Şair
ve yazar, gazeteci (D. 1959, Şenyurt (Derbesiye) / Mardin – Ö. 12 Şubat 2010,
İstanbul). İlk ve orta öğrenimini doğduğu Şenyurt’ta tamamladı. Mardin Ticaret
Lisesi’ni bitirdikten (1976) sonra. İstanbul’a yerleşti. Çeşitli
yayınevlerinde, dergilerde ve gazetelerde düzeltmen, redaktör, editör ve yayın
koordinatörü olarak çalıştı. Aylık olarak yayınlanan kültür dergisi İzlenim’de genel yayın yönetmenliği
görevinde bulundu (1994-95). İktisat ve
İş Dünyası’nda yazı işleri müdürlüğü yaptı. İletişim Sanatları’nda proje
yöneticisi olarak çalıştı. Diriliş
Partisi’nin kuruculara arasında yer aldı. Daha
sonra günlük olarak çıkan Yeni Şafak
gazetesinde editör olarak görev aldı (1995-99). Bir süre serbest olarak
çalıştıktan sonra bir şirkette kültür ve basın direktörlüğü yaptı.
Hamit
Can’ın ilk sanat çalışmaları olan şiir, öykü, deneme ve gezi yazıları 1979
yılından itibaren Sezai Karakoç’un yönettiği Diriliş dergisinde yayımlanmaya başladı. Daha sonra yazı ve
şiirleri Düşünce, İzlenim, Vuslat, Hece, Ekopol, Ay Vakti dergilerinde
yer aldı. Yeni Şafak gazetesinde
kültür-sanat konularında yazılar yazdı; kültür insanları, sanatçılar ve
akademisyenlerle yaptığı söyleşileri yayımlandı.
Derbesiye Günleri adlı eserinde, babasının demiryollarında görevli
olduğu için geldikleri Mardin'in küçük ve şirin beldesi Derbesiye'de geçirdiği
sekiz yıl içinde tanıklık ettiği bu kasabadaki insanların yaşantılarından
örnekler verdi. Hamit Can, son olarak Sezai Karakoç belgeseline katkıda
bulunmuştu.
Hamit
Can, son olarak Yeni Şafak
gazetesinde çalışıyorken, 12 Şubat 2010
günü sabahı evinde geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti. Cenazesi Çengelköy
İmam-ı Azam Camii'nde ikindi namazı sonra kılınan cenaze namazından sonra Çengelköy
Mezarlığı'nda toprağa verildi.
Yüce
Diriliş Partisi Genel Başkanı Sezai Karakoç, Hamit Can’ın vefatı ardından
yayımladığı taziye mesajında “Partimizin
Kurucu üyelerinden Yönetim Kurulu asil üyesi yazar ve sanatçı arkadaşımız Hamit
Can vefat etmiştir. Ömrü boyunca idealimizin takipçisi ve Diriliş Hareketinin
bilinçli mensubu olarak hizmette bulunmuş, gönüllerde silinmez bir yer
tutmuştur. Kendisine Allah’tan rahmet, kederli ailesine, partimiz üyelerine ve
milletimize başsağlığı dileriz” dedi.
ESERLERİ:
BİYOGRAFİ:
Halit Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Rahmi Gürpınar.
ANLATI: Derbesiye Günleri (2009).
KAYNAKÇA:
İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, 2007), Mehmet Nuri
Yardım / Hamit Can’ın Derbesiye Günleri
(Bütün Yazıları, 20.2.2009), Yeni Şafak'ın acı günü: Hamit abimizi
kaybettik - Yeni Şafak gazetesi editörlerinden Hamit Can, bu sabah evinde
geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti (yenisafak.com.tr. 12.2.2010), Sezai
Karakoç`tan Hamit Can taziyesi (Ajanslar, 15.2.2010), Türkiye Yazarlar Birliği
/ Türkiye Kültür Sanat Yıllığı (2011).
Henüz küçük bir çocuğum. Derbesiye'de oturuyoruz.
Mevsimlerden yaz. Sabahın ilk saatleri. Bugün Ceylanpınar'ı göreceğim.
Heyecanlıyım. Kalbim küt küt atıyor. Annem ve babamla birlikte istasyona doğru
hareket ediyoruz.
Posta treninde fazla yolcu yok. Toros Ekspresi gibi
yoğun değil. Kompartmanın penceresinden dışarıyı seyrediyorum. Suriye tarafı.
Gözümün önünden akıp giden birbirinden güzel manzaralar. Küçük küçük köyler.
Trenin sesinden ürken sürüsünü toplamaya çalışan çobanı selamlıyorum. Bir
eliyle asasını yukarıya doğru kaldırıyor. Sevinçten yerimde duramıyorum.
Koridora çıkıp bu kez Türkiye tarafına bakıyorum. Ufukta dağların en tepesinde
Mardin'i görüyorum. Kalemle çizilmiş güzel bir tablo gibi. Birkaç dakika sonra
Arrade (Akdoğan) istasyonuna vardığımızı öğreniyorum. Lojmanların bulunduğu
yerin üst taraflarında ufak bir köy. Çevresinde sebze bahçeleri.
Ceylanpınar'a az kaldı. Kimbilir ne kadar büyük diye düşünüyorum. Adı bende çok
zengin çağrışımlar yapıyor. Gönlüm renkten renge giriyor. Sabırsızlanıyorum.
Yeniden birbirinden sadece telörgüyle ayrılmış, ama aslında kültür, dil, din
yönünden bir elmanın iki yarısı gibi bir bütünlüğü tamamlayan Suriye ve Türkiye
arasında gidip geliyor bakışlarım. Toprak her iki tarafta da yeşil değil, daha
çok kahverengiye yakın. Bir bakmışım incecik bir dere. O kadar zayıf akıyor ki,
insanın kurudu-kuruyacak diyesi geliyor adeta. Cılız ağaçlar. Demiryolu
hattının altında da üstünde de gözüme ilişen insanların duruşları, devinimleri
aynı. Derken tren takırtıları yavaşlıyor, iki-üç kısa düdük sesi duyuyorum.
Cırcıp (Gürpınar) istasyonuna girmişiz. Annem ve babam aynı anda "işte
senin doğduğun yer" diyorlar. Gürpınar'da doğmuşum. Küçücük bir lojmanı
işaret ediyor babam: "Bu ev" diyor. Ve ekliyor: "Bir kış
günüydü. Ta Karkamış'tan demiryolu doktoru istemek zorunda kalmıştık. Doğum zor
olmuştu çünkü..." Annemle bakışıyorlar sonra. Zor doğumdan ben
sorumluymuşum gibi bir çeşit suçluluk duygusuna kapılıyorum. Babam, pencereden
dışarıya sarkarak, birkaç memuru selamlıyor. Karşılıklı hal-hatır soruyorlar
birbirlerine. "Rasulayn'a mı?" diye soruyor, orta yaşlı biri.
"Evet" diye cevaplıyor babam. Birden hatırlıyorum, Ceylanpınar'ın
arapçada "Rasulayn", kürtçede "Serekâniye" olduğunu.
Misak-ı Milli sınırları çizildiğinde Derbesiye, Nusaybin ve birçok sınırdaki
kasabalar gibi ikiye bölünmüş.
Birkaç dakika sonra tren yeniden hareket ediyor.
Sabahın serin nefesiyle içim mest oluyor. Kanatlanmak istiyorum. Kompartmanın
içi bana dar geliyor. Bir an önce artık yolculuk bitse. Rüyalarıma bile giren,
bu tatlı beldeyle gözgöze gelebilsem. Çarşılarının altını-üstüne getirsem. Doya
doya gezsem. Bu düşüncelerle göz kapaklarım ağırlaşıyor. Olağanüstü düşlerin
içinde buluyorum kendimi. Birden "uyan artık, Ceylanpınar'a geldik"
diye bir ses duyuyorum. Babam. Birden yattığım yerden doğrulup pencereye
koşuyorum. Ofisi görüyorum ilkin. Derbesiye'deki silonun aynısı diyorum
içimden. Çok geçmeden tren duruyor ve iniyoruz. İstasyon gözüme öyle büyük ve
kalabalık görünüyor ki... Nusaybin veya Karkamış yönüne gidecek,
erkekli-kadınlı Suriyeli yolcular dikkatimi çekiyor. Muhtemelen Toros
Ekspresi'ni veya Motorlu Tren'i bekliyorlar. Gerçi vakit daha erken sayılır. Kuşluğun
son saatleri. Yani onbir suları. Motorlu tren, saat bir-birbuçukta Derbesiye'de
olduğuna göre, olsa olsa yarım saat veya kırkbeş dakika sonra burada olur.
Halep'ten gelecek.
Hava çok sıcak. Acı biber gibi yakıyor. Çarşıya
yöneliyoruz. Girişte solda manav ve bakkal dükkanları. İri taneli, billur gibi
parlak üzümler. Kıpkırmızı domatesler. Koyu mor renkli patlıcanlar. Dolmalık
biberler. Az ötede dörtyol. Direğe sinema afişi asılmış. Kimbilir buranın
yazlık sineması ne kadar güzeldir. Bir köşede dondurmacı. Çevresinde çocuklar
var. Onüç-ondört yaşlarında bir çocuk, rendelediği buzu bardaklara doldurup
üstüne vişne veya limon renkli şerbetler döküp, bekleyen müşterilere veriyor.
Bir taraftan bas bas bağırıyor. Bu gördüğüm bir tür dondurma herhalde diye
düşünüyorum. Babama bakıyorum, "akşama doğru hava serinlediğinde çarşıya
çıktığımızda alırım..." diyor.
Parke taşlarla kaplı caddelerden geçtikten sonra
sokaklara dalıyoruz. Tam hatırlayamıyorum ama, sanki, gideceğimiz yer
"Şabina mahallesinde". Yakın bir akrabamızın evinde misafir olacağız.
Güneş tepede. Evler çoğunlukla kerpiçten. Damların
gölgelerinde oyun oynayan çocuklar. Ellerinde kaplarla acele adımlarla yürüyen
adamlar. Ellerindeki kapların içinde buz kalıpları taşıyorlar. Ortalık
kaynıyor. Gölge bile kavurucu. Durmadan soğuk su içmek istiyor insan. İçtikçe
daha çok içmek geliyor içinizden. Limonata, ayran da kesmiyor.
xxx
Ceylanpınar'ı sonraki yıllarda, çoğunlukla yaz
tatillerinde olmak üzere hep ziyaret ettim. Her seferinde birkaç hafta kaldım. Zamanla
çok kıymetli arkadaşlar edindim. Onları ve Ceylanpınar'ı hep sevdim. Önümüzdeki
günlerde zaman elverirse Ceylanpınar ve Ceylanpınarlılarla ilgili izlenimlerimi
daha detaylı anlatırım. Şimdilik söz veremiyorum.
YAZARLARINI ÖLDÜREN GAZETE
LEVENT ELPEN
Sessizce otururdu masasının
başına. Gelişini ve gidişini hissetmezdik. Sessizce geldiği gibi, sessizce
kaybolurdu ertesi mesaiye kadar…
Dertlerini hiç anlayamadık. Entelektüel ve içine kapanık zannettik. Altı çocuğunun geçimini nasıl sağladığını hiç merak etmedik. Dahası, onu “Eski tüfekler” safına dahil edip, itekledik, “Yükselen yeni değerler”in peşindeki koşumuzda, onu bir engel olarak gördük, uzakta durduk.
“Gazeteci”, bizim gözümüzde, boyadan geçilmeyen, cafcaflı başlıklar atan, kerameti kendinden menkul “ünlü”lerin boş hayatlarını toplumun “istifadesine” sunan, tepedekilerle ve çıkarı olan herkesle “iyi ilişkiler” içinde olması gereken kişiydi. Yırtıktı, acardı, iğne deliğinden girer, açılmayan kapıları açardı. Haber toplama ve değerlendirme tekniklerini bilmesi, makalelere hâkimiyeti, edebiyat ve Türkçe kapasitesi, dünyaya bakış açısı ve felsefesi, kültürel yeterliliği ve kişisel yetenekleri ile bir takım meziyetlerinin, bizim için zerre kadar önemi yoktu.
Böylelerine binlerce lira aylık maaş vererek kendinize bağlayabilirdiniz. “Eski tüfek”ler mi? Onlar, haber toplama ve değerlendirme tekniklerini bilseler de, canavar gibi makale yazsalar da, edebiyat ve Türkçe kapasitelerini hayran olunacak derecede kullansalar da, dünyaya bakış açıları ve felsefeleri sağlam bir duruş sergilese de, kültürel yeterlilikleri, kişisel yetenekleri ve bir takım meziyetleri mükemmel olsa da, bin (yeni) lira aylığa razıydılar ya bir kere, bitmişlerdi bizim gözümüzde… Ağızları ile kuş tutsalar, yine yaranamazlardı. Sefildiler, açtılar, ikinci mevkiye layıktılar ve “halk” adamıydılar. Bazen “kolonya” kokarlardı.
Bu “banal” insanlar, onlara layık gördüğümüz aylık bin liralarını aylarca geciktirsek de sorun etmezlerdi nasıl olsa. Ne kadar çektirsek de, “bizim adam”dı onlar. Ama “büyük” gazetelerden transfer ettiğimiz cafcaflı, acar, “ismini vermek istemeyen kişiler”den iyi duyum alan muhabirlerin, binlerce liralık aylıklarını bir gün geciktirsek, hepsi birden o saat üstümüze yürürdü, amanin… E, onlar yüklü maişetlerini alamazlarsa, bizim onlardan da “yüklü” maişetimiz tehlikeye girmez mi?
İyi de ya şimdi bu eski tüfekler, bizden borç para isterse? Ya kiralarını ödeyemedikleri için para yardımı talep ederlerse? Nereye kaçarız?
Böyle düşünüyordu, onun ölümünden önce, bazı gazete yöneticileri…
Ölümünden sonra da aynı şekilde düşündüklerinden kuşku duymamak elde değil.
Hamit Can, daha 51 yaşındaydı. Uzun yıllar gazetenin Düşünce Günlüğü sayfalarının editörlüğünü yapacak kadar edebiyat ve felsefe bilgisine vâkıftı. Tek “suçu”, mütevazı olmaktı.
Bir gece, “sürgün” edildiği Yurt Haberleri servisinde, fenalaşmış. Başını masaya koyup, saatlerce öylece kalmış. Bir-iki arkadaşından başka kimse yanına gidip ilgilenmemiş. Kimse, onu hastaneye götürmeyi düşünmemiş. Kalkmış, sonra. Eve göndermişler. Sabaha karşı, sabah namazından sonra, beyin kanaması geçirmiş. Kurtaramamışlar… Allah rahmet eylesin.
Hamit Can gibi sessiz bir usta, o gazetenin en müstesna köşelerinde yazması gereken bir yetenek, böyle heba edilip, harcandı işte. Böyleydi onların hak ve adalet anlayışı… Allah’ın bu kuluna reva gördükleri için kendilerinden hiç hesap sorulmayacağını düşünüyorlardı.
Geride, aylardır alamadığı aylığından biriken borçları kalmıştı. Bir de gözü yaşlı bir eş ve altı çocuk…
Belki yardımlar yağmıştır ailesine ama ne fayda…
Hamit Can, bugün yaşıyor olabilirdi. Bir gazete “yöneticisi” ilgi gösterseydi…
Hayır, bu zulüm daha fazla devam etmeyecek. Çalışanlar, yüreklerindeki isyanı bastıramıyor artık. Nusret Özcan, Hamit Can ve daha nice bir kenara atılmış değerler ve bu değerlere layık görülen sefalet…
O câmianın değerleri, milletvekili seçilmek için otuz takla atan ocakbaşları, cömertçe patronun nakit köprüsünün başını tutanlar, başbakan danışmanı olmak için el etek öpenler, karalardan kara beğenenler, olamaz! O câmianın gerçek değerleri, bugün yaşıyor ama çok yakın bir gelecekte, bu değersiz varlıklar yüzünden yok olacaklar. Onlar, yok ettiklerinin yerine kendilerinin ikame olacağını zannediyorlar ya, yanılıyorlar. Bindikleri dalı, kendileri kesmekle meşguller çünkü.
Gazete çalışanları, sendikalı olmak için hareket geçmiyorlarsa, oturun da halinize şükredin!
Sahi, Türkiye Yazarlar Birliği, bu konuya ne zaman el atacak?
18 Şubat 2010
4 Ekim 2014
Ah
Hamit Can! Can dost, candan dost! Bir derviş gibi yaşadın Bâbıâli’de… Sessiz
sedasız bir ömür sürdün âlemimizde… Diriliş Nesli’nin yüzakı isimlerindendin.
Derbesiye Günleri’nde çocukluk yıllarını ne güzel anlatmıştın
Sanatalemi.net’te. Sonra o yazıların kitaplaşmıştı. İstanbul yazıların vardı
daha… Ama ömür vefa etmedi. Bir gün ansızın çekiliverdin aramızdan çelebice,
aniden sonsuzluğa doğru yol aldın. Seni seven dostların seni hiç unutmuyor inan
ki. Yazdığın sitedeki altı yazarla birlikte adına bir yarışma düzenleniyor. Ve
bu yılki yarışma senin de çok sevdiğin ‘Deneme’ dalında. Yeni deneme yazarları
çıkacak biliyorum, yeni Hamit Canlar kazanacak edebiyat dünyamız… Hissediyorum,
bedenen olmasa da ruhen hep aramızdasın. O hüzünlü, derin bakışlarınla her daim
meclislerimizdesin… Rahmet diliyorum sana. Allah’tan mağfiret niyaz ediyorum.
Mekânın cennet ola...