Şair, gazeteci (D. 26 Ocak 1972, Şanlıurfa – Ö. 16 Şubat 2009). Tam adı Mehmet Sait Yakut’tur. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ile İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki yükseköğrenimini tamamlamadı. 1990’dan itibaren Ankara ve İstanbul’daki çeşitli medya ve reklamcılık kuruluşlarında çalıştı.
Ankara’da çıkan Yeni Dosya dergisinde genel
yayın yönetmenliği, Marmara Radyo ve bir petrol şirketinde yöneticilik, bir
ajansta program danışmanlığı yaptı. Türkiye Yazarlar Birliği ve Mazlum Der
üyesiydi. 16 Şubat 2009 günü bir trafik kazası sonucu vefat etti. Genç yaşta
ölümü edebiyat çevrelerinde büyük üzüntüye sebep oldu.
Yazıları Radikal, Milliyet, Yeni Şafak, Pazar Postası, Birikim,
Yeni Türkiye, Yeni Dosya, Siyasetname, Cumhuriyet Kitap dergi ve
gazetelerinde; şiirleri Yedi İklim, Ludingirra, Kırağı, Çerağ, Dergâh,
Sanat, E Edebiyat dergilerinde yayımlandı. Dönmeyenlerin Aşkı (1989)
adlı bir şiir kitabı vardır.
KAYNAK: İhsan
Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2. bas., 2009), Seyhan
Sevinç / M. Sait Yakut anısına... (timeturk.com, 18.02.2009).
önce ruhum sarardı; son yaz rüzgarlarından
saçlarım ağardı sonra,
kurtarıp başımı gömdüğüm yastıkaltından
uzak iklim düşlerine sürüdüm
potporik acılarla tütsüledim tenimi
beni cinnet
beni panik
beni şiddet
kuşatıyor sevgilim
olur olmaz bağırışlar arasında
duvarını aşan bir ses oluyor fısıltın
ürküyorum, duyduğum ağlamaklı bir ses kendimden
ve katarlar geçiyor uzaklardan
görebildiğim,
taşıdığı ne varsa sana ait
bir rüzgar yalıyor alnımı sonra sıcacık
yönü hep yere dönük levhaların
tiksiniyorum yol gösteren işaretlerden
-İptida ruhuma bir sefer başlatılmış
ellerim bir azizeyi taşlıyor hiç nedensiz
ve gözyaşı kezzaptır düştüğü yeri yakan
ağlarken çürüyorum ellerim kurutulmuş
Yakılan bir belge, yok olan bir tarih gibiyim
Güncel kahpelikler sorguluyor ömrümü
Tanrıdan sızdırılmış delillerle mahkum
Elinde bir kitapla çarmıhta Mesih gibiyim-
yıldırımlar kamçılıyor boynumu
yırtık kahkahalarla tepiliyor ölümüm
beni ateş
beni azap
beni kahır
doyuruyor sevgilim
başım,
dibek taşlarında tokaçlanıyor
bir inip bir kalkan balyozların altında
aklım keyfe keder kurulu bir mancınıkta
ve katarlar geçiyor uzaklardan
görebildiğim
götürdüğü ne varsa benden başka
klaksonlar, siren sesleri sonra
izlediğim levhalardan
vardığım yere baktım
ne var ki ölmüşüm oracıkta…
'İzlediğim levhalardan
vardığım yere baktım
ne
var ki ölmüşüm oracıkta...'
Süslü cümleler kurmaya gerek var mı? Bir şiir yazmaya,
bir ağıt yakmaya, içli bir zılgıt çığırmaya ya da... Gerek yok artık... Ona
kelimelerin şövalyesi derdim, kızardı. Zümrüt yeşili gözlerini sorardım
kayıtsız kalırdı. 'Biz heppimiz birer pîri faniyiz ustadım' derdi. Ustad olan
da, pîr olan da oydu oysa... Söze gerek bırakmadı gidişiyle... Bir iz bıraktı
ve gitti! Son görüşmemizde onu İstanbul'a davet etmiştim. Gelecekti. Birlikte
gidip Çorlulu Ali Paşa Medresesi'nde nargile içecektik... Nargile işin
bahanesiydi aslında... Onunla o fokurdayan şişenin başına oturduğumuzda
konuşacak o kadar çok konumuz oluyordu ki... Şiwan Perver'den Ciwan Haco'ya,
Kürt sorunundan İslamcılığa, felsefeden sosyolojiye, aşktan tasavvufa,
Türkiye'den kaf dağının ötesine kadar ne varsa... Bir ara ona, 'Seni ne
İslamcılar, ne de solcular anlayacak... Hangisine yaklaşırsan seni diğerinden
sanacaklar' demiştim. Anlaşılmaya ihtiyacı vardı. Durduğu yere bakılırsa pek de
anlaşıldığı söylenemezdi. Baştacı edilmeliydi, edilmedi. Fırsat verilmeliydi,
yeterince verilmedi... O, iyi bir yazar, iyi bir şair, iyi bir düşünce adamı
olmak için yaratılmıştı. Dünyaya dair basit gailelerin peşinden
koşturulmamalıydı. Koşturuldu... Türkiye çok büyük bir değerini, çok ucuza
kaybetti. Birgün mutlaka Türkiye'nin en büyük yazarlarından biri olacaktı. Buna
o kadar inanıyordum ki... Geçtiğimiz günlerde çok önemli bir gazeteden yazarlık
teklifi aldığını söylediğinde bir tedirginlik vardı ses tonunda... Acaba yine
'yalnızlık korkusu' muydu onu bu denli tedirgin kılan şey? Yola çıksa, düşünce
dünyasına esaslı bir yolculuk yapmaya kalkışsa, yolculuğunun daha ilk
kilometrelerinden itibaren haramilerin onu hırpalayacağını iyi biliyordu. Çünkü
daha önce attığı her adımın onu yalnızlığa sürüklediğini görmüştü. Vazgeçen
biri değildi. Dokuz köyden kovulsa onuncu köye gidip aynı şeyleri haykırmaya
devam eden biriydi. Doğrucuydu, dürüsttü... Dengelerin değil, doğruların
adamıydı. Yazısına yapılan bir sansürün ardından beni aramış dert yanmıştı.
'Sert yazıyorsun, çok sert yazıyorsun diyorlar. Doğrular serttir, sarsıcıdır.
Ne yapayım yani? Küfür etmiyorum ya... Sadece doğruları yazıyorum' demişti. Çok
şey söylemişti. O kadar çok söyleyecek sözü vardı ki... Geçtiğimiz yaz Cevahir
Otel'de yaptığımız bir sohbet sırasında hızı çok sevdiğini anlatmıştı. Uzunca
bir süre motorlardan bahsedip durmuştu. 'Sinemde rüzgarı hissettiğimde mutlu
oluyorum' demişti. O yaz çok sevdiğim motor tutkunu bir arkadaşımı bir trafik
kazasında kaybettiğim için içim ürperdi. O arkadaşımın gidişi çok üzmüştü
beni... Kaza geçirmeden birkaç saat önce birlikteydik. Aldığı motoru anlatıp
duruyordu. O anlattıkça ben, 'Aman kardeşim sakın hız yapma... Çok tehlikeli.
Lütfen dikkatli ol' diyecek oluyordum fakat... Araya hep başka bir şey girdi
diyemedim bir türlü... Ayrılıp eve gittiğimde de eşime, 'Bugün Hasan'la
birlikteydik. Hep motordan bahsetti. Ona dikkatli ol diyecektim fakat
diyemedim, nasip olmadı. Sonra da aklıma takıldı' dedim. Birkaç saat sonra
Hasan'ın ölüm haberi geldi. O kadar kahroldum ki... Sait'e bunu anlattım. Ve
ona, 'Lütfen hız yapma... Trafikte yapılan küçük bir hatanın bedeli çok ağır
olur' dedim. Hem de defalarca... Hızlı yaşayıp genç öleceksin, demişti. Şaka
yapmıştı. Ne var ki... Mekânın cennet olsun sevgili kardeşim!
KAYNAK.
Seyhan Sevinç / M. Sait Yakut anısına... (timeturk.com, 18.02.2009).