Salim Nizam

Öykü Yazarı, Yazar, Şair

Doğum
06 Temmuz, 1970
Eğitim
Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Burç

Şair ve yazar. 6 Temmuz 1970, Gönen/Balıkesir doğumlu. İlk ve orta öğrenimimi Gönen’de tamamladı. Gönen Ömer Seyfettin Lisesini bitirdi. Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği ve Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinden mezun oldu. Askerlik hizmetini Kıbrıs Güzelyurt’ta yedek subay olarak tamamladı. Ardahan, Bartın ve Balıkesir illerinde öğretmenlik yaptı. Halen Gönen’de Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapmaktadır.   Yazar, evli ve iki çocuk babasıdır.

Edebiyatla yakından ilgilidir. Şiir, hikâye ve roman yazmaktadır. Hikayeleri Hece Öykü, Berceste, Edebice dergilerinde yayınlandı. Ülke çapında hikâye dalında birçok ödülü vardır. Basılmış eserleri arasında Sisli Göl, Ömrüm Uzaklarda Azalmasın, Senin İçin Enginar Sakladım, Son Kazak Kocagöl ve Kırmızı Minibüs romanları bulunmaktadır. Şu an Ömer Seyfettin’in biyografik eserini yazmaktadır. 

 

ESERLERİ:

 

Öykü:

 

Köy Saatçisi (2006, 2020)

Saçlarıma Kına Yak Baba (2014)

Leylekli Konak (2020)

Elma Kuşları (2020)

 

Roman:

 

Sisli Göl (2011)

Ömrüm Uzaklarda Azalmasın (2014)

Senin İçin Enginar Sakladım (2016)

Son Kazak Kocagöl (2017)

Kırmızı Minibüs (2019)

 

Çocuk Romanı:

 

Bostan Korkuluğu (2015)

Pervin Hanım’ın Arabası (2016)

Nerden Çıktı Bu Lemurlar? (2016)

Kavala Kurabiyecisi (2016)

 

 

Ödülleri:

 

• Sisli Göl 2005 Türk Dünyası Ömer Seyfettin Öykü Yarışması (Mansiyon Ödülü )

• Köy Saatçisi 2006 Gönen Ömer Seyfettin Öykü Yarışması ( Birincilik )

• Ağaçkakan 2007 Balıkesir Öğretmen Hatıraları Öykü Yarışması ( Üçüncülük)

• Portakal Kabukları 2008 Balıkesir Öğretmen Hatıraları Öykü Yarışması ( Birincilik)

• Ters Lale 2008 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması ( Mansiyon )

• Bandırma Yanıyor 2008 Mustafa Necati Sepetçioğlu Öykü Yarışması (Mansiyon )

• Elbisemi Çamaşır Telinde Unutma Anne 2008 Ankara İlesam 1. Ulusal “Esere Ve Emeğe Saygı” Öykü Yarışması (Yayınlanmaya Değer)

• Minare Ustaları 2009 Nevşehir Hacıbektaş Veli Öykü Yarışması (Üçüncülük)

• Deli Deliden Hoşlanır 2009 İzmir Seyrek Mutluluk Öyküleri Yarışması (Yayınlanmaya Değer)

• İstanbul Mimarları 2010 İstanbul 2. Mimarlık Öyküleri Yarışması (Yayınlanmaya Değer)

• Kestane Çorbası 2010 Ankara Meva Memur Hikayeleri Hikaye Yarışması (Yayınlanmaya Değer)

• Leylekli Konak 2010 Çorum Mahmut Tunaboylu Öykü Yarışması (Birincilik)

• Saçlarıma Kına Yak Baba 2010 İzmir Seyrek Göç Öyküleri Yarışması (Yayınlanmaya Değer )

• Minyatür İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul Büyükşehir Belediyesi Gençlik Meclisi "Senin İstanbul''un Yarışması " Düzyazı Kategorisi (Birincilik )

• Tipi 2011 Mersin Aydıncık Belediyesi 2.Kelenderis Öykü Yarışması Juri Özel Ödülü

• Koca Meşe 2011 Orhan Kemal Öykü Yarışması (Mansiyon)

• Gelincik İlaçlayıcısı 2013 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Yarışması (Mansiyon)

• Bostan Korkuluğu 2013 Semerkand Çocuk Romanı Yarışması (Mansiyon)

• Apolyont Gördü Göl Yazdı 2013 1.Ölüdeniz Öykü Yarışması (İkincilik)

• Tırtıl 2013 Kırkseder Öykü Yarışması ( İkincilik)

• Fahri Dilmaç Yoğun Bakım Ünitesi 2013 Bezmialem Vakıf Üniversitesi Hastalık Hikayem Yarışması ( Yayınlanmaya Değer )

• Elma Kuşları 2014 Yazak Yazarlık Akademisi Dermeği Öykü Yarışması (Üçüncülük)

 

KAYNAK: İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. Bas. 2009), Bilgi teyidi (26.12.2019).

 

 

APOLYONT GÖRDÜ GÖL YAZDI

                        

Olympos Misios’ta Yunan zafer tanrısı Nike ve Didymalı Apollon, Truva Savaşı’nı izlemiş ve Homeros tarih kaydetmiştir. İşte bu öyküyü de sadece Apolyont Gölü yazmıştır.

“Apolyont gördü, duydu, bildi,

O bir gün gelecek,

Ekmek kırıntılarını kuşlar yiyecek.”

Göl, çocuğun elinden fırlattığı çakıl taşıyla hafifçe dalgalandı. Dallarını göğe açmış ihtiyar çınarın güneşin son huzmeleriyle rüzgârlarla raks eden yeni gövermiş yaprakları suya yansıdı o an. Bulanık sudaki nilüferlerin üzerinden iki kurbağa birbirinin peşi sıra suya daldı ve ılık rüzgârlarla salınan suyun altından tosbağaların hava kabarcıkları art arda yüzeye çıktı.

Gölgeler uzayana dek ihtiyar çınarın altında dinlenirken çoluk çocuk; çiçeklerde gün ışığında arılar, kelebekler ve kızböcekleri… Karanlık çökerken, uzakta bir balıkçı motorunun sesi; taş köprüde bir abdal, bir bilge, bir deli…

Boynunda iki tarafından telle asılı boş zeytinyağı tenekesi, elinde dut dalından bir tokmakla köyün delisi, taştan yapılmış evlerin arasında yarımadaya doğru etrafına bakınarak, kulakları tırmalarcasına çığırtkan bağırarak ve hacıyatmaz gibi dengede kalarak ilerliyordu.

“Apolyont gördü, duydu, bildi,

O bir gün gelecek,

Ekmek kırıntılarını kuşlar yiyecek.”

            Akşam ezanı tüm sessizliği bozarcasına okunurken evlerde birer birer lambalar yandı. Gün geceye döndü, gece sessiz mehtaba… Yıldızlar cilveli göz kırpışlarıyla göle sevdalandı. İşte bu gök kubbenin altında kıyıdan bir balıkçı motoru hareket ettiğinde, köyün delisi, taş köprünün demir parmaklıklarına tutundu. O göle ve balıkçı kayığına; göl ona ve balıkçı kayığına bakıyordu. Balıkçı kayığı gölün ortasına doğru akıyordu. Deli, köprünün altından geçmekte olan kül rengi saçı sakalı karışmış kocamış ihtiyar balıkçının, iri yeşil gözleriyle bakıştı. Balıkçı üzerindeki ucubeleri andıran yedi yamalı ekose ceketiyle ve aba pantolonunun altındaki boz renkli çizmeleriyle dimdik ayaktaydı. Dengede bıraktığı mantardan kaşıntılı ayaklarının altındaysa kayık ve göl vardı.

Az sonra ak bir martı göğün üzerinde son seferini yaparak, kıyıdan uzaklaşmakta olan kayıkçının üzerinden aşarak, kanatlarını süze süze yarımadayı turladı ve tarihi kilisenin çatısına kondu. Kilisenin çan kulesinde öten peçeli baykuşun sesi, köyde taş evlerin duvarlarında yankı buldu. Kilise, köyün en yüksek tepesinden akşamın lal renginin düştüğü caminin bakır kubbelerine baktı. İç çekti, of çekti, ah çekti; bu esnada üzerinden çığlık çığlığa martılar geçti. Gökyüzü kuzeyden güneye Samanyolu ve yıldızlarla doldu. Ay büyürken, camiye akşam namazı için insanlar doluyordu, kiliseye gece için yarasalar. Minarede ezan sesi coşmuş, kilisede çan sesleri susmuştu. İkisi de insan eliyle yapılmış mabet, ikisi de beşer dilinde dua, ibadetti.

            Apolyont’u, Osmanları, Orhanları görmüş ihtiyar çınar altındaki masaları toplayan yorgun ve argın garsonlara baktı. Gün boyu mahşeri andıran kalabalık çekilmiş, gün yine bitmiş, yitmiş, gitmişti. Artık serinliği fırsat bilen sivrisineklerin ve gece kuşlarının uçma vaktiydi.

            Balıkçı her gece göle bakıp da ağlardı. Nail Bey’in öyküsüne dalardı. Köyde Nail Bey’in öyküsü herkeslerce bilinirdi, onun göl kıyısındaki taştan evi parmakla gösterilirdi. O Nail Bey ki yıllar önce İstanbul’a, boğazdaki yalılara küçük yaşta evlatlık verilen kız kardeşini; yıllar sonra askerlik dönüşünde çalışmak için gittiği şehri İstanbul’da göreceğini, seveceğini ve onunla evleneceğini nerden bilecekti? Zifaf öncesi Nahinde Gelin’in içinde garip bir histi bu ama yıllar sonra da olsa gelin geldiği bu küçük beldeyi anımsadığını, Nail Bey’in boncuk mavisi gözlerinin tam içine bakarak söyleyecekti. Bu nasıl kaderdir ki; Nahinde Gelin doğduğu eve bir de bahtsız gelin olarak mı gelecekti? İşte o akşam anlamıştı Nail Bey, sevdalığının, yangınının, karı diye nüfusuna, koynuna aldığının öz kardeşi olduğunu. Bu nasıl alınyazısıdır ki, gerdeğe giremeden Nail Bey ceketini alıp köyden gidecekti. O günden sonra Nail Bey köyde kayıptı, Nahinde Gelin dillerde hep ayıptı.

Alibey Adası’na giden yolda göçmen kuşların ve martıların dinlendiği küçük bir adacık, bir kayalık vardı. Apolyont’tan beri o adacığa Şeytan kayalıkları denirdi. Anneler uyutamadıkları çocuklarını önce bu adacıkla, sonra adacıkta dolaşan hasanabdallarla, tarangogularla, gulyabanilerle korkuturlardı. Köyde yaşayanlar bu küçük adada geçen, gerçek ya da uydurma garip öykülerle büyümüştü. Yıllar yılı ne balıkçı, ne adam, ne kadın, ne çocuk, Şeytan kayalıklarının yakınından geçti. Yolunu kaybeden balıkçılar sisli havalarda ancak bu adanın kuytusuna düşerlerdi. Adaya gelen bir daha buradan gidemezdi. Yakınından geçen bütün balıkçılar mutlaka taşlanırdı. Mıh gibi saplandığı yerde gün doğana kadar kalırdı. İlk horozların ötüşüyle, sabah ezanıyla ancak cinler, şeytanlar dağılırdı. Büyüye tutulanların düğümleri gölün üzerinden bir defa geçmekle çözülürdü. Adanın tılsımından ancak garipler ve bilgeler kurtulurdu. Adadan kurtulamayanların cesetleri günler sonra kıyıya vururdu.

Balıkçı, Şeytan Adası’na uzaktan baktı. Dümenini kırdı ve Alibey Adası’na doğru yol aldı. Bu gece gökte dolunay ve çakır yıldızlar, suda yakamoz vardı. İçinde tarifsiz bir şüphe: gölde Nail Bey’in öyküsünü başka bilenler de mi vardı?

            Balıkçı her akşam bu adaya gelirdi. Nail Bey’in kaldığı eski şapelin yanındaki değirmeni bilirdi. Değirmen taştandı, tarih boyu sil baştandı. Kanatları rüzgârlarda döner, hava durgunsa sönerdi. Kaç zamandır bu adaya ne bir köylü ne bir kul gelmişti. Balıkçı kayığını çekti kıyıya, sazlıkların arasına. Yabani hayvanların geçtiği dar patikalardan yürüdü. Sağ kolunun altında bir somun ekmek taşıyordu, Nail Bey adada bir kuru ekmekle, işte böyle yaşıyordu. Balıkçı, değirmene her akşam vakti bir somun ekmek bırakırdı. Değirmene her akşam vakti bir ekmek bırakılırdı. Ekmeğin bırakıldığı yerde ya bir tilki, ya bir kuş ya da bir böcek olurdu.

           “Değirmene her akşam bir ekmek giderdi.

Değirmende her akşam bir ekmek kalırdı.

 Değirmende her akşam bir ekmek biterdi.”

Değirmen Nail Bey öldükten sonra vahşi hayvanların barınağı olmuştu, karanlık köşelerine gece kuşları, baykuşlar, yarasalar dolmuştu. Balıkçı ekmek bırakırken değirmene, yerde mutlaka ekmek kırıntıları bulurdu. Ekmek kırıntılarını bulduğu yerden, ya bir tilki, ya bir kurt gider ya da birkaç kuş havalanırdı.

Ya Nahinde Nine? Gölün kıyısındaki taş evlerin birinde buna yaşamak denirse kahır dolu yaşardı. Abisi Nail Bey’i, gittiği günden beri köşe bucak arardı. Pencere önleri camgüzelleri, ortancalar, sardunyalar, fesleğenler ve mavi çiçekli vapurdumanlarıyla doluydu. İşte çiçek kokulu bu pencerede Nahinde Nine yıllar yılı hep örgü örerdi. Köy kızlarının ak patiskadan kanaviçelerini bu pencere önünde tamamlamıştı. Bir de yaşanmamış saydığı kahır dolu ömrünü çürümüş pervazlarda. Nahinde Nine kayıkların bağlı olduğu sazlıklara ara sıra inerdi. Ayakları suya değince yıllar yılı içine düşmüş ateş bir nebze olsun sönerdi. İçinde durmadan küllerinden bir ateş tutuşur ve göl ateş rengine dönerdi.

Köyün delisi ara sıra evlerinin önüne kadar, gölün hemen dibine, sazlıkların arasına gelirdi. Ördüğü kazakların, çorapların rengini, desenini bilirdi. Türkü tuttursa o da tuttururdu. Sussa o da konuşmazdı. Elleri nasır, nasır, Gözleri gök göktü, kaşları öbek öbekti.

Nahinde Nine artık iyice kocamıştı. “Bir gün yine gel” dedi deliye her nasıl olduysa. “Yine gel buralara, seni gördüğüm kayıkların, sazlıkların arasına.” Deli sustu, bir şey demedi. Ne gelirim dedi ne de gelemem diye söylemedi. Delinin başında bit, yakınında bir it, aklı kıt olurdu; ne hal bilir ne de laftan anlardı. Deli diline doladıklarından başka hiç kelam bilir miydi? Dilinde hep aynı şiir, gün kavuşurken ardına bakmadan giderdi.

“Apolyont gördü, duydu, bildi,

O bir gün gelecek,

Ekmek kırıntılarını kuşlar yiyecek.”

O kış sert geçmişti, yoksulluktan, yoksunluktan insanların kemikleri birbirine geçmişti. Nahinde Nine her gün göle doğru bakar dururdu. Her gün de göle doğru bir kurt ulurdu. Gün bitimlerinde ağaçlarda kuru yapraklar gibi içindeki umutlar solardı. Biliyordu deliydi o, belki de bu sokaktan bir daha hiç geçmeyecekti. Derdini bostan korkuluğu misali hiç bilmeyecekti. Hele bir gelsindi, sarı ineğe taktığı mavi nazar boncuklarını bile ona verirdi. Mavi nazar boncuklarını ona verdiğini sarı ineğinin boynunu boş görenler bilirdi. Sarı ineğin boynunu boş görenler mavi nazar boncuklarını köyün delisine verdiğini düşünürdü.

Nahinde Nine, zemheri ayazına tutunamıyordu artık. Yüklü buğday tanesi gibiydi, bedeni hep öne eğik. Elleri kırış kırış, yüzü çizgi çizgiydi. Gözleri kime sorsa çukura kaçmıştı, işte bu yaşına kadar dünyaya gözlerinin çukura kaçtığı yerden bakmıştı. Taş evlerde bacalar birer birer sönüyordu. Her beşer ölümlüydü, nasıl olsa dünya üstünden gidiyordu. O kış Safiye’nin cenazesinde deli yine gelmişti. On yıl sonra bile olsa onu gözlerinden bilmişti. Deliden son bir arzuhali olacaktı, son arzusu gerçek olursa buralarda hiç durmayacaktı. Nahinde Nine bugün tozlu sandığından çıkardığı gelinliğini giymişti, belik ördüğü kır saçlarını açmış, ellerine kınalar yakmıştı.

“İşte giydim beyazlarımı, yine giydim gelinliğimi, ölümlüğümü. Götür beni gölün ortalarına deli, götür beni kardeşim de olsa aşkla tutulduğum sevdalımın yanına.”

Deli önce boş gözlerle baktı ona. Böyle gelin olur muydu? Böyle yaşlı gelin, böyle gözü yaşlı gelin daha önce hiç görmemişti.

Deli, ona deli denileli günden beri ilk kez konuştu:

“Beyazlar giymiş nefes, kara toprağın altında mı kalacaksın? Kardeşinin koynuna girip de lanetlenmiş kavimler gibi taş mı olacaksın?

“Lütfen efendim. Lütfen herkes deli derken deli bilmediğim. İşte nefsimizin ateşine yıllar önce engel olmuş gömleğim. Ne olur bir kayık sal suya, aşk bu ya, götür beni adaya. Mavi gölün aksinin yansıdığı gözlerine tutulduğum sevdalım, kardeşim de olsa hala aşkla yanar yüreğim. İşte bu gözyaşı şişesinde saklı, bu ateşini söndürmek için yıllarca acımla biriktirdiğim.”

Deli ona acıdı, bir kayık saldı suya. Sonra gözü yaşlı baktı kaldı aya. Ay tutulmaya başlamıştı. Göl kayığa yol verdi, yön verdi. Şeytan kayalıklarına kayık ne çabuk geliverdi. O an Şeytan kayalıklarının tılsıma tutuldular ne ileri ne geri. Oldukları yerde mıh gibi kaldılar, taşlandılar, ta ki gökte ay kurtuluncaya kadar. İki el silah sesi gelince köyden ay kurtuldu, sonra kayık ağır ağır yol buldu. İkisi de yorgun ve uykusuzdular, ikisi de şeytan bile olsa korkusuzdular.

Üstlerinde gün ağarırken Alibey Adası’na giden bir kayık gördüler. Sanki delinin her gün gördüğü sahnedeydiler. O kayıkta bir balıkçı adam, o adamda bir gizem, bir sır vardı. Kayığı çektiler sazlıkların arasına, balıkçığın kayığının hemen arkasına. Balıkçı onları henüz görmemişti. Koltuk altına sıkıştırdığı bir somun ekmekle değirmene doğru gidiyordu. Gidişine bakılırsa buraları iyi biliyordu.

 Balıkçı gözlerine inanamadı geri dönerken. Her zaman gelip geçtiği patikada yüreğine aşk ateşi düşmüş bir gelin. Ya gelinin ardına gölge gibi düşmüş köyün delisine ne oluyordu? Şaşkındı balıkçı; gün kararırken şeytanlar gelin kılığına girerdi ancak.

Her zaman bu patikalardan vahşi hayvanlar mı geçecekti? Balıkçının ömrü vahşi hayvanların geçtiği patikalarda yürümekle mi geçecekti?

“Heyyyyy! Heyy yaşlı gelin, yaşını, başını almış gelin, gözü yaşlı gelin! Buralarda kuş uçmaz, buralardan kervan geçmez. Böyle alelacele nereye gidiyorsun?”

“Söyle bana balıkçı. O burada mı? Bir an bile olsa koynuma aldığım, sonra da kardeşim olduğunu anlayınca yatağımdan saldığım adam burada mı?”

“Demek sendin o gelin. Sende Züleyha sabrı mı var, yıllar yılı onu söyle nasıl bekledin? Nail Bey’i de aynı kader değil miydi yıllar önce damatlıklarıyla bu adaya düşüren. Gerdeğe girmeye hazır yeni damat telaşıyla yıllar yılı bekleten.”

“Söyle bana balıkçı. Dayanamıyorum, aşk acısı mı, kardeş acısı mı, yüreğimin sancısı mı, her ne dersen de,  bil ki can evimden yanıyorum. Yıllar yılı gözü yaşlı onu arıyorum.”

“İnsan aradığıdır yabancı, kaderiniz ne acı! Sevdalın, o tepedeki alıç ağacının altında yatıyor, yüreği bıraktığı yerde hala atıyor. Bundan birkaç sene evvel her fani gibi o da ölmüştü. Ölmeden önce bir gün buraya geleceğini bilmişti. Umutla beklemişti. İşte bu yüzden yıllar yılı adaya her gün ekmek getirerek herkesi kandırdım. Bu öyküye kendimi zamanla inandırdım.”

“Yine o insanları kandırmaya devam et balıkçı. Bil ki yıllar yılı rüzgârların acı sesini dinledim, onu yangın yeri yüreğimden nasıl gizledin? Kayığını yine rüzgârlarla yarıştır balıkçı, beni aşk ateşiyle yanmaya alıştır. Al bu gözyaşı şişesini, gözyaşlarımı ya göle ya da kör bir kuyuya sal. Bundan böyle ölüm sana ya da bana gelene kadar, her gün bir somun ekmektir senden istediğim? Homeros ölümlü olsa da göl bilir, göl yazar bu öyküyü.

“Apolyont gördü, duydu, bildi,

O bir gün gelecek,

Ekmek kırıntılarını kuşlar yiyecek.”

                                                                                                  Salim NİZAM /  Gönen

 

 

 

 

 

 

 

 

BAYRAM NAMAZINA DURMUŞ TÜM ŞEHR-İ İSTANBUL...

Vakit bayram sabahı, duana kabrİSTAN BUL,

Nerde bir garip varsa, arayıp da fİSTAN BUL,,
Aralanmış kapılar, köşk ya da gülİSTAN BUL,
Bayram namazına durmuş, tüm şehr-i İSTANBUL.

ELMA KUŞLARI

       Ana, mor salkımlı evimizin küçük sobasının üzerine yine elma kabukları koysam, bacamıza elma kuşları gelir belki. Belki de bir tüy düşer kuşların kanatları arasından bahçemizin tam ortasına…

Hoparlörlerden Kuran’ı Kerim okuyan müezzinin sesi yükseliyordu.Bugün de cenaze  vardı. Cenaze, kadına mı yoksa bir erkeğe mi aitti? Mezarlığın tam karşısındaki iki katlı, balkonunu mor salkım çiçeklerinin sardığı camgöbeği mavisine boyalı evin, sokağa açılan dış kapısının önüne çıksa mutlaka bunu anlardı.

“Mevtanın önünden sakın geçme” derdi anası her zaman ona. “Oturuyor bile olsan, ayağa kalk ve ona selam ver.” Üzerinde Arapça: "Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz" Ankebut Suresi’nden bir ayet yazılı, yeşil örtüye sarılmış tabutu taşımak için insanlar mezarın başına kadar birbiriyle yarışırdı. Ali Hikmet, cenazenin zengin mi yoksa fakir birine mi ait olduğunu bu kalabalıktan anlardı. Zengin kimselerin cenazeleri de kalabalık olurdu. Erkek cenazeleri sadeydi. Tabutun üzerine ve küçük bir çocuğun elindeki ibriğe yazma bağlanmışsa bunun bir kadın cenazesi olduğu bilinirdi. Kalabalık mezarlığa doğru akardı. Ali Hikmet, kalabalığın ardında bakardı hep. Mezarlıktaki servilerin uğultusu başını döndürdüğünde öğle uykusuna yatırırdı anası.

Safranbolu dağlarını safran çiçeklerinin bezediği sonbahar mevsiminde, kalabalık bu kez onların bahçesinde toplanmıştı. Bahçedeki dut ağacının altındaki iki kazanda su kaynatılıyordu. Cenaze yıkayıcı kadınların ellerinde kova ve susaklar vardı. İmam, beyaz patikalardan kefen biçerken babasının tabutunun başında ağlamıştı Ali Hikmet. Bu bakışın son bakış olduğunu ancak kapak kapatıldığında anlamıştı. Tabutun üzerine dut yaprakları dökülmüştü dualar edilirken. Gidenlerin ardından konu komşu feryat figan ağlıyordu. Birdenbire kalabalığın arasından kadınlardan birinin ona seslendiğini işitti.

“Ali Hikmet, al bu ibriği, babanın mezarının üstüne dök.”

Ali Hikmet’nin o an içi, sonbaharın hoyrat rüzgarlarında hırçın bir deniz gibi dalgalanmıştı. Duyguları arapsaçı gibiydi. Denileni yapmıştı. Bu bir görevdi, bir gelenek, bir görenek…

“Baş ucundan ayakucuna kadar dök.” dedi ağzında çürük dişleri kalmış, zayıf, gri şapkalı adam. Şaşkındı Ali Hikmet; insanların yüzlerinde şefkat ve anlam aradı.Mezarlıktan ayrılanların ardından baktı bu defa. Herkes evine dönüyordu, sıcak yuvasına, sofrasına, yatağına. Belki de eve dönenlerden biri yarın eller üzerinde mezarlığa gelecekti. Ya bir kadın ya bir erkek. Babasının mezarının yakınlarına. Yaşlılara yakıştırırdı çoğu zaman ölümü, çaresiz hastalara. Kümeslerine salgın hastalık gelince birbiri ardına kıran kırana ölen tavuklara. Ama geçen yıl ölen sıra arkadaşı Abdullah için hala şaşkındı. Aklına her geldiğinde içi yanıyordu, içini kor gibi yakıyordu Abdullah’ın ölümü.

Babasının gömüldüğü gece çok korkmuştu. Evlerinin penceresinden mezarlığa doğru uzun bir süre hiç bakamamıştı. Korkuyordu Ali Hikmet. Ne zaman pencereden baksa. “Korkma Ali Hikmet’im” diyordu anası. Soğuk kış gecelerinde evlerinin tam ortasındaki demir sobada meşe odunları yanarken, üzerine elma kabukları koyarken ve odanın tavanına yansıyan kızıl ışığı seyrederken düşünürdü ölümü. Ölümün rengi kızıl mıydı? Ölüm ateş renginde miydi? Yoksa bacalarına elma kokusuna gelen kuşların renginde mi?

Pencerelerinde tüm perdeler sabaha kadar kapalıydı. Perdeler de gece gibi arkasındaki servili mezarlığı ve ölüleri örterdi. Duvar halılarındaki geyikler hergün suya inerlerdi ve Kahvecigüzelleri her gün kahve içerlerdi.

Sonbahar armutları poyraz rüzgarlarıyla yerlere döküldüğünde ve Bakımcıların Fatma Nine öldüğü gün gitmek istemiyordu hiç Savaştepe’deki yatılı okula.Babası gibi, Bakımcıların Fatma Nine gibi ölmesin diye, anasını uykudayken seyrediyordu çoğu zaman; nefes alışını, sağdan sola dönüşünü. Hiç kıprtısız uyuduğunda ses alabilmek için anasının yatağının başında bekliyordu. Sabahın yedisinde onu mavi Grundig radyodan radyo tiyatrosu dinlerken tentene örerken gördüğünde rahatlıyordu ancak. Ve her sonbahar dağlara safran çiçeği toplamaya gittiğinde. Artık yatılı okula gidebilirdi.

Ayda bir yurttan eve yolladıklarında, anasına götürmek için Poyraz Hilmi’nin bakkalından cevizli lokum alıp, evlerine   uzaktan baktığında bacalarından çıkan dumanı gördükçe sevinirdi. Ağaçtan ağaca gerili çamaşır telinde anasının mor çiçekli yazmasını görünce ferahlardı. Elma kuşlarının uğradığı bu evde anası yaşıyordu.Yurttan getirdiği kokuşmuş çamaşırları yıkarken ve pencere önündeki divanda çamaşırlarını katlarken izlerdi anasını.Mor çiçekli yazmasının altından taşan kırlaşmış saçlarını, kara üzüm gözlerini seyrederdi. Onun yüzünde her geçen yıl, yol yol artan çizgilere üzülürdü.

Vedalaşmaları hiç sevmezdi Ali Hikmet.Ona ayrılığı anlatan pazar günlerini de. Savaştepe’ye gitmeden önce bahçelerinde babasının cenazesinin yıkandığı kocamış dut ağacının altındayken koşarak sarılırdı anasının boynuna.”Kırpılmış kara kuzum.” derdi anası ona. Sonra da hiç ardına bakmadan koşardı otobüs durağına kadar.Onun gözünde bir damla yaşa katlanamazdı yüreği.Giderken otobüsün penceresinden bakardı ancak, evlerinde anasını ve elma kuşlarını görebilmek umuduyla.   

Yurt odaları soğuk,sessiz ve anasına çok uzaktı.Bu yüzden sevmezdi hiç ayrılığı.Ya o kiraz çiçekleri açtığında gelen telefon? Yemekhanedeyken yurt görevlisi çağırmıştı onu. Müdür yardımcısı Nurettin Bey’in odasının kapısına kadar peşinden takip etmişti onu.Yurtta sopayı ve azarı hakedecek bir davranışı da olmamıştı oysaki.Daha içeri davet edilmeden kapıda kalbi küt küt atıyordu.Kapıyı çaldıklarında, içeriden sert, kalın, buyurgan “Girin” sesini işitince korkudan titredi.Her ceza aldığında çekine çekine, sünepe sünepe girerdi bu odaya; soğuk bir heykel gibi dikilirdi Nurettin Bey’in çakır gözlerinin tam karşısına.Yerinden sıçrardı çoğu zaman.

Ayakları çözülüvermişti birden.İlk defa zemheri ayazından sonra lodos rüzgarları gibi yumuşaktı sesi.İlk defa gözlerinin ağından kurtulmayı başarmıştı.Yandaki döşemesi yırtık, nar kırmızısı koltuğu işaret parmağıyla gösterirken söylediği; “Otur lütfen.”sesini işittiğinde.Soğuk ve sıcak suyun karışımı gibiydi sözleri; kalay ve kurşunun karışımı gibi.

Uzun kırçıllı bıyıklarının arasından çıkan sözler. Sıcak suyun buzu delişi gibiydi. Kalbini tam ortasından yakmıştı. Oda ters yüzdü, müdür yardımcısı ters yüzdü o an. Başı dönüyordu, odadaki tüm eşyalar dönüyordu. Gözünün önü, aysız gecelerde servi ağaçları altındaki mezarlık gibi karanlıktı.Anası ölmüştü.

Anasının cenazesinde dayısı elinden tutuyordu sürekli, amcası başını okşuyordu.Saçlarını rüzgar savuruyor,aklı rüzgarlarda dağılıyordu.Yeni kazılmış toprağın tümseğinde duran yeşil tabutun üzerine anasının mor çiçekli yazması bağlanmıştı.Anasına kokan,evlerine kokan,safran çiçeğine ve elma kabuğu kokan o yazma.Çok istemesine rağmen dayısı bırakmamıştı.Bundan sonra dayısının yanında kalacaktı. Son bir kez uğramak istemişse de, üzülür diye götürmemişlerdi bacasına elma kuşları uğrayan evlerine.

Üniversiteyi bitirince doğuya atanmıştı.Otobüsle Kars’a her gidiş gelişinde dağlarda elinde sepetle safran çiçeği toplayan anasını arıyordu gözleri. Safran çiçekleri anasına bakıyordu, ona kokuyordu. Safranbolu’yu daha da güzelleştiriyordu sonbahar; safran çiçeğine kokan sokaklarını. Yürüyordu Ali Hikmet, bu sokaklardan ilk defa geçer gibi, acı bir şerbeti tek dikişte içer gibi. Bu şehirde artık anası da babası da yoktu.Ne zaman baksa şehrin saat kulesi yalnızlığına vuruyordu,anasızlığına…

Kısa paçalı bir çocuğun peşinden sürüklendi.Semerci Rasim Usta’nın dükkanının önünden geçti çocuk, yorgancı Ahmet Usta’nın hallaç pamukları savrulan dükkanının tam önünden.Kartaneleri gibi, hallaç pamukları ve zaman gözünün önünde savruldu. Anasının ısmarladığı yorganları almak için gelirlerdi bu dükkana.Ve eşeklerinin semerini yenilemek için  uğrarlardı bu sokağa. Babasının çalıştığı dükkana da uğradı.Babasının yerine başka tezgahtar alınmıştı. Beyaz patiskalar, gülkurusu satenler, çiçekli basmalar, al pazenler başka ellerde, başka makaslarla biçiliyordu.

O gün dağlardan yeni safran çiçekleri toplamıştı bir kadın.Boyu anasına, safran sepeti taşıyan kolu anasına denk.Her zaman uğradıkları pazara doğru gidiyordu kadın.Giderken tanıdıklarla karşılaşınca hal hatır soruyordu.Sesi anasının sesi kadar inceydi.Telaşlıydı kadın,belli ki tezgah açacaktı.

Peynircilerin gerisinde, yazmacıların berisinde, Ali Hikmet’nin tam karşısında duruyordu kadın.Pazara getirdiği safranlar da yazması gibi mor mordu.Marul, maydanoz ve biraz da sonbahar çileği vardı tezgahta. Bakır bakraçlara taze yoğurt mayalanmıştı. Gün doğarken safran toplamaktan ve gün boyu ayakta kalmaktan yorgundu. Beli iki büklümdü ve görmeyeli yaşlanmıştı. Avurtları çökmüş ve kara üzüm gözleri çukura kaçmıştı.Başındaki mor çiçekli yazmasının rengi solmuştu.

Şehrin göbeğindeki saat kulesi gibi tam karşısında durdu kadının.Ona bakınca bozuk saat gibi durdu.Yoksa tanımamış mıydı onu? Biraz gülse,konuşsa,oğlum deseydi ya!.Ali Hikmet’inin büyüdüğünü, Ali Hikmet’inin çilek sevdiğini yoksa bilmez miydi?

Gözlerinin ona bakmadığı belliydi kadının, sözlerinin onunla konuşmadığı. “Ölüler konuşmaz.” demişti Savaştepe Öğretmen Okulu yurdundayken alt ranzada yatan Necmettin. Ama analar çocuklarıyla nasıl olsa konuşurdu. Sözleri de, gözleri de yüreğinle buluşurdu. Bir kilo çilek isterken de tanımamıştı onu.Oysa gün boyu, nur yüzüne, gül yüzüne, mor yazmasına bakmaya hiç doyamamıştı. Elleri daha da nasırlaşmıştı görmeyeli, ağzında birkaç dişi kalmıştı. Para üstü çevirirken bakmıştı anası gözlerinin tam içine. Yeni buluşanlar gibi, rastgele karşılaşanlar gibi. Gözleri parlamamıştı anasının. Tanımamış mıydı onu? Dargın mıydı yoksa küs müydü?

“Anam.Güzel anam.Mis kokulu anam.”

“Lütfüye Ana’n kurban olsun sana oğul.” dedi kadın. Adı başkaydı.Safranbolulu Hatice Ana’dan çok ırakçaydı. “Çilekleri bu sabah bahçemden taze taze topladım.Al oğlum utanma bir tane de benden ye.”

Oğlum demişti ona.Mutlaka tanımıştı onu.Yoksa çok mu uzak, naçar kalmıştı oğluna. İşlerini bırakıp,“Oğlum” deyip ona bir sarılsaydı.

Eline uzatmıştı bir torba kokulu çilek. Nasırlı ellerinde diken çizikleri, bıçak kesikleri, kırağı çatlakları vardı. Başka müşterilerine bakarken, işi çoktu belli. Zaten dünya işi hiç biter miydi? Dut ağacının altında gün boyu çamaşır yıkar, yufka açar ya da yorganlardan çıkardığı yünleri sopalardı. İşin çok olsa da anam seni akşama kadar beklemeye razı olur elbet,kınalı kuzun.Bacanda elma kokusu bekleyen elma kuşun.

Pazar dağılana kadar, tezgahlar toplanana dek beklemişti kadını.Karanlık çökene kadar.Az sonra pazarı dolaşmıştı peşinden.Bir kaç öteberi almıştı kadın.Sabah safran çiçekleri getirdiği sepet başka eşyalarla dolmuştu.Elindeki fileyse başka meyvelerle.

Cinci Hanı’nın önünden geçerken bir ekmek almıştı yandaki fırından.Artık ekmek yapamıyordu belki de.Taş kaldırımlardan yokuş yukarı tırmanırken yağmur başlamıştı.Elindeki filenin ucu yere sürtüyordu,anladı ki anasının hiç mecali kalmamıştı.

Dar, çapraşık sokaklardan,cumbalı evlerin misafir bekleyen kapı tokmaklarının önünden yürüdü uzun sure.Anası yaşlanmıştı; yaşını başını almıştı.Dursa zaman duracaktı. Dinlense eve geç kalacaktı. Ali Hikmet’i bekliyordu evde, ona çorba pişirecekti daha.Dinlenmeden yürüdü hep, su birikmiş gölcüklerden atlayarak, filenin altında kalan limonlar kaldırım taşlarına sürterek.

Dik bir yokuşta yaklaştı ona, küçükken pazara giderken peşinden takip ettiği gibi.Dönüp baktı ardına, hiç kızmamıştı bu defa oğluna.Karanlıkta daha da büyüdü gözbebekleri, büyürken gökte ay.

“Sen misin oğul? Bugün pazarda benden çilek alan delikanlı.”

Gülümseyerek bakmıştı oğlunun yüzüne, gülümseyerek bakmıştı anasının yüzüne. Ters yüz olmuştu oğul, kum saati gibiydi, yine çevirsindi anası düzüne. İçi dışına, dışı içine dönmüştü o anda.Yanağında zeytin iriliğinde ve zeytin karalığında bir ben olduğunu anlayana kadar.Boynundaki bir ben mi farklı kılıyordu onu anasından?

Yine de bırakmadı peşini.Art arda yürüdüler bahçesinden sarmaşıklar taşan iki katlı ahşap eve kadar.Bu sokak başkaydı, Sokak numarası farklıydı.Her zaman okula giderken telaşla çıktığı sokak kapısı yüzüne kapanmıştı.Tahtaları aralık, çivileri gevşemiş, menteşesi kopmuş, sokak kapısı aralarında kalmıştı. Başını kaldırıp baktı Ali Hikmet, sarmaşıklar dolanmış, camlarında üç beş saksı camgüzeli, fesleğen kalmış, sağa ağnamış ve fıstık rengine boyanmış eve. Biliyordu Ali Hikmet, büyümüştü artık, dut ağacına asılı duran salıncak toplanmıştı.

 Bahçe bahara kokuyordu, çürümüş yaprağa, neme kokuyordu. Biliyordu Ali Hikmet, boşuna kandırıyordu kendini.Her ne kadar gözlerini kaçırsa da, dut ağacının yerindeki koca bir çitlembikti.Bu evde yaşayan kadın Safranbolulu Hatice Ana değildi. Daha da emin olmak için sabah olana kadar, gün ışıyana kadar, kadın evden çıkana kadar bekledi. Bugün allı şalvar, balköpüğü bir yazma vardı başında. Hiç mi hissetmemişti, hiç mi farketmemişti beklediğini? İkilemde kaldı Ali Hikmet, iki bilinmeyenli denklemde; yüreğinde kurulan sırat köprüsünde, cennet ve cehennemde.Ana yüreğiydi bu, mutlaka hissederdi. Gitmeliydi artık burdan, bundan emindi.  Bu kadın anası değil, burası doğduğu ev değildi. Doğuya ve batıya giden trenler gibi uzaklaştı ordan. Koştu Ali Hikmet, nefes nefese,hıçkıra hıçkıra, çamurlu sokakta koştu. İçinde örtbas etmeye çalıştığı son çığlık. Köşeyi dönmeden önce durdu, son defa dönüp baktı geriye. Bahçelerinde  çamaşır teli boştu ve evlerinin bacasında elma kuşları yoktu.

               

                                                                                          Salim NİZAM / GÖNEN

                      

 

HİKAYELERİNDEN KESİTLER

“İnsan aradığıdır yabancı, kaderiniz ne acı! Sevdalın, o tepedeki alıç ağacının altında yatıyor, yüreği bıraktığı yerde hala atıyor. Bundan birkaç sene evvel her fani gibi o da ölmüştü. Ölmeden önce bir gün buraya geleceğini bilmişti. Umutla beklemişti. İşte bu yüzden yıllar yılı adaya her gün ekmek getirerek herkesi kandırdım. Bu öyküye kendimi zamanla inandırdım.” Apollont Gördü Göl Yazdı (Öykü)

“Anasının cenazesinde dayısı elinden tutuyordu sürekli, amcası başını okşuyordu.Saçlarını rüzgar savuruyor,aklı rüzgarlarda dağılıyordu.Yeni kazılmış toprağın tümseğinde duran yeşil tabutun üzerine anasının mor çiçekli yazması bağlanmıştı.Anasına kokan,evlerine kokan,safran çiçeğine ve elma kabuğu kokan o yazma.Çok istemesine rağmen dayısı bırakmamıştı.Bundan sonra dayısının yanında kalacaktı. Son bir kez uğramak istemişse de, üzülür diye götürmemişlerdi bacasına elma kuşları uğrayan evlerine.” Elma Kuşları (Öykü)   

Muhtar, candarma çağırdı. Ağaçlardan yapraklar döküldü yükseklerden. Gün çekildi dağların ardına. Akşam ezanı okundu ardından. Alacakaranlık çöktü ovaya, sonra gecede silindi bütün yüzler. Ay tutuldu o gece. Bir kaç el silah atıldı. Candarma geldi. Ali’nin kollarına kelepçe vuruldu. Ali, kasaba yoluna koyulduktan sonra köylüler evlerine döndüler ve ay kurtuldu.” Koca Meşe (Öykü)

“Tahsin Aga öğle uykusundan uyandı. Kısa öğle uykusunun bedenini dinlendirdiğini düşündü. Bakır başlıklı karyolasından hafifçe doğrularak ceketinin iç cebinden çıkardığı, babadan kalma köstek saatine baktı. Şaşkın bir şekilde bir defa daha baktı, hayret asırlık saati durmuştu. Güldü kendi kendine; "Bir saatçinin saati nasıl durabilir!" diye düşündü. Odasında mahmur gözlerle bakınarak, tüm saatlerin içinde en doğrusunu göstereni aradı. Nacar marka duvar saati on beş gün önce tamir için bırakılmıştı ve tamiri onun için zor olmamıştı. Çoğu zaman çevre köylerden de saatler getirilirdi. Tahsin Aga onları gruplandırır, guguklu saatleri duvarda gelişigüzel çaktığı çivilere, kol saatlerini sehpanın üzerine, konsol saatlerini ise, odadaki tencerelerini koyduğu sergene dizerdi. İvedilik taşıyanları ise, öncelik sırasına göre masasında bekletirdi. Tahsin Aga'nın sadece saatler değildi uğraşı; abdest ibriklerini, tavuk suluklarını lehimler, bozulan radyoları tamir eder, keresteleri tezgâhında işler, hatta köyün balta saplarını bile o takardı. Ulu ceviz ağacının uykusunu getiren serin gölgesinin düştüğü, etrafında bahar ve güz mevsimlerinde sarıçiğdemler açan küçük atölyesinde gün boyu çalışır, ancak; namaz vakitlerinde, öğle vakti ve gün çekilirken ara verirdi uykusuna.”

Köy Saatçisi (Öykü)

 

İÇİMDEKİ YALNIZLIĞI ÖLDÜRDÜM

Doğuda küçük bir köy,

Bozkır ıssızlığında,
Çalınmayan kapımda,
Kimsesizim.

Kör penceremin tipisinde,
Eskimeye bıraktığım günler,
Unutulmuş doğum günümde,
Üzüldüm.

Taş duvarları ısıtan,
Eski bir tezek sobası,
Beyaz gecelerden mektup,
Üşüdüm.

Soğuk karlı bir günde,
Yaşlı bir kadın öldü köyde,
Tenha bir cenaze töreni,
Ağladım.

O akşam farkına vardım,
Örümcekler ağ yapmış odama,
Mutfağımdaki farelere.
Kızmadım.


Ürperdim kapım çalınca,
Saat ölüme vurunca,
Yemek getirmiş talebem,
Sevindim.

Fasulyem toprağı delmiş,
Penceremin önünde,
Büyürken,göverirken,
Umutlandım.

Kara kışa,tipiye mi?
Yalnızlığıma mı inat,
Tükenmedi hala umudum,
İçimdeki yalnızlığı öldürdüm

                                       SALİM NİZAM

KOCA MEŞE

            Koca meşe, ıssız ovada serin rüzgârlarda dallarını salladı, yapraklarını hışırdattı. Kuşlara, böceklere, sincaplara yuva olmuş koca gövdesiyle, yeni doğan güne doğru gerindi. Başından cıvıl cıvıl serçe sürüleri geçti; ak, kara tüylü saksağanlar ve rengi kızıla çalan bakır renkli bulutlar. Güneşin bulutları delen ilk huzmeleriyle ovayı turlayan kül rengi iki kartal, koca meşenin üzerinde döndüler. Kerpiç evin bahçesindeki ak horozun sesine, taş evin bahçesindeki kırçıl horoz karşılık verdi ve dağlardan karşılık geldi. Hanelerdeki insanlar uyandılar, kuyuda ellerini, yüzlerini, yıkadılar, ayakyoluna gittiler. Yakındaki köyden kuşluk vaktinin suskunluğunu bölen küçük mavi traktör bacasından halka halka dumanlar savurarak geldi, duvar ustaları indiler, aletlerini, edevatlarını indirdiler.

            Bozdağlılar’ın Hasan ve kardeşleri, ustaların başına geçtiler, duvarın çizgisini gösterdiler. Hasan elindeki sopayla bir uçtan bir uca, ince bir hat çizdi. Meşe ağacı tam sınırda kalacaktı ve iki hane arasında yüksek taş duvar olacaktı. Şahinde Gelin, gün boyu kuyuda kap kacak yıkadı, çamaşır yıkadı, kızanları yıkadı. Ustalar meşe ağacının gölgesinde dinlendiler, yemek yediler, ayran içtiler. Duvar iki tuğla boyu yükseldiğinde, gün akşama döndü, akşam geceye…

            Pamukçugiller’in Ali’nin itirazı vardı; babasından da, anasından da, meşe ağacının dedelerinden kaldığını duymuştu. Şimdi koca meşe göz göre göre niye tam ortada olsundu? Ali sofrada; “İtiraz edeceğim, kasabadan keşif getireceğim” dedi. Anası, karısı, kızanları başlarını kaldırdılar, kaşıklarını elden bırakıp, yüzüne baktılar. Kiraz Ana: “İtiraz mı edeceksin? Keşif mi getireceksin? Baban bu koca meşe ağacı yüzünden ölmedi mi? Senin de ölmene razı olur muyum sanıyorsun?” Gülnar Gelin; “Yapma Ali’m, yapma yiğidim, erkeğim, erim. Hadi beni dul bırakmaya razı olacaksın da, yumruk kadar yavrularını nasıl yetim koyacaksın?” Ali: “ Devletin kanunu var, savcısı var, hâkimi var; yarın kasabaya varacağım, hak, hukuk arayacağım, sakın önüme geçmeyin.” dedi. Kiraz Ana’nın öfkeden yüzü allandı, boyun damarları şişti: “Baban, meşe ağacı bizim arsada dedi de, ona kim inandı. Muhtar Memet kimi tuttu? Ya iki ayağı çukurda Topal İhsan yalancı şahitlik yapmadı mı? Hâkim kimi dinledi.”

            Ovaya serinlik düştü gece boyu, meşenin yapraklarına çiy taneleri düştü. Uzaklarda çakallar, kurtlar uludular. Kiraz Ana, Gülnar Gelin ve Ali uyuyamadılar. O gece Ali’nin yüreğine gam, saçlarına kır düştü.

Bozdağlılar’ın helâ lambası yandı ara sıra. Hasan dışarı çıktı, tütün sardı, cigara içti, düşünceliydi. Karısı hiç razı değildi bu duvar işine. Şahinde Gelin, ikiz bebelerini emzirirken ağladı, küstü kocasına. Ocağa güğüm koydu, süt ısıttı ara sıra. Böyle komşuluk olur muydu? Aralarında sevgi yerine, taş duvar hoş durur muydu?

Pamukçugiller’in Ali, o sabah yerinde duramadı. Yaşlı anası da, gamlı karısı da, ağzı süt kokan çocukları da yerinde tutamadılar. Ali, kır atına atladı, dörtnala şahlandırdı, kuşluk vakti şehre vardı. Derdi vardı, içine ağladı, atını koyu gölgeli bir atkestanesi ağacının altına bağladı. Başından şapkasını çıkardı, sonra hükümet binasının kapısından içeri daldı. Bugün, kaymakama vardı diyeceği, bundan sonrasıysa hâkimin bileceği…

Üç gün sonra köye hâkim geldi. Uzun boylu, kızıl saçlı hâkim arsayı inceledi, köyün en bilgesini çağırdı, en güngörmüşünü. Sonra ahaliye: “Bu koca meşe ağacı kimin?” diye sordu. Meşe bildik bileli tam ortada kalıyormuş, doğruyu bile bile yalan geçer akçe oluyormuş. Gün boyu ölçtüler, biçtiler, kara kaplı defterlere zapta geçtiler. Fenaydı Bozdağlılar, köyde fena, yedi bela bilinirdi. Bozdağlılar, hâkimi duvarın ötesinde, meşe ağacının serin gölgesinde ağırladılar. Akşama kadar, dolunay ışığında, çiy düşene kadar çengiler çaldılar, kuş sütünden sofralar kurdular, kuzu çevirdiler, mahzenlerden yıllanmış şaraplar arayıp buldular. Bundan sonra hâkimin kararı beklenecekti, bu koca meşe hikâyesi bitecekti.

            Ali, tüfeğini duvardan indirdi, mekanizmasını çevirdi, fişeği namluya sürdü, taş pencerenin ardında bekledi. Bozdağlılar’ın Hasan karşısına çıkar çıkmaz bir kurşunda vuracaktı. Hasan ölecek, Hasan ölecekti, er ya da geç kara toprağı görecekti. Silahına sokuldu, tetiğe dokundu, sonra parmağını geri çekti birden, etrafına bakındı. Kiraz Ana soluk soluğaydı, karşısında duvar gibi duruyordu. Yüzü asıktı, öfkeliydi. Tüfeğe uzandı, namlunun ucundan çekti. “Sakın ha oğul, şeytan doldurur; eğer beni çiğneyip geçersen vur! ” dedi. Ali, hiç bir şey demedi.  Kem söz söylemedi, aldı başını gitti. Yatağına uzandı, başına yorganı çekti. Kızgındı, öfkeliydi, kin doluydu yüreği. Güçlü olsa da bileği, yaşlı anasını ezip de gidemezdi. Düşündü Ali, geceyi gündüze ekledi, gözünü kırpmadı, uyku tutmadı; ilk horozların ötmesini, sabah ezanının okunmasını bekledi.

            Bozdağlılar’la, Pamukçugiller’in harman yerleri de yan yanaydı. Buğday demetleri, samanlar, çuvallar, at arabaları az araydı. Poyrazdan eserse rüzgâr toz, sap, saman, birinin üstüne gelirdi; lodostan eserse diğerinin üstüne. Karısı, kızanı, harman yerinde günlerce kalırlardı. Ara sıra lodosta öğle uykusu uyurlardı. Aslında iki aile de çalışkandılar, bu harman işine alışkındılar.

O gün harman yerinde kimseler yoktu. Oysa yapılacak işler ne kadar çoktu. Hasan, lodosta harmanını Ali’nin üstüne üstüne savurdu. Ali dayanamıyordu, böyle tozun altında kalınır mıydı? Nispet yapar gibi hiç harman savrulur muydu? O gün ayran içişlerinden tut da yemek yiyişlerine, hapşırıp öksürüşlerine kadar birbirlerini hiç çekemediler. Öğle uykusuna bile yatmadılar, hep göz göze geldiler. Kinle yoğrulmuş ateş pare bakışlar uzun uzun çarpıştılar. Yoksa güneş mi geçmişti, lodos başlarını mı döndürmüştü? Ali seslendi: “Ey Âdemoğlu Allah’ından bul.” Hasan ilendi, hayıflandı, küfretti: “Sıkıysa karşımda dur.”  İkisinin de öfkeden boyun damarları şişti, bedenlerini ter bastı, yüzlerine kırmızılık çöktü. Uzun uzun atıştılar, yumruk yumruğa, bilek bileğe çarpıştılar. Ot, saman savruldu; toz duman savruldu harman yerinde. İkisinin de yüreği kinle mayalandı, öfkeyle kavruldu. Hasan karnına vurdu, yüzüne, gözüne vurdu Ali’nin. Ali’nin yumrukları Hasan’ın alt dudağını patlattı. Kavga yerine, kan yerine, dava yerine döndü, harman yeri. Ali, art arda darbelerle sendeledi, ayakta zor durdu. Hasan’ın üstüne üstüne yürüdü. Dövmeliydi onu, kan işetmeliydi, kalkamamalıydı günlerce yatağından. Ali, var gücüyle, son gücüyle itti; Hasan’ın koca bedeni, sırtüstü ot yığınlarının arasına düştü. Hasan, afallamıştı, öylece kalakalmıştı. Artık ondan hiç ses seda yoktu. Yoksa tilki bayıltması mıydı bu, çocuk avutması mıydı? Hasan tuzak mı kurmuş, oyun mu oynuyordu? Ali merak etti vardı, yanına. Gözleri büyümüştü Hasan’ın, kan gelmişti ağzından. Ali, heyecanla tuttu çekti omzundan. Kanlar sızıyordu, direnin dişlerinin girdiği yerden. Nabzına dokundu, nefesini dinledi, Hasan, soluk almıyordu, sanki lodosta öğle uykusu uyuyordu.

            Gökte kuşlar döndü, sap, saman döndü. Ali’nin başı döndü. Korktu Ali. Şimdi ne olacaktı? Koca Hasan’ı ne yapacaktı? Üç dişli direni çekti, çıkardı yerinden, kanlı bedeninden. Omuzlarının arasından çekti önce Hasan’ı, sonra sırtına aldı, onu kimsenin bulamayacağı karaçalıların arasına koydu. Koştu harman yerine, kimseler yetişmeden, gelip görmeden, yerdeki kanları temizledi, direni otlara batırdı, toprağa batırdı, deredeki suya batırdı. Harman yeri, yine harman yeri gibi olmuştu; Hasan’ın ömrü son bulmuştu. Ali’nin kanı çekilmiş, donmuştu. Ali, aldı başını çekti gitti. Sabahtan akşama kadar harman yerine uğramadı. Sadece uzaktan gözledi. O gün harman yerine ne gelen ne de giden olmuştu. Gün çekilirken dağların ardına, yüksek çalılıklar arasından Ali, toz olmuştu.

            Kiraz Ana dikildi karşısına, heykel gibi durdu. Sanki Nemrut’un dağında bir taştı da hiç konuşmuyordu. Sırat köprüsü gibi durdu, mahşer terazisi gibi durdu, kara kitap gibi durdu. İkisi de suskun, sofraya oturdular. Ali, ne su içti ne de bir lokma yedi. Arpacı kumrusu gibi düşünceliydi. Kiraz Ana; “Sende bir hal var Ali’m.”dedi. Ali durgundu, konuşmuyordu, sanki kafeste ötmeyen bir kuştu. Karısı çorba koydu, katık koydu; tuz, biber koydu sofraya. Karpuz kesti, kavun kesti, peynir kesti yanına. Ali, karpuzdan yedi biraz “Galiba hastalanıyorum” dedi.

            Bozdağlılar’ın lambaları yandı gece boyu, evlerine gelip gidenler oldu. Hasan eve dönmemişti. Sordular soruşturdular, Hasan’ı bugün kimseler görmemişti. Gece geç vakte kadar, elde fenerlerle, dağları, ovayı, ormanı taradılar. Ay yükselene, gökte tepsi gibi büyüyene kadar aradılar. Gece kuşları öttü dağlarda; kurtlar, çakallar ürüdüler. Gözleri bir korkudur bürüdü. Hasan hiçbir yerde bulunamadı. Sanki yer yarılmış da yerin dibine girmişti. “Hasan öldü mü?” “Kim öldürdü?” dediler. “Hasan’ın eve uğradığı yok.” “Hasan kaçtı, sır oldu.” dediler. Hasan hiçbir yerde yoktu.

            Şahinde Gelin, kimselere inanmadı. İnanmak istemedi. Hasan, nasıl olsa çıkıp gelirdi, evinin yolunu bilirdi. Sonra içine kurt düştü, şüphe düştü, şeytan düştü. Sabahleyin erkenden Pamukçugiller’in kapısına dikildi. “Hasan nerde? Hasan’ım nerde?”  dedi. Kiraz Ana, “Görmedim.” dedi. Gülnar Gelin; “Duymadım.” dedi. Kızanlar başlarını iki yana umutsuzca salladılar. Ali uzaklaştı yanlarından. Şahinde Gelin bağırdı ardından: “Hasan’ıma kıyan katil.”

            Kiraz Ana peşinden koştu. Ali; “Gelme ana” dedi. “Sen de bir hal var oğul.” dedi. Ali sustu, konuşmadı, yalnızca soluk alıp verişi duyuldu. Kiraz Ana: “İnsan öldüren cennete giremez, sütümü helal etmem, eğer yalan söylersen” dedi. Ali olduğu yerde kaldı. Bahçe döndü, meşe ağacı döndü, Kiraz Ana döndü etrafında. “Ana üstüme gelme.” dedi. Meşe ağacının üstünde bir baykuş öttü, sonra iki yaprak yere döne döne düştü.

            O gece Pamukçugiller’in harman yerleri yandı. Buğday demetleri, ot yığınları, at arabaları ve samanlıkları yandı. Harman yerine koştu Kiraz Ana, karısı, kızanı koştu. Alevler kavak ağacı boyu yükseldi, kimse yanına yaklaşamadı. Ali, sanki yere çakılmıştı, mıh gibi saplanmıştı, peşlerinden gidemedi.

            Ali, o gün evde duramadı. Harman yerine varanlar, elbet Hasan’ı bulacaklardı.  Kartallar dönüyordu gökte; keçiboynuzlarıyla, tespihliklerle, karaçalılarla kaplı dağın üstünde. Çalılıkların arasına koştu. Hasan nerdeydi? Onu hangi çalının dibine koymuştu? Her çalı birbirine benzemiş, boy boy olmuştu, peki ölü nereye kaybolmuştu? Onu her yerde ararken birden olduğu yerde durdu, ciğerini yaktı ağır bir koku, burnunu sızlattı. Onu bulduğunda her yanı şişmiş, gözleri daha da büyümüştü. Ürperdi Ali. Bir ölüyü bu kadar yakından hiç görmemişti. Korktu, olduğu yerde titredi. Ne olursa olsun Hasan’ın yanına varmalıydı. Hasan’ı yerden alıp sırtlanmalıydı. Ali, karanlığın çökmesini, ayın yükselmesini, ilk horozların ötmesini bekledi. Gece boyu alnından durmadan terlemişti, sanki bu dağın eteğine daha önce hiç gelmemişti. Bu heyecanı, bu telaşı, nedendi?

Ali, ölüyü omzundan çekip sürüye sürüye, sırtına alıp yürüye yürüye mezarlığa vardı. Mezarlıkta sırtından indirdi, ulu çitlembik ağacına yaslandı. Genzini yakan ağır bir koku vardı.  Ciğeri sökülene kadar öğürdü, böğürdü. Köyün köpekleri bile defalarca uludular. Ali, kazmayı vurdu toprağa, toprak titredi, yarıldı. Ali’ye anası, karısı, kızanı, börtü böcek darıldı. Toprağın kokusunu duydu Ali, gözyaşları yere lime lime düştü. Ali ağlıyordu, Kabil’e eş yüreğini dağlıyordu. Mezarlık sessizdi, ıssızdı, belki de son adresti. Asırlık uykulara yatmıştı ölüler. Hasan kıyamete kadar burda kalmalıydı, soyu kesilmiş ölüler arasında sır olmalıydı. Derin kazmalıydı mezarını, Hasan gizlenmeliydi, mahşere kadar kimsesiz kabirde dinlenmeliydi. Ölüyü öylece itti mezara, üstünde kanlı giysileriyle. Mezardan tok bir ses duyuldu, keskin bir koku geldi. Hasan’ın gözleri açıktı, ayışığında parlıyordu, hala ona suçlayarak bakıyordu. Ali, tir tir titredi. Görmemek için yüzünü, toprak attı üstüne, gözlerine. Toprak yığın olmuştu, sanki koca bir dağ olmuştu. Köstebek yığınları gibi alçak olsaydı, hemen gizlerdi. Çalı çırpı topladı, kuru dallar topladı, sarmaşıklar örttü mezarının üstüne.

            Ali, koca meşe ağacının altından geçti. Yatağına girdiğinde ilk horozlar peş peşe öttü. Karısı ona sırtını döndü. “Yoksa Gülnar Gelin her şeyi biliyor muydu? Ali yorgundu, yattığı gibi uyudu. Gülnar Gelin’in gözleri karanlıkta büyüdü.” Ali, gece yarısı nereden geliyordu?” Burnunu çekti, havayı kokladı. Genzini saran bu ağır koku da neydi? Gülnar Gelin neler olduğunu anlamaya çalıştı. Ali, hemen uyudu, yorgundu, horluyordu. Gülnar Gelin’in gözlerine gece boyunca uyku dolmadı. Düşünceler karanlıkta kördüğümdü, üzerine karabasan gibi yürüdü. Olayları fazla mı abartıyordu? Sıcak yatağına dost mu, düşman mı taşıyordu? Yoksa bir katille mi yatıyordu? Farkına varamadı.  

Ali uyandığında, Kiraz Ana, meşe ağacının altını süpürüyordu. Kızanlar oynuyorlardı, kuyu başına vardığında. Karısı kilim yıkıyordu, sanki bir perde vardı arada, onu görmüyordu. Ustalar taş duvarı bitirmişti, artık örmüyorlardı. Ahıra varınca anladı tüm bunların sebebini, hanesine zulüm edenini. Davarlar, atlar, boylu boyunca yerde yatıyorlardı. Hayvanı haşatı, köpeği bile zehirlenmişti.

            Kiraz Ana, bayram günü Ali’ye elini vermedi. Karısı da, kızanları da yanına gelmediler. “Hasan bulunana kadar köylüler artık bu kapıdan içeri adım atmayacaklarmış. Pamukçugiller hısım değil hasım olacaklarmış; kıyamete kadar dargın duracaklarmış. İki hanenin çocukları birbiriyle hiç oynamayacaklarmış, bayram bile olsa bu haneden şeker almayacaklarmış. Pamukçugiller’in evine bakan camlara tahta vurulacakmış. Bu taş duvar arada hep kalacakmış, dünya yıkılsa yerinde duracakmış.” Böyle söylemiş Bozdağlılar her gelene geçene. Pamukçugiller’e kara ferman biçene.

            Koca meşenin en tepedeki palamutları, yüksek dağları, ovayı ve denizi görüyordu. Sarıköy Ovası’ndaki pirinç işçilerinin hüznünü biliyordu. Sabah Bozdağlılar’a, ikindiden sonra Pamukçugiller’e düşüyordu, koca meşenin gölgesi. On beş çocuğun kulacına eşti yaşlı gövdesi. Bir kaç günde koca meşe iki hane arasında kalmıştı, taş duvarla aynı sıra olmuştu. Duvar örüleli beri çocuklar birlikte oynamamışlardı. Bulgur kazanları yan yana kaynamamıştı. Yoldan geçen hangi yolcu şaşırmazdı bu taş duvar işine. Sevgisiz tüterken bacalar herkes olmuştu diş dişe. Köy kurulduğundan beri, en uzun yaşayanları gibi;  mezarlıktan ölüler kalksa bilmezdi meşenin yaşını. Oysa koca meşe biliyordu bütün hanelerin kerpicini taşını. Biliyordu Bozdağlılar’la Pamukçugiller’in hısımlığını. Soran olsa söylerdi kaç kuşak olduğunu? Koca meşe biliyordu çoğa varmaz, yarına kalmaz öleceğini. Bu gaddarlığın ne sevgili canlar gömeceğini. Ali’nin eli artık kanlanmıştı, burnu kan kokusu almıştı. Üzülse de anlatamasa da derdini, her şeyin kaza olduğunu. Ali’ye bir tek o inanmıştı.

            Koca meşe bir gece yarısı, köklerinde büyük bir acı hissetti. Hasan’ın kardeşleri ellerinde bidonlarla, kaç zamandır dibine mazot ve zehir döküyorlardı. Onları ellerinde kazmalarla toprağı kazarken gördü. Dibini açıyorlardı, köklerini açıkta bırakacak biçimde kazıyorlardı. Koca meşe, birden daha büyük bir acıyla sarsıldı, titredi. Toprağa uzanan kökleri hızarla kesiliyordu. Ayakta güçlükle durmaya çalıştı, bedeninin ta içten yandığını hissetti. Anlam veremiyordu bu işin nihayetine, beşerin manasız ihanetine.

            Bu sabah ne Pamukçugiller ne de Bozdağlılar evlerinden dışarı çıkamadılar. Kıyamet mi kopuyordu, yoksa tanrının laneti miydi olan? Her tarafı sarıcı arılar sarmıştı. Köyün üstünü oğul oğul almıştı. Zemheri ayındaymış gibi komşu komşuya geçemedi. Bunu günaha yordu köyde bilge kişiler, küslüğe, dargınlığa yordu. Sanki arı vızıltısından kulaklar sağırlaştı, bahçelerdeki çiçekler soldu. Kiraz Ana, çamur sürdü, sirke sürdü torununun koluna bacağına. Bin pişman oldu torun, koca meşe ağacının altında oynadığına.

O yaz önce mısırlar, sonra pirinç tarlaları kurudu. Kurbağalar derelerden soğudu. Bu kuraklık ne zaman son bulacaktı? Köyde birlik olsa yağmur duasına çıkılacaktı. Yedi köyün insanları, açları, öksüzleri, gece gündüz doyurulacaktı. Köyde kuyular kurudu, bahçelerdeki çiçekler kurudu, kuşların kursakları kurudu. Camgüzelleri, fesleğenler, ortancalar, hatmiler küsmüştü, bir damla suya bütün haşarat üşüşmüştü.  Koca meşe sanki üşümüş de büzülmüştü.

Kurbağalar yağmuru günlerce önceden haber verdiler. Ağaçlar, sarı, somon ve lal rengine döndüler. Ali, gökyüzüne baktı, gece katran karasıydı. Kapkara bulutlar göğü kaplamıştı. Aladağlar’ın üstünde şimşekler çakıyordu, geceyi gündüz gibi aydınlatıyordu. Yakınlara ard arda yıldırımlar düşüyordu. Birden büyük bir gürültü duyuldu, sanki kıyamet kopuyordu. Pamukçugiller gibi, Bozdağlılar da pencerelerine koştular. Camlar kırılmış, yağ kandilleri sönmüştü. Koca meşeye yıldırım düşmüştü. Geceyi ateşler alıyordu, dallar alev alev yanıyordu.

Ortalık ağarınca Ali yatağından doğruldu. Yağmur, hala amansız devam ediyordu. Pencereden dışarı baktı. Dereler taşmış, sel suları evlerine kadar gelmişti. Gözlerini ovuşturdu birden. Koca meşe devrilmiş, aradaki taş duvar yıkılmıştı.

Ali, köye doğru yürüdü, ters dönmüş bir kaplumbağayı çevirdi. Derenin üzerinde taş köprüyü göremedi. Toprağın kızılını almış dereler boz bulanık akıyordu. Ali şaşkındı ne yapacağını bilemedi. Yağmurdan çöken çatılara, selden yıkılan evlere baktı. Sık ağaçların arasında şişmiş sığırlar, koyunlar, keçiler ve yabani hayvanların ölüleri vardı. Derenin suları köpük köpüktü, otları, yaprakları, dalları, canları almış götürürken coşkuyla çağlıyordu. Dağlardan büyük kütükler inmişti. Ali, neler olduğunu anlamaya çalıştı. Yerde yatan bir ceset vardı. Eğer bu Hasan’sa dünya ona dardı.

Köylülerin çığlıklarıyla irkildi birden. Derenin karşı kıyısında birkaç ceset daha vardı. İçlerinden biri mutlaka Hasan’dı. Ali, gördüğü tüm cesetleri evirip çevirerek bakıyordu. Sahipsiz ölüler ciğerini yakıyordu. Yakınlarda bir kadının çığlıkları duyuldu, köylüler o yöne doğru koyuldular. Çalılıkların arasına şişmiş bir ceset takılmıştı. Şaşkınlık ve korku tüm yüzlerde okunurken, dilden dile dolaşan söylentiler vardı. Cesetler yeni ölen birine ait değildi. Üzerindeki çamurlu kefen daha yeni yıpranmıştı. Rüzgâr, burun deliklerini sızlatan pis kokular getiriyordu. Kıyamet kopmuş olmalıydı; feryatlar, figanlar göğe yükseliyordu. Köylüler durumu anlamışlardı. Sel mezarlık boyunca yükselmiş, mezarlarından ölüler çıkmıştılar ve her tarafa sürüklenmiştiler. Ali, mısır tarlalarında, pirinç tarlalarında, Hasan’ı aradı.

Köylüler: “Mezarlıktaki ölüler denize bile varmış.”dediler. Ali rahatlamıştı, sanki bir kuş gibi gökyüzüne doğru kanatlanmıştı. Denizde Hasan’ı artık balıklar yiyecekti, onu öldürdüğünü şimdi kim bilecekti? Yürüdü dere boyunca yükseklerden, karaçalıların arasından yürüdü. Yürüdü vahşi hayvanların patikasından…

Durdu birden Ali. Dere boyundaki çınarın dallarına takılı cesedi görünce. Yeşillerinden tanımıştı onu, bu kesinlikle Hasan’dı. Suya girdi dallara tutuna tutuna. Çekti ölüyü sıkıştığı, suyun döne döne köpürdüğü yerden. Kıyıya kadar sürükledi. Yüzünü çevirdi. Çürümüştü, kokmuştu, göz çukurları bomboştu. Ürpertiyle uzaklaşırken ölüden, sadece sabun kayganlığı kalıyordu ellerinde. Öğürüyordu kusuyordu, bu kesinlikle Hasan değildi.

Ali uzaktan denizi gördü. Koşa koşa, düşe kalka vardı suya. Deniz engindi. Deniz küsmezdi. Deniz aldığını geri verirdi. Kütükler varmıştı denize, sığırlar, vahşi hayvanlar, ölüler varmıştı. Deniz hepsini içine almıştı. Bağırdı alabildiğine, dalgalar ses verdiler, uzaklardan martı çığlıkları geldi, artık kimse Hasan’ı bulamayacaktı.

Ali durdu birden. Zaman durdu. Dizlerinin üstünde çöktü kuma. Dalgalar vurdular kıyıya. Ali üşümüştü, tepeden tırnağa ıslanmıştı. Darmadağındı yüreği, perişandı, kalbi kırk yerinden delik deşikti. Su alıyordu yüreği, dibe batıyordu, boğuluyordu. Atamıyordu düşüncelerini başından, silemiyordu Hasan’ı bir türlü gözlerinin önünden. Ne zaman gözlerini kapatsa karanlıkta Hasan’ın gözleri büyüyordu. Biliyordu bundan böyle dünya ona dardı.

Ali sarhoş gibiydi, berduş gibiydi, yüreğinin dehlizlerinde dolanıyordu, Hasan’ı ararken oyalanıyordu. Ruhunun girdaplarından bir türlü kurtulamıyordu. Derken, gün biterken, kulak verdi vicdanının sesine, acıyı soluyan nefesine. Kararlıydı Ali. Hasan’ı bulsa alıp köye götürecekti. Sırtında taşırken yorulduğunu bilmeyecekti. Doğrusunu anlatsa, anası, karısı, kızanı, belki ona inanırdı? Hasan’ı bulsa hemen sırtına alacaktı. Bozdağlılar onu alnının tam ortasından vursalar bile, köye varacaktı.

Ali, elleri boş döndü. İdam sehpasına çıkar gibi vardı köy meydanına. Hanelerden kadınlar, kızlar bakıştılar. Adamı, kızanı, selden arta kalanlar meydana doluştular. Ali, yenik düşmüştü vicdanının ayak sesine. Elalem ortasında haykıracaktı yüreğinde sakladıklarını, cehennem alevinde her an yaşadıklarını: “Hasan’ı ben öldürdüm, Hasan’ı ben öldürdüm, sonra da mezarlığa çitlembik ağacının altına gömdüm” diyecekti.

Ali’nin nidaları dağlarda yankılandı. Herkes şaşkın, ona bakıyordu, Ali, kimin diline değse artık yakıyordu. Sonra beklenmedik bir şey oldu, bitkin bir delikanlı kalabalığın önüne geçti: “O gün harman yerinde, ben de vardım. Kazayla oldu her şey başkasından duysaydım inanmazdım. Göğüs göğüse, yumruk yumruğa kavgadan sonra, Hasan bir daha kalkmamak üzere, ot yığınlarının arasına düşecekti, üç dişli diren sırtından girecekti. Ali, onu takip ettiğimi hiç görmedi, bilmeyecekti ve ağlayarak Hasan’ı toprağa gömecekti.” Herkes daha da şaşırdı: “Böyle şey olur muymuş? Böyle yalan yere şahitliğe hâkim, hiç inanır mıymış?”

 Muhtar, candarma çağırdı. Ağaçlardan yapraklar döküldü yükseklerden. Gün çekildi dağların ardına. Akşam ezanı okundu ardından. Alacakaranlık çöktü ovaya, sonra gecede silindi bütün yüzler. Ay tutuldu o gece. Bir kaç el silah atıldı. Candarma geldi. Ali’nin kollarına kelepçe vuruldu. Ali, kasaba yoluna koyulduktan sonra köylüler evlerine döndüler ve ay kurtuldu.

SON

                                                                                            Salim NİZAM/ Gönen

 

KÖY SAATÇİSİ

 Bölüm 1 (Öğle Uykusu)

Tahsin Aga öğle uykusundan uyandı. Kısa öğle uykusunun bedenini dinlendirdiğini düşündü. Bakır başlıklı karyolasından hafifçe doğrularak ceketinin iç cebinden çıkardığı, babadan kalma köstek saatine baktı. Şaşkın bir şekilde bir defa daha baktı, hayret asırlık saati durmuştu. Güldü kendi kendine; “Bir saatçinin saati nasıl durabilir!” diye düşündü. Odasında mahmur gözlerle bakınarak, tüm saatlerin içinde en doğrusunu göstereni aradı. Nacar marka duvar saati on beş gün önce tamir için bırakılmıştı ve tamiri onun için zor olmamıştı. Çoğu zaman çevre köylerden de saatler getirilirdi. Tahsin Aga onları gruplandırır, guguklu saatleri duvarda gelişigüzel çaktığı çivilere, kol saatlerini sehpanın üzerine, konsol saatlerini ise, odadaki tencerelerini koyduğu sergene dizerdi. İvedilik taşıyanları ise, öncelik sırasına göre masasında bekletirdi. Tahsin Aga'nın sadece saatler değildi uğraşı; abdest ibriklerini, tavuk suluklarını lehimler, bozulan radyoları tamir eder, keresteleri tezgâhında işler, hatta köyün balta saplarını bile o takardı. Ulu ceviz ağacının uykusunu getiren serin gölgesinin düştüğü, etrafında bahar ve güz mevsimlerinde sarıçiğdemler açan küçük atölyesinde gün boyu çalışır, ancak; namaz vakitlerinde, Öğle vakti ve gün çekilirken ara verirdi uykusuna. Tahsin Aga çalışkandı aslında, ama köylüler her zaman onu, Öğle uykusundan uyandırdıkları için tembel olduğunu düşünürlerdi. Ne zaman işiniz düşse evde bulamasanız, köy kahvesinin en kuytu, tenha köşesinde, yuvarlak gözlükleriyle, elinde gazete uyuklarken görebilirsiniz onu. Atölyesinin boyunu bile kendi boyuna göre ayarlamıştı. Köylüler atölyesinin sıkışık ve alçak oluşundan yakınırlardı hep. Atölyede bir hırdavatçının aradığı her şeyi bulmak mümkündü, deyim yerindeyse bitpazarı gibiydi. Kendisine dikte edilmesini pek sevmezdi, tamir ettiği eşyaları sizin isteğinize göre değil, kendi istediği zamanda teslim ederdi. Bakışları sertti, çocuklar korkardı yanından geçerken, bahçesindeki erik ağaçları yolunacaksa namaz vakitleri gözlenirdi. Bahçenin diğer köşesinde kara incir ağacının altında, savaştan çıkmış gibi perişan, gazla çalışan, herkesin “ lans” olarak nitelendirdiği bir traktör bekler dururdu. Zavallıya çok fazla paraya satıldığı söylenirdi. Kurnazlık nedir? Bilmezdi Tahsin Aga. Traktörün çalışmadığı günler daha fazlaydı, çalıştığını ancak birkaç kez görebilmiştim. Köyün bütün çocukları lansın çalışmasını dört gözle beklerdik. Kara dumanlar halka halka göğe doğru yükseldiğinde ve köyün tüm sessizliğini bozan bir patırtı duyduğumuzda irkilir, birbirimizin peşi sıra oraya yönelirdik. Köylüler hep dalga geçerdi onunla ve lans traktörüyle...

“Şu şeytan icadı külüstürü çalıştırsan da görsek” diye, adamı, kadını, kızanı ona takılırdık. Ne zaman atölyesine tamir için saat ve radyo götürsem, burnumun direklerini sarsan küf kokusuyla, atkestanesi kokusuna benzer ter kokusunu daha fazla koklamak için burnumu tıkardım. Göz göze geldiğimizde burnumu tıkayamadığım zamanlarda nefes almamak için kendimi zorlardım. İnadım inat kimliği, aksiliği yetmezmiş gibi, kapkara yüzü daima çatıktı. Sırtındaki hafif kamburu hep dikkatimi çekerdi, köyde herkes onu lakabıyla; “Kambur Tahsin” olarak tanırdı.

 Tahsin Aga eski bir ekmek dolabının üzerinde duran ardıç ağacından yapılma, asker bavulu gibi kocaman radyosunu açtı. Radyodaki spiker günün gelişmelerini veriyordu. Masanın üzerinde duran Üzümlübağ Köyü’nden getirilen kilise saatinin kapağını tamir için açtı, pandülün ucundaki zemberek çalışmıyordu. Dikkati birdenbire çalan radyoya yoğunlaştı ve yavaşça başını çevirdi. (…)

 

 

LEYLEĞİN FAZLA YAVRUSU

Bülbülü altın kafese koymak patladı pahalıya,

Vatanım diyerekten uçup kondu kara bir çalıya.

Tilki döndü dolaştı yuvaya, gurbet ele alıştı,
Kürkçü dükkanında yedi kuyruk, birbirine karıştı.

Buralar ne uçan halıya benzer ne de saraya,
Şam’a gidip de leblebi olmak biçilmez paraya.

Baktı baba yadigarı bir ev, bağ, bostan satılmış,
Leyleğin fazla yavrusu muyum yuvadan atılmış?

Baba yadigarı evin çatısına baykuşlar konmuş,
Kediler aslana benzemiş burda, fareler bey olmuş.

Arpacı kumrusu gibi gamlı düşünüp durmaktan,
Bıktım yuvada leyleğin fazla yavrusu olmaktan.

Leylek baktı ki, çalıdan, çırpıdan tahtı ona çok,
Kuşkonmaz otu mu buraları, hiç tenezzülün yok.

Davulun gümbürtüsü çok uzaktan hoş gelmedi pek,
Umduğunu bulamayan misafir gibisin leylek.

Sen ağasın leylek, ben ağa; bu ineği kim sağsın,
Bahse girelim leylek, deveyi güdemeyen kalsın.

Ah leylek ah! Kırk araba kara çalıyla yanmışım,
Dimyatta pirinç ararken evdeki bulgurdan olmuşum.

Düğüne gider zurnayı, hamamda tası beğenmezsin,
Şimdi artık git burdan, kıyamete kadar da gelmezsin.

Allah’a bulmam suç, insan kendi talihini seçermiş,
Benden söylemesi, leyleğin ömrü laklakla geçermiş,

Atı nalcıda gören kurbağa gibi ayak uzattım,
Leylek hikayesi çok uzun sıkılmayın, kısalttım.

SALİM NİZAM İLE RÖPORTAJ


*Son kitabınız yedi yıllık bir yazım sürecinde ortaya çıkan Son Kazak Kocagöl romanı. Bu romanda kimlerin hikâyesini anlattınız.

Son Kazak Kocagöl romanı çocukluğumda, annemden babamdan dinlediğim Manyas Kocagöl’de yaşamış olan Hristiyan Don Kazaklarının hikâyesidir.Kocagöl köyü, doğduğum köye yedi kilometre uzaklıktaydı ve çocukluğumda babamın kırmızı minibüsü ile Salur’daki akrabalarımızın yanına giderken o köyden sık sık geçerdik. Onların köydeki iki kilisesine şahit olurdum. Biri yıllarca okul olarak kullanıldıktan sonra şu anda eskimeye bırakılmış durumdadır. Diğer kiliseyse camiye çevrilmiş durumdadır. Peki, kim bu Don Kazakları diyeceksiniz. Onlar rüzgârınoğulları, onlar özgür insanlardır. Özgür insanlardır, diyorum çünkü Rus Çarı Deli Petro’ya karşı ayaklanmışlardır. Sırf Deli Petro uzun sakallarını kestirmek istediği için. Onlar koyu bir Ortodoks’tu ve sakallarına düşkündü. RusÇarı’na karşı savaşlarda tam 33 yıl Osmanlı’nın Kuban Ordusu’nda yılmadan savaştıkları ve başarı gösterdikleri için dönemin padişahı 1.Mahmut tarafından ödüllendirilmişler ve Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde istedikleri yere yerleşme hakkı kazanmışlardır. Kazaklar balıkçılıkla geçimini sağladıkları için Manyas,Akşehir,Çıldır gibi göllerin kıyılarına yerleşmişlerdir. Kazaklar suya düşkün insanlardır, Türkler tatlı su balıkçılığını onlardan öğrenmişlerdir. Bunu şu cümlelerle ifade edebiliriz. Nerde su varsa Kazak ordadır.

*Kitabınızda çok geniş bir kültürel yelpazeyi aktarıyorsunuz. İçerisinde şarkılar,yemekler,efsaneler,kültür ilişkileri ve gizemler var. Yaşadığınız coğrafyanın kültürel mirasının farkında mısınız? Bu yönden kitabınızı nasıl konumlandırırsınız?

  Kazaklar, renkli giyimleriyle bizim Türkmenlerimize benzer.Kırmızılı,turunculu,sarılı kıyafetler giyerler, yalınayak gezerler,ayçiçeği çekirdeği yemeyi severler.Mesela halen hayatta olan ve Kocagöl’de yaşayan roman kahramanlarım Anna ve Katya, balık mantısını çok seviyor. Yayın balığından çok güzel çorba ve mantı yaptıklarını bilirim.

Muğla yöresinde yörük köylerinde bilirsiniz köy kadınları sabah uyandıklarında başlarına çiçek takarlar. Bunun anlamı; bugün başım hoş demektir. Bu durum Don Kazaklarında da vardır. Her sabah başlarına çiçek takarlar: kadınlar ördek ve kaz tüyü; erkekler kartal, doğan, şahin gibi yırtıcı hayvanların tüylerini takarlar. Romanı okuyanlar bilirler, gelin olacak Kazak kızları başlarına boynuz takarlar. Kazakların kültürleri çok zengindir. Onları araştırırken, gölde birçok efsaneye de rastladım. Denizkızıefsaneleri, minaresi görünen köy efsanesi, gölün donmasına dair efsaneler… Kazaklar, yıllarca bizim türkülerimizle, şarkılarımızlayaşamışlar… Halen gittikleri yerde- Karadeniz’in kuzeyi Soçi yakınları- Zeki Müren’in unutulmaz bestesi Benim Güzel Manolyam’ısöylerler. Hatta göçten önce bir köylü gölün kıyısına gider, gölün içine girer ve Müzeyyen Senar’dan Kapıldım Gidiyorum Bahtımın Rüzgârına şarkısını söyler. Onlar Anadolu’nun renkleri, kültürelmozaiği… Türklerle iç içe yaşamışlar ve yemekten tutun müziklerimizde birbirine benzemiş. Köyde yaşayan ZikriyeKurbanoğlu adlı yaşlı bir köylü aynı sınıfta Kazak arkadaşlarıyla birlikte öğrendiği Rusça şarkıyı hala söylüyor ve bir mısrasını dahi unutmamış.

  Bu romanda Kazakların göçüne yer verdim. Aynı zamanda Manyas,Gönen,Erdek ve Bandırma’nın birçok değerine.Örneğin; Gönen’de yıkılmaya yüz tutmuş, ayakta kalmaya direnen Seher Hanı’nda (Gün Ağartan)oldukça ilginç sahnelere yer verdim. ErdekKapıdağ’daki(Didimus Dağı) Kirazlı Manastırı’na da yer vererek turizm açısından bölgeye ve tarihimize dikkat çekmek istedim. Şuna inanıyorum:  Kirazlı Manastırı bu romandan sonra birçok film yapımcısına mekânolacaktır. Son Kazak Kocagöl,  Gölden Haç Çıkarma gibi dini ritüeller yanında birçok gizem ve sır barındırıyor.

*Kitabınızda aynı zamanda Rus Edebiyatı’ndan izler ve tatlar var. Bu kitap aynı zamanda Tolstoy,Dostoyevski,Çehov,Gorki gibi büyük Rus yazarlara bir nevi saygı gösterisi diyebilir misiniz?Kitabı oluştururken Rus Edebiyatı’ndan etkilendiğiniz eserler neler oldu?

Çok haklısınız bu konuda. Rus Edebiyatı’nı çok seviyorum. Ne zaman dünya edebiyatından bir eser okusan Rus Edebiyatı’ndan iki eser okumaya çalışırım. Her sabah Anton Çehov öyküsüyle güne başlarım. Çehov öykülerinde kendimi buldum diyebilirim.Şolohov’unDurgun Akardı Don kitabı, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza,Karamazov Kardeşler; Tolstoy’un AnnaKarenina’sı; Gogol’un Petersburg Öyküleri,Bir Delinin Hatıra Defteri,Dikanka Yakınlarında Bir Köyde Akşamlar adlı romanlar bana yön çizdi. Rusyemekleri, kültürüne aşinalık kazandım diyebilirim.

Bu roman belki çocukluğumdan beri kırk yıllık bir gözleme ve yedi yıllık bir yazım aşamasına dayanıyor. Romanımın yazım aşamasında TRT BELGESEL Kanalında Don Kazaklarıyla ilgili canlı yayınlara katılarak bu kültürün tanınmasını ve o insanların yaşadıkları dramın anlaşılmasını sağladım.

Romanımı her okuyandan Rus klasiği yazmışsın hocam, diye övgü dolu mesajlar ve yorumlar almak beni son derece mutlu ediyor.

*Diğer kitaplarınızı da okuyan biri olarak Salim Nizam kitapları hakkında ilk söyleyeceklerim; Su gibi akmaları ve kültürel varlığımızdan istifade etmesi diyebilirim. Romanlarınızı oluştururken beslendiğiniz kültürel ve sosyolojik kodlar nelerdir?

Aslında bunu biraz da görev yaptığım illere ve mesleğime bağlayabilirim. Çünkü Anadolu’nun birçok şehrinde öğretmenlik yaptığım için Anadolu’yu, Anadolu insanını ve kültürünü yakından tanıma fırsatı yakaladım. Son Kazak Kocagöl, romanı ilk görev yerim Çıldır Gölü kıyısında başlar mesela. Şu an çok popüler olan Doğu Ekspresi treniyle roman kahramanımız İstanbul’a gelir. İstanbul’da 1954 kışı vardır ve Boğaz buz tutmuştur. Aslında Tuna Nehri’nden gelen buzlar Boğaz’ın ağzını kapatmıştır. Ruslan, TirhanVapuru’yla Tophane Rıhtımı’ndan Bandırma’ya gitmek istemektedir. İşte romanda 1948-1962 yılları arasında Türkiye’nin gündemine ve şehirlerin görüntüsüne dair büyülü ifadeler mevcuttur.

Romanlarım hakkında okurlarımdan şu yorumu alırım hep. Sanki biz romanın içinde yaşadık. Belki de bunu tasvire geniş yer vermeme, iyi bir gözlemci olmama ve içinde bulunduğum kültürü yakından tanımama bağlayabiliriz.

*Son Kazak romanı bireye neler gösterebilir ve hissettirebilir?

Şunu kesinlikle söyleyebilirim. Bu romanı okurken siz romanın okurundan çok bir kahramanı olacaksınız. Kurgu çok güçlü, kahramanlar çok güçlü, figüran oyuncu yok. Gerçek olaylarla da desteklendiğinde muhteşem bir roman doğdu.O kadar iddialıyım; okurlarım bir Rus klasiği okuyacaklar.

*Özellikle sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla beraber son yıllarda çok fazla genç yazar ortaya çıktı. Yazdığı kitaplarla onlarca ödül alan Salim Nizam bu gençlere neler tavsiye eder.

Şunu söyleyebilirim. Öncelikle genç yazar adayları Türk ve Dünya Edebiyatı’nın duayen yazarlarını okumalılar. Okumadan yazarlarsa ilerde yazdıklarını yırtmak ve pişman olmak zorunda kalacaklardır.Whattpad yazarları var mesela. Aynı cümleleri tekrar edip duruyorlar: Niye? Çünkü yeterince kendilerini geliştirmiyorlar ve okumadan yazıyorlar.

*Salim Nizam için ulusal basında ve akademik çevrelerde Gönen’in Yeni Ömer Seyfettin’i diyorlar. Bu konuda ne söyleyeceksiniz?

  Evet, doğrudur. Bu mahlas ilk defa 2006 Yılındaki Ömer Seyfettin Öykü yarışmasındaki birinciliğimden sonra ulusal basında bana verildi. TRT’de birçok programda bana bu şekilde hitap edildi. Gönen’de her gören bana Gönen’in İkinci Ömer Seyfettin’i diyor. Ömer Seyfettin’le her zaman gurur duydum, onu izinden yürüyebiliyorsam ne mutlu bana.

*Peki, Salim Bey  Türk Edebiyatı’nda kaç ödül aldınız? Ödüller hala gelmeye devam ediyor mu?

Saymadım ama Mahmut Tunaboylu Öykü Yarışması, Ömer Seyfettin Öykü Yarışması.2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul Öykü yarışması gibi birinciliklerim ve otuza yakın derecem var. En son 2014 yılında Üsküdar YAZAK’tan aldığım ödülle yarışma kısmını noktaladım. Salim NİZAM, Çağdaş Türk Edebiyatı romancıları arasına girdi ve birçok üniversite romanlarımı tez konusu yapmaya başladı. Bundan sonra yoluma kitaplarımla devam etmek istiyorum.

*Son olarak şunu sormak istiyorum. Bundan sonraki projeleriniz nelerdir?                

Çok iddialı olacak, abartmıyorum ama neden Nobel olmasın. Son Kazak Kocagöl romanım bunu hak ediyor, başka dillere çevrilecek ve film olacak bir kurgusu var. Şu an babamın biyografik eseri ve benim otobiyografik eserim olacak olan KIRMIZI MİNİBÜS’ü yazıyorum.Okurlarım, SENİN İÇİN ENGİNAR SAKLADIM romanımın devamını yazmam için beni sıkıştırıyor. Enginar’ın bağımlıları da var. Beş bölümünü yazdığımın müjdesini verebilirim. Ayrıca Gönenli Çoban Ressam Yusuf AKDERE’nin biyografisini de Allah ömür verirse yazmak istiyorum.

              KEREM BOZKURT /RÖPORTAJ

Yazar: Röportaj

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör