Eğitimci, siyaset ve devlet adamı (D. 1885, İstanbul - Ö. 10
Haziran 1966). Maarif Nazırı A. Suphi Paşa’nın oğlu, ilk Maarif Nazırı A. Sami
Paşa’nın torunudur. Galatasaray Lisesini bitirdikten (1904) sonra Ayasofya
Rüştiyesi (ortaokul, 1908-10), Darülmuallimin (erkek öğretmen okulu, 1910-13)
ve Darülfünûn’da (İstanbul Üniversitesi) Fransızca, Türk edebiyatı, pedagoji
dersleri hocalığı yaptı. Türk ve İslâm Güzel Sanatlar Kürsüsünü kurarak bu
dersi okuttu (1913-20). Aynı dönemde Matbuat Umum Müdürlüğü yaptı. Son Osmanlı
Meclisine Antalya’dan üye (milletvekili, 1920) seçildi. Birinci TBMM’ne Saruhan
(Manisa) Milletvekili olarak katıldı, iki defa Millî Eğitim Bakanı (1920-21 ve
1925) olarak görev yaptı. 1946 ve 1950 seçimlerinde de iki kez milletvekili
seçildi.
Tanrıöver; Türk Ocaklarının kurucusu olup, on sekiz yıl (1913-31)
bu kuruluşun başkanlığını yaptı. Türk Ocakları kapatılınca (1931) elçilik
görevi ile gönderildiği Bükreş’te uzun bir süre (1931-44) görev yaptı. Bu
görevi sırasında Dobruca Basarabya köylerinde yaşayan Gagavuz Türkleri ile
ilgilendi. Onlar için Türkçe öğreten okullar açılmasını, okulların bazı
gereçlerini ve bazı öğrencilerin Türkiye’ye gelerek öğrenim görmelerini
sağladı. Birinci Dünya Savaşı’ndaki Türk şehitleri için Bükreş’te bir Türk
Mezarlığının kurulmasına katkısı oldu. Türkiye’ye döndükten sonra Demokrat
Parti (DP) listesinden İstanbul Milletvekili olarak TBMM’de bulundu. Sonra
DP’den ayrılarak Hürriyet Partisinden aday olarak katıldığı 1957 seçimini kayberek
bir süre sonra politikadan çekildi. İstanbul’da Merkez Efendi Mezarlığında
toprağa verildi.
Hamdullah Suphi Tanrıöver; tarihçi, fikir adamı, siyaset adamı
idi. Bu üç kaynağı da yalnız bir ülkünün, Türklük şuurunun emrinde kullandı.
Bütün ömrü, hangi yerde ve mevkide olursa olsun, aynı ülkünün savunması ile
geçti. Hamdullah Suphi’nin ilk şiirleri Paris’te yayımlanan Şurâyı Ümmet gazetesinde
çıkmıştı. Başyazarı olduğu Davul (1908-09) dergisinde mizah yazıları ve
taşlamalar yayımladı. Fecri Âti edebiyat topluluğu ve ardından Millî Edebiyat
akımı hareketine katıldı. Edebiyatımızın hitabet kolunda olduğu kadar fikri
gelişmemizde de önemli bir kişi olarak yer alır. Türk Ocakları onun kurup
geliştirdiği bir kültür ve fikir yuvasıydı. O, bunların yaşayıp gelişmesi
için sürekli olarak çalışmış, ikinci açılışlarına da öncülük yapmıştı. Hitabet
edebiyatımızla ilgili iki kitabı vardır. Bu konuyla ilgili olarak bu iki
kitaptan başka eser de yoktur. Türk Ocaklarında yaptığı konuşmalarla tanındı.
Edipliği yanında hâtipliği ile de ünlendi. TBMM’nin önemli hâtiplerindendir.
Maarif vekili iken Mehmet Âkif’in İstiklâl Marşı’nı Meclis kürsüsünden
ilk defa okumuş, Meclis tarafından ayakta alkışlanmıştı.
“Siyaset ve idare tarihimize ünlü adlar yetiştirmiş köklü bir
ailedendir. Soyundan ve tarihimizden tevarüs ettiği değer hükümlerini, küçük
yaşta başladığı Batılı öğrenim ve eğitim içinde kaybetmemiştir. O da, Halide
Edip gibi, yerli geleneklerimizle Batı medeniyetini uzlaştıran bir terkibi
kafasında ve kalbinde kolayca yapabilmiştir. Bu vasfıyla Hamdullah Suphi
Tanrıöver, yurtdışında elçi olarak yalnız devleti değil bütün soylu
gelenekleriyle Türk kültürünü de haysiyetle temsil etmiştir.
“Zarif adamdı. Türk nezâket ve terbiyesinin belki de aramızda son
temsilcisi olmuştur. Güzeli, iyiyi, doğruyu söylemeye alışık ağzından, kaba değil,
ahenksiz bir kelimenin çıkabilmiş olacağına ihtimal veremem.” (Munis Faik Ozansoy)
ESERLERİ:
Dağyolu (konferans ve
konuşmaları, 2 cilt, 1928-31), Günebakan (makaleler, 1929).
Kitaplarından Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun yaptığı seçmeler MEB
tarafından yayımlandı (1971).
KAYNAK: Mehmet Zeki / Türkiye Teracimi Ahval Ansiklopedisi (c. II,
1929), Munis Faik Ozansoy / Hamdullah Suphi Tanrıöver (Hisar, Temmuz 1966),
Mustafa Baydar / Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Anıları (1968), Muzaffer Uyguner
/ H. Suphi Tanrıöver ve Anıları (Hisar, Temmuz 1968), Feyzi Halıcı /
Parlamenter Şairler (1990), Türkiye Büyük Millet Meclisi Albümü 1920-91 (1994),
Mehmet Behçet Yazar / Edebiyatçılar Alemi - Edebiyatımızın Unutulan Simaları
(yay. haz. Mustafa Everdi, 1999), İbnülemin Mahmud Kemal İnal / Son Asır Türk
Şairleri (c. II, 2000), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002),
Mehmet Atilla Maraş / Şair Milletvekilleri 1 - 22. Dönem 1920-2005 (2005), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
(…) Yüz sene
evvel tâ Tuna boylarına kadar bütün Balkanlarda Rumlardan başka kimse var
mıydı? Yabancılar Türkiye'de başka Hıristiyan milletler olabileceğini büsbütün
unutmuşlardı. Zaten devletimizin Avrupa'daki vilâyetlerine Rumeli ismini vermiş
olması, vaktiyle onun da Balkanlarda başka millet fark etmediğini göstermez
mi? Bu fikri en büyük bir sadakatle taşıyan ve herkesi hususiyle Balkan
milletlerini ona inandırmak isteyen Rum Patrikhanesi'ydi. Elan, Bulgarlar,
Sırplar bahusus Ulahlar arasında biz Rum'uz diye gezen, çok şaşkınlara tesadüf
edersiniz. Siz o köylülere Rumca söyleyiniz, anlamazlar. Rumca olarak bütün
bildikleri, ya iki, ya üç kelimedir. Fakat ısrar eder, inat eder, biz Rum'uz
derler. Artık bu haller yavaş yavaş değişiyor, Rumların dün istedikleri ve
bugün buldukları arasında, ne azîm bir fark var. Eski şark imparatorluğunu
tesis edeceklerdi. Tuna kıyılarından Akdeniz sahillerine kadar inen, Anadolu
içerlerine kadar yayılan saha dahilinde ne kadar Ortodoks milletler varsa
hepsi birleşecek, Atina bu büyük Rum İmparatorluğunun payitaht-ı sanayi,
İstanbul payitaht-ı siyaset, Kudüs-i Şerif payitaht-ı din olacaktı. Bu hayal,
patrikhanenin gözü önünde, Bizans'ın eski sarayları gibi parça parça yıkıldı,
harab oldu. Romanya ayrıldı, kendi başına bir hükümet teşkil etti. Sırbistan, o
da ayrıldı. Sonra Bulgaristan ayrı bir hükümet, hatta ayrı bir kilise tesis
etti. Şimdi en son olmak üzere, Rum kilisesinin en sadık müşterileri olan
Ulahlar, onlar da bir vicdan-ı millî beslemeye ve ayrılmaya başlıyorlar. Biz
istiyoruz ki Bulgarlar, Bulgar kalsın. Rumlar istiyor ki Bulgarlar, Sırplar,
Arnavutlar, Ulahlar tekmil Rum olsun. Biz kendi lisanımızda ibadet etmek,
ayinlerimizi kendi rahiplerimizle yapmak istedik, onlar, mutlak Cenâb-ı Hakk'a
Rumca söyleyeceksiniz ve aranızda biz tavassut edeceğiz dediler.
Buraya gelirken, şimdi mevsimi
olduğu için, kirazlarıyla kıpkırmızı duran, Prozenik köyünü görmüşsünüzdür,
orada bizim bir kilisemiz, bir mektebimiz, Rumların da bir kilisesi bir
mektebi var. Siz bu iki kiliseyi yan yana görseniz, kapıları, birbirini söven
ağızlar, pencereleri, birbirine kin ve gazapla bakan gözler zannedersiniz ve
her tarafta böyle... Bunun için dağlarda, çiftliklerde, değirmenlerde, hatta şehirlerin
ortasında, hatta kilise kapılarında Rumlar bize düşmanlık ediyorlar...
Genç rahibin söyledikleri değil,
asıl ketmettikleri hâlâ beni düşündürür. Mübahasemizin sonuna doğru, tabaksız
geniş bir fincanla bize taze bir kahve ikram ettiler. Dışarı çıktığım vakit
memleket bana yabancı bir gözle bakıyordu. Her biri başka bir dava güden
çeteler, kiliseler ve mekteplerle memleketin manevî kısmı bizden ayrılıp
gidiyordu. Sonra her tarafta araziyi islam beylerinin elinden satın alıyor,
bizi topraktan da uzaklaştırıyorlardı.
Arada kilise, yani lisan yani
milliyet mücadelatına en son dahil olan zavallı Ulahlardır. İhtiyarlarıyla
konuşsanız, görürsünüz ki onlar nereden gelip nereye gittiklerini pek iyi
bilmiyorlar, asıllarını düşündükleri vakit, ancak uzaktan uzağa rüyada
görülmüş derin, şüpheli, karışık bir şey gibi, ihtiyar ninelerden, dedelerden,
Roma isminde bir şehir istediklerini der-hâtır ediyorlar. Galiba vaktiyle
oradan kalkıp buralara gelmişler. Aradan çok zamanlar geçmiş, o memleket
nerededir unutmuşlar. Şimdi var mı yok mu bilmiyorlar; şimalden cenuba kadar
yeşillerin bütün anâtıyla boyanmış feyyaz ormanlarıyla havanın içinde
dalgalanıp giden Pend silsilesinde, Teselya'nın, Arnavutluk'un bütün yüksek
dağlarında, iptidâi gözlerle vahşi tabiatı seyreden, rüzgârlara açık polat
göğüsleriyle sürülerini güden bu altın yürekli, bu inanılmayacak derecede cesur
adamlar, uzun bir müddet Rumların iğfaline uğramış, onların mekteplerine,
kiliselerine paralarını, ihtilâllerine kahramanlarını vermiş, kendi
benliklerini diğer yabancı, büsbütün ayrı bir kavmin dâvâ-yı milliyeti
ortasında terk ve feda etmişlerdi. Fakat şimdi yetişenlerle görüşünüz. Meselâ
demin buradan çıkan mektepliye Makedonya'da Ulah meselesi ne haldedir, diye
sorunuz. Bakınız size neler anlatır; dağların büklümlerinde kaybolmuş en küçük
köylerden en büyük merkezlere kadar her köşede, her delikte ne kadar Ulah
vardır; size birer birer tafsil edecek, yapılmış, yapılmak üzere, ileride
yapılacak mektepleri, kiliseleri ayrı ayrı ta'dât edecek. Büyük ihtilâlin
rüzgârı, Avrupa'da elimizde kalan en son topraklara da uğradı. Şimdi oradaki
ormanın her dalından başka bir ses, bir sadâ-yi ihtiras, bir sadâ-yı şekva çıkıyor.
Rumeli'de yaşayan köylüler, Plevne
etrafında Ruslara yardım eden Romanyalıların kim olduğunu merak ettikleri günden
beri, Ulahlar Balkanların üst tarafında kendilerinin din ve kan kardeşleriyle
meskûn bir memleket olduğunu öğrendiler. Bir Ulah idadisinde görüştüğüm on
sekiz yaşında, çocuk denecek kadar genç bir hoca;
Bizim ağacımıza dolaşan kötü Rum
sarmaşığım yılan doğrar gibi parça parça kesip atacağız, diyordu. Bizim en
büyük düşmanımız üstümüze ateş ve demirle dolu çetelerini saldıran,
adamlarımızı boğazlayarak, yetim ve fakir kalan çocuklarımızı kendi
mekteplerine alarak Rumlaştıran Yunanistan değil, elindeki eski Yunan
İnciliyle lisanımıza tasallut eden Rum papazları, Rum patrikhanesidir...
Görüyorsunuz ki bunlar da ihtiras-i
millî ile kıvranıyor, yanıyorlar ve komşu milletlerin telkinâtı, kan ve barut
dumanı kokan mesaisi günden güne daha had bir şekle giriyor. Yalnız benim
evimde Koçana'da, Reji Müdürlüğü'nde bulunduğum zaman tuttuğu hizmetçi Zoviçe
bir hafta da üç defa tebdîl-i milliyet etti. Bir cuma günü evime Ulah olarak
geldi, Salı akşamı yemekte sordum, Rum olduğunu söyledi. Kilisede senin baban
Rum'du demişler, şahitler çıkmış, yeminler etmişler, cebini hoşnut etmişler,
artık Rum oldu. İki gün sonra üç saat kadar izin aldı, bir yere gitti. Yüzü
kıpkırmızı eve döndü. Anladım ki ehemmiyetli bir şey geçti, sen nesin diye
sordum; artık ben Bulgar'ım dedi. Perşembe günü saat sekiz buçukta Bulgar olmuştu.
Annesinin Bulgar olduğunu ispat etmişler, mahallesinden adamlar gelmiş, meclis
kurulmuş ve çocuğunu meccanen Bulgar mektebine kabul etmişler, daha bilmem ne
yapmışlar, o da Bulgar olmuş ve Bulgar kilisesinden başka bir kiliseye gitmeyeceğine
İncil-i Şerif üzerine yemin etmiş.
(Balkan
Savaşı Hikayeleri, haz. Nesime Ceyhan, 2006)
Uzak denizlere tenhâca gözlerim dalıyor,
Derin çöl akşamı üstünde sessiz alçalıyor;
Uzakta Ak Deniz’in vecd-i lâl ü tenhâsı
Ufukta çöllerin esrar-ı hüzn ü rüyası.
Bu çöllerin ılık akşamlarında güller erir;
Mesâ... bu ufk-ı sükûtun sükûn-ı iffetidir...
Yavaş yavaş yine evlerde lâmbalar yanıyor...
Gönül, ipekli karanlıkta bir hayâl anıyor...
Odam, felâket-i zulmetle pür-memât ü gubâr;
Ne bir kadın eli, heyhât ne bir tebessüm var.
Odamda lâmbamı hep böyle kimseler yakmaz...
Tesellî et beni ey zulmet... ey leyâl-i niyâz...
İçimde şimdi benim eski şerhalar kanıyor,
Yavaş yavaş uzak evlerde lambalar yanıyor...
Uzakta, tâ Nil’in üstünde zirveler nâ gâh
Beyazlaşıp şeb-i hücrâya doğru kasvet-i mâh...
Ziyâda hurmalar olmuştu bir hayâl-i serâb...
Ayın ziyâsını içmişti mahremiyyet-i âb.
Uzakta kaafileler, kâr-bânlar, develer
Gunûde bir çayı ta’kîb edip cenûba gider.
Dikenli bir yolun üstünde tozlu bir merkeb.
Semâda yolcuya yol gösteren hayâl-i zeheb..
Başımda mâtem-i hicrânı eyliyor iskât,
Bu bir sükûn-i münevver, bu mevc-i rûh-i seher.
Bu saçların, gözü ru’yâya nakl eden huzemât,
Bu işte rûhu hayalâta bağlayan teller.
Nazarlarında derin bir semâ-yı meh-tâbın
Düşündüren, düşünen bir vakfe-i sükûneti var,
Ve her bakışta bu bir ihtisâs-ı bî tâbın
Eder sukûnunu kalbimde bir zaman bidâr.
Ve bir tesâdüf-i enzâra karşı gözlerini
Bir ihtirâz perîşân içinde gizlerken,
Öper dudaklarının nâzikî-yi müskirini
Bir iştiyaak u perestişle gözlerim birden.
Meşâm-nevâz ü esîrîsin, en rakik ezhâr
Nefeslerinde bırakmış bir ıtr-ı nâz ü hayâl;
Nefeslerin sanılır nefha-yı riyâh-ı bahâr,
Revân eder dil-i aşkımda bir havâ-yi visâl.
Nazarlarında bana tevdî-i rûh eder ba’zen,
İçinde bir güneşin lem’a-yı fuyûzâtı
Sarar muhabbetime bir ziyâ nevâzişten
Ve kalbimin uzanır lerziş-i münâcâtı.
Zamân olur ki bütün gölgelerle gaşy-i melâl,
Uzak bir ufka bakan bir nigâh ile mahzûn,
Sükûn içinde kalırsın. Fakat nedir ki bu hâl
Sesin durur, yine bir şeyler anlatır rûhun.
Ve ben semâya bakan bir nazarla mest-i hayâl,
Ulûvv-i hüsnüne bir ihtirâm ü takdîsin
Lisân-ı aşkını rûhumla eylerim isâl.
Cevâb olur buna meyl-i rükûdu gözlerinin.
Bembeyaz saçlarından, gümüş şakaklarından sonra
genç yüzü, karlar içinde bir çiçek tazeliğini andırır. Kemer kemer yükselen
kara kaşlarında hiç silinmez bir soruş vardır. Sanırsınız ki Hamdullah,
herkesin ve her şeyin dış görünüşü altındaki gizli hakikati sorup arıyor.
Işık ve mânâ dolu gözleri, bazen güzelliği, keskin
ve yalçın bir hale kor. Bu, belki de dik, sert çizgilerle sıçrayan kavgacı
burnunun ifadesidir. Fakat böyledir. O kadar tatlı gülen, âhenkli konuşan, sese
bir kucak sıcaklığı veren ağzı da, gergin hatlı bir çene ile biter ve bu bitiş
insana katı ve keskin şeyler düşündürür.
Duruşu, oturuşu, yürüyüşü, bakışı ayrı ayrı yumuşak
ve zarif olduğu halde, hepsi bir araya gelince, Hamdullah'a görünmez amma
hissedilir yaylı bir ayrılık verirler.
Onu Ocak'ta tanıdım. Orada sevdim ve geçen zaman
gönlümdeki bağın ipliklerini halat yaptı.
Yalnız Hamdullah'ı yakından tanıyanlar, bilirler ki
o, uyandırdığı muhabbeti denk bir sevgi ile karşılıyamaz. Bir orman üstüne yaldız
gibi serpilen güneş, nasıl her yaprağı aynı ışık ve hararet bolluğuyla
kucaklayamazsa, o da bütün kendini sevenlerin gönlünü alamaz.
Yanında bin kişiyi anınız. Hepsi için:
- Yavrum! der ve sesi aynı şefkatli akortla titrer.
Türk Ocagı'nın bir ateşgede oluşunu biraz da onun
alımına borçluyuz. Bu mukaddes soy aşkını parlatanlar arasında, onun payı
büyüktür.
Sevimli varlığı, genç ruhların mıknatısı olmuştu.
Üşenmez, yorulmaz, ye'se kapılmaz, bıkmaz, usanmazdı.
Çıplak, soğuk odalar, çok geçmeden milliyet aşkının
nuriyle ısındı, sevgiyle döşendi. Samanlık seyran, virane saray oldu.
Hamdullah'ı sonraları meb'us, vekil, sefir
hüviyetleri içinde gördüm. Fakat bütün bunlar, nihayet birer kıyafet
değişmesidir. Ne nazır koltuğu, ne sefirlik makamı Hamdullah'ın kendisine yeni
bir varlık verdi. O, bunların hepsinden üstün olmasını bilmişti.
Onu andığımız vakit, gözümüzün önüne ve ruhumuzun
içine hep o eski hayaliyle gelip yerleşir. Yaldızı dökülmeyen tarafı sanatkâr
cephesidir.
Hamdullah, bizde daha çok söz sanatının yaratıcısı
olarak tanınır.
Fecr-i Âti'nin değerli bir şairi idi. Annemin
Derdi gibi gerçekten
güzel, samimiyeti derinlik haline koyan şiirler yazmıştı. Annesini bazen bir
tek mısra ile canlandırırdı:
Yanımda başka bir akşam kadar hazin annem
Bizde galiba ilk madalyalı şair de odur. Fakat
içli, duygulu mısralar, onu doyurmuyordu. Bir gün bu dinmeyen susayıştan
Türklerin Demosten'i çıktı.
Rahmetli Ömer Naci'nin Acem tecvitli, mübalağalı,
çırpınışlı hitabetinden sonra, onun aydınlık sesi, berrak ve menşurdan süzülmüş
gibi renkli sözleri, bize gerçek hatibin ne demek olduğunu göstermişti.
Hamdullah söylerken, biz kendi duygularımızın,
kendi düşüncelerimizin söze sığdırıldığını, cümle kalıplarına döküldüğünü
görüyor, zevkle kendimizden geçiyorduk.
Yukarıda işaret ettiğim büyük ve coşkun sevginin
ilk kaynağı, işte bize verdiği bu zevktir. Ruhundan önce sanatını, kalbinden
evvel yaratıcılığını görüp beğenmiştik.
Yaşıtlarım arasında ona imrenenler çoktu. Belki
yüzlerce genç Hamdullah'ın sesiyle konuşmaya, Hamdullah'ın hareketlerini
benimsemeye çalışırdı. Ona yaklaşmak uğrunda oldukça, taklit bile bize küçük
görünmüyordu.
Türkçülüğün yayılmasında ilk hamleyi yapan
Hamdullah, Büyük Millet Meclisi'nde de bu kuvvetinin öğünülecek izlerini
bırakmıştır. Çerkes Ethem isyanından sonra, Millet Meclisi kürsüsünde saatlerce
gürledigini hatırlıyorum. Hamdullah o gün yarını görenlerin bayrağını açmış ve
olgun ruhlardan kopan kasırgaların uğultusuyla haykırmıştı.
Onu dinlerken, içimden hiç silinmeyen bir derde
uğradım. Parlak, derin, güzel sözleriyle ruhum kaynadıkça, kendi kendime:
- Yazık! derdim; yazık! Bu güzel şeyler, havanın
boşluğunda eriyip gidiyor. Evet, çünkü Hamdullah bir Agora Sofist'i değildi.
Hitabı, geçici heyecanlar uyandırmak ve kalabalığı herhangi bir yola sürüklemek
mânâsına almazdı. Söz'de o, eski hurufîlerin aşkını duyar, ağızda bir mihrap
kutsiyeti sezerdi.
Evet, o yüzlerce nutuktan bugün ancak bir avuçluk
şey kaldı. Dağ Yolu ve Günebakan ciltlerindeki birkaç yüz yaprak nedir? Otuz yılın Hamdullah'ını, bu
kadarcık yere mi sığmış görecektik? Fakat kimbilir, dünya bu... Belki onu
dinliyenler içinde not tutmuş olanlar vardır. Belki yarın bunlar el ele vererek
tıpkı Demosten'le Çiçeron'un, Jores'in hayranları gibi emeklerini, notlarını ve
hafızalarını birleştirerek Dağ Yolu ile Günebakan'a yeni ciltler katacaklardır.
Hakkında: Hakkı Süha Gezgin, Edebi
Portreler