nurbanu Aslan röportajı, diken.com.tr, 03.08.2016 )

 

Yazar: NUR BANU KOCAASLAN

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör