Salim Şengil

Öykü Yazarı

Ölüm
28 Haziran, 2005
Eğitim
Ankara Lisesi

Hikâyeci (D. 1913 [nüfusta 1916], Selanik – Ö. 28 Haziran 2005, İstanbul). Yazar Nezihe Meriç’in eşi, Muğla eski milletvekillerinden Tufan Doğu’nun dayısıdır. Selanik’ten göç ederek 1923’te ailesiyle birlikte Fethiye’ye yerleşti. İzmir’de başladığı ortaöğrenimini Ankara Lisesinde tamamladı (1938). Fethiye’ye dönerek bir süre Karagedik Maden İşletmesinde çalıştı. Tan gazetesinin Fethiye-Muğla yöresi muhabirliğini yaptı. Fethiye’de çalışırken hikâye denemelerine başladı. 1946’da Ankara’ya yerleşti. Bir süre banka memurluğu (1935-36) ve Tan gazetesinde muhabirlik yaptıktan sonra yayıncılığa başladı. Ankara Radyosunda tiyatro sanatçısı olarak çalıştı. 1956’da Nezihe Meriç’le evlendi. Sonraki yıllarda İstanbul’a yerleşerek yayıncılık çalışmalarını orada sürdürdü.

Salim Şengil’in hikâyeleri Yeni Edebiyat, Servetifünun-Uyanış, Ses, Yeni Ses, Oluş, Ülkü, Varlık, Yürüyüş, Büyük Doğu, Pınar, Gün ve Yığın dergilerinde yayımlandı. Ankara’da, 1950 kuşağı öykücülerinin ortaya çıkmasını sağlayan Seçilmiş Hikâyeler (1 Ekim 1947-Temmuz 1957, 66 sayı) ve Dost (1957-63, 102 sayı) dergilerini çıkardı. Dost Yayınlarını kurdu. Dergilerinde, sonraki yıllarda Türk öykü ve şiir sanatının ünlüleri olan şair ve yazarların ürünlerini ve yayınevinde ilk kitaplarını yayımlayanlardan biri oldu. “Toprağa Dönüş” hikâyesiyle 1937’de CHP’nin açtığı yarışmada birincilik, 1944 ve 1945’te Ankara Halkevi  Öykü Yarışması birincilik, “Komşumuz Bulgaristan” adlı röportajıyla da 1972 Türk Dil Kurumunun Basın Dil Ödülünü, 1993 yılında ise Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü Altın Madalyasını aldı.

ESERLERİ:

HİKÂYE: Kafasını Törpüleyen Adam (1943), Es Be Süleyman Es (1980), Güzel Bir Oyun (1983), Savrulup Gidenler (1987), Penceredeki Işık (1992).

OYUN: Bir Rüzgâr Esti (1945).

ANI: Anılarda Kalan Portreler (1991).

KAYNAK: TDE Ansiklopedisi (c. 8, 1976-98), Atilla Özkırımlı / Türk Edebiyatı Ansiklopedisi (1982), Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (1982), Alpay Kabacalı / Kültürümüzden İnsan Adaları (1995), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), Feridun Andaç / Edebiyatımızın Yol Haritası (2000), TBE Ansiklopedisi (2001), Salim Şengil Vefat Etti (Hece Öykü, sayı: 10, Ağustos 2005), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).

 

ES BE SÜLEYMAN ES...

 

Bizim oralarda yelken açıp gezenler çok duymuşlardır:

Bir gemi esintisiz kuytuda kaldı mı, bir praçelâ, bir tırandil denizde rüzgar bekledi mi?

“Es be Süleyman es..” derler.

Bir yandan batıya doğru kıyıyı izleyerek İzmir’e kadar giden, ya da Ege’deki Lâroz Sömbeki, Kalimyoz, Rodos gibi adalara sefer yapan gemiciler, güney’de Kıbrıs’a, İskenderiye’ye inen yelkenlilerde çalışan bizim oralı kaptan ve tayfalar hep onu överler, balıkçılar onu anlatırlardı. Kimileri de daha abartarak ona ermiş gözüyle bakarlar, denizin piri olarak bellerdi. Süleyman, yaşadı yıllar boyunca herkesin bakışını üzerine çekmişti zaten. Bu yüzden olacak, şimdi ne zaman denizden söz açılsa, iyilikten yana konu olsa, Süleyman anımsanmasın olası değil.

Süleyman, Karagözler mahallesindeki evimizin birkaç ev ötesinde, Tepesidelik’de otururdu. Her zaman denizi, kordonu, gelen giden, demirleyen gemileri seyrettiğini balkonumuzun altından onun kaç kez geçtiği gördüm, hesapsız!.. Bu, çocukluğumun gençliğimin anıları arasında oldukça geniş bir yer tutar. Baraketi sepeti kolluğunun altında, yokuş yukarı ya da aşağıya doğru, romatizmalı ayaklarını sürüye sürüye bir gidişi vardı ki, hiç gözümün önünden gitmez. İnce, uzun gövdesinin belinden aşağısı, üstüne oranla ayrı bir biçimde sallanır dururdu. Ama Süleyman’ın kolları güçlü olmalıydı, pazuları şişkindi. Soluk bir yüzü vardı. Sağ kaşının üstüne her zaman kumral saçları düşerdi. Sabahları ne zaman balığa giderdi? bunu bilemem ama dönüşünü çoğu görür, balkonumuzdan ona seslenirdim:

“.’Süleyman abim... Teken var mı?”

“Var, ne yapacaksın?..”

“Ben de balık tutacam..”

“Ah, senin de oltana takılacak kör bir balık bulunur denizde elbet... Seni yaramaz seni, hadi gel bakalım.”

Koşardım. O da iki avucumla sıkı sıkıya tuttuğum bakır tasa, bereketli elleriyle teke doldururdu. Vakit erkense hemen, geç ise ertesi günü sabahın köründe kamışımı omzuma alır, arkamdan annemin rumeli ağzıyla:

“Oğlum düşersin denize, dikkat edesin.,” diye bağırdığını duymazdım bile...

Evimizin önü, denize doğru biraz engindir. İniş aşağı koşarken, arkamdan taşlar, topraklar yuvarlanır, bazan da pabuçlarım geride kalırdı. Ne olursa olsun ben, Süleyman’ın kayığını bağladığı tahta iskeleye, bir hamlede gelmiş olurdum. Yemi takar, oltayı denize atar, çekerdim: hep boş!..

Nerede Süleyman’ın tuttuğu o güzelim Mercan balıkları?,.

Kimi kez de, ‘yemi yemişlerdir’ diye oltayı umutsuzlukla çektiğimde, küçük bir lâhoz ya da kaya balığının yakalanmış olduğunu görürdüm. Hınzır oltayı iyice yutardı, boğazindan çıkarmak için ne çektiğimi ben bilirim... Bazan da İsparya, İskorpit, Mavri yakalandığı olurdu. Eh, o zaman beni eve dönerken görmeliydi. Kamışı omzuma, yalın bir kılıç gibi alır, zafer sonrası kente ilk giren komutanın, aşırı gururuyla sarmaşdolaş olan küçücük göğsüm şişerdi. Daha yarı yoldan tekir kedimiz karşılardı beni. Saygı gösterilen, pek büyük bir adammışım gibi beni sağ yönüne alır, ben önde, o sol elimde tu tuğum balık dizisinin bir adım gerisinde öylece eve girerdik.

Büyük paspatır’ın denize döküldüğü yere gitsem, orada çok balık tutabilirdim. Ama ne yapayım! İş çok balık tutmada değil ki... Az da olsa, çok da olsa benim getireceğim balıklar hiçbir zaman tavada ya da ıskarada kızarmak mutluluğuna erişmezdi. Annem, onlara harcanacak zeytin yağına, kömüre kıyamaz, bu yüzden tuttuğum balıklar hep bizim tekir’e yarardı. Onun yarı yola kadar karşıcı çıkması, beni karşılaması boş yere değil...

Sıcak, yaz günlerinde bizim mahallen genç kız ve kadınlarının ‘gazhane’ üzerindeki düzlükte toplanarak, açılıp serpildikleri eğlentilerde Süleyman bulunmadı mı o gece tatsız, neşesiz olurdu. Kışın ise her akşam başka bir evde toplanılır çalgılar çalınır, maniler söylenir, fincan, düğümlü mendili bulma oyunları çıkarılırdı. Erkek olarak ancak, bizim gibi çocukların bulunduğu bu toplantılara Süleyman, elim kolunu sallaya, sallaya, hiç çekinmeden girerdi. Onun geldiğini daha önceden duyan kadınlar öbürlerine haber verdiğinde:

“Varsın gelsin, o bizim oğlumuz yerinde...” “Niye örtünecekmişiz, ilk mi görüyor bizi?..”

Ve mahallenin daha şaklaban kadınları:

“Ana bire Süleyman, nerede kaldın gâri. Gözlerimiz yolda, bekledik durduk.”

“Gel bakalım şöyle yancağımıza, seni çok göresim geldi...” diyerek ona karşı olan temiz duygularını açıktan açığa söylerler, gizlemeye gereksinme bile duymazlardı. Kadınların bu toplantılarını bilen kocaları, oraya Süleyman’ın geldiğini duysalar da, hiçbir zaman bu yüzden eşlerini paylamamışlardır. Yaz kış ayrı biçimleriyle yaşanan bu tür gece toplantılarının bir dedikodu konusu olduğu da duyulmamış, küçük kentimizin havasını bulandırmamıştır. Birbirlerine temiz duygularla, sevgiyle bağlı olarak yaşayan bu yoksul, tok gözlü, cömert insanların düşüncelerine, kirli, sevgiden yoksun istekler karışmadı. Uzun yıllar, bunun böyle şurup gittiğini gözlerimle gördüm. Mahallemizin örnek olacak bu insanca yaşamını her zaman göğsüm kabararak anmışımdır-.. Çocukluğumda hiç düşünmeden geçirdiğim o günleri, şimdi bölük pörçük anımsadıkça, daha başka anılarla dolu, zamanın üzerinde bir kabuk bağladığı o geçmişlerin içinde filizlenmiş olarak taptaze yaşadığını iyiden iyiye duyarım. Günler, aylar, yıllar boyunca süren yaşam savaşı, mutlu günlerim, mutsuzluklar o güzelim anıları eritemedi, ne silinmez bir yazıyla yazılmışlar ki onları silemedi. Belki buna bir ömrün bile gücü yetmez; kimbilir!.. (…)
                                                                               (Es Be Süleyman Es..., 1980)

 

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör