Edebiyat araştırmacısı. 7 Ekim 1970, İstanbul
doğumlu. Almanya’da başladığı eğitim hayatına Türkiye’de devam etti. İlk, orta
ve lise eğitimini İstanbul’da tamamladı. Trakya Üniversitesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü (1992) mezunu. Yüksek lisansını (1994) ve doktorasını (1999)
Trakya Üniversitesi Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalında tamamladı. Trakya
Üniversitesinde araştırma görevlisi (1993-00), Ankara Üniversitesi TÖMER’de
okutman (1992-93), Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesinde öğretim üyesi
(2000-02) olarak çalıştı. MEB burslusu olarak Kuveyt Üniversitesi Dil Öğretim
Merkezinde bulundu (1997). 2004’te İstanbul Kültür Üniversitesi Eski Türk
Edebiyatı Anabilim Dalında doçent oldu. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Eski Türk Edebiyatı
Anabilim Dalı başkanlığı (2001-02), Gaziantep Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı
başkanlığı yaptı (2002-03). 2004’te İstanbul Kültür Üniversitesi Fen-Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm başkan yardımcısı oldu.
Makalelerini, Hacı Bektaş Velî Araştırma,
Journal of Turkish Studies / Türklük Bilgisi Araştırmaları, Türk Kültürü
İncelemeleri, İlmî Araştırmalar; diğer yazılarını Berceste, Keşkül, Türk
Edebiyatı, Yasakmeyve, AKM Bilge, TKAE Türk Kültürü, TDAV Türk Dünyası Tarih,
Dergâh, Tarih ve Medeniyet, Türk Yurdu dergilerinde yayımladı. Edebiyat
alanındaki çalışmalarını çeşitli kongre ve sempozyumlarda bildiri şeklinde
sundu. Türk Dünyası Edebiyat Terimleri Sözlüğü için tasavvuf maddelerini
yazdı.
ESERLERİ
Tasavvufî Şiir Şerhleri (2000), Hânedânda Bir Âsî [Damat Mahmut
Celalettin Paşa (Âsaf) ve Dîvânı] (2004), Klâsik Türk Şiirinde Kuşlar
(2004), Önce Aşk Vardı [Şiirin Aynasında Osmanlı Kültürü Üzerine Denemeler]
(2005), Böyle Buyurdu Sûfî [Tasavvuf ve Şerh Edebiyatı Araştırmaları]
(2005), Hazana Sürgün Bahar [Keçecizade İzzet Molla ve Dîvân-ı Bahâr-ı
Efkâr] (Ozan Yılmaz’la birlikte-2005).
Hz.
Mûsâ’nın üzerine alev alev tecellî yağdığı ve Hz. Îsâ’nın tesellî burcuna adım
adım ağdığı mukaddes yerlerle adaş olan Tûr kasabası, yine korku ile ümit arası
bir gecedeydi. Medineli kadınların “tale‘a’l-bedru” velvelelerinden 244 yıl
uzaktaki bu küçük İran kasabasında gecenin sükûtunu bir umut çığlığı böldü.
Doğum odasından çıkan yaşlı kadınlar, ateşperest bir babanın Müslüman oğlu olan
Mansûr’un kucağına şûlelerle paklanmış, alevle kundaklanmış, gözleri kor kor
bir erkek bebek bıraktılar. Baba Mansûr, kendi adıyla tanınacak ve 64 yıl sonra
külleri Dicle sularına saçılacak olan bir alev yumağı taşıdığını hiçbir zaman
bilmedi. Ama geleceği okurcasına, Kerbelâ ateşiyle kavrulan göz pınarlarına yaş
ve Peygamber goncası Hüseyin’in tam 158 yıl önce başsız defnedilen vücûduna baş
olsun diye oğluna Hüseyin adını verdi.
Hüseyin, Tûr’da 12 mutlu yıl geçirdi. Hallaç
babasının kemânıyla savurduğu bembeyaz pamuklar kadar hafif ve masum 12 yıl. Kur’an
ezberlemekten arta kalan tüm zamanında kendisini evden dışarı atıyor; bir
yandan suların ve ağaçların, kuşların ve çiçeklerin, gecenin ve yıldızların
sesini dinliyor; bir yandan da çevresinde az da olsa bulunan Mecûsîler’in
ateşlerini izliyordu. Binlerce cennet ve cehennemi bir arada barındıran bu
kainat içinde ateş; kendisinden korkarak tapanları âteşperest ve cehennem; kendisinden
korkarak inananları Hakperest yapabilir miydi?! Halbuki o, bâğbân elinden
verilen suyun ateş kızılı güller büyüttüğünü; güneşinse gök yüzünden harladığı
alevlerle dağların ak saçlarını erittiğini; hâsılı Allâh’ın görebilene âşikâr
bir sırla ahkâmını yürüttüğünü çok küçük yaşlarda anladı. Gördüğünü
okuduklarıyla, okuduğunu gördükleriyle birleştirdiği ruhunda adını koyamadığı
bir hâlet oluşuyor; büyük bir şevkle ezberlediği kitâbın hitâbı, âdetâ onun
cüssesine sığmayan yüreğinde muhâtabıyla buluşuyordu. Sînelerdeki sırları
hallâç pamuğu gibi attığı için bir süre sonra “Hâllâc-ı Esrâr” denecek olan Hüseyin,
12 yaşına geldiğinde bütün Kur’ân’ı ezberine aldı ve böylece önce kendi
sînesini “Mahzen-i Esrâr” kıldı.
Gençlik
yılları ise delikanlı sözcüğünü kendisinden sonra lûgate mahkûm edecek kadar hareketli
geçti. Tüster’de Sehl-i Tüsterî ile mi konuşmadı, Bağdat’ta Cüneyd-i Bağdâdî
ile mi bozuşmadı?! Ne Bağdat’ta ne de Basra’da görüşüp konuştuğu sûfîler onun
coşkusunun önünde durabildiler. Her geçen günle idrâki çoğalan ve çoğalan
idrâki ile cezbesinde boğulan Hüseyin’in tefekkür hümâsı, gölgesini dahi yer
yüzünden esirger oldu. Baktığı her yerde gördüğü, kulak verdiği her yönden
işittiği kudrete hakkıyla itaat edebilmesi için ne canı ne de aklı yetiyordu. Aşka
meczupluğu akla mağlûpluk sanılınca aşkını acziyle sarmalayıp sahibine teslim
etmeye karar verdi ve hacca gitti.
Bir
nebze de olsa aklını temkîn ve rûhunu teskîn eden bu ilk haccından sonra
Ahvaz’a döndü, halkla sohbetler etmeye başladı. Türlü renk ve şekillerde
görülen varlığın aslında “Bir” ve o Bir’in Hak olduğunu; insanoğlunun tüm
şerefiyle bu varlığa ortak olduğunu ve eğer kişi kendisine beş duyusu kadar
yakın olan “Bir”i layık olduğu gibi idrak edemezse azâbın muhakkak olduğunu
söyleyen Hüseyin, ilk kez duydukları bu sözlerle büyülenen halk tarafından
bağra basıldı. Hiçbir mezhebe bağlı olmayan ama her mezhebin en ağır
hükümleriyle amel eden bu cezbesi şiddetli sûfînin adı kısa zamanda her yere
ulaştı. Özellikle Fars illerinde insanlar onu babasının adı ve mesleğiyle
anıyorlardı: Hallâc-ı Mansûr…! (…)
(Önce
Aşk Vardı, 2005)