Suzan Samancı

Yazar

Doğum
20 Eylül, 1962
Eğitim
Diyarbakır Lisesi
Burç

Yazar. 20 Eylül 1962, Diyarbakır doğumlu. Diyarbakır Lisesi (1979) mezunu. Yazarlığı profesyonel meslek olarak seçti. Edebiyata şiirle başladı. İlk şiirleri 1985-87 yılları arasında Sanat Olayı dergisinde yayımlandı. Daha sonra öykü ve romana  yöneldi. Öyküleri ağırlıklı olarak Adam Öykü ve Defter dergilerinde yer aldı. Gündem gazetesine haftalık köşe yazıları yazdı. Sonraki yıllarda gazete yazılarını Demokrasi, Özgür Politika ve Taraf gazetelerinde sürdürdü. Kıraç Dağlar Kar Tuttu adlı eseriyle 1997 yılı Orhan Kemal Öykü Ödülünde ikinci oldu. “Perili Kent” adlı öyküsü, Almanya’nın Sesi Radyosunun açtığı yarışmada ilk yirmi beşe girerek Almanca ve Türkçe olarak yayımlandı.

Reçine Kokuyordu Hêlin adlı kitabı Almanca, Flamanca, İspanyolca ve İtalyancaya ve İsveççe’ye, "Reçine Kokuyordu Helin", "Bajarê Mirinê"  adıyla Kürtçeye, "Suskunun Gölgesinde", "Siya Bê Dengiyê " adıyla Kürtçeye çevrildi. Kıraç Dağlar Kar Tuttu Almanca’ya, “İki Anne” adlı öyküsü İngilizceye çevrilerek uluslararası PEN dergisinde  yayınlanırken, bir çok öyküsü de  Avrupa’da bir çok antolojilerde yer aldı.

Suzan Samancı, çalışmalarını Diyarbakır’da sürdürürken, 2008 den bu yana daha çok Cenevre’de yaşıyor, Fransızca dil eğitimi alıyor, ilk kez anadili olan Kürtçe öyküler yazıyor  ve dosyası yayıma hazırlanıyor. Türk ve Kürt PEN Derneği ve Türkiye Yazarlar Sendikası üyesidir.

"Suzan Samancı'nın romanı, "Korkunun Irmağında". Anadili Kürtçe olan Samancı'nın, yazı dili Türkçe. Samancı, yörede "uzayıp giden"lerin titreşimlerini kaydediyor; yazısı bir tür deprem kayıt aygıtı gibi. "Korkunun Irmağında"yı bugünlerde okumanın verimi herkes açısından çok yüksek olabilir. Öbür taraftan bakabilmek için. Yazarın bize duyarlığını ve hakikiliğini derinlemesine duyumsatmayı başardığı roman kişisi, yabancılığımızı azaltabilir. Elbette, her esaslı sanat yapıtı gibi, ilk eldeki yer ve zaman bilgilerinden bağımsız olarak da (örneğin, kuşaktaşlık ya da kadınlık konusunda) pek çok şey söyleyen bir romandan söz ediyoruz. Samancı, romanına "yöre"de doğup büyümüş, bu son yıllarda da orada yaşamış bir genç kadını merkez kılıyor. Romana verdiği adın özel olarak ağırlıklı bir anlamı var. Korku ve ırmak. Korku, bizim toplumumuzun egemen duygusu. Ama özellikle "bölge"nin egemeni. (Aslına bakılırsa, Dieter Duhm'un o yaşamsal önemdeki "Kapitalizm ve Korku" kitabını düşünerek, kapitalizmin egemen duygusu da diyebiliriz.) Ve ırmak, yani süreklilik. Irmağı sürekliliğin ve akışın anlatımı olarak koymuş bence başlığa yazar. İsabetle. Süreklilik, korkunun ve baskının kesintisizliği, bıçakla kesilebilecek yoğunlukta oluşu, romanın ortaya koyduğu atmosferin başat özellikleri." (Necmiye Alpay)

 “Kürt realitesini edebiyata cesaretle yansıtma cesaretini gösterdi, üstelik edebi ve sanatsal kaygıyı unutmadan.” (Semih Gümüş)

Sevginin, umudun peşinde koşturan sözcüklerde yazarın aradığı, aslında yok edilen toplumsal bir kişiliktir. Şiirsel dilden renge yansıyan öykülerde, yaşanan çevrede paranoya çemberinde çırpınan insanların dramı vardır. (...) İlk iki kitabındaki öykülerine baktığımızda, öykülerin daha ilk paragraflarında, modern öykücülüğün bir özelliği olan güzel betimlemeler deryasına daldırır insanı. Öylesine renkli çiziliyor ki desenler, uçsuz bucaksız bol çiçekli yeşil alanda uçuşan beyaz bir kelebek konar düşünüze. Siz kelebeğin renkli uçuşuna dalarken film kopar birden. Artık acımasız, kanlı, her yanı ölüm kokan, kurşun delikleriyle sarılı bir savaş alanındasınız; üstelik silahsız.” (Zekeriya Ekinci)

ESERLERİ:

ÖYKÜ: Eriyip Gidiyor Gece (1991), Reçine Kokuyordu Hêlin (1993), Kıraç Dağlar Kar Tuttu (1996), Suskunun Gölgesinde (2001), Fırat’a Karışan Öyküler (on beş öykücüden ortak kitap, Tan Oral’ın desenleriyle, 2001).

DENEME: Suskunun Gölgesinde (2001).

ROMAN: Korkunun Irmağında (2004), Halepçe'den Gelen Sevgili (2009).

HAKKINDA: Şevket Beysanoğlu / Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları (c. 3, 1997), Kaya Şahin / Acının Sözcükleri Var mı? (Virgül, sayı: 5, Şubat 1998), Semih Gümüş / Öykücünün Bahçesi (1999), Feridun Andaç / Edebiyatımızın Yol Haritası (2000), Suskunun Gölgesinde (Virgül, sayı: 40, Nisan 2001), Leyla Ruhan Okyay / On Beş Öykücü ve Bir Çizerden Zeugma’ya Ağıt - Fırat’a Karışan Öyküler (Cumhuriyet Kitap, 15.11.2001), Zekeriya Ekinci / Suzan Samancı’nın Öykülerinde Yapı (yenisayfa.com, 3.1.2002),

İhsan Işık / Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas. 2009) - "Ünlü Kadınlar" (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, c.2, 2013) - İhsan Işık / Diyarbakır Ansiklopedisi (2013).

GELİBOLULU HASAN

Sıcak bir yel. Ağaçlar kımıldıyor. Kapı gıcırtısı giz dolu karanlıkta uzayıp gidiyor. Gelibolulu Hasan,ayaklarını sürüyerek içeriye geçti. Odada küf karışımı ağır bir gümüş kokusu . Tavandaki mağlar isten simsiyah. Sedirin üstünde ince bir şilte. Pireli battaniye. Unutulan bakır kaplar. Duvara asılı su kabağından iki maşrapa. Bacadan sızan ince ay ışığı tombul kedinin üstünde titriyor.

Gelibolulunun avurtları iyice çökmüş. Burnu daha çok uzamış. Elmacık kemikleri para büyüklüğünde gri lekelerle kaplı. Karısı hayattayken Geliboluluya gözü gibi bakardı. Boşuna mı dellenmişti Sarê’sine.

Askerliğini yapmak için bu ilçeye geldiğinde incecik bir delikanlıydı. Toprak damlı evleri, küçücük hükümet konağıyla ilçeden çok köye benziyordu. Çarşı dedikleri tozlu yolda derme çatma kahveler, aktarlar, kumaşçı dükkanları vardı. En çok gazyağı, şeker satılırdı. Kadınlar çarşıya inmezdi. Ellerinde ipli şişeleriyle çocuklar gelir, babalarının kirli mendillerine şeker doldurup giderlerdi. 

 Duvar diplerinde, kahvelerde tespih çeken kavruk insanları, kıraç dağları ilkin garipsemişti. Kız kaçırma, sınır kavgaları konuşmaları hiç bitmez, ünlü kaçakçıların adları dillerden  düşmezdi. Sarê’yi bir ev baskınında tanımıştı. Babasını ayıngacı diye ihbar etmişlerdi. Askerleri gören  Sarê korkmamış, kuyudan suyunu çekmeye devam etmişti. Komutanın çıkışmasına, “ Ben  Türkçe bilmiyor...” diye karşılık vermişti. Gelibolulu işte o an aşık oluvermişti Sarêye. Yerli halkla ilişkilerini geliştiriyor, arada bir evlerinin önünden geçiyordu.   Onu görenler korkudan içeriye kaçıyorlardı. Sarê kaçmıyordu;bir şey çırpar gibi yapıp bakışıyorlardı. Bir keresinde kibrit kutusuna koyduğu mektubu , Sarê’nin ayaklarının dibine fırlatmıştı; Sarê mektubu koynunda taşımış, okutacak kimse bulamamıştı...

Gelibolulu terhis olduktan sonra Sarê’yi babasından istetti. Babası: “ Başım gözüm üstüne, ama kızımı gurbete vermem.” demişti. Gelibolulu, Sarê’ye olan sevdasından  memleketine gitmedi. Anası, babası mektup yazdı  ‘ gel’ diye. Yüreği sızladı. Denizin kokusunu, balığı, zeytin ağaçlarını özledi. Bir de Türkçe konuşmayı. Türkçe aksanlı  Kürtçe’sine gülüyorlardı. Bazen bunalır, soluğu hükümet konağında alırdı; askerlerle doyasıya  Türkçe konuşup rahatlardı.

Bağbozumlarında da hüzünlenirdi Gelibolulu. Leylek bacaklı asmalardan kopardıkları kehribar üzümleri, kavakincirlerini, buğulu sabahlarda kıpırdayan    zeytinleri, insanı sarhoş eden o kokuyu, martıları, gelin gibi süzülen gemileri anlatıp dururdu. Bir şenliği andıran bağbozumunun o ekşi gecelerinde anlatılan  cin,peri hikayelerine  “Get be!” derdi. Bilurvan  Koso’nun uzun havaları ılık bir yel  gibi yürekleri okşardı. İşte o an  Gelibolulunun  gözleri dolar, “Çanakkale içinde vurdular beni türküsüne başlardı. Bilurvan  Kaso da öğrenmişti bu türküyü. Gelibolulunun durgun ya da sinirli olduğu anlarında önüne dikilir, kaşını gözünü oynatarak bu parçayı çalardı. Gelibolulu  Kaso’ya sarılır, “iyi ki varsın  Kaso” derdi, sonra  nehirde balık tutmaya giderlerdi.

Gelibolulu sedire uzandı. Dün hükümet konağından gelen kaplara gözü kaydı.  “ İyi kalaylansın sergiye konacak.” demişti odacı Lütfo. Hatırlanmak, işe yaramak güç verdi  Geliboluluya. Çelik tencereler çıkmıştı hiç kimse kalayla uğraşmıyordu artık. Karısının bakır tencerede pişirdiği bulgur pilavı geldi aklına, yeşil soğanla birlikte yerken nasıl şakalaşırlardı. Sarê’nin akrabasının getirdiği sütü aldı kör pencereden; içinde kocaman bir örümcek yüzüyordu. Örümceği küflü bakır kapların arsına attı, sütü içti. Bir evlatçığım olsaydı diye düşündü. Sarê’nin hamile kadınlara özentisi, ıslak kara gözleri, yatılara bez bağlayışı, sunaklarda kurban kestikleri günler geçti gözlerinin önünden.

Kalkıp elektrik düğmesine dokundu. Cılız bir ışıkla aydınlandı oda. İp gibi sarkan ampulün çevresinde gece böcekleri, sinekler uçuştu. İspirtolu ocağını yaktı. Ocağın sesi insan uğultusuna dönüşüverdi. Çevresinde yüzler ve seslerle konuşuyor, “ Kalayci kalayci!” diye bağırıyordu. Gümüş tozunu sulandırdı , kapları keçeyle ovdu; dudaklarında o yarım türkü “Gençliğim eyvah!” Parlattığı kapları yan yana dizince keyiflendi Gelibolulu. Terlemişti. Karısının eski yemenisiyle yüzünü kuruladı. Çabuk yoruluyordu. “Hastalık, yaşlılık” dedi içinden. Durdu . Silah sesleri duymuşçasına irkildi. Epeydir çatışma olmuyordu, ilçede ki askerler de azalmıştı. Ocağın başında mırlayan kediyi kucağına aldı, başını okşadı.  “ Nerede Sarê, Sarê’miz ?” dedi. Yatağına uzandı. Kediyi okşadıkça gevşedi. Bakır kaplara bakarken uyuyakaldı.   

Sabah  “ Gelibolulu  Gelibolulu!” sesiyle uyandı. Odacı  Lütfo, elini alnına siper ederek pencereyi tıklatıyordu. Duvarın dibine dizili kapları görünce,  “Errık! Yamansın usta.” dedi. Gelibolulunun ağzı buruştu; gülümser gibi oldu. Lütfo kalaylı kapları topladı, cebinden zarfı çıkardı, “kalay parası,” dedi. Gelibolulu dizlerini sedirden sarkıttı, çenesi titredi. “ Eskiden daha iyi parlardı...” diye iç çekti. Lütfo’nun babası en iyi dostuydu. Sıkça uğrardı. Ayak sesinden tanırdı Hamo’yu . Öyle hızlı yürürdü ki sırtı çamur içinde kalırdı. Bir keresinde düşüp kolunu incitmişti. Sarê gülmüş, “Çocuktan betersin Hamo!” demişti. Gelibolulu kalay yaparken Hamo da çevre köylerdeki olayları anlatırdı; en çok gencecik kızlarla evlenen Nizo Ağa’yı, sonra köylülerin  Azrail gibi korktuğu başçavuş Cemil’i...

Dağlardan ovalardan silah sesleri yükselince kabuğuna çekildi Gelibolulu. Kahveye gitmedi. Sustu. İlçe karanlığa gömülüp taciz ateşleri başlayınca Sarê’ye sarılıp ağladı. Sarê’de eli yüzünde dağlara bakıp ağıt yaktı...

Lütfo, Geliboluluyu kolundan tutup dışarıya çıkardı. Dağlardan esen ot kokulu yel sabahın telaşını, donuk sevinçlerini uyarıp geçiyordu. Tahta kerevete oturdular. Lütfo,  “Sigara sarayım.” dedi. Gelibolulu, “ Yok na*!” diye mırıldandı. Sisli mavi gözlerini kısarak gökyüzüne baktı. Lütfo, birbirine düşen korucuları anlatıyordu. Gelibolulu anlatılanları duymuyordu. Gökyüzü deniz oldu gözlerinin önünde. Bir panayırın uğultusuna daldı; ateşbazlar kükrüyor, deniz kızı Eftalya yılan gibi tıslıyor, kafeste bir maymun kırmızı ağzını açarak bağırıyor, hırsız gözlü çengiler kalçalarını titreterek geçiyor, martılar çarşaf gibi denize dalış yapıyor, Sarê denizin ortasında ona el sallıyor...

Ayaklarının soğuduğunu duyumsadı. Başı karıncalandı. Gözleri karardı. Duvara doğru kaykıldı. Lütfo, “İyi değilsin usta, doktor çağırayım.” dedi. Gelibolulunun göğsündeki hırıltı çoğaldı, mavi gözlerini boşluğa dikti, “Sarê deniz” dedi.

(*) Na: Hayır

İTİRAFÇI

Bugün Newroz. Karşıki boş arsa doldu taştı. Ben de gitmek isterim ama, kimse konuşmaz ki... Bir kez seslendim Bêrîvan’a belki çağırır diye; yüzüme bakıp güldü sinsice. Yalnızken iyi davranır da birileri olunca ne bileyim işte... Bu insanlar neden böyle? Şansları var hava açtı.

Birazdan kutlayacaklar bayramı.

İki yüzlü Bêrîvan! Bilmez miyim seni? Koca bulmak için halay çekiyorsun. Bak! Nasıl da gülüyor. Bager’in koluna girip sırnaşıyor. Halay çekmek kolay. Sıkıysa çıksaydın dağa! Ayazda nehri geçtiğimizde elimi, ayaklarımı keserdi buzlar. Işıldayan kara damlayan lekeleri sayardım. Acımı unutmak için ağlardım gizlice. Kirpiklerim buz tutardı. Bir de aybaşın tuttu mu vay haline! Bacak aramın ılıklığına gömülmek isterdim. Kar kuşları dönenip dururken üstümüzde, besili kurtlar geçerdi önümüzden. Sığınaklarda beklemek öyle zor ki! Deli gibi konuşurdum kendi kendime. Bir sıkım kurtlu un helvasını yemek kolay mı? Arkadaşların gözünün önünde inleyerek ölsün gel de dayan... Ne yalan söyleyeyim çok korkardım ölümden.

Evdeki herkes, hatta eşyalar bile bana düşman. Anam, “Sokağa çıkamıyoruz senin yüzünden,” diyor. Babam beni görünce “Kaltak!” diye yere tükürüyor. Dayanamamak, pişman olmak suç mu? Tövbe tövbe! Berivan kıçını büyütüp Bager’le oynaşsın ben kara toprağa gireyim. Nedenmiş! Yaşamak varken...

Annem eyvanda oturmuş, kalabalığa bakarak ağlıyor. Önünden geçmeye korkuyorum. Geçen gün odunla bir dövdü ki! Kaburgam ‘çıt’ dedi. Aslında annemi dövsem döverim, ama dövemem ki... Eskiden de sevmezdi beni. Göğüslerim çıktığında bol bluzlar giyerdim. Banyoda sırtımı keselerken, “Ne çabuk yetiştin bana!” diye çimdiklerdi. Yaptığım işi hiç beğenmez, “Beceriksiz, pasaklı!” derdi. “Elin evine gittiğinde görecem seni rezil olacaksın!” derdi. Babam sobanın arkasında kıs kıs gülerdi. Zaten annemin sözünden dışarı çıkmaz ki! Annem güzel ya... Aynanın karşısında saçlarını örerken nasıl da beğenir kendini. Yüzüme bakıp gülüyor, “Koca burunlu halalarına çektin ne yapayım?” diyor. Sonra genç kızken onun için ölümü bile göze alan erkekleri anlatıyor; kamyoncu Mervan’ı, manifaturacı Müslüm’ü, katip Refik’i... Beni hiç kimse sevmedi, Seyithan bile!

İşte lastikler tutuştu. Nasıl da kokuyor. Tütüyor kara kara. Deli mi ne bunlar? Dumanın altında halaya durup zılgıt çekiyorlar. Annemin sesini duyuyorum, beddualar edip duruyor. Biliyorum. Oynayanların arasına katılmadığından bunca hıncı. Hem de müteahhit Şerefi n önünde süzüm süzüm süzülemediğinden. Ne müteahhit! Sıvacıdan müteahhit mi olurmuş! Hırsızlar! Sazlarını, bıyıklarını zil siyaha boyuyor Şeref. Hep tıraşlı. Takımlarını giyip havuzlu bahçesinde güneşlenirken, kadınlar kösnülü gidip geliyor; kızlar bile... İnsanları hara a bağlamış Şeref, öyle diyor Berîvan. Gözü Şerefte mi ne? Karısı çirkin deyip duruyor. Nasıl da cilve yapıyor bu kız. Hem o evde kalmaz ki! Adı çıkmamış. Uzun bacakları, fındık gibi burnu var. Kocakarıların yanında nasıl da masum durur, konuşmaz. Yer gösterip ayakkabılarını çevirir. Sonra arkalarından, “Evleneyim de görürsünüz sız!” diyor. Ama kimse onu anlamıyor ki! Bir ben bilirim yılanlığını. Şerefi görünce nasıl da yanına doğru yürüdü. Halayın başına geçti. Kibarca omuz titretip uzun saçlarını geriye atıyor. Uçuşan saçlarıyla peri kızlarına benziyor. Pis sinsi! Bana, “Sen git ben de gelecem,” demişti. Hıh! Halay başında mendil sallamaya benzer sanki orası... O uzun saçları pekmez bulaşığı olurdu; bit kaynardı bit. Ah keşke gitseydi de görseydi gününü! Güzelliğinden eser mi kalırdı. Erkek Faté bile benimle alay etti. “Aybaşılı halinle ne işin vardı?” dedi. Berîvan, “Faté aybaşı olmuyor,.” dedi. Hem kadın hem erkekmiş! Tövbe tövbe, bak Allah'ın işine!

Geceleri kulaklarım çınlıyor. Sayı saymaktan yoruluyorum. Yastığımın içinde böcekler geziniyor sanki. Huylanıyorum. Bir dudağı yerde bir dudağı gökte Arap Bacı geliyor gözlerimin önüne, ağzındaki sakızı çiğnedikçe çiğniyor. Köpüklü ağzında uzadıkça uzuyor gece... Uykumu yutuyor. Kalkıp odanın içinde gidip geliyorum. Perdeyi aralıyorum. İnce uzun sokak, buruşuk yüzlü yaşlı dedeye benziyor. Evler kadınlara. Ağaçlar çocuklara. Hepsinin bir adı var. Onlarla evcilik oynuyorum. Sabaha karşı uyuyakalınca, annem yıldırım gibi içeriye dalıyor, “Kalk Medine miskini! Bir hurma ağacın eksik. Babanın evi de olsa bedava yemek olur mu?” diyor. Kırk yılın başında tavuk pişirdiğinde, en iyi tarafını Ali’ye ve babama, boğazını da bana verir. Bilirim. Kendi de gizlice yer; kaç kez yakaladım tencerenin üstünde. Sonra babama, “Çocuklar yesin,” diye numara yapar. Nasıl da kanar babam. Şerefi n önünde kırıttığını söylesem, söyleyemem ki! Kim inanır bana...

Ateşin üstünden atlıyorlar. Ben de atlardım eskiden. Dilek de tutardık. O zamanlar Seyithan’ı severdim. Ateşin şavkı yüzümüze vururdu; birbirimize bakardık öylece. Seyithan beni sevdi mi ki? Seyithan’ı da vurmuşlar,öyle diyor Bêrîvan. Cesedini nehir kıyısında bulmuşlar... Boğazları yırtılacak neredeyse; nasıl zılgıt çekiyorlar. Ben de çekerdim bir zamanlar...

Yılan Bêrîvan. Şimdi de şerbet dağıtıyor. Kim bilir? Tez elden evlenmek için okutmuştur şerbeti. Bir koca değil, üç koca bile bulur o. Annem, “Deli Çeto bile almaz seni!” diyor. Ben ne yaparım yapayalnız? Bakkala gittiğimde köşedeki simitçi bana bakıp ıslık çalıyor. Biraz yaşlıca, kafası kel. Olsun. Erkeğin keli daha iyi olurmuş. Bêrîvan’a çıtlattığımda ağzını kıvırarak bir güldü ki! “Karısı delirmiş, miskin hastalığı var onda,” dedi. Yalancı! Belki bana talip olur diye korktu. Anası da onun gibi. İyi yemek pişirdiği gün bize uğrar. Konuştukça konuşur. Annem, “Görmemişin kızı,” diye mırıldanır. Onlara çay yaparım. Köşede dururum öylece. Bana bakarken nasıl da keyiflenir. O an kızının güzelliğini düşünür bilirim. Başını sallayarak, “Yıllar su gibi geçiyor, kız kısmının kısmeti nisan yağmuru gibidir; yağar ve durur,” derken, yüzüne sinsi bir gülümseme yayılır; dudaklarını ısırıp yere bakar sonra. O an annem de bana bakar, acır. Ben de acırım kendime. Gözlerim sulanır da kendimi tutarım. Kardeşimi sevince durulurum. Karakolda konuşmak suç! Hem de büyük suç... Sıkıysa siz dayanın! (…)

                                                                   (Adam Öykü, Ocak-Şubat 2001)

ROJîN

Temizliğine gittiğim gazeteci , ‘ Köylere dönüş izni çıkacakmış.’ dedi. Rojînim’i dağ   kokulu otları öyle özledim ki... Evimiz yakılmıştı. Olsun. Yeniden yaparız. Hiç alışamadım, bu insanlar nasıl yaşarlar böyle! Her sabah işe giderken ağlarım. Televizyona çıkan yazarın evini temizlerken açılırım. Yazar, “Patatese ‘kartol’ dersiniz değil mi?” diye takılır, avutur beni. Karısı bizim memleketliymiş. Zamanında babaları İstanbul’a sürülmüş. Memleketi anlatmamı istiyor. Anlatınca, “ Yok canım , öyle mi?” diye dudak büküyor. İyi kadın da şaşarım yaptıklarına. Burada  ‘ha namus ha maydanoz!..’ Bizim orada kurşuna dizerler insanı. Hem kocasını idare eder, hem oynaşını. Kocası duymaz mı yaptıklarını? Karısı cimri, kuruşun üstüne titrer. Geçen gün kokmuş yemekleri, çürük patatesleri doldurdu torbama. Yutkundum. “Köyümde daha iyisini yerdim.” diyemedim. Tepemde durup “ Tuvaleti iyi ov” diyor.  “Olur hanım  olur...” derim ben de. İçim sızlar, ağlamak isterim.

İşimi çabuk bitirmeliyim. Kocam köydeki gibi her şeye kızmıyor da karanlıktan, yılan gibi kıvrılan arabalardan korkarım.

Odasının tozunu alırken  “Sen Rojîn’in annesi misin?” dedi yazar. “Nereden bildin?” dedim. Dona kaldım. Morgun kapısında kızımın cesedine sarılırkenki fotoğrafı gösterdi.  “Aman etmeyin eylemeyin,” dedim.  “Bunun için ne dayaklar yedim kocamdan.” Sesi öyle yumuşaktı ki... Karısı oynaşıyla buluşmaya gitti; duydum. Yazar, “Konuş açılırsın .” dedi. Oturdum karşısına.

Köy basıldığında böylesine güzeldi hava. Avluda yapağı tarıyordum. Komando yelekli korucular yel gibi içeriye girdi. Evin altını üstüne getirdiler. Üstüne üstlük, “Yemek yapın  açız,” dediler. Kocam iki hindi kesti. Sinirlendi. Rojîn’e çattı. Köydeyken çok korkardım kocamdan. Rojîn’im  köyün güzeliydi; şelale gibiydi sarı saçları. Gençler yanıp tutuşurdu sevdasından. Ev aramaya gelen askerler, korucular yiyecekmiş gibi bakarlardı. Korucuların en zalimi Hüso’ydu. Kirvemizdi. Kocamla ava gider bostan ekerlerdi. Para, silah tatlı geldi. Bir keresinde köyün ortasında kocamı dövdürdü.

Rojîn’im on dördündeydi. En büyük yardımcımdı. Babasından gizli çeyizlik alırdım çerçilerden. Sevinirdi. Babası, “Elin boğasına kız veriyorum, bir de mal mı verecem...” derdi.

O gün Hüso ve arkadaşları döşeklere yayıldılar. Kendi aralarında konuşup gülüyorlardı. Tandırdan gelirken,  Hüso’yu  avluda gördüm; uçkurunu bağlıyordu. Yemeklerini yedikten sonra köyden hindi ve kuzu topladılar. “Karakol komutanına götüreceğiz.” dediler. Onlar gittikten sonra, kocam önüne geleni tekmeledi. Toz oldum. Rojîn’i aradım; söylenerek samanlığa gittiğimde,iniltiler  duydum. Rojîn samanlığın üstüne abanmış hıçkırıyordu. Gözüm  karardı birden , “Ne oldu?” diye bağırdım. “ Pulluğun üstüne düştüm.” dedi. Bir kartal gibi üstüne çöktüm; yüzünü gün ışığının altına tuttum. Gözlerinin içine baktım. “Doğru söyle!” dedim. Gözlerini kaçırdı. Islak kirpikleri titredi. “Ziyaret çarpsın ki ana!”diye inledi.

O günden sonra yemeden içmeden kesildi Rojîn. Sebepsiz ağlıyor, dalıp gidiyordu. Damda yatamıyorduk.  Köpeklerin acı ürümesi, köyün çevresindeki  ışıklar korkuturdu bizi. Sıcaktan, sivrisinekten de uyuyamazdık ya. Hele ben pirelenip dururum. Rojîn’in bir gölge gibi dışarıya çıktığını gördüm. Arkasından gittim. Merdivenin altında durup bakındı. Çıplak ayakları çakıl taşlarının üstünde öylesine güzeldi ki...Ağlın ötesinde bir sigara ateşi parlayıp söndü. Rojîn saçlarını çözdü. Gece perisi gibi salındı. Emekleyerek ambara gittim. Pencereden baktığımda, imamın oğlu Neçirvan’ın kollarındaydı. Kızmadım. Gençken ben de sevdalanmıştım. Kocama değil ama. Dul Emo’nun evinde, ahırda buluşurduk. Emo, kapının önünde oturup insanları başka yöne çekerdi. Evden şeker, bulgur aşırır, Emo’ya verirdim. Sevinirdi Emo. Dilini sarkıtıp tek gözünü kısarak, tütün de isterdi. Babam, Helhel’li Teyfo’ya        “Tütünün bereketsiz , eriyor”diye çıkışırdı. Evlenemedim Rızo’yla. Amcamın oğluna vardım. Avludaki ot acıdır ya...

Ay ışığının altında iki genci görünce gözlerim yaşardı. Sonra korktum: Kocam duyarsa diye. Öpüşüp koklaşıyorlardı. Bir ara Rojîn duvara yaslanıp ağladı. Neçirvan saçlarını okşadı

Ertesi gün imamın küçük karısı geldi. Bizim orda kıymetlidir imamlar;hanımları da  bir şey sanırlar kendilerini. Kimsenin evine gitmez emirler yağdırırlar sağa sola. İmamın karısı nasıl da nazlanıyordu, “Benim oğlum zeytini çatalla yer.”diyordu. Ben de nazlandım,    “Kızım küçük, babası bilir.”dedim. Sevmem imamları, uçkurları gevşek olur... Akşam imam da geldi; başladı vaaza... Giderken çıtlattı. Kocam, “Hayırlıysa olur.”dedi.

Kilere gittiğimde Rojîn, yüklüğün arkasında ağlıyordu. Bakışlarını kaçırıp, “ Ana,” dedi,sustu.   “ Aybaşın mı tuttu kız?” dedim. Yüzünü dizlerine gömdü,  “Midem bulanıyor ana” diye inledi. Sonra gidip taşlığa kustu. Duymuyor, görmüyordu... Sinileri deviriyor, sütü taşırıyor, ağzını bıçak açmıyordu. Küçük kardeşini oynatır gibi yapıyor, merdivenden  atlıyordu. Sonra yıkanırken gördüm, o incecik beli kalınlaşmış, kalçası yuvarlaklaşmıştı. On çocuk doğurdum bilmez miyim... “Rojîn!” diye seslendiğimde, irkildi. Karnını kapatmaya çalıştı. Kalktı. Deli gibiydi. Karnını yumrukladı, kendini duvardan duvara vurdu. “Ben Huso’nun piçini taşıyorum.” dedi. “Yalan söyleme Neçirvan’dan ,”dedim. Kur’ana el bastı, “Samanlıkta gördüğün gün avluda civcivlere yem veriyordum; Hüso elinde silahı, gel baban çağırıyor,” diye hıçkırdı. Sarılıp ağlaştık. Biz canımız istediğinde şehre  inemeyiz ki; kocam bile yılda iki kez iner. Nasıl da dua ediyordum kızım bir an önce evlensin diye. İnsan bir şeyi istedi mi olmuyor işte! Neçirvan da  askere gidince...

Gittikçe karnı büyüyordu Rojîn’imin. Uykularım kaçtı. Yatırları dolaştım. Bir gün kınalı su içirip karnına bastım da yaralı bir ceylan gibi inlediydi. Sonunda babası fark etti. Sarılıktandır diye kandırmaya çalıştım. Beni bir dövdü ki, dişlerim kırıldı, kolum çıktı. Kızım ılık süt içiriyor, bulamaç yediriyordu. Beklemek ne kötüydü. Yürüyerek kasabadaki sağlık ocağına gittik. Kocamın okuma yazması var ya , hükümet kapısında hiç çekinmez. Kocam yumuşak görünüyordu; böyle anlarda korkarım ondan; bilirim, bir şeyler kurar kafasında.

Eve döndüğümüzde çok yorulmuştuk. “Canın ne istiyor?” dedim kızıma. “Hiç!” diye omuz çekti. Olacakları bilir gibi susuyordu. Yanakları pembeleşmiş nasıl da güzelleşmişti Rojîn’im. Kavurma çıkardım; eti pilavın üstüne dittim, “Benim için ye,”dedim. Bir iki kaşık aldı göz yaşlarına boğuldu.

Sabah namazını kılıyordum. Bir el silah sesi duyunca dışarıya koştum. “Rojîn!” diye bağırdım. Bir de baktım ki davarların içinde yere yığılmış .Başını kucağıma aldım;oluk gibi kan akıyordu. Oğlum elinde silahıyla kaskatıydı. “Namusumuzu temizlemek zorundaydım ana!” dedi. Keşif geldi. Oğlum teslim oldu. Neçirvan’ı da tutukladılar. Korucu Hüso’nun üstüne ifade verdim. Mahkememiz sürüyor. İşte bizim derdimiz de böyle, Yazar Bey.        

(Suskunun Gölgesi'nden)

SUZAN SAMANCI KİTAPLARINDA ŞİDDET, HAFIZA VE KORKU Reçine Kokuyordu Hêlin ve Korkunun Irmağı

Ez, evindar û şervan ê ronahî yê…
Ez, dıjmın ê tarî û zulmet ê…
Destana Egîdekî, Mehmed Uzun



İlişkilerin “Şeyleşmesi” Ve Yabancılaşma

Hayat, tarihsel sürecin devinimi sonucu belleğimizde yer edinen birçok deneyimle doludur. Bazen tarihsel ve sosyolojik temellere oturtabileceğimiz, bazen de bunların bir sonucu olarak politik alanda veya edebiyat alanında bireylerin öznel deneyimine oturtabileceğimiz bu deneyimler belli bakış açılarını da doğurmaktadır. Bir deneyimin bir özne için nasıl bir duygu olduğu deneyimin nesnesinden ziyade, bu nesnenin kişiye nasıl verildiği ya da deneyimlendiği ile alakalıdır. George Lukacs’ın
Tarih ve Sınıf Bilinci adlı yapıtında “şeyleşme” dediği ve bireyler arası ilişkilerin meta halini aldığı bir durumda, bir bakıma nesne ve özne yer değiştirir. Yani “şeyleşme” dediğimiz süreçte insan, kontrolü tamamen kaybedip araçsallaşabilir. Nesne ile özne arasındaki bu yer değişikliği bir bakıma insanın tarih üzerindeki denetimini yitirmesine de neden olur. Sonuç olarak da belli bir denetim altına girmesi olası olan birey, bir “şey” halini almış olur. Fakat asıl mesele, tarih üzerindeki denetimini yitiren insanın toplumsal hafızasını yitirmiş olmasıdır. Yani bir anlamda birey; tarihe, deneyime, toplumsal ve kültürel yapıya yabancı kalır. Buna, bireyin kendi kimliğine yabancı kalması da diyebiliriz.

Günümüz “modern ulus-devlet” yapılanmalarına bakıldığında sistemin korunması ya da devamının getirilmesi için bazı klişelere başvurulmuş, devletin varlığını devam ettirmesi meselesi bir paranoya halini almıştır. Özellikle çok kültürlü yapılara sahip bazı devletler, “ulusal kimlik” dayatmalarıyla bünyesinde bulundurduğu toplumların, kendilerine yabancılaşmasına sebep olmuştur. Bu durumda da ilişkiler öznel deneyimden bağımsız olarak materyal iktidar süreçlerine bağlanmış ve “şeyleşmiştir”. “Ulusal kimlik” dayatmalarına ek olarak toplumun her kesimine bazı “korku”lar aşılanmış ve bireyin kendini öznel deneyimlerinden soyutlayarak tarihine, geçmişine, kültürüne ve aynı topraklarda yaşayan başka bir topluma sırt çevirmesine, yabancılaştırmasına neden olmuştur. İlk başta sistemin kendisinde meydana gelen devletin varlığını devam ettirememe endişesi nedeniyle yersiz bir korku meydana gelmiştir. Devletin mekanizmasında sistemleşen ve kadrolaşan insanların hayatına hükmeden bu korku, aynı toprak üzerinde yaşayan insanlara karşı bir canavarlaşma halini almıştır. Sonuç olarak da devletin mekanizmasında işleyen korku psikolojisi, toplumlar üzerinde yıkıcı etkiler taşıyacak olan birçok saplantıya ve baskıya dönüşmüştür. En sonunda ise bu baskılar ve zorlamalar sonucunda, devletlerde tarih boyunca süregelen korku, bambaşka bir hal alarak insanların hayatında önemli yaralar açmaya devam etmiştir. Yani en başında devlet bünyesinde bir saplantı olan korku en sonunda toplumlarda bir bulantı halini almıştır.

Bireylerin ve toplumların birbirlerine olan yaklaşımını birinci derecede etkileyen bu “korku” sebebiyle özneler toplumsal hafızalarından yoksun olarak nesneye ve nesnelerarası ilişkiye belli bakış açılarıyla yaklaşmaya başlamıştır. Bu durum devlet sisteminin korkuyu insanlara nasıl sunduğuyla ilgilidir. Korkunun farklı toplumlara farklı şekilde sunulmaları sonucu iktidar algısı da değişmiştir aynı zamanda. Sistemin elitlerini oluşturan toplumsal kesim, “diğerleri” olarak adlandırabileceğimiz diğer toplumsal gruplara hep önyargıyla yaklaşmış ve ayırt edici sınırlar koymaya çalışmışlardır. Sisteme entegre olmakta zorluk çeken ve direnen toplumsal gruplar ise kendilerine uygulanan baskı ve korku sebebiyle hem içinde bulundukları topluma hem de diğer toplumlara yabancılaşmaya başlamış ve ilişkiler bir “şeyleşme”den öteye gidememiştir. Bu durum toplumsal hafızanın silinmesiyle doğrudan ilintilidir.

Yabancılaşma ve Edebiyat
Edebiyat, genel olarak toplum içindeki geçerli yaşam biçimlerini “yabancı” bir bakış açısıyla izleyen, ona “yabancılaşmış” aykırı insanın öykülerini anlatır. (1) Bu insan genelde toplumun gidişine yabancılaşan, ayak uyduramayan ve kendi hakikatini yaşamak isteyen birisidir ve kendi öyküsü bu zorlanmaları dillendiren çığlıklarla doludur. Bu bağlamda insan uygarlaşmasının tarihi, insanın özünde barındırmış olduğu değerlere yabancılaşmasıyla da alakalıdır. 20. ve 21. yüzyıl insanına bakıldığında insan; ruh ve beden taşıyan bir varlık olmaktan çıkıp farklı bir hal almaya başlar. Dolayısıyla modern çağın yaşam biçimlerinde yabancılaşan bireyin “korku”, “yalnızlık” ve “şiddet”le boğuştuğu ve bu ruhsal evre’nin düzenli bir değişim halini aldığı görülür. Bu yüzden de bu insan tipi çoğu zaman romanlarda ve hikâyelerde karikatürleştirilmiştir.

Her ne kadar edebiyatın, hayatın bir yansıması olduğu düşünülse de asıl nokta hayatın veya yaşananların nasıl anlatıldığı ile ilgilidir. Dilin farklı anlatım teknikleriyle kullanılması ve deneyimlerin hem içerikte hem de kullanılan dilde kırılmalar yaratması bununla ilişkilidir. Bu açıdan bakıldığında son dönem edebiyatçılarının gerçeği doğrudan yansıtmadığı, gerçeği farklı eleklerden geçirerek ona ayrı bir anlatım kattığı söylenebilir. Bu durum deneyimlerin nasıl algılandığıyla da ilgilidir.

* * *
Türkiye gibi kültürel açıdan birçok toplumsal yapının bulunduğu bir ülkede deneyimler birçok açıdan farklı bakış açılarıyla algılanır. Gerçeği olduğu gibi vermek veya yansıtmak, bazıları için ideal olanı yansıtmakla eşdeğer tutulur. Bu açıdan bakıldığında birbirine yabancılaşan toplum veya bireyler ve “şeyleşen” ilişkiler de edebiyat alanının bir parçası haline gelmiştir. Edebiyat eserine konu olan bireylerin çoğu, romanlarda korku dolu, yalnız ve huzursuz bir yaşamın içine sıkışmış karakterler halini almışlardır. Özellikle de egemen gücün dilini kullanmayan ve bu egemen gücün baskısından da kurtulamayan birçok edebiyatçı eserlerinde; topluma yabancılaşan, huzursuz ve korku dolu insanları yazmaya devam etmişlerdir.

Suzan Samancı, kendi anadilinde yani Kürtçe yazamayan bir yazar. Roman ve hikâyelerini; zihinleri kuşatan korku, bölge insanının sıkıntısı ve devlet terörü gibi ana başlıklar altında yazmaya çalışmıştır. Bu sorunları kitaplarına yansıtırken oldukça başarılı olmuş ve okuyucuya karakterlerin yaşadıklarını hissedebilme olanağı tanımıştır. Bunda en etkili olan durum, anlatıcının korkuyu veya huzursuz insanları anlatırken kolaya kaçıp olaya doğrudan girmemesi, bunu okuyucuya hissettirmesidir. Dolayısıyla karakterler kimi zaman birer toplumsal tip halini de almıştır.

Reçine Kokuyordu Hêlin

Suzan Samancı’nın ilk kitabı
Reçine Kokuyordu Hêlin,çoğunlukla aynı durumun farklı olaylar üzerinden verilmesiyle yazılmış on beş kısa hikâyeden oluşan bir kitaptır. Kitapta devlet şiddetinin araçsallaşması, korkunun bir deneyim halini alması, kimlik bunalımı ve bilinçlerin alt-üst edilmesiyle sonuçlanan hayat hikâyeleri anlatılmıştır. Kürt halkının yaşam haklarının nasıl denetim altına alınmaya çalışıldığını anlatan bu hikâyelerde devletin uyguladığı baskı ve bu baskıların insan üzerinde yarattığı etkilere değinilmiştir. Devletin “bölünmez bütünlüğünü” devam ettirme endişesi bir sendrom halini almış ve bu sendrom Kürt halkında yaşam hakkına ilişkin umutların köreltilmesiyle sonuçlanmıştır. Dolayısıyla yerlerinden yurtlarından edilen Kürtlere, sürgünlere, köy boşaltmalarına, faili meçhullere ve zihinlerde birer yerleşke kuran korku psikolojisine dair hikâyeler anlatılmıştır.

İnsanlar neden yerlerinden, kendi öz yurdundan başka bir yere sürgün edilir ki? Hikâyelerde bu sorunun cevabına ulaşmak çok zor değildir. Toplum içi çatışmaların çıkmasında başarısız kalan sistem, toplumun bireylerini birbirine yabancılaştıramaması sebebiyle mantıksız bahanelere başvurarak onları yerlerinden etmiştir. Böylelikle de sürgün olan insanların; sistemin tabanını oluşturan gruplar içinde, kültürel yozlaşma ve asimilasyonla beraber yok olacakları düşünülmüştür.

Hikâyelerde dikkati çeken bir diğer unsur da devlet tarafından destek verilen ama
sivil ve gönüllülerden oluşan silahlı insanlar olarak niteleyebileceğimiz paramiliterlerin varlığıdır. Askeri niteliği olup orduya bağlı olmayan, silahlandırılmış bir nevi gizli örgüt olan bu paramiliterler, devlet muhaliflerine silahlı eylemler de düzenlemiş kuvvetlerdir. Hikâyelerde yer alan korucular ve kontrgerillalar paramiliter örgütlenmeleri teşkil eden gruplardır. Bu örgütlerin varlığı, devletin yapısından bir sapma değildir, aksine devletin yapısını oluşturan ve kendisini korumak için şiddete başvuran gizli bir teşkilattır. Yasal olanla yasadışı olanın içiçe geçtiği, yasadışı olanın sürekli yasal alana girip onu tanımlamasının temel aracıdır devlet şiddeti. Hukuk belli coğrafyalarda yasanın askıya alınması yoluyla kendini yeniden inşa eder. Bu ülkenin hala en büyük yaralarından olmaya devam eden faili meçhuller, köylerin yakılıp yıkılması ve baskı ortamının oluşmasına sebep olan paramiliterler, Reçine Kokuyordu Hêlin’de yaşanan farklı olaylar üzerinden anlatılır.

Suzan Samancı, hikâyelerinde korkunun beyinlerde yarattığı sarsıcı etkileri anlatmaya devam etmiştir ve bireyler arası ilişkiyi de oldukça iyi yansıtmıştır. Kimi zaman yaşanan ortak acılar paylaşılmış ve az da olsa acı dindirilmeye çalışılmıştır. Ne de olsa acıyı paylaşmak, dayanışma örgütlemek, yaşananların karanlık gölgesinden kaçmanın nadir yollarındandır. Yine de korku psikolojisinin bir başka sonucu olarak bazı insanlar en sevdiklerine bile kuşkuyla yaklaşmaya başlamış ve bu durum bireyin kendisine ve topluma yabancılaşmasına sebep olmuştur. Tarih boyunca farklı dayatmalarla kimlik bunalımı yaşatılan bu insanlar, kendilerini tarihsel geçmişinden ve toplumsal hafızalarından soyutlamaya zorlanmış ve bu acılar bir deneyim halini almaya devam etmiştir. İnsanların farklı metotlarla yıldırılmaya çalışıldığını anlatan bu hikâyelerdeki karakterler çoğu kez nesnel gerçekliğe de yabancılaşmıştır. Bu durum insanların tarih ve kültür üzerindeki denetimini kaybetmesine de yol açar. Yani bir anlamda toplumsal hafızasında yıkımlara sebep olan sistematik devlet şiddeti, insan beyninin olaylara “şeyleşme” aracılığıyla yaklaşmasına da neden olmuştur.

Korkunun Irmağında

Yazarın bir diğer kitabı olan
Korkunun Irmağında,dört üniversite öğrencisinin savaş ortamındaki özgürlük arayışlarını, savaşın insanı nasıl etkilediğini anlatan korku, gerçeklik ve huzursuzluk üzerine kurulu bir romandır. Daha çok iç konuşma ve bilinç akışı tekniklerinin kullanılmasıyla yazılan bu romanda zamanlar birbirine girmiş ve karakterlerin huzursuz varoluşları romanın biçimine de yansımıştır.

Korkunun Irmağında, korkunun toplumsallaşmasını ve bir deneyim halini almasını anlatan bir roman. Tarihsel süreçte meydana gelen korku ve bu korkunun insanların bilinçaltına devlet mekanizması tarafından nasıl yerleştirildiğini görüyoruz. Bilinçaltına yerleşen bu korku psikolojisi sebebiyle, insanlar korkuya alışmış ve öteden beri maruz kaldıkları baskı ve şiddete karşı duyarsız hale gelmişlerdir artık.

Hep bir telaş hep bir tedirginlik ve hareketliliğin olduğu bu romanda roman karakterlerinin beynine hükmeden korku psikolojisi, yerini en sevdiklerine karşı şüpheyle yaklaşma duygusuna bırakmıştır. Ve bireyler arası ilişkiler öznel deneyimden bağımsız olarak yabancılaşma halini almıştır. Ulusal kimlik dayatmalarına ve şiddete karşı tarihsel deneyim ise zamanın ötesinde bir hal almıştır.

Roman, durumları ve olayları ironileştirmede ve parodileştirmede de oldukça başarılı olmuştur. Acı gülümseyişler, paramiliterlerin keyfi gerekçelerle insanların hayatına nasıl zarar verdikleri, şarkıların ve keskin marşların nasıl birbirine karıştığı, mezar ayaklı olarak nitelenen silahlı güçlerin zaafları, sürekli olarak farklı aidiyetler yüklenmek istenen Kürt öğrencilerin varoluşsal mücadelesi ve yüreklere sızan korku sebebiyle yaşamın traji-komik bir hal alması anlatılmıştır. Ve korku dallanıp budaklanmaya devam etmiştir. En dipte ölüm korkusu, en tepede yaşam korkusu…

* * *

Linda Green’in kocaları devlet tarafından öldürülen Guatemala’daki kadınları anlattığı Fear As A Way Of Life (Bir Yaşam Biçimi Olarak Korku) adlı kitabında korku, toplumsal hafızayı şekillendiren bir etken olarak karşımıza çıkar. Yine korku, keskin bir tepki olmaktan çok olağan ve kalıcı bir durumdur. Guatemala’da insanların yaşam biçimi haline gelen korku, geçmiş katliamların ve şiddetin izlerini taşır, sürekli bir tehdit algısı halinde cemaatlerin hayatlarında temel belirleyenlerden biri haline gelir. Korku aynı zamanda aileler, arkadaşlar ve komşular arasındaki güvensizliğe meydan vererek toplumsal ilişki ve dengeleri de sarsan bir duygudur. Sadece yabancılara kuşku ve endişe ile değil aynı zamanda birbirlerine karşı da kuşkuyla yaklaşılmasına neden olur. Korku gücü kendinde toplayan sessiz ve görünmez bir yargıç gibidir.

Reçine Kokuyordu Hêlîn ve Korkunun Irmağında, toplumsal hafızanın nasıl tahrip edildiğini, yeniden inşa edilen hafızanın nasıl iktidarın temel araçlarından birisi haline getirildiğini, yaşanan baskıların ve korkunun bireyler arası ilişkiyi nasıl “şeyleştirdiği”ni ve bireyin kendisine nasıl yabancılaştırıldığını oldukça güçlü bir şekilde anlatan iki kitaptır. Farklı anlatım tekniklerinin kullanımıyla hem anlatılmak istenen en iyi şekilde verilmeye çalışılmış hem de okuyucunun korkuyu en iyi şekilde algılamasını sağlamıştır. Linda Green’in bahsettiği korkunun nasıl keskin bir tepki olmaktan çok olağan ve kalıcı bir durum halini aldığı bu kitaplarda anlatılmıştır.

“Her bilinç, özünde başka bilinçlerce bilinç olarak tanınıp selamlanmak arzusundadır. Başkalarıdır bizi doğuran” der Albert Camus. Kültürel yapıdaki çoğulculuğun ve çeşitliliğin daima görmezden gelindiği ve sürekli olarak bastırılmaya çalışıldığı Türkiye’de “öteki”nin bakış açısıyla görülene bakmak hep bir sıkıntı yaratmış ve engellerle karşılanmıştır. Oysa “öteki”nin gözünü taşıyabilmek olaya bir de bu bakışla yaklaşmak insanın kendisiyle yüzleşmesinde önemli bir nedendir. “Ulusal kimlik” dayatmalarıyla birey kendi aidiyetine yabancılaştırılmaya çalışılmış ve korku zihinlerde bir paranoya halini almıştır. Bilinen bir gerçek ise bünyesinde bulunan halkların gözüyle görünene bakamayan ulus-devlet mentalitesinin eninde sonunda çürümeye mahkum olduğudur.

Kaynakça
Ecevit, Yıldız. “Edebiyatta Yabancılaşma ve Yabancılaştırma.
Virgül, 14, s.45-47. Aralık 1998
Green, Linda.
Fear As a Way Of Life: Mayan widows in rural Guatemala. New York: Columbia University Press, 1999.
Lukacs, György. (1998).
Tarih ve Sınıf Bilinci.(Çeviren: Yılmaz Öner). İstanbul: Belge Uluslararası Yayıncılık


1. Ecevit, Yıldız. “Edebiyatta Yabancılaşma ve Yabancılaştırma.
Virgül, 14, s.45-47. Aralık 1998

Yazar: ABDÜLHAMİT AKIN

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör