Şair ve
yazar (D. 14 Ağustos 1946, Kayseri – Ö. 1 Ağustos 2013, İstanbul). Bazı
yazılarında Semih Güngör imzasını kullandı. Kayseri M. Karamancı İlkokulu
(1967), Kayseri Akşam Lisesi (1967), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1973) mezunu. Burada Türkoloji, felsefe, tiyatro
tarihi ve İngiliz edebiyatı dersleri aldı.
Öğrencilik
yıllarında Kayseri Ana Tamir Fabrikası’nda teknisyenlik yaptı. Milli Türk
Talebe Birliği (MTTB)’nin Basın-Yayın Müdürlüğünde (1968) ve Kubbealtı
Cemiyeti’nin sözlük işlerinde (1972) çalıştı.
Üniversite
öğrenimini tamamladıktan sonra İzmit (1974-78) ve İstanbul (1978-81)
liselerinde edebiyat öğretmeni; Mimar Sinan Üniversitesi’nde (1985-88) Türk
dili okutmanı olarak görev yaptı.
1988-92
yılları arasında, YÖK ve Millî Eğitim Bakanlığı’nın görevlendirmesiyle
Pakistan’ın İslâmabad şehrindeki Modern Diller Enstitüsü’nde yardımcı profesör
unvanıyla yabancılara Türkçe dersleri verdi.
Yurda
dönüşünde üniversitedeki görevini sürdürürken Şehir Tiyatroları Repertuar
Kurulu’nda çalıştı (1996-98). Edebî çalışmalarına yoğunlaşmak için
üniversitedeki görevinden emekliye ayrıldı (1998). Sonrasında bir süre Tuzla
Belediyesi’nde kültür danışmanlığı (1998-2000) hizmeti verdi.
İlk
yazıları 1966’da Filiz dergisinde (Kayseri) yer aldı. Daha sonra şiir ve
yazılarını Millî Gençlik (1968-69), Tohum (1969-70), Hisar
(1970-80), Türk Edebiyatı (1972), Edebiyat (1972-75), Mavera
(1975-80), Yeni Sanat (1974-75), Sedir (1980), Millî Gazete
(1973), Yeni Devir (1977-85), Türkiye (1985) dergi ve
gazetelerinde yayımladı.
Umut
Suları adlı oyunu 1973 yılında MTTB
Tiyatrosunda sahnelendi. Kültür hayatımızın gelişmesi ve önemli eserlerle
şahsiyetlerin tanıtılması için yaptığı çalışmalar yanında radyo ve televizyon
programlarına katıldı, edebiyatımızın yurtdışında tanıtılabilmesi amacıyla
dostluklar kurdu.
Millî
Gençlik, Yeni Sanat ve Sedir dergilerinin
yönetimine katıldı. Suffe Yayınlarını kurarak Suffe Kültür Sanat Yıllığı’nı
(1982-88) yayımladı. Edebî eserleri üzerine pek çok üniversitede tez yapıldı,
bazıları da yabancı dillere çevrilerek yayımlandı. Ahmet Midhat Efendi’nin aynı
adlı romanından oyunlaştırdığı Çengi adlı oyunu 2003’te İstanbul Şehir
Tiyatroları Gaziosmanpaşa Sahnesinde Naşit Özcan yönetiminde oynandı.
Miyasoğlu, ilk şiirlerinde yalnızlığı, rüyalara sığınışı, imkânsız aşkı ve büyük şehirlerde tedirginliğe düşen insanın temel değerleriyle tarih özlemini dile getirdi. Edebiyat geleneğimizin temel motifleriyle çağdaş insanın iç dünyasındaki kırılmalara ve hüzünlere de şiirlerinde yer verdi. Romanlarında yaşadığı dönemdeki acıları derinliğine hisseden gençleri ve kuşak çatışmalarını ele aldı. Anadolu insanının kendi memleketlerindeki sıkıntılarıyla büyük şehirde tutunma çabasını eserlerinin eksenine oturttu.
Vefatı:
Türk edebiyatı ve kültür hayatına önemli
katkıları olan, kişiliği ile de ülke çapında sevilen şair ve
yazar Mustafa Miyasoğlu, beynindeki tümör rahatsızlığına bağlı olarak 2 ay
tedavi gördüğü İstanbul Bağcılar Medipol Hastanesi'nde 1 Ağustos 2013 günü
vefat etti. Cenazesi, Fatih Camisi'nde ertesi gün Cuma namazını müteakip
kılınan namazın ardından Eyüp Mezarlığı'nda toprağa verildi.
Türkiye
Yazarlar Birliği, Dünya İslâmî Edebiyat Birliği ve İslâmî Edebiyat Vakfı
üyesiydi.
Ödülleri:
1975’te Kaybolmuş
Günler adlı romanı, 1981’de Hicret Destanı adlı şiir kitabıyla
Türkiye Millî Kültür Vakfı Armağanını,
Dönemeç romanıyla 1980’de, Bir Aşk Serüveni adlı eseriyle
de 1995’te Türkiye Yazarlar Birliği’nin Yılın Romancısı ödüllerini kazandı.
Ayrıca
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi tarafından çeşitli ödüllere layık
görüldü.
Mustafa Miyasoğlu İçin Ne Dediler?
“Mustafa Miyasoğlu, son yıllarda kendisini daha
ziyade romana ve romanlara vermek yolundadır. Aynı şekilde romana ağırlık
vermesi, hikâyeden kopması değil belki, ama yavaş yavaş bu türü ihmal etmesi
sonucunu da doğurmuyor değil. Güzel Ölüm’ü okuyunca anlıyorsunuz ki, yazarın
zihni sürekli romanlarla, roman mevzularıyla yüklüdür. Miyasoğlu ister istemez
günlük meşgalelerini, edebî telâkkilerini, tasarılarını, daha doğrusu kendi
dünyasını, romanlarına açıktan açığa yansıtmaktan geri kalmıyor. Hep bu tür
mevzularla yüklüdür.” (Necmettin Turinay)
***
“Mustafa
Miyasoğlu üzerine yazanların neredeyse tümünün vurguladığı noktalar, onun çok
yönlü ve velût olduğudur. Tabii ki ortadaki eserler ve bunların türleri bu
hükmü tartışılmaz kılıyor. Miyasoğlu’nun lise yıllarında okuduğunu söylediği
Necip Fazıl ve üniversite yıllarında tanıdığını belirttiği Tanpınar da
böyledirler. Onlar da değişik türlerde eserler verirler ve çok verimlidirler.
Bu, belki de ‘komple sanatçı’ olma arzusunun bir tezahürüdür. Ne var ki bu çok
yönlülüğü bir dağınıklık olarak da algılamamak gerekir. Dikkatli bir bakış
Miyasoğlu’nun şiirleri, deneme ve romanları arasında bir bağlantıyı ortaya
çıkarır. O, şiir, roman, hikâye gibi edebî türlerde eserler verirken deneme ve
incelemeleriyle de bir bakıma yaptığını tartışıyor; kaynaklarını irdeleyerek
okuyucusuyla paylaşıyor.” (A. Vahap Akbaş)
ESERLERİ:
Şiir: Rüya Çağrısı (1973),
Devran (1978), Hicret Destanı (1981, Dr. Muhammed Harb tarafından
“Melhametü Hicre” adıyla Arapçaya çevrilip El Belağ dergisinde 1981’de
yayımlandı), Şiirler (1983), Bir Gülü Andıkça (1997), Kalbimin
Coğrafyası (2005).
Hikâye: Geçmiş
Zaman Aynası (1976, yeni baskısı Pancur adıyla 1998), Devrim
Otomobili (2003).
Roman: Kaybolmuş Günler (1975), Dönemeç
(1980), Güzel Ölüm (1982), Bir Aşk Serüveni (1995), Yollar
ve İzler (2002, Masud Akhtar Shaikh tarafından “Roads and Footprints”
adıyla 2003 yılında İngilizceye çevrilip Konya’da yayımlandı).
Oyun: Umut Suları (1973, MTTB
Tiyatrosunda sahnelendi, ama basılmadı), Telefon (radyo oyunu, Yeni
Sanat’ta yayımlandı, Şubat 1974), Çengi (Ahmet Midhat Efendi’den
müzikli oyun uyarlaması, 1999).
Deneme: Edebiyat Geleneği (1975), Devlet
ve Zihniyet (1980), Muhacir (1981), Roman Düşüncesi ve Türk
Romanı (1998), Kültür Hayatımız (1999), Edebiyat Sohbetleri (2003).
İnceleme: Dede Korkut Kitabı (1984), Necip
Fazıl Kısakürek (1985), Âsaf Hâlet Çelebi (1986), Ziya Osman Saba
(1987), Haldun Taner (1988), Bir Gönül Medeniyeti (2005).
Konuşma: Sanat ve Edebiyat Konuşmaları (1999).
Gezi: Zügüdar - Babil’den Tac Mahal’e
Gezi Notları (2003).
Sadeleştirme: Çengi (Ahmet Midhat
Efendi’den, 1997).
Derleme: Suffe Kültür Sanat Yıllığı (Beş
cilt, 1982-88), Necip Fazıl Armağanı (1984, ilaveli yeni baskılar 1996,
2004), Gül Şiirleri Antolojisi (1999).
KAYNAKÇA: Necip Fazıl Kısakürek / Babıali (1975), Muzaffer Uyguner
(Türk Dili, Eylül 1975), Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk Edebiyatçılar
Sözlüğü (2. bas. 1982), Bahaettin Karakoç (Kültür ve Sanat, Kasım 1982),
Necmettin Türinay / Geleneğin Dünyası Yeniliğin Ufukları (1983), İhsan Işık / Yazarlar
Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Resimli ve
Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007,
2009), Ahmet Kabaklı / Türk Edebiyatı (Şiir, Cilt: 4, 1991), Behçet Necatigil /
Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar
Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), A. Vahap Akbaş / Muhtasar Bir Portre Denemesi
(Seviye, Mart-Nisan 1999), Abdullah Satoğlu / Kayseri Ansiklopedisi (2002), Yazar
Mustafa Miyasoğlu vefat etti (AA - hurriyet.com.tr, 1 Ağustos 2013), Türkiye
Yazarlar Birliği / Türkiye Kültür Sanat Yıllığı (2014).
Bir yerden sonra
her şey İstanbul oluyor
Sürekli
İstanbul’u yaşıyoruz akşam oluyor
Kirli paralar
dolanıyor mafyalar kaçakçılar
Ne yandan baksan
ağızları bıçak açmıyor
Herkes bir şeyleri
saklıyor saklanıyor
Sürekli acıları
yaşıyoruz sürekli ziyanda
Ötede kanlı
güller açıyor şehit kanları sebil
Muhacir
yüreklerde hep hüzün ve acı ve dua
Vakitlerden bir
vakit huzurdayız kabul
Yanıyoruz
yakıyoruz ey koca İstanbul
Muhalif rüzgârlar
uysal insanlar panayırı
Bütün kapılar
kapalı bütün renkler kirli sarı
Acıları
afyonlanmış geceleri tutuklanmış
Eskitilmiş
hüzünlerin bürokrat neşeleri mor
Tutulmuş
güneşlerde solgun güller kanıyor
Metropol
akşamları gökdelen lambaları
Aynı şarkıları
söyleyen dilenciler tufeyliler
Kentli soytarılar
palavracı silahşörler
Sahte renkler
dizi film hastaları
Büyük puntolu
konuşmalar çağdaşlık tafraları
Bir mazlum bir
mazluma dert yanıyorsa
Saat başları hece
taşları defterler dolusu
Kim kimin yanında
kimlerin eli kanımda
Sorular sorulur
cevaplara durulur paydos
Uzaklara gidelim
sus dostum sus
(Bir Gülü Andıkça, 1997)
Bu roman, Beşir
Güner’in "Kedi Günlüğü" adını verdiği notlarının düzenlenmesiyle ortaya
çıktı. Bunların bir kısmı günü gününe
tutulmuş notlardan, bir kısmı da iç içe girmiş hatıralardan oluşmuştu. Bazılarında tarih de yoktu. Ben, gerekli ayıklamaları yaparken,
notların başındaki tarihlerle, bütünlüğü bozan yerleri çıkardım.
Beşir Güner’i Beyazıt'taki kahvelerden birinde
tanımıştım. Her şeye
öfkelenen, gergin ve tedirgin bir hali vardı. İpin ucunu kaçırmış, kaybettiği
şeylerin acısını çevresindekilerden çıkaran,
sık sık rastladığımız gençlerden biriydi. O gün geç vakte kadar oturduk, herkes dağılırken bana yaklaştı,
benim için bir şey yapar mısın? dedi. Sonra da cevabımı beklemeden konuşmasını
sürdürdü. Yaparsın dedi, çünkü elinden gelir. Yarın akşam burada buluşalım.
Ertesi gün, elinde
cildi parçalanmış iki defterle geldi oturduğum masaya. Bu notlar dedi, bir zaman yazdığım, şimdi de ne yapacağımı bilmediğim günlüklerim. Bunlardan
bir roman çıkabilir. Ben yorgunum,
hiçbir şey yapmak isteği gelmiyor içimden.
Fakat sen yapabilirsin, elinden gelir. İstersen, bazı değişiklikler de yaparak yayınla. Vereceğin zamana
değerse tabii. Yalnız şu parçayı atma. Hatta,
kitabın ilk sayfasına koyarsan iyi olur.
Gösterdiği sayfada,
A. de Musset'in "Bir Zamane Çocuğunun İtirafları"
isimli romanından alınmış şu satırlar yer alıyordu:
“Hayatının hikâyesini yazmak için adamın
önce yaşamış olması lâzımdır; onun içindir ki ben kendi hikâyemi yazıyorum.
Daha genç yaşta, berbat bir ruh hastalığına
tutulduktan sonra üç sene içinde başımdan geçenleri anlatıyorum. Bu hastalığa
tutulan yalnız ben olsaydım bahsini bile etmezdim; fakat daha pek çokları aynı
illete müptelâ olduklarından, bunu onlar için yazıyorum, ama bilmem
söylediklerime aldırış edecekler mi; kimse aldırış etmese de, anlattıklarım
kendimin daha çok iyileşmeme yarayacak, ve kapana tutulmuş bir tilki gibi
kısılmış ayağımı kendi dişlerimle kemirmiş olacağım.”
Muısset’in
kahramanıyla Beşir Güner arasında, yirmi beş yaşın gençliğinden başka hiçbir ortak
yan yoktu. Bense, günümüz gençlerinden birinin hikâyesini anlatan bu romana,
çok başka şartlarda yaşamış
yabancı bir kahramanın sözleriyle girmenin yanlışlığını düşünerek; bunları,
böyle bir açıklamanın arasına sıkıştırıp onun da isteğini gerçekleştirmeyi
uygun buldum. Buna ne der, bilmiyorum.
Defterleri bana
verdiği akşam, onu son görüşüm oldu. Bir daha görüşmek istemediğini, bunlara bir neslin sayıklamaları gözüyle baktığından üzerinde hiçbir hak iddia etmeyeceğini,
belki kitabı da alıp bakmayacağını söyledi. Kitaplarla büsbütün ilgimi keseceğim dedi, bu notları yazmak beni
daha berbat etti. Ben hayatı
istiyorum, fakat pek fazla yaşayacağımı da sanmıyorum. Böyle bir his var içimde.
Buna benzer sözlerle yarım saat kadar
konuştu, o gün pek anlayamadığım şeyler söyledi, içinde bir parça iyilik
duygusu bulunan herkes gibi, ben de bu
karamsar sözlerden telâşa düşerek
teselli etmeye, gencecik bir hayatı kurtarmaya, onu umutlandırmaya çalıştım.
Gülümseyerek ayağa kalktı, bu laflara karnım tok arkadaşım dedi, kendini çok
önemli bulan salaklardan değilim. Ben
olmasam da sürüp gider dünyanın bozuk düzeni. Hayatımızın belli bir noktasında
seninle karşılaştık. Bunun pek önemi yok. Ne sen beni tanıyorsun, ne de
ben seni. Şu defterlerle de ilgim kalmadı artık.
İster sepete at, ister yayınla. Umurumda değil. Bana, benim hayatıma, ne
yaptığıma ve ne yapacağıma da boş
ver. Bunlar yarınsız günlerin notları. Bildiğim tek özelliği bu. Bunlara dikkat et ve bir daha da
yoluma çıkma. Hadi eyvallah...
Bunları söyledikten
sonra, beni gülümseten bir öfkeyle kapıyı çarparak çıkıp gitti kahveden.
O günden bu yana bir yıl geçti. Anladığım
kadarıyla okulunu bitirmemişti henüz. Belki
hâlâ öğrenci kahvelerinde oturup önüne gelene ateş püskürüyor, yapamadığı
şeylerin acısını arkadaşlarından
çıkarıyordur. Yahut da yabancı olduğu her halinden belli olan bir
"hayat"ı yaşamaya çalışıyordur. Tabii, ömrü varsa… (…)
(Kaybolmuş Günler, 5. baskı,
1975)
Ertesi
gün Ekrem, tam zamanında kapının önünde bekliyordu. Kız gülümseyerek geldi,
onu içeri alıp koltuğa oturttu. Hazırlığını yaptıktan sonra Ekrem'in dişlerini
gözden geçirdi, trinef dedikleri ucu sivri bir çelikle dişleri temizlemeye
başladı. Kız dişe dikkatle
bakıyor, Ekrem de onun
yüzüne... Açık kahverengi gözlerine, renkli cami pencerelerine benzeyen göz
bebeklerine dalmıştı. İnsan bunlara ne kadar baksa doymazdı. Pırıl pırıl bir
ses, bir su gibi kımıldanan göz bebekleri...
- Ah!...
- Affedersiniz,
sinir ucunu bulmam gerek...
Yalnızca
başını salladı. Dişi hiç bu kadar ağrımamıştı.
- Acıyor
mu?
- Geçti
sayılır...
- Bakalım,
belki bir iğne yaparız.
Kız
gitti asistanlardan birini çağırdı. Röntgen çektirmek gerekiyordu. Yaptırdılar.
Dişin kurtarılabilmesi için Ekrem'in biraz dayanması gerekti. İğne yapılamıyacak
hale gelmişti.
Asuman
bir kart getirdi, çürük ve sağlam olanlarını tesbit etmeye başladı. Sonra
Ekrem'in kâğıtlarını aldı, onlara da kendine göre bir şeyler yazdı. Diş hâlâ
ağrıyordu.
- İsminizi
bir yerden hatırlar gibiyim.
- Ben
de sizinkini... Ama bir türlü çıkaramıyorum.
- Ben
dişi temizlerken siz de benim kim olduğumu çıkarın...
Gülümsediler.
Asuman'ın yüzü daha sevimli bir kızıllığa dönüşmüştü. Çarkın motorunu çalıştırdı,
kolunu eline aldı, dişi temizlemeğe başladı. Ekrem şimdi daha çok korkuyor,
oyulan dişin çıkardığı ses beynini zonklatıyordu. Bütün gücüyle koltuğun
yanlarına sarıldı. Gözlerini kapamaktan utandığı için, ister istemez kızın
yüzüne bakıyor, onun mimiklerinden, göz bebeklerinin kıpırdanışından bir anlam
çıkarmaya çalışıyordu.
- Ah
Âsü...
- Evet
İkram Bey...
Kafasına
balyoz yemiş gibi sersemledi. Hiç bir şey düşünemiyordu. Alkollü suyla ağzını
çalkalarken Asü ve İkram seslerini hatırladı. Bunlar çok derinlerinden, bir
hatıra sıcaklığı içinde, tâ çocukluğuna kadar uzanıyordu. Neden sonra kendini
topladı. İkram onun ilk okuldaki arkadaşlarının kendisine taktıkları isimdi. Bu
da sıra arkadaşı kız olmalıydı. Hep Asü derdi ona.
- Siz
Kayseri'de kaldınız mı hiç?
- Evet...
- Bahse
girerim ki, Safa İlkokulu'nu bitirdiniz!
- İşte
çıkardınız... Ama ben daha sinir uçlarını çıkaramadım. Biraz daha
dayanacaksınız.
Her
şey iyi ama, şu beynini zonklatan çarkın sesi olmasaydı.. Asuman'ın biraz önce
doldurduğu kartı alıp baktı, bir yığın
işaretler vardı üzerinde.
- Sizin
tabloya göre, bizim dişlerde hayır yok galiba...
- Evet...
Fakat hepsini doldurmaya vaktim yok. Pratiklerim bir kaç güne kadar bitiyor.
- Benim
de vaktim yok...
Diş
için vakitleri yoktu ya, hatıraları vardı. O hiç unutulmayan, insanın
kişiliğini oluşturan, ölümden sonrasına bile pek değişmeden götüren çocukluk
günleri. Çabuk kaynaştılar. Daha o gün birlikte yemeğe gitmeler, arkadaşlarla
tanışmalar, «sen» olan «siz» ler ve hatıralar, hatıralar...
İkisi
de bu yıl okulu bitireceklerdi. Ekrem Hukuku, Asuman Dişçiliği. Bir yıl
Edebiyatta okuyan Ekrem, şiiri çok seviyordu. Liseden beri yaptığı çalışmalarını
halen sürdürüyordu. Öğretmen olmak istemediğinden ayrılmıştı Edebiyat'tan.
Avukat, olunca daha rahat çalışabilecekti. Okul arkadaşı Faruk'un kitaplarını
ve izlediği dergileri okuyarak, derslerle sanat ilgisini birlikte yürütüyordu.
Şiirin özünden bir şey kaybetmeksizin ortaya konan tiyatroyu da seviyor, onda
hayatın yoğun ve dinamik yanlarını buluyordu. Asuman da her genç kız gibi, —24
yaş genç sayılabilirse tabiî!— edebiyatı seviyordu. Fakat kitap okumaktansa
sanat değeri olan filmleri görmeyi tercih ederdi. Bu yüzden Sinematek'e üye
olmuş, evleri karşıda olmasına rağmen, haftada iki üç kere gösterilere gitmeyi
bir alışkanlık haline getirmişti. Dışarda gösterilenler, bir yığın abuk sabuk
filmler ile bir sürü saçma sapan gangster filimleri değil miydi? Değil mi ki,
değerli filimler önce orada oynatılıyor, öyleyse insan zevkini bozmamak için
yalnızca Sinematek'e gitmeliydi. Tanıştıktan üç gün sonra Ekrem'i de oraya üye ettirdi.
Hatırı için dışarda üç dört yerli filim görmeye razı oldu. Ustalığından söz edilen
rejisörlerin filimlerini, umduğundan daha güzel buldu, Türkân Şoray’ı beğendi.
Ama Ekrem bir türlü Sinematek'e ısınamadı.
O sırf Asuman için gidiyordu, bütün hareketlerinde bir yabancılık, bir
iğretilik seziliyordu. Bunu Anadolulu'ğuna vererek takılmak istedi Asuman.
Fakat Ekrem buna gülümseyip geçti.(…)
(Geçmiş Zaman Aynası, 1976)
İhsan Işık dostumuzun 1990 yılından beri
hazırladığı ünlü şair ve yazarlar sözlüğü, zamanla o kadar genişledi ki,
2006-2009 yılları arasında 11 bin kişiyi tanıtan 11 ciltlik bir ansiklopediye
dönüştü. Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
adıyla yayınlanan bu kitap, önce 10 ciltti, üç yıl sonra bir cilt daha ilave
edilerek bu zaman içinde tanınan veya hayatında büyük değişiklikler olan
yazarlara ait yeni bilgiler eklendi. Kendi alanında telif bir ansiklopedi
olarak en geniş alakayı gören bir çalışma oldu.
Bundan üç ciltlik bir seçme yapılarak
İngilizceye çevrilen ve Encyclopedia of Turkish Authors adıyla yayınlanıp
Kültür Bakanlığı’nın yurtdışında da tanıtım alakasını kazanan bu ansiklopedi
çalışmasının devamı olarak, İhsan Işık’ın yeni bir çalışmaya başladığını duymuştuk.
Bu yılın ilk günlerinde Türkiye Ünlüler Ansiklopedisi adıyla yayınlanan bu
çalışmanın altı ciltten ibaret olmadığını, bundan da seçmelerin üç cilt halinde
Encyclopedia of Turkey’s Famous People adıyla İngilizceye çevrilip bu yıl
içinde önümüze geleceğini de öğrendik.
Bütün bunlar için gönül dolusu tebrik
edeceğimiz İhsan Işık’ın Ünlüler Ansiklopedisi adlı altı ciltlik çalışmasının
sayfaları arasında iki gündür dolaşıp duruyorum. Geçen hafta üzerinde durduğum,
büyüklerimizi bize özgü bir üslupla ve ölçülü biçimde anma çabalarımıza
kaynaklık edecek bu ansiklopedinin ele alıp tanıttığı insanlarla ilgili kısa,
ama objektif değerlendirmelerin önemini belirtmek istiyorum. Altı konuda
hazırlanan altı ciltlik bu ansiklopedinin hepsi için geçerli olan tanıtım
yazısından bazı paragrafları sizinle paylaşmak isterim:
“Ülkemizin
geleceği açısından en büyük öneme sahip olan gençlerimiz, hayata hazırlanırken
aile, çevre, eğitim sistemi ve medya yoluyla kendilerine örnek gösterilen
insanlardan büyük çapta etkilenmekte, onlara benzemeye çalışarak başarılı
olacaklarını düşünmektedirler. Bu bakımdan, toplumda başarılı ve saygın bireyler
olabilmeleri için gençlerimize ülke ve dünya çapında başarılara imza etmiş ünlü
şahsiyetlerimizi tanıtmak, gençlerimiz ve ülkemiz için yapılabilecek en iyi
işlerden biridir.”
Bu gerçekler dikkate alınarak hazırlanan Türkiye
Ünlüleri Ansiklopedisi’nin altı cildinde, çeşitli alanlarda eser veren ve başarılarıyla
tanınan devlet, bilim, fikir ve kültür, edebiyat ve sanat adamları ile ünlü
kadınlarımız tanıtılmaya çalışılıyor. Burada seçimi etkileyen en önemli husus, başarıda
Türkiye siyaseti, bilim, sanat, kültür ve edebiyatı çevresi esas alınışı…
Ayrıca, bu çalışmalarda bizim için en çok
önemsenen hususun şu olduğunu belirtelim:
“Ülkemizin de içinde yer aldığı kültürel
coğrafyada Batı sömürgeciliğinin yaydığı en büyük yalan, dünya tarihi boyunca
tüm bilimlerde, kültür ve sanat dallarında öncülerin hep Batıdan çıktığı,
Doğuda yaşayanların ancak Batıyı taklit etmek zorunda olduğu, bunun bizim alın
yazımız olduğu yalanıdır. Bu çok önemli yalanla hem bizi aşağılık duygusuna
iterek daha çok sömürmek, hem de bizden aldıkları ve hatta çaldıklarını
gizlemek, sömürüleri için gerekli gördükleri psikolojik propagandayı
gerçekleştirmek istemişlerdir.”
İhsan Işık bu çalışmaya başladığı günlerde
bizimle birlikte pek çok dost ve arkadaşla, hatta bazı alanlarda uzman olarak
bilinen şahsiyetlerle istişareler yaparak isimler belirlemiştir. Bu isimleri altı cildin önsözünde bir vefa
örneği olarak sıralayan dostumu kutluyorum. O, ülke ve dünya çapındaki
ünlülerimizi belirlemek gibi büyük bir sorumluluğu başkalarıyla da
paylaşmıştır. Çünkü böyle büyük bir değerlendirmenin hatadan uzak olması mümkün
değildir, ama ne kadar geniş bir toplulukla istişare edilirse o kadar az hata
yapılabilir. Elbette böyle bir çalışmanın listesinin oluşumuna katkıda bulunmak
için zaman ayıranları da kutlamak gerekir.
Şimdilik 11 ciltlik ansiklopedi olan büyük çalışmanın
ihtiva ettiği 11 bin kişiden, Ünlü Kadınlar adlı altıncı ciltteki mükerrerler
de dahil 2016 kişinin seçilmesi ve örneklerden arındırılarak objektif ve
güvenilir değerlendirmelerin özlü biyografi içine alınması gerçekten zordur. Bu
tür çalışmaların gerektirdiği titizliği ve ansiklopedi dilinin istediği
objektifliği sağlamak her zaman kolay
değildir. İyi bir şair ve usta bir denemeci olan İhsan Işık, zoru
başarıyor.
Bu arada memleketi olan Diyarbakır için de
bir ansiklopedi hazırlayan dostumun bu ülke kültürüne yaptığı katkının çok
önemli olduğuna inanır ve kutlarım.
KAYNAK: Mustafa Miyasoğlu / Ünlüler Ansiklopedisi (Yeni Akit, 11 Şubat
2013).
Mustafa
Miyasoğlu, son yılların en verimli yazarları arasında yer alıyor. Şiirden
deneme ve eleştiriye, oradan roman ve hikâyeye kadar değişik türlerde kendini
sınıyor ve hemen her alanda eserler veriyor. Bu onun, kendi "akranı"
yazarlar arasında beliren en bariz vasfıdır. Bu vasıf, yoğun bir çalışma ve
yerinde bir cesarette toplanır denilse daha da uygun düşer. Kendisiyle 1970
başlarında yazı hayatına girmiş nice arkadaşı vardır ki, hâlâ emekleme
dönemindedirler. Bu dost çevresi bütün dikkatleri, bütün meşgaleleri ile
edebiyatın ve sanatın içindedirler. İçindedirler fakat, Miyasoğlu kadar
piyasaya eserler sürememişler, ya da daha ihtiyatlı olmak gerektiği hususunda,
kendilerini âdeta şartlandırmış gibiler. Esas üzerinde durulacak husus,
telâkkilerdeki bu farklılıktan ziyâde; mesaîlerini belli noktalara teksif
edememenin ve kendilerini dağıtmanın verdiği acı bir kayıp oluyor. (…)
* * *
Güzel
Ölüm, tam bir Miyasoğlu romanıdır. Ve tabiî giderek gelişen ve kendini
tamamlayan bir anlayışın son noktası! Hiç de gizlemeye gerek duymadan belirtmek
gerekecektir: "Güzel Ölüm"ü okumaya başlayınca ve belli bir mesafe
alıncaya kadar, derin bir sükûtu hayâle kapılmaktan kendimi alamamıştım. Ne
yapıyordu Miyasoğlu Öyle? Kayseri'den gelmiş ve İstanbul'da Vakıflar
idaresi'nde avukatlığa başlamış Şakir'in son derece dıştan, yani derinlikten
yoksun duygularını ve can sıkıntılarını mı okuyacaktık? Miyasoğlu, dar bir kişi
kadrosu ve hiç de gelişme istidadı taşımayan bir atmosfer içinde nereye
ulaştırmak istiyordu bizi? Romanda hiçbir şey gelişmiyor, fakat önümüzdeki
sayfalar bu durgunluğun aksine nasıl da hızla ilerleyebiliyordu?
Ne
var ki, romanın Serpil'de yoğunlaşan bölümüne, dördüncü bölüme kadar devam eden
can sıkıcı hava, romancının anlatımında bir değişiklik olmadığı hâlde, nasıl
birden kayboluyor ve romanın havası bizi iyiden iyiye sarıyordu? Romanın,
üzerinde düşündüğüm esas problemi burası oldu. Zira burada, belirgin bir tezat
yatıyor olmalıydı. Tekrar edecek olursak romancı; anlatım tarzında, zamanın
sıralanışında bir değişikliğe, bizi kombinezonlarla uğraştırmak gibi hiçbir
oyuna başvurmuyor; buna rağmen eserin başlarında şikâyetçi olduğumuz havası
dağılıyor ve bunun yerini sıcak bir iklim dolduruveriyor.
Buna
sebep olarak, ilk bakışta, Serpil'le Şakir'in temiz sevgilerine bizim de bir
takipçi olarak katılmamız gösterilebilir. Bu ise, romana, roman dışı bir
ilginin hâkim olmaya başlaması anlamına gelir. Yani romanın aleyhinde bir
sonuca ulaşmış oluruz. Sanırım burada esas olan, romancının, şikâyetçisi
olduğumuz anlatım biçimine, yavaş yavaş alışmaya başlamamız ve giderek bu
anlatıma bağlı itirazlarımızın havada kaldığını hissetmemizden doğan bir teslimiyettir.
Şakir'le Serpil'in aşklarındaki gelişme, işin asıl değil, fer'î tarafıdır.
Anlaşılan, artık kendimizi romana iyice teslim etmişizdir. Aslında her roman,
daha doğrusu her iyi roman; okuyucusundan, başlangıçta böylesi bir teslimiyet
ister. Bu, okuyucu ile gizli bir savaştan sonra hâsıl olur. Okuyucu ile roman,
romanın anlatım tarzı arasında git-gel'lerle devam eden ve gizliden gizliye
gelişen bir alışma devresidir bu. Bazıları buna "üslûba ısınma" da
derler. Isınmadan ziyâde, yazarın dünyasına kendi şartlarımızı terkederek dâhil
olma veya o dünya içinde yerimizi alma ameliyesi.
O
zaman sorulacaktır: Güzel Ölüm'de Miyasoğlu nasıl bir yol tutuyor, ya da nasıl
bir sitildir Güzel Ölüm 'de uygulanan? Bu soruları biraz açmak icab edecektir.
Fakat ondan daha önce, bu yolda serdedilecek hükümleri taşıyacak izahlara
girişmek gerekir.
Son
romanında Miyasoğlu bize, çok basit bir konuyu anlatıyor: Şakir'le Serpil'in
ince, temiz ve el uzanmamış sevgilerini. Elbette konuyu basitleştiren veya
kompleks bir hâle koyan, yazarın kendisidir. Bizatihi olayın kendisi değildir
büyük veya küçük olan. Romanda iki genç evlenecekler. Ancak bildiğimiz aşkların,
evliliklerin dışında, bugün için "kaybolmuş bir dünya"yı taşıyorlar
bize. Ne var ki, romanın sonunda Serpil ölecek ve bu evlilik
gerçekleşmeyecektir. Hemen belirtelim ki romancı, bizi mutlaka gerçekleşecek
bir evliliğe hazırlamıyor. Böyle bir beklentiyi, romanda, okuyucu ilgisinin
merkezi hâline getirmiyor.
Bu
bakımdan roman için ilk söylenebilecek husus; merakları tahrike ve alâka
istismarına dayanmadığıdır. Okuyucunun, vakaların tahrikinden doğan meraklarına
yaslanmak istemiyor romancı. Bildiğimiz kadarıyla romancı ve hikayeciler,
okuyucunun bu zaaflarını sürekli istismar eder ve devamlı soru işaretleri ve
zıtlaşmalarla eserlerini beslerler. Bunun sebebi, okuyucuyu esere daha kolay
bağlamak veya kolay okunmayı sağlamaktır. Fakat daha derinlerde yatan esas
sebep ise "roman ve hikâye ancak böyle yazılır, bu yollardan birini
denemekten başka çıkar yol yoktur" "gibi, kendilerini, sakin bir
kanaate kaptırmalarından ileri gelmektedir. Batı romanının ana geleneğinin bu
olduğunu, ayrıca zikretmeye gerek var mı bilmiyorum. Ama ne olursa olsun, iktibas
yoluyla, bizim yazarlarımız tarafından da aynı geleneğin sık sık kullanıldığı
ortada. Kendisini bu cendereden kurtarabilen ne kadar az kişi var.
Güzel
Ölüm’de dar, çok dar bir zaman dilimini işliyor yazar. Hatta, birkaç günlük bir
zaman diyebilirsiniz siz buna. O zaman romancı, bu dar zamandan nasıl oluyor
da, geniş bir roman çıkarabiliyor? Zira romanda hareket unsuru fazla değil, iç
veya dış, bir mücadele de yok! Romanın baş kişisi Şakir, ya bir yerlere ulaşmak
amacıyla, ya da can sıkıntısıyla hep yollardadır. Mekân hep İstanbul'dur.
Kapalı mekânlar, odalar ne kadar azdır öyle! Bunlara karşılık Şakir'in gezerek
düşünceleri geniş bir yer tutuyor romanda. Romanı besleyen diğer kaynaklar ise
şunlar: Gezmeler, kısa yolculuklar, küçük yer değiştirmeler; gezme esnasında
Serpil'le ilgili eski günleri hatırlamalar, Kayseri'deki avukatlık zamanları ve
daha eski çocukluk dönemleri.. Yani romancı eserinde, şimdiki zamanla içiçe
olmak üzere, bir "arka plân" olarak yararlanıyor. Bunlara Serpil
etrafında geliştirilen tasavvurlarla, edebiyat ve basın çevrelerinin
aktüalitesini ve bilhassa Kıbrıs harekâtıyla beslenen geniş bir çevrenin
kanaatlerini de eklemek gerekecektir. (…)
(Geleneğin
Dünyası / Yeniliğin Ufukları, 1983)
60. yaşını sevinçle kutlayıp, samimi duygularla kendisine sağlık ve üretim dolu uzun yıllar dilediğimiz Mustafa Miyasoğlu, yaş itibariyle edebiyat ve düşünce hayatımızın 60 kuşağı ile 70 kuşağı arasında yer alan, yakın çevresi ve ürünlerinin özellikleriyle daha çok 70 kuşağı içinde değerlendirilmesi mümkün olabileceğini düşündüğüm değerli bir şair ve yazarımızdır. Mustafa Miyasoğlu’nun 60. yaşdönümü dolayısıyla dergilerin özel sayılar düzenlemesi ve bu nedenle bazı toplantılar düzenlenmesi son derece yerinde olup; hem yeni kuşağın dikkatini çekmek, hem bu şahsiyeti edebiyat tarihimizdeki layık olduğu yere oturtmak için gerekli malzemelerin toplanması açısından ayrıca gereklidir. Belki bu aşamada yazılan ve söylenenler, Miyasoğlu’nun edebiyat ve düşünce hayatımızdaki yerini ortaya koymakta aciz kalacaktır. Çünkü mükemmele yakın doğru ve isabetli değerlendirmeler için üniversitelerimizde akademisyenlerimiz tarafından, ayrıca serbest araştırmacılarımız tarafından kitaplık çapında birden çok araştırmanın tamamlanarak yayımlanması gerekecektir.
Şimdilik özetle belirtmeye
çalışacak olursak; Mustafa Miyasoğlu’nu, Edebiyat
ve Mavera gibi 70’li yılların ünlü
dergilerinin vitrinlerinde en çok öne çıkan Atasoy Müftüoğlu, Nuri Pakdil, Rasim
Özdenören, Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu vd ünlü 60 kuşağı yazarlarımızın etkilerinin güçlü bir biçimde sürdüğü, 70
kuşağı yazarların da yeni yeni ortaya çıktığı bir dönemde tanımaya başlıyoruz
Miyasoğlu’nu. Bu yıllarda öğrenciliği sürerken, birçoğumuzun çatısı altında
hizmetler verdiği MTTB’nin Basın-Yayın Müdürlüğünde (1968) ve Kubbealtı
Cemiyetinin sözlük işlerinde (1972) çalışan, üniversite öğrenimini tamamladıktan
sonra İzmit (1974-78) ve İstanbul (1978-81) liselerinde edebiyat öğretmenliği
yapan Miyasoğlu’nun yazı ve şiirlerini yoğunluklu olarak yayımladığı yerler
olarak Millî Gençlik (1968-69), Tohum (1969-70), Hisar
(1970-80), Türk Edebiyatı (1972), Edebiyat (1972-75), Mavera
(1975-80), Yeni Sanat (1974-75), Sedir (1980), Millî Gazete
(1973), Yeni Devir (1977-85), Türkiye (1985) dergi ve gazetelerinin
olduğunu görüyoruz. Miyasoğlu’nun, bu dergilerde çıkan yazı ve şiirleriyle,
döneminin üzerinde en çok konuşulan ve okunan isimlerinden olduğunu not etmek
gerekir.
Aynı yıllarda
Umut Suları adlı oyunu 1973 yılında MTTB Tiyatrosunda sahnelenmiş; o
dönemin gençliği tarafından ilgiyle izlenen Millî Gençlik, Yeni Sanat ve
Sedir dergilerinin yönetimine katılmıştır. Bu yayın organlarından Tohum, Yeni Sanat dergileriyle Milli Gazete ve Yeni Devir, kendisiyle birlikte yazdığımız gazete ve dergiler
olmaktadır ki, onun da benim de dergilerde birlikte en çok göründüğümüz
yıllardır.
Şurasını da önemli bir not olarak belirtip sözlerimizi sürdürmemiz ancak mümkün ki; benzer durumdaki bazı yazarlarımız da dahil olmak üzere, Mustafa Miyasoğlu, yukarda adı geçen dergi va gazetelerde ürünleri yer almış bir çok isimle ortak bazı düşünce kaynaklarından beslenmekle beraber; farklı kaynaklardan da yararlanmasını bilmiş ve bu yazarların yazdıklarından bağımsız düşünceler ile kendisine has üslubunu ortaya koyabilmiş bir şahsiyettir.
Yine
özetle devam edecek olursak; 70’li yıllardan sonra da yazı ve şiirlerini Milli Gazete, Yeni Şafak, Vakit (Akit)
gazetelerinde sürdüren Mustafa Miyasoğlu için çok sayıda ismin birleştiği
tanımlardan ilki, velüt (üretken) bir edebiyatçımız olduğudur. Çalışkanlığı
şuradan açıkça bellidir ki, bir yandan telif eserler yayımlarken öbür yandan,
gazete ve dergi yazarlığını hep devam ettirmiş (mesela ben, kitap çalışmalarıma
vakit ayırabilmek için gazete yazarlığına 1986’da havlu attım), ayrıca edebiyat
ve düşünce hayatımızdaki akışı ve değişmeleri dikkatle izleyip okuyucuya
gerekli notları düşürmek amacıyla önemli gördüğü hatırlatmalarda bulunmuş, bu
amaçla Suffe Yayınlarını kurarak döneminde geniş yankılar uyandıran ve ilgiyle
okunan Suffe Kültür Sanat Yıllığı’nı (1982-88) yayınlamıştır. Mesela
benim, 1980’de Cemil Meriç’le yapıp Yeni Devir sanat sayfasında yayımladığım bir
uzun söyleşiyi ilk kayda geçirip kaybolmaktan kurtaran yine Miyasoğlu’nun Suffe
Yıllığı’dır.
2006
yılına kadar 6 şiir, 2 hikâye, 5 roman, 3 oyun, 6 deneme, 6 inceleme, 1
konuşma, 1 gezi, 1 sadeleştirme, 3 derleme olmak üzere 34 kitaba imza atan Mustafa
Miyasoğlu, eser verdiği her türün hakkını veren sıra dışı yazarlarımızın en önemlilerindendir.
Bu yüzdendir ki, şiirleri ve romanları başta olmak üzere tüm kitaplarını –zaman
zaman tekraren- keyifle okumayı sürdürebiliyoruz
Kırk küsur
yıldan beri edebiyat ve düşünce hayatımızın önemli temsilcilerinden biri olmayı
sürdüren Miyasoğlu, çeşitli yayınlarıyla birçok ödül alarak, yazdıkları geniş
ilgi uyandırıp beğeni toplamış; 1975’te Kaybolmuş Günler adlı romanı,
1981’de Hicret Destanı adlı şiir kitabıyla Türkiye Millî Kültür Vakfı
Armağanını, Dönemeç romanıyla 1980’de, Bir Aşk Serüveni adlı
eseriyle de 1995’te Türkiye Yazarlar Birliğinin Yılın Romancısı ödüllerini
kazanmış; ayrıca İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin yarışmalarında
çeşitli ödüller almıştır.
Eserleri
yabancı dillere çevrilmeye başlanmış olan Miyasoğlu, yurt dışında da tanınan
edebiyatçılarımızdandır.Hicret Destanı (1981)’nındaki şiirleri, 1981’de Dr.
Muhammed Harb tarafından “Melhametü Hicre” adıyla Arapçaya çevrilip El Belağ
dergisinde; Yollar ve İzler (2002) adlı romanı Masud Akhtar Shaikh tarafından
“Roads and Footprints” adıyla 2003 yılında İngilizceye çevrilip Konya’da yayımlanmıştır.
İlk
şiirlerinde yalnızlığı, rüyalara sığınışı, imkânsız aşkı ve büyük şehirlerde
tedirginliğe düşen insanın temel değerleriyle tarih özlemini dile getiren
Miyasoğlu, edebiyat geleneğimizin temel motifleriyle çağdaş insanın iç
dünyasındaki kırılmalara ve hüzünlere de şiirlerinde yer veren bir sanat
adamıdır. Romanlarında yaşadığı dönemdeki acıları derinliğine hisseden gençleri
ve kuşak çatışmalarını ele almış; aşk acısıyla kimlik bunalımına düşen
gençleri, büyük şehir kültürüne yansıyan sosyal değişimi ve geleneksel yapısı
parçalanan ailelerin toparlanma çabalarıyla tarih bilincinin doğurduğu
sorumluluğu romanlarında konu edinmiş; Anadolu insanının kendi
memleketlerindeki sıkıntılarıyla büyük şehirde tutunma çabasını eserlerinin eksenine
oturtmuştur.
Edebiyat
ve kültür dünyamızın bu seçkin ismini, şimdiye kadar verdiği eserlerden
sevgiyle ve saygıyla selamlıyor; bundan sonraki yıllarında da sağlık ve esenlik
içinde bizi aydınlatmaya devam etmesini diliyoruz.