Mustafa Şerif Onaran

Tıp Doktoru, Yazar, Şair

Doğum
27 Aralık, 1927
Ölüm
24 Mayıs, 2013
Eğitim
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Burç

Hekim, şair ve yazar (D. 27 Aralık 1927, İzmir – Ö. 24 Mayıs 2013, Ankara). İzmir Namık Kemal Lisesini bitirdi. Askerî öğrenci olarak İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde başladığı tıp öğrenimini Ankara’da tamamladı (1954). Gülhane Askerî Tıp Akademisinde stajyer hekim olarak çalıştı (1954-55). 1959-63 yılları arasında GATA’da genel cerrahi ihtisası yaptı. Kayseri Asker Hastanesinde, SSK Kayseri Hastanesinde görevli olarak bulundu (1963-64). Binbaşı rütbesindeyken ordudan ayrılarak Ankara Yüksek İhtisas Hastanesinde cerrah olarak çalışmaya başladı. Burada bölüm şefliği görevinde bulundu. 1993 yılında emekliye ayrıldı. Bu tarihten itibaren tüm zamanını edebiyat çalışmalarına ayırdı.

Onaran, 1980 öncesi dönemde Türk Dil Kurumunda aktif görev alarak Yayın ve Tanıtma Kolu Başkanlığı yaptı. Türk Dili dergisinde sürekli yazıları yayımlandı. Edebiyatçılar Derneğinin iki dönem genel başkan yardımcılığını, iki dönem de genel başkanlığını üstlendi.

İlk şiirleri, İstanbul dergisinde çıktı (1944-46). Sonraki yıllarda şiir ve denemeleri, yönetimine katıldığı Fikirler (1946-48) ile Varlık, Yücel, Ülkü, Yaratış, Büyük Doğu, Türk Dili, Kovan, Kitap-lık, Hece, Çağdaş Türk Dili, Papirüs, Hece, Hürriyet Gösteri gibi dergilerde yayımladı. Cumhuriyet Kitap’ta “Dergilerden” ve “Değinmeler” başlıkları altında edebiyat değerlendirmeleri yaptı. Ben Bir İnsan (Rüştü Asyalı ile) oyununda Nâzım Hikmet’in şiirlerinden hareket ederek yaşama serüvenini  anlattı. Şaire armağan edilen bu eserde Nazım’ın yaşadığı dönemlerden kısa kesitler yer aldı. Birçok televizyon ve radyo programına katıldı. TRT 2’de Talât Sait Halman ve Erendiz Atasü ile “Sözün Büyüsü” programını hazırladı ve sundu. Cumhuriyet gazetesinin Yunus Nadi Şiir Yarışmasında birincilik kazandı (1952). Edebiyatçılar Derneğinin onur ödülüne layık görüldü.

Mustafa Şerif Onaran, mide kanaması teşhisiyle kaldırıldığı Ankara Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesinde 24 Mayıs 2013 günü sabaha karşı vefat etti. Onaran'ın cenazesi yarın Ankara'da kınlan cuma namazının ardından aynı şehirde toprağa verildi.

ESERLERİ:

ŞİİR: Unutulmuş Şiirler (1985)

OYUN: Ben Bir İnsan (Rüştü Asyalı ile, oyn. 2003, bas. 2004).

BİYOGRAFİ: A’dan Z’ye Cahit Külebi (2004).

DERLEME: Cahit Külebi’ye Saygı (A. Budak, A. Cengizkan ile, 1998), Sapanca Şiir Akşamları (2003).

KAYNAKÇA: Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (1982), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (c. 2, 2001), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009), Şair ve doktor Mustafa Şerif Onaran vefat etti (medimagazin.com.tr, 24 Mayıs 2013), Şair Mustafa Şerif Onaran vefat etti (haberturk.com, 24 Mayıs 2013).

DENEMENİN SINIRLARI: ATAÇ VE ÖTEKİLER

Sözlüklere bakılırsa, deneme, “her hangi bir konuda, kesin bir sonuca varma çabası gütmeden, yazarın kendi kişisel düşüncelerini, görüşlerini genellikle bir söyleşi havası içinde işlediği düzyazı türüdür.” Bu tanım denemenin kazandığı yeni boyutları anlatmaya yetiyor mu? Soruyu daha belirli bir biçimde sormak gerekirse, denemenin sınırlan nedir? Nermi Uygul'a bakılırsa denemenin sınırları yoktur: “Deneme şiirdir, eleştiridir, öyküdür, tiyatrodur. Bilimdir deneme, felsefedir... Yaşamak; denemek Yaşama; deneme...”

Görülüyor ki edebiyat türleri arasında deneme, daha sınırları çizilebilmiş bir tür değildir. O zaman denemenin sınırsızlığından söz açmak belki daha doğru olacaktır.

Edebiyatın değişik alanlarını bir yana bırakıp eleştiriyi ele alalım. Bir edebiyat yapıtının değerlendirilmesinde somut ölçütler var mıdır? Beğeni söz konusu olunca özel bir yaklaşım kaçılnılmazdır. Öznel ölçütlerse bilimsel anlayışla bağdaşmaz. Öznel ölçütler, yapıtın bizde bıraktığı izlenimlere göre anlam kazanır.

Demek ki izlenimci eleştiri ile deneme arasındaki sınırlar esnektir. Değil mi ki yaşamın içinden geçerken bizde yer eden etkiler, bir edebiyat yapıtına bakmamızı kolaylaştırıyor; içinde bulunduğumuz duygusal durumun o yapıtı anlamada, değerlendirmede yeri var demektir. Değil mi ki beğeni ölçülerinde kesinlik yoktur, bir yapıtın değerlendirilmesi kişiye göre değişecektir.

Edebiyat dili işleme hüneri olduğuna göre, bir yapıttaki dil özelliklerini göstermek anlamlı olabilir. Ne var ki nice Ünlü yazarın dili biraz çapaklı olduğu halde, kusur gibi görünmez: Biçem özelliği sayılabilir.

Geçenlerde Sevgi Soysal'ı anmıştık. “Tutkulu Perçem” ile “Tante Rosa”da dilinin savruk olduğu üzerinde durulmuştu. Oysa Sevgi Soysal, önceki kuşağın tekdüze anlatımına başkaldırı olarak yeni bir biçem geliştirdiğini, içinden geldiği gibi yazdığını, ayrıntıları düzeltmek gereğini duymadığım söylemiştir. Belki de bilinçaltı akımının gereği olarak yapmıştı bunu. Bilimsel eleştiriden yana olanlar kılı kırk yararken yapıttaki naif incelikler yok olur gider.

Bir yapıt deneme anlayışıyla eleştirilirse, yapıtın kabuğunu oluşturan ayrıntılar anlamını yitirir, özünün güzelliği ortaya çıkar. Nermi Uygur'un, edebiyatın değişik alanlarına deneme gözüyle bakmasındaki anlayışı ayrıca değerlendirmek gerekir. Eleştiri ile denemenin tartışıldığı bir ortamda, bu iki konunun ne kadar iç içe geçtiği açıkça görülmektedir. Ancak Nermi Uygur'un yaşama eşittir deneme sözünü değerlendirirken; yaşamayla edindiği deneyimleri okuduklarına sindiren yazarın bakışı önem kazanır.

Bir deneme yazısında bilgi aktarımına katlanılamaz. Bilgi, deneme içinde öylesine silinmeli ki, denemecinin kişiliği öne çıkabilsin! O kişilikte görmeyi Öğreten bir özellik vardır. Denemede yazarın tavımı belli eden bir biçem söz konusudur.

Deneme içtenliklidir. Mektup yazar gibi, günlük tutar gibi, anılardan yola çıkar gibi söze başlarsınız; yaşamanın anlamını, bir şiirin imge zenginliğini, bir romanın gizli dünyasını ortaya koyarsınız.

Felsefedeki dizge bütünlüğü felsefe denemelerinde yoktur. Deneme sıkıdüzene gelmez. Çelişkileri, duygusallığı, aykırı görüşleri öne sürmekte sakınca görmez. Gene de bu çelişkileri, aykırılıkları doğal gösterecek gizli bağlar, özür sayılabilecek incelikler vardır denemede. O özürün arkasında alaycı bir gülümseme de görebilirsiniz.

Yaşam da çelişkilerle dolu değil mi? Yanlış anlaşıldığını, daha önemlisi anlaşılmadığını öne süren kişilerin kendini beğenmişliğiyle, kendini hep gerilerde tutan insanların bir arada yaşadıkları bir toplumda bulunduğumuzu anımsayalım. Öyle bir insan ormanında yaşıyoruz ki, denemeden yola çıkıp öykü de, roman da yazılabilir, şiire, eleştiriye de geçilebilir.

Denemenin sınırsızlığı değil, deneme sınırlarının geçirgenliği üzerine düşünmeliyiz. Denemenin sınırlan derken, denemeyle başka edebiyat alanlarının örtüşmesini anlamalıyız.

Ataç, edebiyatımızda eleştirmen olarak anılır. Öznel eleştiriden yana olduğu için değerlendirmeleri kendine göredir. Daha önemlisi, eleştiriye denemenin penceresinden bakıyor, denebilir.

Denemenin başat özelliklerinden biri, kesin yargılardan uzak durmasıdır. Ataç, Jacque Rigaud’nun şu sözünü ilke edinmiştir: “Et si j’affirme, j’iterroge encore “ (Kesin de söylesem gene sormaktayım.)

Denemede belirsizlik gösteren bir soru, kimi zaman kesin yargı yerine geçer. Kimi zaman kesin bir yargıyla söze başlar gibi olursunuz; aslında kesin yargı değildir o, söylemek istediğiniz teme! konuya yol açmak için, bahane sayılır.

Örneğin Ataç söze şöyle başlar: “Kişileri, roman okumayı sevenlerle roman okumayı sevmeyenler diye ikiye ayırabiliriz. “ Ataç, “Kişiler ikiye ayrılır “ deseydi, belki daha bir kesinlik kazanabilirdi sözü. “Ayırabiliriz” sözünde kesinlik yok. Ama kişilerin roman sevip sevmediklerine göre ikiye ayrılmaları Ataç’ın ilgilendiği sıralama değildir. Ataç’ın asıl söylemek istediği başka bir şey var: Sözü şöyle sürdürüyor: “Roman okumayı sevmeyenlerden bir hayır gelmez demiyorum, büyük işlere asıl onların giriştiğim söyleseler ona da inanırım. Ama ben hoşlanmam onlardan. Kendilerinden çıkamaz, kendilerini başka kimsenin yerine koyamazlar. Bir tek yaşayışları vardır, ömürlerine bin bir kişinin yaşayışını sıkıştıramazlar. “ Burada Ataç’ın üzerinde durduğu sorun, bir denemeci olarak ilgilendiği durum, “insanın kendisinden çıkması “dit.

Kendimizden çıkmak, başka yaşamların ayrıntılarını anlamak demektir. İnsanı anlamaya götüren bir yoldur o! Kendini önemseyen sığ bir insandır o yola baş koymayan. Ataç günlük olaylar içinde yaşarken, okuduklarını tartışırken önemi olduğuna, Ölünce unutulup gideceğine İnanır: “Öyle derin bir anlamı yoktur benim yazdıklarımın, gelecek yüzyılların kişileri yeni bir acım (dünya) görüşü, bir yaşama yolu bulamayacaklardır benim yazılarımda. Ben ölümümden az, belki de öldüğüm yıl içinde, unutuluveririm. Olur, üç beş arkadaş, gönüldeş aralarında konuşurken anarlar beni o başka, ama bir yazar olarak anılmam, Öğretmenler öğrencilerine benim kitaplarımı okumalarını öğütlemezler. Benim önemim yaşadığım günlerdedir.”

Gerçekten bu söylediklerine inanıyor muydu Araç? Sanmam. Biraz geri çekiliyor görünmesinde kendini koruma sezgisi var. Alçakgönüllü görünerek okurların yakınlığını kazanmak istiyor... Ataç 1957’de öldüğüne göre, 50 yıldan fazla zaman geçmiş aradan. Araç’tan sonra nice edebiyat kuşaklan geldi geçti. Onlar üzerinde onun etkisi olmasaydı, önemi yalnız yaşadığı günlerde kalsaydı, bunca yıl sonra anılır mıydı Ataç? Belki de denemenin belirsizliğiyle eleştiriye baktığı için daha etkili oldu.

Ataç’ın Abdülbaki Gölpınarlı ile Suut Kemal Yetkin’e yazdığı mektuplar eleştiriyle denemenin harmanlandığı yazılardır: “Ayıp derler bu senin ettiğine Abdülbaki! “ diye mektuba başlaması, hemen ilgisini çeker okurların; Gölpınarlı’nın ayıbı neymiş diye merak ederler.

Abdülbaku Gölpınarlı, “Divan Edebiyatı Beyanındadır” adındaki kitabıyla divan şiirini yeren bir inceleme yazmıştı. Ataç o gömünün gizli güzelliklerini anlatırken Gölpınarlı ‘nın yanılmalarını da ortaya koymuştu. Ataç’ın yazılarında; kimi zaman güncelerle, kimi zaman karşıt görüşlerini tartıştığı Allı adındaki ikinci kişiyle güncel olaylardan söz açarken; birdenbire bir edebiyat sorunu içinde bulursunuz kendinizi. O tatlı söyleşi ortamında nice edebiyatçıların defteri dürülmüş, nice güzelliklere kapı aralanmıştır.

Çeviri yaparken bile, denemenin tadını çıkarmak istediği bir hınzırlık içindedir Ataç. Örneğin Laclos’nun “Tehlikeli Alakalar” ını Türkçeye çevirirken karşılaştığı kavramların divan şiirindeki benzerlerini anımsayıp dipnot düşmesi, ancak Ataç’a özgü keyifli bir çalışma olmalıdır.

O kuşak denemecileri arasında birbirine sataşmalarda bile, bilmece tadında incelikler vardı: “İlk yarısı içkilerin, ikinci yarısı çalgıların en tatsızı: Suut. ilkyarısı hayvanların, ikinci yarısı duyguların en tepkilisi: Ataç. “Burada örtülü olarak söylemek istenen; Suut’un sıradan, Ataç’ın saldırgan bir yazar olduğu mudur?

Birbirlerine sataşsalar bile iyi arkadaştılar onlar: Ataç hep tedirgin, Suut Kemal hep sakin görünen iki arkadaş.

Suut Kemal edebiyatla yakınlığının ötesinde felsefe, estetik, sanat tarihi konularını meslek edinen bir kültür insanıdır. Gecenin geç saatlerinde kendisiyle başbaşa kalmayı, denemelerini o sessizlikte yazmayı sever. Denemeyi şöyle yorumluyor Suut Kemal: “Deneme, makale gibi belli bir fikri kesin sonuca bağlamaz; bir felsefe incelemesi gibi, bir öğretinin boyunduruğu altına sokulmaz. Denemenin işte bu özelliği onu eleştiriden ayırır. Eleştiri, verdiği yargılarda yanılmamaya çalışır. Denemecinin böyle bir çabası yoktur. Çünkü denemeci yüzde yüz yaratıcıdır.

Suut Kemal yaşamaya, insana bakarken kendi gerçeğini arayan bir deneme yazaradır. Yaşadığı denemeleri, soyut bir dil kullanmadan, ispatlamak gereğini duymadan anlatırken, kendini tanımaya çalışıyor. Kendini anlatırken, başka insanların anlaşılmasına da olanak tanıdığına inanıyor. Edebiyatta ön yargılı olmanın bizi yanıltabileceğini, eleştirirken yazardaki özellikleri yapıtına karıştırmamak gerektiğini Öne sürme ilkesini benimser. Anılara dalmayı, yalnızlıktan kurtulmanın yollarını aramayı sever Suut Kemal. Kendini, kendi iç aydınlığını anlatarak topluma ışık tutar.

“Değini” özelliği içeren Vedat Günyol’un denemelerinde, okumanın yanı sıra, yaşamayla kazanılmış deneyimlerin içtenliği vardır. Çünkü aydınlanma devriminin ateşini taşıyanlardandır Vedat Günyol. Ateş, tanrılara karşı kullanılsın diye, Prometeus’un insanlara armağan ettiği bir silahtır. Yaratıcı yazar insanın sömürüden kurtarılması için kullanır bu silahı. Her yaratıcı insanı bir çeşit ateş yakıcı olarak görür. Her ateş yakıcı, kendinden sonraki yaratıcı atılım için yeni bir olanak sağlıyor demektir. Bayrak yarısı gibi elden ele geçen ateş, insanın sömürüden kurtulmasına, aydınlığa çıkmasına yarayacaktır. İşte bu ateşi tutanlardan biridir Vedat Günyol.

Ülkemizdeki aydınlanma hareketinin bilinçli yazarlarından biri, belki de en önemlisi Sabahattin Eyubloğlu’dur. İnsanın yüceliğini ve insan sevgisini en kutsal amaç bilen; insan aklına, insanlığa inanan, her şeyin ölçüsü olarak insana dayanan öğretiye, yani hümanizme bağlanan Sabahattin Eyuboğlu; o ateşi taşıyan en güçlü denemecilerimizden biridir. Modernitenin aydınlanmayla geleceğine inanır. Mavi, sanatın simgesiydi onun için; siyah paranın.

Eyuboğlu diyor ki: “Her yaşayanın iliklerine işleyen ölüm karasına, yüz karasına, kasvet karasına birebir gelen renk mavidir. Karanlığı asıl yenen mavidir, güneş değil.” Burada söz konusu olan para, ille de “kara para” değildir. Ama para sanatı bulandırıyor, sanatın yerine geçiyor olunca, paranın gücü çirkinleşiyor demektir. Günümüzde çok satan romanların paraya dönüşmesi, sanatın gücü gibi gösterilmeye başlanınca, Eyuboğlu’nun görüşü daha çok anlam kazandı. “İster eski gerçek olsun, ister yeni gerçek” diyor Eyuboğlu; “paranın sanatı yenmesinden daha acı bir şey düşünemiyorum insanlık için.”

Para Öne geçince; sanat Özgün olmaktan çıkıp basmakalıp; bir örnek çoğaltmaya dönüşüyor. O zaman yaratıcı sanatın ateşi sönüyor. Karanlık ele geçiriyor insanı. Oysa “geceler mavidir” diyebilmeli insan. Ne var ki çoğaltılmış yapıtlarıyla işin kolayına kaçan yazarlar, umut veren yaratıcı yazarların da önünü kesiyor.

Eyuboğlu soruyor; “İyi ama, diyeceksiniz, sanatçının iyisini, kötüsünü, yaratıcısını, kısırını nasıl ayırdetmeli? “ Bilimsel yöntemlerle gelinmez bu işin üstesinden. Eleştirel deneme, o esnek, o gülümseyen duruşuyla kesin yargılardan daha etkili olur. Maviyi kirletenlerin karşısındadır Sabahattin Eyuboğlu. Montaigne’den el alan bir denemeci başka türlü düşünemez zaten. O da Montaigne gibi “köhne inanışları, doğaya, akla aykırı alışkanlıkları, safsataları baltalıyor; dünya sevgisine, müsbet düşünceye, gerçekçi edebiyata yol açıyordu “

XVI. yüzyıldan günümüze seslenen Montaigne bize hiç de yabancı değildir. Çünkü o kendini anlatırken bizi de anlatıyor gibidir. Yüzyıllardan bu yana insan, kendi engellerinden kurtulamıyor ki!

Kusursuz bir felsefe dizgesinde insanı şaşırtan, kendini yitirmesine yol açan bir düzence olabilir. Oysa çelişkiler içindeki insan, eksiğini bilerek bakar dünyaya. “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz” diyen ozanı anımsayalım. Sabahattin Eyuboğlu, gönül sesini dinleyerek öfkesini yatıştıran bir denemeci. Ama insana görmeyi gösteren, kendine yönelmeyi anımsatan, sözcüklerle kuşatılmış bir çevrede yaşadığının bilincinde olmasını isteyen Nermi Uygur’dan da öğreneceğimiz çok şey var.

Nermi Uygur diyor ki: “Kim, ne zaman, nerde yaşarsa yaşasın; doğrular, yanlışlar, düşler, gerçekler, tasarımlar, örgütlenmeler, anılar, özlemler, her şey, her şey sözcüklerle.” Ah, o tılsımlı gücü sözcüklerin! Onlar egemendir yazgımıza, yaşadığımız zamanı onlar ele geçirmiştir.

Yaşamanın içinden geçmesi gerekir denemecinin. Bu anlayışı benimseyen Nermi Uygur diyor ki: “Yaşantı insanıdır denemeci Yaşadıklarını dile getirir. Yaşamadığı hiçbir şeyi almaz denemesinden içeri Onun bir şeyi yaşaması da: O şeyle bir bağ kurması, o şeyi kendi varoluşuna uygun algı, görgü, bilgi ve duyuş esnekliğinde anlaması; gerekirse o şeyle ilgili bazı işler yapması; şaşma, merak, sevgi ya da tiksinme gibi davranışların ortamında o şeyle başbaşa kalması; kendisiyle, çevresiyle, evrenle karşılaşması, İşte böylesine karmaşık ve etkili bir süreçtir. Canlı insan sıcaklığını en çok donduran felsefe kuramlarına, günlük gidişin kalıplarıyla toptan ilgisiz bilim katılıklarına da el atsa, her dokunduğunu kendi yaşama serüveni yönünden, bu serüvenin bir parçası ve aşaması olarak benimseyip sindirmekte, bunları salt nesnel bir bilgi gereği değil, düpedüz kendi varoluşunun eğilimi ve basıncından ötürü kendi dünyası içine sokmaktadır. Yaşantı sanatçısıdır denemeci. Yaşantılaştırdıklarını yazar. Dokunduğu her şeyi somutlaştırmasının nedeni hurdadır işte.”

Memet Fuat, İlhan Berk için “Dokunduğu her şeyi şiire dönüştürüyor” diyordu. Nermi Uygur da, “En belirgin çizgileriyle denemeci, yazı sanatçısıdır” demekle yetiniyor.

Burada, denemeye şiirli bir yoldan geçen Melih Cevdet Anday’ı ayrıca anmak gerek. Yaşamanın anlamı ya da anlamsızlığı üzerine düşünmemizi kolaylaştıran o bilge ozan, aydınlanma devriminin yapı taşlarından biriydi. “Hekimliğin gelişen koşullarında artık yaşlılık sonat değil” diyecek olmuştum. “Eh, sen öyle bil!..” demekle yetinmişti.

Vedat Günyol, Melih Cevdet, Nermi Uygur uzaklara açılan bir pencereden bakıyor gibidirler: Yaşar Kemal’in “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler ve gittiler” dediği denemecileri özleyerek. Biz de uzaklara açılan pencereden Ataç’ın, Eyuboğlu’nun, Yetkin’in silinen izlerine dalıp gitmeliyiz. Kendimizi keşfetmemiz olanaksızdır. “L’homme c’est inconnu “ diyor AIexie Carrel: “İnsan şu bilinmeyen “. Sözcüklerin dünyasındaki insanı tanımak, insanın birey olmasını özlemek anlamına gel­meli. Ataç, Türkçenin gücüne inandı, devrimlerin temeli olduğunu savundu. Nermi Uygur sözcüklerin ölmezliğini gösterdi.

Denemeciler cumhuriyet ateşini elden ele taşıyıp aydınlanma devriminin kapısını araladılar bize. Biz, geride bırakılmış olanlar, artık o eski biz değiliz. Aralanan kapıdan aydınlığa geçmek gerekir. Denemenin içtenlikli coşkusu olmasaydı, aydınlanma devriminin bilincine varabilir miydik?

Onlar öyle yazı ustalarıydı ki, sözcüklerle görmeyi öğrettiler bize. Sözcüklerdeki çağrışım gücü, imge yükü, anı değeri; denemenin penceresinden dünyaya bakmanın, kendimizi tanımamız anlamına geldiğini gösterdiler.

Edebiyat da, felsefe de, bilim de insanı tanımaya çalışıyor. Bu yüzden denemenin sınırları çizilemiyor. Bu yüzden değişik koşullar altında kalan insanı tanımak zorlaşıyor. Yaşamanın anlamı da değişiyor.

O deneme ustalarını yaşarken tanımış olmak insanı biraz avutuyor. Kimi davranışlarla sözlerin bütünleştiği söyleşiler bir resim gibi durur belleğimizde. Ama “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler ve gittiler.” Gene de kitaplarından sesleniyor, karanlığımızdan çıkarıyorlar bizi. Sözcükler ne dizelere sığıyor, ne de satırlara. Sözcükler canlı. Kapımızı çalıyor, elimizden tutuyor, yaşamanın gizlerine çekiyor bizi.

ŞERİF USTA

Bir han köşesinde bu şehrin.

Babam halı tamircisidir.

 

Dalıp gitmiş elleri, yüreği, yüzü;

Ya bir Yörük kiliminde,

Ya bir Buhara seccadesinde...

Anlar bütün ömrünü bu seccadenin;

Kimler kullanmış bunu kaç yıl önce,

Hangi taze dokumuş bilir.

 

Kanaatkâr adamdır Şerif Usta,

Temiz yürekli, deryadil kişidir.

 

Bir dolu zembille birazdan,

Evine döner akşam olmazdan,

Köşe başından tanır ayak sesini Tekir…

Derken efendim, soframız kurulur.

Diz çöküp besmele çekilir

Dumanı tüten aşın çevresinde…

 

Yüzünde hatırası eski yılların,

Babam, en güzeli ihtiyarların.

 

Kahveye çıkar yemekten sonra,

Hele bir başlasın anlatmaya,

Unutursun derdini sohbetinde.

Sonra çırak çıkarıp iki mars bir oyunla,

Şöyle bir kapatışı vardır tavlayı,

Gözlüğünün üstünden bakışı vardır.

 

Halı örücüsüdür Şerif Usta,

Bu şehrin bir han köşesinde.

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör