Süleyman Daşdağ

Biyofizik Profesörü, Akademisyen, Şair

Doğum
Eğitim
Dicle Üniversitesi Fen Fakültesi

Akademisyen, Biyofizik profesörü, şair. Babasının görevi nedeniyle, 1961 yılında Muş'un Varto ilçesinde doğdu. Çocuk yaşlardan itibaren Diyarbakır'da yaşadı. İsmet Paşa İlkokulu, Ali Emiri Ortaokulu,  Ziya Gökalp Lisesi, Dicle Üniversitesi Fen Fakültesinin ardından, 1986 yılında Dicle Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsünde Yüksek Lisans ve 1989 yılında da aynı enstitüde doktorasını bitirdi. 1984 yılında D.Ü. Tıp Fakültesi Biyofizik Anabilim Dalında Araştırma görevlisi olarak akademik  hayata adım atan Daşdağ, 1998 yılında aynı anabilim dalında profesör oldu. Halen İstanbul Medeniyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik Anabilim Dalı’nda çalışan Daşdağ’ın, Ulusal ve uluslararası çok sayıda bildiri, konferans, yayınları bulunmaktadır. Ayrıca biri şiir olmak üzere beş adet kitabı bulunmaktadır.

Şiir kitabına büyüdüğü apartman olan “Viktorya Apartmanı” adını verdi. 1970 yılının Diyarbakır’ından bir kesitin anlatıldığı Viktorya Apartmanı şiiri, 2011 yılında Kümbet Altında dergisinde yayımlandı ve T.C. Kültür Bakanlığı Konya tasavvuf Müziği korosu kanun sanatçısı Celalettin Aksoy ve arkadaşları tarafından seslendirildi.

Edebiyat dergilerinde makaleler yazdı ve “Elektromanyetik Kirlilik ve sağlık”üzerine “Dalga Dalga Geliyorlar ve Siz Farkında Değilsiniz”, “Kansere Çözüm Var” ve “Hey Çocuklar Dalgalarla Dalga Geçmeyin”, “Sorularla elektromanyetik kirlilik ve sağlık” adlı kitapları yazdı. Elektromanyetik kirlilik ve sağlık konularında çocuklar ve ebeveynlerine yönelik olmak üzere, ülkemizin farklı illerinde çok sayıda konferanslar vererek, toplumsal duyarlılık yaratmaya çalıştı, çeşitli önerilerde bulundu. Ulusal ve uluslararası projelerde ve kurullarda yer alan, bilimsel cemiyetlere üye olan Daşdağ, evli ve iki çocuk sahibidir.

 

ESERLERİ:

 

Kitaplar:

 

Viktorya Apartmanı (Şiir, 2010),

Dalga Dalga Geliyorlar ve Siz Farkında Değilsiniz (2010, Elektromanyetik kirlilik üzerine), Kansere Çözüm Var (2011, Elektromanyetik kirlilik üzerine bölüm yazarlığı, 2011), Hey Çocuklar Dalgalarla Dalga Geçmeyiniz (2013, 3 baskı), Sorularla Elektromanyetik Kirlilik ve Sağlık (2015)

 

Edebiyet Dergilerinde Basılmış Makaleleri

 

Bir Mektup, Anılar ve Türkiye. Bizim Külliye Dergisi. Sayı: 51, Sayfa: 110-112, 2012

Yaşamdan damlalar; biliyor muyuz? Anlıyor muyuz? Farkında mıyız?. Sayı: 55, Sayfa: 93-97, 2013

Tabelalar, Şair ve Şehir. Bizim Külliye Dergisi. Sayı: 56. Sayfa: 75-77. 2013

Masallar, Robotlar, Bienaller ve Biz. Bizim Külliye Dergisi. Sayı: 58. Sayfa 65-68. 2013-2014.

Elektromanyetik Kirlilik ve Çocuk Sağlığı üzerine. Cemil Özgür İlköğretim Okulu Okul Bülteni, 2103-2014

İkilemler ve Yaşam. Bizim Külliye Dergisi. Sayı: 62, Sayfa 56-57. 2014.

Sobaların Sihri, Bizim Külliye Dergisi. Sayı: 63, 2015

Bir Gemi Kaçırma Hikayesi, Bizim Külliye Dergisi. Sayı: 66, 2015

Muhtarın Vicdanı, Bizim Külliye Dergisi. Sayı: 68, 2016

Hayat, rakamlar ve bu yaştan sonra… Bizim Külliye Dergisi. Sayı: 69, 2016

Bir öncünün hikayesi. Bizim Külliye Dergisi. Sayı: 70, 2017

Yedi Milyar Roman. Bizim Külliye Dergisi. Sayı: 71, 2017

Menekşeler çiçek açtı. Hevsel Dergisi. Sayı: 2, 2017

Bir sigara Hikayesi (Hevsel Dergisi, sayı: 4, 2018)

Anılar ve Ayrıntılar (Baskıda, Bizim Külliye Dergisi, 2018)

Yorgancı Çırağı (Bakıda, Bizim Külliye Dergisi, 2018)

 

KAYNAKÇA: İhsan Işık / Diyarbakır Ansiklopedisi (2013) - Geçmişten Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12, 2018).

VİKTORYA APARTMANI

Yıl 1970. 
Lise caddesi 3. Sokak. 
Bir apartman, 
Viktorya! 
Doğunun Paris’inde, 
Parizien bir apartman. 
Üst katta 
Emniyet amiri Hüseyin ve Serdar Beyler, 
Resmiye ve Necla Hanımlar, 
Gecelere uzanan akşamlarda, 
Bisikletlerle dolaştığımız kızlar. 

Bir alt katta, 
Polin Abla ve eşi Albert Amca, 
Moda ikonu sanki Polin Abla, 
Çok güzel, frapan. 
Eşi iyi bir esnaf, terzi. 
Polin Abla’nın bir de annesi vardı bitişik, 
Meryem Teyze! Ev hanımı, 
Yakup Amca’yı bekleyen bir eş. 
Yakup Amca; 
Yoğurt pazarında esnaf, bir beyefendi. 
İpek böcekçiliğiyle uğraştığını bilirdim. 
Büyük kızları Janet Abla evlenmiş, 
Birlik Apartmanı’nda. 
Nermin Teyzeler ve biz, aynı katta. 

Bir altta 
Hakim Amca, ağır ceza reisi. 
Belki mesleğinin, 
Belki de beyliğinin verdiği mağrurlukla yürürdü; 
Sanki hiç yere bakmazdı. 
Bir de eşi vardı Kudret Teyze, 
Şirin mi şirin, Dünya tatlısı! 
Bir de komşuları vardı, Celal Amca 
Yenilik düşkünü! 
Tanıdığım en enteresan insanlardan biri, 
Neşeli, gözü gönlü tok. 
Kocaman bir odası vardı. 
Tamirhane dükkanı mısın be kardeşim! 
Her işten anlıyordu sanki. 
Bir film makinesi vardı, 
Bazen bizleri toplar, 
Film izlerdik, L balkonun bir kolunda. 

Bir altta 
Fehime Teyze, 
Nur yüzlü. 
Eşi bir dairede müdürdü sanırım; 
Hayatta mıydı? Hatırlamıyorum. 
Fehime, Meryem ve Rabia Teyze 
Ailemizin birer ferdiydi sanki 
Uzun kış geceleri, 
Televizyon yoktu, komşuluk vardı o zaman; 
Hikâyeler dinlediğimiz, 
Kuzinenin üstünde kestaneler patlattığımız. 
Komşuları Hüseyin Amca, 
O da müdürdü galiba bir yerlerde. 
Suat Abla’yı hatırlıyorum, kızları 
Öğretmen. 

En alt katta, 
İki polis, bir astsubay komşumuz 
Ve Rabia Teyze, bir Bulgar göçmeni, 
Harika bir anneydi. 
Eşini trafik kazasında kaybetmişti. 
Bir de kedisi vardı, adı Arap. 

Bizim ailede, 
Yani; Viktorya Apartmanında, 
Yalnızca Ramazan ve Kurban Bayramları yoktu, 
Annemin bize ve komşulara baklavalar açtığı. 
Paskalya da vardı, Noel de; 
Çörekler ve kırmızı yumurtalar yediğimiz, 
Yani anlayacağınız, 
Bizim apartmanda hep bayram vardı. 

Hepimiz Türk’tük, 
Ama hem Arap’tık, hem Süryani, hem Kürt’tük, hem de Çerkez, 
Ama bizdik, biz. 
Diyarbakırlıydık hepimiz. 
Sanki Türkiye’ydik, 
O sımsıcak Viktorya Apartmanı’nda. 

(Kümbet Altında, 2011)

AFRİKALI ÇOCUK

AFRİKALI ÇOCUK

 

Süleyman DAŞDAĞ

 

Afrika’nın yoksul ülkesinde çıplak ayaklı, aç bir çocuk.
Güneşin midesinden geçtiği tomurcuk.
Su nedir, hayat nedir bilmeyen bir yavrucuk.
Anası, babası için o da bir kuzucuk.

Bu ülkede merhametsiz çok, karşılık bulmaz emekler.
Köşe bucak gezer her yerde misyonerler,
Bir lokma için özünü, dinlerini verenler,
Kimsesiz oğlu kimsesizdir bu sahipsizler.

Dünya borazanını öttürür modernim diye,
Nimetler çöplere akar, güçlüyüz diye,
Kardeşi kardeşe yedirir, güce güç katsın diye.
Kılı kıpırdamaz kimsenin, bu çocuk gülsün diye.

Kimsesizin kimsesi elbet tanrıdır.
Tanrının verdiğini çalan başkalarıdır,
Tanrının beklediği hesap günüdür,
Bu çocuklar boynumuzun borcudur.

BAVUL

BAVUL

 

Süleyman DAŞDAĞ

 

Her bavul hazırladığımda 
Günahlarım sevaplarımla koyun koyuna tutsak. 
Ve kapanır koca bir zindan kapısı gibi kapak. 
Giderim elimde bavulum kayan zamana basarak.

Bilmez ki insan! 
Her adım zamana verilen bir hesap. 
İnsan gider, yol gider. Gün olur zaman biter. 
Tahta bir bavul içinde; İnsan eller üstünde kayar gider.

BEN ÖLÜRSEM

BEN ÖLÜRSEM

 

Süleyman DAŞDAĞ

 

İnsan kendine ölümü hiç, ama hiç konduramıyor.
İnanılır gibi olmasa da,
Bir gün ben de öleceğim.
Ben ölürsem,
Benim için taziyeler kurulmasın.
Kimse, ama hiç kimse benim için yas tutmasın.
Beni seven ya evinin bahçesine bir gül diksin,
Ya da bir dağa, bir ormana,
Herhangi bir yere bir ağaç diksin.
Beni çok sevene gelince,
Hele bir de gücü yerindeyse,
Bir orman kursun.
Her baharda güller kokarken,
Ben o kokularda yayılacak,
Ve dikilen her ağacın gölgesinde olacağım.
Beni hatırlayan; 
Güzel kokan rengârenk çiçekler diksin,
Benim için bir şeyler okusun. 
İyi şeyler.

BUGÜN BENİM OLMALI

BUGÜN BENİM OLMALI

 

Süleyman DAŞDAĞ

 

Bugün benim olmalı,
Yürümeli, koşmalı, bağırmalıyım bugün,
Umarsızca.
Ne çoluk ne de çocuk olmalı zihnimde,
Ne de bir düşünce.

Bugün benim olmalı,
Ben çocuk olmalıyım,
Ben oynayıp, zıplamalıyım,
Eğlenen ben olmalıyım.
Balık tutan adama,
Hey amca! “Rastgele” 
Diyen ben olmalıyım.

Bugün benim olmalı,
İşsiz, Güçsüz.

BÜKREŞ’TE EYLÜL

BÜKREŞ’TE EYLÜL

 

Süleyman DAŞDAĞ

 

Yine bağırıp çağırıyordu insanlar.
Bir şeyler yankılanıyordu geçmişe dair.
Bir çocuk doğacaktı, belli ki sancılı.
Romanya’da 1990 yılının ilkbaharında.

Bir devirim tasını toprağını alıp kaçarken, 
Yeniden bir devirim yaşanıyordu bu topraklarda.
Ve bir toplantı erteleniyordu; 
Mayıstan Eylüle, Cluj Napoca’da.

Bir Eylül akşamı vardık Bükreş’e, üç arkadaş.
İnsanlar gördük mahşer yaşamış, gözlerinde yaş ve telaş.
Oymalar yapılmıştı sanki mermi izlerinden binalara.
Ve süsler vardı kardeş kanından tüm duvarlarda.

İnsanlar ürkek, insanlar perişan, insanlar yorgun.
Adanmış mum islerinden duvarlar kara, duvarlar solgun.
Doların göbeği karaborsada oldukça şişkin.
Belli ki birilerinin cüzdanı yine dolgun.

Kurşunlanmış duvarlarıyla delik deşik Athena Palas. 
İçinde hiçbir şey yaşanmamışçasına neşeli bir yas.
Kumar makineleri, güzel kadınlar her şey renkli.
İnsanlar yorgun dışarıda, içerde yine birileri zevkli.

“Work, work, work no money” diyordu taksici,
Eski ve yeni zamanları anlatıyordu bir eskici.
Belli ki “ insanoğlunun sahip olma duygusu ”,
Engel tanımadan yine, her şeyi alt ediyordu.

 

(Bizim Külliye, 2010)

 

CRY FOR SYRIA

CRY FOR SYRIA

 

Süleyman DAŞDAĞ

 

Millions of Syrians are now

Homeless and stateless

Children are dead, disabled

Motherless and fatherless

If you can not do your best

Cry for Syria

Always the same game

Shred, spleet and manage

Bomb, bomb, bomb

Just to make more money

If you can not hold an orphan

Cry for Syria

Thousands of Syrians run

To the humanity of Europeans

But human beings were drowned

In the north of the Mediterranean

If you can not hold humanity

Cry for Syria

Everything is screen saver

Fucking money and power ambition

A child is screaming “Mom”

Cry for Syria

 

DÜNYALAR

DÜNYALAR

 

Süleyman DAŞDAĞ

 

Her insanın kafasında var bir Dünya,
Gezer Dünya üzerinde,
bir sürü Dünya…

GERÇEK

GERÇEK

 

Süleyman DAŞDAĞ

 

Bir boşluk üstündeyiz ki; 
Kendimiz bir boşluk.
Boşluk boşluk içinde,
Evren koca bir boşluk.
Koca bir boşluk,
Boş bir kafa içinde.
Kim bilir ne var? 
Kimin içinde.
Kim bilir ne var? 
Kimin elinde.

İSMET EFENDİ

İSMET EFENDİ

 

Süleyman DAŞDAĞ

 

Çok çalışkan biriydi çook…
Hep koşturuyordu bir yerlere…
Bir şeyleri halletme telaşı vardı…
Sanki Atom Karıncaydı, kendince çözümler üreten.
Ne zaman selam versem; 
Tebessüm eder, başıyla cevap verir giderdi.
Bir gün İsmet Efendiyi gördüm; 
Omuzları düşmüş, Avurtları çökmüş,
Benzi kaçmış, perişan…
Çaresizdi; Oğlu dermansız derde düşmüştü.
İsmet Efendi bu hiç durur mu? 
Yine koşmaya başladı; Oğlu kurtulmalıydı! 
Hiç durmuyordu! Kapı kapı dolaşıp derman arıyordu.
Artık karşılaştığımızda hasbi hal ediyorduk.
Çocuk nasıl? Diye sorsam; 
“İyi hocam, çok şükür, iyi gidiyor” diyordu.
O bilmiyordu ama oğluna dualar topluyordum.
Ben tanıyordum çünkü bu namussuz illeti babamdan.
İnsanın yüzüne gülerken, arkadan vururdu kahpece.
Bir gün duydum! Çocuk gitmiş, İsmet Efendi bitmiş.
İşte böyle bizim İsmet Efendi…
Her çocuk mezarı gördüğünde ağlardı…

 

İSTANBUL’DA BAHAR

İSTANBUL’DA BAHAR

 

Süleyman DAŞDAĞ

 

Bir dilberin memelerinde uyanmış.
Bu sabah İstanbul.

Martılar uçuyor, dudaklar yorgun.
Rüzgar dilber, dillere destan bugün.
Mest ediyor süründüğü herkesi,
Laleleri, erguvanlarıyla ünlü bu şehri.

Uyanmış toprak gözün alabildiğince.
Renkler sarhoş, düşmüş yeşiller üstüne. 
Çekici bir huzur, tatlı bir telaşla birlikte,
İstanbul kokuyor çiçekler yeşil gözlerinde.

Bir güzellik var rengarenk insanlarda.
Çünkü bahar var bu sabah İstanbul’da.

UÇLAR

UÇLAR

 

Süleyman DAŞDAĞ

 

İnsan bir numara olmalı; 
Ya da son.
Yani bir doğrunun iki ucu.
İkisi de başlangıç ve aradakiler.

İki ucu kaynatsak, 
Çember yapıp, döndürsek; 
Dolanan yorulur, toprağa düşer.
Ne baş kalır, ne de ötekiler.

UYURKEN

UYURKEN

 

Süleyman DAŞDAĞ

 

Sabahları kaldırımları arşınlarım
Siz uyurken!
Yalnız bir martı kaldırımlarda
Siz uyurken!
Kimi yolda, kimi işte, kimi secdede
Siz uyurken!
Kimi yerde, kimi gökte, kimi denizde
Siz uyurken!
Hayat başlar, hayat biter
İnsan uyurken.

MENEKŞELER ÇİÇEK AÇTI

MENEKŞELER ÇİÇEK AÇTI

 

Süleyman DAŞDAĞ

İstanbul Medeniyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik Anabilim Dalı, Üsküdar, İSTANBUL

 

Doksanlı yılların ortalarıydı. Ortaokul son sınıf öğrencisi olarak tek gayem okulumu başarıyla bitirmekti. Sınıf arkadaşım Ahmet’in bana karşı romantik tavırlar takındığını fark etmem de o günlere denk gelir. Bu ortamın oluşması için en küçük bir gayretimin olmadığını da itiraf etmem gerek doğrusu. Ama yine de tamamen masumane olmak koşuluyla, içimde bir şeylerin kıpırdadığı da bir gerçekti. Bu duygulara kapılmamın nedeni, acaba ailecek yaşadıklarımız olabilir miydi?

İstanbul’da bir atölyede işçi olarak çalışan babam, soğuk bir Ocak akşamı aniden fenalaştı, hastaneye kaldırıldı ve nasıl olduğunu anlayamadan elimizden kayıp gitti. Onun bu ani kaybı, tabiri caizse yaşamımızı alt üst etmişti. Annem ev hanımıydı ve ne yapacağımızı kara kara düşünüyordu. Tek gelirimiz, düşük de olsa, babamdan bize bağlanan maaştı. O da ancak kiraya yetiyordu. Bir gece annem beni ve iki kız kardeşimi toplayıp: “Bakın çocuklar! Rahmetli babanızın aldığı maaşla zar zor da olsa, geçinip gidiyorduk. Şimdi o da düştü! Ev kira… İkiniz okuyorsunuz. Bir iki sene sonra kardeşiniz de okula başlayacak. Bunun yemesi, içmesi, giymesi var. Okul masrafları var. Üç çocukla bu kadın başımla, bağlanan bu maaşla, ben bu İstanbul’da ne yaparım. Büyüklerimiz de bizi okutmadı ki, çorbaya mercimek olalım. Bize bağlanan maaşla hangi birine yetişebilirim ki?” Derken, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. O anda boğazıma bir yumruk saplandı. Kendimi zor tutuyordum. Sanki içimde patlamaya hazır bir volkan vardı. Bıraksam patlayacaktı. “Neden biz Allah’ım!” Diye içimden geçiriyordum ki, küçüğümüzün hıçkırıkları odayı sardı. Hepimiz hüngür hüngür ağlıyorduk. Annem hepimizi sımsıkı sarmışken, dudaklarından: “Üzülmeyin kızlar, Allah bir kapıyı kapatır bir kapıyı açar” cümlesi döküldü. Annemin o güçlü, sıcaklığını hissettiğimiz kolları, sanki bizi tüm kötülüklerden koruyacak hissi veriyordu bizlere. Annem kucağına oturmuş olan en küçüğümüzün saçlarını okşarken: “Yarından tezi yok! Köye,  babamlara gidiyoruz. Onlar bize bakar!” dedi. Birden hepimiz şaşırmıştık. Her şeyi bırakıp, o nahiyeye gidecektik. Başka çaremiz yoktu!

Annem evdeki eşyaları teker teker sattı. Tabi yok pahasına. Önce kira borcumuzu kapattı. Şubat tatilini beklemeden, komşularla vedalaştık ve yola koyulduk. Topkapı Otogarı’nda Diyarbakır otobüsüne binmiş, Eğil’in yolunu tutmuştuk. Otobüsün radyosundan yayılan “Ne ağlarsın benim zülfü siyahım, bu da gelir bu da geçer ağlama…” türküsü yol boyunca aklımdan çıkmadı. Bu da geçecekti elbet. Ama nasıl! Yol uzundu… Nerdeyse yirmi dört saat sonra, Eğil yol ayırımında indik. Yolculuğumuza buradan geçecek Eğil minibüsü ile devam edecektik. Minibüs Eğil’e yakın olan köyün girişinde bizi bıraktı. Dedem, anneannem ve diğer akrabalar bizi karşıladı ve eve girdik. Gecenin konusu rahmetli babam olduğu için, buruk geçti. Gecenin sonunda ailecek babamın ruhuna bir Fatiha ve üç ihlas okundu, gözlerden yaşlar süzüle süzüle ve yataklar hazırlanmaya başladı. Hayat böyleydi işte! Kucağında büyüdüğün, kanatları arasında her zaman güvende hissettiğin, dağ gibi baban, biricik sevgili baban bir anda yok olup gidebiliyordu! Gecesini gündüzüne katıp, canını dişine takan, koruyucu meleğimiz… Gök üzerimize çökmüştü, sanki. Ona çok kızıyordum, bizi bırakıp gittiği için…

Geleli neredeyse bir hafta oluyordu. Gece epeyce ilerlemişti. Annem dedeme: “Baba, biz artık buraya, kalmak için geldik. Bu kızların okulu ne olacak?” dedi. Dedem, “Kızım hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Tabi ki burası senin evindir. Ancak ben elin kızlarını okutamam. Çocukları yurda verelim. Sen de burada bizimle kal!” Deyince, annemin suratı birden değişti ve: “Baba! Baba! Ne dediğinin farkında mısın? Ben bu kızları nasıl yatılıya vereyim? Hepsi daha körpe! Kız kısmı bu! Nasıl böyle düşünürsün? Sen de hiç mi vicdan yok? Hiç mi rahmetlinin hatırı yok?” deyince anneannem ortayı bulmak için birkaç cümle sarf ettiyse de, dedem yine de. “Kızım ben bunları okutamam. İmkanım yok! Diyorum sana. Sen de beni anla!” dedi. Ortalık buz kesti. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Gözlerimizin önünde cereyan eden bu sahnenin sonunda, Dedem: “Olmazsa onları gönder baba tarafına. Sen de bizimle kal!” Deyip gitti. Anneannem, sanki ille de bir şey söylemesi gerekiyormuş gibi: “Kız kısmı niye okusun ki? Biz de okumadık. Biraz serpilirler. Birileriyle evlenir, erkenden yuvalarını kurarlar. Gönder baba tarafına” deyince annem: “Ana! Ana! Sen ne söylediğinin farkında mısın? Bak eğer ben okumuş olsaydım, bugün burada sizin kapınızda olmazdım. Kızlarımı İstanbul’da okuturdum. Kimseye de muhtaç olmazdım. Allah bana güç verdikçe ben bu kızları, İnşallah okutacağım” dedi. Büyük bir hayal kırıklığına uğramıştık… “Ah keşke babam ölmeseydi” diye içimden geçirirken, uyuya kalmışım.

Ertesi gün, konu hiç gündeme gelmedi. Hiçbirimizin kafası net değildi. Ne annemin, ne dedemin ne de bizlerin... Şubat tatilinin sonlarına birkaç gün vardı. Annem bizleri topladı ve: “Kızlar İstanbul’a dönmeye ne dersiniz?” deyince, “Ama nasıl geçineceğiz” diye sormadan edemedim. Annem: “Babanızın düşük de olsa bir maaşı var. O kiraya yeter. Belki biraz da artar. Ben de kendime bir iş arayacağım. Elbet Allah bir kapı açar. Ancak hepiniz okuyacaksınız ha! Şimdiden söz verin” Dedi. Birden hepimiz heyecanlandık. Tekrar İstanbul’a dönecektik. Hemfikir olduktan sonra, konuyu büyüklerle paylaştık. Birkaç gün sonra İstanbul’daydık.

Mahallemizin yolunu tuttuk. Evimiz hala boş duruyordu. İlk çaldığımız kapı, bitişik komşumuzunkiydi. Kapıyı açan Fatma Teyze, karşısında bizi görünce, eski bir dost sıcaklığıyla “Hoş geldiniz. Sefalar getirdiniz. Haydi! Buyurun gelin” deyince, içeri girdik. Gidecek başka yerimizde yoktu doğrusu. Annem bütün olanları bir bir anlattı. Fatma Teyze: “İyi ettiniz de geldiniz. Şansınıza eviniz hala boş. Kızlar yine okullarına devam eder, sana da bir iş miş buluruz be... Dünyanın sonu değil ya!” deyince biraz rahatlamıştık. “Doğru ya, belki de şansımız döner” diye içimden geçirdim. O gece onlarda kaldık. Ertesi gün ev sahibine ulaştık. Ev sahibimiz de merhametli bir insandı! Halimizdeki perişanlığı bilse gerek, kirada birazcık ta indirim yaptı. Tekrar İstanbul’daydık. Tekrar evimize dönmemiz… İyi komşularımız… Biraz komşuların verdiği, birazda Bit Pazarından aldığımız eşyalarla, ev yeniden yaşanır hale geldi. Bize ise, okuyup adam olmak kalıyordu. Anamız dağ gibi arkamızdaydı…

İkinci dönem başlamıştı. Annem konu komşuya dikiş dikerek, bizlere yetişmeye çalışıyordu. Bize tek düşen ise onu sevindirmek, mutlu etmekti. Yani okumaktı! Annem bütün bunlara, biz okuyalım diye katlanıyordu. Yoksa bir koca bulup, bizleri de yatılı verebilir, keyfine bakabilirdi. Ama annem bizim kahramanımızdı. Hem annemizdi hem de babamız artık…

İşte tam da bunları yaşadığım bir dönemdi, Ahmet’in bana ilgi duyduğunu hissettiğim, içimde hafif kıpırdanmaların olduğu günler. Belki de babamın eksikliğini onda buluyordum, kim bilir! Okulun sonuna doğru bana bir hediye veren Ahmet’e, hediye alacak param olmadığı gibi, anneme de bundan söz etmem mümkün değildi. Kara kara düşünüyordum. Bir şeyler yapmalıydım. Ama param yoktu. Annem bir gün: “Dedenizle bazı şeyler yaşadık ama neyse. Haber göndermiş! Yazın gelsinler diye. Ne dersiniz? Gidelim mi? Hiç olmazsa yazın masrafımız olmaz. Okullar açılmaya yakın döneriz” deyince, üçümüzde başımızı sallayarak evet dedik. Annem: “Ama bu menekşelere kim bakacak. Olmazsa komşuya bırakırız.” Deyince, kafamda şimşekler çaktı. Menekşeleri Ahmet’e hediye bahanesiyle teslim edebilirdim. Geçici de olsa, kendimce ona verecek bir hediye bulmuştum. Birkaç gün sonra, elimde henüz çiçek açmamış küçük menekşe saksılarını ona teslim ederken: “Bana bak Ahmet” deyip devam ettim. “Eğer sen bu menekşelere iyi bakarsan, ben de senin bana ne kadar önem verdiğini anlayacağım. Tamam mı? ” dedim. “Sen hiç merak etme” dediğinde, tatilde köyde olacağımızı ona söyledim. El sıkıştık ve ayrıldık.

Tekrar köye dönmüş, aileye yardım etmeye başlamıştık. Köyde yaptığımız işlerden az da olsa, bir miktar para da kazanmaya başlamıştık. Günler geçip gidiyordu. Her şeyin yolunda gittiği bir gün, postacının elinde bir telgraf, bana doğru geldiğini gördüm. Telgrafı açıp baktığımda, içim içime sığmıyordu. Telgraf Ahmet’ten geliyordu ve “Menekşeler çiçek açtı. SS” yazıyordu. İnanılmaz derecede mutlu olmuştum. Demek beni seviyordu. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Eve Jandarma mı, polis mi olduklarını anlayamadığım, güvenlik kuvvetleri geldi ve: “Neşe hanginiz?” Diye sordu. Annem biraz da endişeyle, sesi titreyerek: “İşte bu! Benim kızım!” diye beni işaret etti. Kimse ne olduğunu anlayamamıştı. Herkes birbirine şaşkın, şaşkın bakıyordu. Beni, annemi ve dedemin karakola gelmesi gerektiği belirtildi ve bizi alıp Eğil’deki karakola götürdüler. Yol boyunca annem bacaklarımı bükerek, “Kız nedir bu hal! Nedir bu çiçek miçek?” diyor ama ağzımdan tek kelime bile çıkmıyordu. Korkudan tir tir titriyordum. Dedemin beni sıvamasını duymuyordum bile. Kalbimin küt küt atışları kulağımı zonkluyordu. Dedemin el kol hareketlerini, kızgın suratını görüyordum. Ama hiçbir şey duymuyordum. 20 dakika sonra karakoldaydık. Yetkili kişi annem ve dedeme dönüp “Buyurun. Oturun” dedi. Dedem ve annemin yüzüne bakamıyordum. Başım önümde öylece dururken, komutan bana dönüp “Söyle bakalım kızım! Menekşeler çiçek açtı. SS ne demek. Söyle bakalım, bu şifrenin anlamı ne? Nedir amacınız? Doğrusunu söylersen, sana bir şey yapmayacağız. Korkma senin yanındayız.” Dediğinde dilim damağıma yapışmıştı… O an orada öleceğimi sandım. Küt küt atan kalbim, neredeyse göğsümden fırlayacaktı. Ahmet’e ilişkin çocuksu duygularımı ve menekşeleri ona teslim ettiğimi, tüm bunlardan bihaber olan anneme zamanında anlatmış olsaydım, bu gelmezdi başımıza diye içimden geçiriyor ve kendimi yiyip bitiriyordum. Doğruyu söylemekten başka bir çarem yoktu ama, herkesin içinde de bunu yapamazdım. Anlatsam, ailem bana kötü gözle bakacak, belki de “Orospu” damgası yiyecektim. Kendimi toplayıp, içimden Allah’a yalvararak, son bir hamle ile komutana: “Amca sizinle yalnız konuşabilir miyim” dedim. Yan odaya geçtiğimizde, kendimi tutamadım ve hüngür hüngür ağladım. Komutan: “Kızım korkma, bana her şeyi anlat. Söyle bakalım kim bu Ahmet? Nedir amacınız?” deyince tüm olanları olduğu gibi anlattım. Karşımda duran adam, mütebessim bir ifadeyle kafasını sallayıp “Bir bakalım İstanbul bu işe ne diyecek” deyip odadan çıktı. Birazdan dedem ve annem de benim kaldığım odaya geldi ve beklemeye koyulduk. Dedem beni sıvıyor, annem de bir yandan çimdikliyor, “Dur bak sana ne yapacağım. Hele buradan bir kurtulalım” deyip, bir yandan da kafama vuruyordu. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bizi tekrar komutanın odasına aldılar. Komutan: “Kızım, söylediklerin doğruymuş. Ahmet ve ailesiyle yapılan görüşmeler de olayı doğruluyor.” Deyince, annem ve dedem bir ağızdan: “Ahmet kim? Neyin nesi komutan?” deyince, “Neşe’den öğrenirsiniz” dedi. Güvenlik endişesinin insanlarda nasıl bir hassasiyet oluşturduğu yüzünden okunan komutan, bize: “Kusura bakmayın! Güvenlik endişesi işte! Mesele ülke güvenliği olunca, bazen biz de ipin ucunu kaçırabiliyoruz. Hakkınızı helal edin.” Deyince bizimkiler: “Helal olsun” deyip, çaylar içildikten sonra, jandarma bizi tekrar evimize bıraktı. Sonunda olay tüm çıplaklığıyla ortaya dökülmüştü. Şimdi sıra evdeki sorgudaydı…

İstanbul’a döndüğümde, aynı şeylerin Ahmet’in de başından geçtiğini öğrendim. Anneme anlattığımda “Bir daha o oğlana yan gözle bile baktığını duysam, seni paramparça ederim. Bu kadar sizin için canla başla çalışıyorum, koşturuyorum... Sırf siz okuyun diye… Sana hakkımı helal etmem bak!” Dediği günden beri, Ahmet’e yan gözle bile bakamadım.

Aradan yıllar geçti. Okudum ve resim öğretmeni oldum. Bir akşam annem aniden rahatsızlandı ve acile kaldırdık. Doktoru beklemeye koyulduk. Bir türlü gelmeyen doktor, en sonunda geldi. İçeri giren doktor, bir müddet bana, bir müddette anneme baktı ve: “Teyze! Bak bu halde karşıma çıktın. Söyle ben sana şimdi ne yapayım!” deyince, annem ve ben doktora baktık. Doktorun ne demek istediğini anlamamıştık.  Kendisini tanımadığımızı fark eden doktor bana dönüp: “Menekşeler çiçek açtı. SS” deyiverdi. Karşımızda duranın Ahmet’ten başkası olmadığını, geç de olsa anlamıştık. Birden o günlere gittim. Menekşeleri, karakolda yaşadıklarımızı… O anda kimin aklından neler geçti bilinmez. Eski Türk filmlerinde olduğu gibi mutlu sonla noktalanması beklenen bu son görüşme, Ahmet’in evli ve iki çocuklu olmasını öğrenmemle, noktalandı.

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör