Sait Faik Abasıyanık

Öykü Yazarı, Şair

Doğum
23 Kasım, 1906
Ölüm
11 Mayıs, 1954
Eğitim
Bursa Lisesi
Burç
Diğer İsimler
Adalı, Sait Faik Adalı, S. F.

       Öykücü, şair ve yazar (D. 23 Kasım 1906, Adapazarı - Ö. 11 Mayıs 1954, İstanbul). Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinde çalışarak İstiklâl Madalyası sahibi olmuş ve bir ara da Adapazarı belediye başkanlığı (1922) yapmış olan Mehmet Faik Bey’in oğlu. Adalı, Sait Faik Adalı, S. F. imzalarını da kullandı. Aile “Abasızoğulları” diye anılırdı, ancak soyadı yasası çıktığında, Sait Faik’in isteği ile “Abasıyanık” olarak nüfus kütüğüne geçirildi. Gelir düzeyi oldukça iyi bir aile ortamında mutlu bir çocukluk hayatı geçirdi. İlköğrenimini yabancı dille eğitim veren Rehber-i Terakki okulunda bitirdikten sonra Adapazarı Lisesine kaydoldu. Ancak araya 1. Dünya Savaşı ve işgal yılları bu öğrenimini aksattı. Savaş ve işgal bittikten sonra babasının ticari faaliyeti için ailenin İstanbul’a gitmesi üzerine (1924), bir süre İstanbul Erkek Lisesinde öğrenim gördü. Ancak, onuncu sınıftayken, Arapça hocasının minderine iğne koydukları için 41 arkadaşı ile birlikte Bursa Lisesine (1925) nakledildi. Liseyi 1928 yılında burada bitirdi. Aynı yıl Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesine girdiyse de (1928-30), avare bir öğrencilik hayatı sürdürdüğünden, babasının isteğiyle önce İsviçre’nin Lozan kentine, oradan da kısa bir süre sonra geçtiği Fransa’nın Grenoble Üniversitesinin Edebiyat Fakültesinde üç yıldan biraz fazla (1930-1934) kayıtlı kaldı. Bu arada Fransa’nın ve Avrupa’nın çeşitli şehirlerini gezdi. Kendisini daha hür bir ortamda bulduğu Fransa’da da öğrenim yerine başıboş ve bohem bir hayatı yaşamayı tercih etti. Bu hayat ona, hikâyelerini zenginleştirecek olan bir yığın insan, çevre ve olaylarla karşılaşma fırsatı verdi.  1935 yılı başlarında babası tarafından geri çağrıldığı için Türkiye’ye döndü.

Altı ay kadar Halıcıoğlu Ermeni Yetim Okulunda Türkçe dersleri okuttu. Ardından, babasının kendi işi dışında, sermaye vererek ve bir yakınlarıyla ortak ederek kurduğu ticarethane, altı ay içinde ortağının hileli davranışı nedeniyle iflas (1936) etti. Kısa bir süre de Haber gazetesinde adliye muhabirliği yaptı. Aynı yıl içinde ilk kitabı Semaver (1936) çıktı. Bundan sonra hayatını belli bir mesleği olmaksızın, sağlığında babasının, onun ölümüyle (29.10.1939) de gelir durumu iyi olan annesinin verdiği harçlıkla ve yayınladığı hikâyelerin telif ücretleriyle devam ettirdi. Üçüncü kitabı Şahmerdan’daki (1940) Çelme adlı hikâyesindeki “Askerin ayağı tökezledi” cümlesi yüzünden Askeri Mahkemeye verildi, Ankara’da yapılan yargılaması beraatla sonuçlandı. 1944 yılında yayımlanan Medar-ı Maişet Motoru adlı romanı asılsız bir ihbar üzerine toplatıldı.

Yaşadığı düzensiz hayat ve alkol düşkünlüğü gittikçe sağlığını bozdu. 1944’te hastalığına siroz teşhisi konuldu, 1951’de tedavi için gittiği Paris’ten de sağlığı için hiçbir teşebbüse geçmeden, birkaç gün içinde geri döndü. Zaman zaman gelen krizler hayati tehlike gösterdiğinden 5 Mayıs 1954’te hastaneye yatırıldıysa da altı gün sonra öldü. Mezarı Zincirlikuyu’dadır.

Yazı hayatına şiirle başlayan Sait Faik, Hamal adını taşıyan ilk şiirini Adapazarı’ndaki öğrencilik yıllarında yazmıştı. Bu şiir yıllar sonra (21 Ocak 1932) Mektep dergisinde yayımlandı. Bundan sonra seyrek de olsa şiirler yazıp yayımladı. Bu şiirlerinin on altısını  Şimdi Sevişme Vakti (1953) adıyla kitaplaştırdı. Tamamı serbest tarzda olan bu şiirler için Mehmet Kaplan, esasen onun şair mizaçlı bir insan olduğunu, bu özelliğinin hikâyelerinde de görüldüğünü söyleyerek, az sayıdaki bu şiirlerin güzelliğine dikkat çeker. Hece ile yazdığı ve kitabına almadığı diğer şiirlerinde Faruk Nafiz (Çamlıbel) ve Necip Fazıl (Kısakürek) tesiri görülür. Kitabına aldığı on altı şiirinden başka, almadığı yirmi beş kadar şiiri, Şimdi Sevişme Vakti’nin, onun ölümünden sonraki basımlarına eklenerek yayımlandı.

Sait Faik edebiyattaki asıl ününü hikâye çalışmalarıyla yapmıştır. Türk hikâyeciliğinin Ömer Seyfettin’den sonraki ikinci önemli aşaması onun açtığı yolda olmuştur. Henüz lise yıllarındayken yazmaya başladığı biliniyor. O yıllarda yazdığı İpekli Mendil hikâyesi daha sonra Varlık dergisinde (15 Nisan 1934) çıktı. Yayınlanan ilk hikâyesi ise Uçurtmalar (Milliyet, 9.12.1929) adlı hikâyedir. Bu tarihten sonra gittikçe ivme kazanan bir tempo ile kendisini tamamen hikâye yazmaya vermişti. İlk hikâyeleri Maupassant tarzında ve ünleri o yıllarda devam eden Ömer Seyfettin, Refik Halit (Karay), Reşat Nuri (Güntekin) gibi yazarların etkisindedir. Fransa’da iken, özellikle de döndükten sonra yazdığı hikâyelerdeki kendine özgü dili ve kurduğu hikâye yapısıyla kişiliğini buldu. Nurullah Ataç, onun öykü yazarlığını şöyle değerlendirir: “Sait Faik Abasıyanık’ın eserlerinde ilk göze çarpan şey yeniliğidir. Zoraki bir yenilik değil, zamanını anlamış, kavramış, zamanını yaşıyan bir adamdı o. Sanatına onun kadar bağlı az yazar tanıdım.”   

İlk hikâye kitabı olan Semaver’den (1936) itibaren eleştirmenlerin olumlu-olumsuz değerlendirmeleriyle dikkatleri üzerine çekmiş, Sarnıç (1939) ve Şahmerdan (1940) kitaplarındaki hikâyeleriyle ustalığını kanıtlamıştı. Bu üç kitabından ilkinde toplumcu-gerçekçi bir içeriği  benimsediği görünürken, gittikçe daha bireysel ve gündelik sorunları konu edinir. Günlük yaşam gözlemlerinden beslenen bu dönemdeki hikâyeleri, yine de daima hayatın ve şartların bütün zorluklarına rağmen yaşama sevincine sarılan insanları anlatır. Bunların yaşantılarını ve çok defa kısa zaman parçaları içindeki ilişkilerini ya da durumlarını konu edinir. Bu hikâyeler okuyucu üzerinde, zorlanmadan, yazılmış oldukları izlenimini bırakır. İçinden geldiği gibi ve içten gelen bir arzu ve istekle kaleme aldığını kendisi de birkaç defa söylemişti

Sait Faik yarattığı karakterlerle, zaman zaman gerçekçi bir tarzda, kimi zaman bilinçaltını kurcalayan, hatta kimi kez gerçeküstücü izlenimi veren bir takım akımlara bağlı görünebilir. Ama özellikle kendi kişiliğini bulduğu dönemin hikâyelerinde belli kalıplara ve başka yazarlara benzemeden farklı olabilmiş ve kendini yenileyebilmiş bir yazardır. Hemen bütün hikâyelerinde kendini anlatır gibi bir ifadeyle dikkati çeker. Bu özelliğiyle bir taraftan kendisini zorlamadan ve rahat bir yazış tarzını düşündürdüğü gibi, bir taraftan da yazdıklarının bir çeşit anı-hikâye türüne girebileceği, ya da yazdıklarını içselleştirdiği izlenimini uyandırır. Bu izlenim, biraz da çoğu hikâyecinin bencil olmasa da ‘ben’ merkezli oluşundan kaynaklanır ki, bu aslında edebiyatta bir anlatım tekniğidir. Bu ise Sait Faik’in kişiliğine denk düşen bir tekniktir. Çoğu toplumun alt kesimlerinden olan hikâye kahramanları, aslında hilenin ve aldatmaların bulunmadığı bir dünyada az şeyle mutlu olabilecek insanlardır. Hikâye kişilerinden bazıları da daha çok anılarıyla yaşar ya da özlemini duydukları bir dünyanın hayalini kurarlar. Dolayısıyla bu gibi kahramanların kendi çevrelerine uyum sağlayamadıkları da sergilenmiş olur. 

 

Sait Faik için Ferit Edgü şöyle demişti:

 

“Umut dolu bir insan değildi Sait Faik. Dünyaya pembe gözlükler ardından bakmıyordu. Daha doğrusu Rene Char'ın o güzelim deyişiyle, ‘Umuda bir borcu yoktu.’ Gerçekliğin bir değil, bin yüzü olduğunu biliyordu, öykülerinde bunlardan bazılarını 'sınamak' istedi. Boynu büküklerin, cebinde beş parası olmadan havayla suyla yaşamaya çalışanların, sevip sevilmeyenlerin, martıyla dostluk kuranların, doğaya, toprak anaya, suya ve güneşe övgüler yağdıran papaz efendinin, işsiz ırgatların, geleceğini göremeyen marabaların, garip Arnavut sütçülerin, Adalı Rum balıkçıların, satacak bir şeyi olmadığı için bedenini satan orospucukların dostuydu. Kitaplarının adı bile onun dünyasını yansıtır: Az Şekerli, Havuz Başı, Mahalle Kahvesi, Bir Takım İnsanlar, Sarnıç, Semaver, Son Kuşlar... Birçok yazar için söylenen ‘kendini anlatırken başkalarını anlattı’ ifadesine, yerli yabancı, onun kadar uygun bir yazar tanımıyorum.” 

 Geçekten de hikâyelerinde toplumun hemen her kesiminden ve her yaştan zengin bir kahramanlar kadrosu sergileyen Sait Faik’in, ağırlıklı olarak fakir semt ve gecekondularda yaşayanları, işsiz insanları, Anadolu’dan İstanbul’a gelenleri, bu tabakadan insanlar arasında da özellikle denizle ve balıkçılıkla ilgili olanları konu edindiği dikkat çeker. Psikolojik olarak da sebepsiz iç sıkıntısı ve yalnızlık duygusuna kapılanlarla hayal kuranlar önemli bir sayıya ulaşır. İstanbul’un taşralı ve yerli tipleri kadar azınlıklara mensup kişilerini de konu edinir. Bu çeşitli kesimden kahramanlar aracılığıyla toplumdaki bazı aksaklıklara, günlük hayatın akışı içinde dikkati çeker

Hikâyeleri dışında iki roman denemesi de bulunan Sait Faik, bunlardan ilkini 1940 yılında Medarı Maişet Motoru adıyla tefrika ettikten sonra 1944 yılında kitap olarak basıldı. Daha sonraki basımları Bir Takım İnsanlar (1952) adıyla yapıldı. Ancak roman değerleri açısından başarılı bulunmamıştı. Tefrika edildiği yıl kitaplaşan Kayıp Aranıyor (1953) adlı ikinci romanı ise önceki romanından daha tutarlı olmasına rağmen, yarım kalmış bir eser izlenimi yaratmıştı. Eleştirmenler her iki roman için de, hikâyede ustalık kazanmış olan yazarın aynı tekniği romana uygulaması, bu yüzden bunların uzatılmış birer hikâye özelliği taşıması sebebiyle başarısızlığa uğradığı görüşünde birleşmişlerdir.

Sait Faik hikâye ve diğer yazılarını Milliyet, Kurun, Vakit gazeteleriyle başta Varlık olmak üzere Ağaç, Büyük Doğu, Yücel, Yeni Mecmua, Servet-i Fünûn, İnkılapçı Gençlik, Yürüyüş ve Yedigün dergilerinde yayımlamıştı. Hayatta iken on hikâye kitabı, iki romanı, bir de şiirleri olmak üzere on üç telif kitabı ile bir tercüme romanı basılan Sait Faik’in ölümünden sonra gazete ve dergilerde kalan diğer yazılarıyla birlikte hikâyeleri de değişik yayınevleri tarafından yayımlandı.

1953’te, ilk defa bir Türk hikâyecisi olarak, merkezi Amerika’da olan Mark Twain Cemiyeti tarafından kendisine şeref üyeliği verilen Sait Faik’in ölümünden sonra da annesi, Burgazadası’ndaki evlerini “Sait Faik Müzesi” olarak bağışladı ve 1955 yılında, ailenin mirasının bağışlandığı Darüşşafaka Cemiyeti tarafından her yıl en iyi hikâye kitabına verilmek üzere “Sait Faik Hikaye Armağanı” kuruldu.

 

Sait Faik İçin Ne Dediler?

 

"Hayat içinde erittiği kişiliğini hiç ayıklamadan; bir davâya, estetik anlayışa veya zümreye ayarlamadan yazmıştır. Onun sanatı bir anlatış sanatıdır. Gördüklerini, sevdiklerini, acıma ve sevmelerini, çocukluk, gençlik, hastalık günlerini hiç ustalığa özenmeksizin, şiirli bir dille anlatmıştır" (Ahmet Kabaklı)

 

***

 

“Hikâyeciliğimizde bir aşamadır. Sait’e gelinceye kadar hikâye konusu olarak aklımızdan geçirmediğimiz olaylar, onun kaleminde hikâye bütünlüğü kazanmışlardır (...) anlatım özellikleri, güçlü yanı olduğu kadar eksik yanı olarak da belirir. Şiir, anlatışında  tek değer ölçüsüdür... Şiirden hiç uzaklaşmamaya çalışır. Bu yüzden hikâye sanatının gerektirdiği kuru ayrıntılara girmekten kaçar.” (Necati Cumalı)

 

***

 

“Sait Faik’in etkisi de, hikâyesi gibi, belli bir dönemde yanlış yoruma uğramıştır. Yazdıkları ipsiz sapsız bir bungunluk, okur yazarların ayağı yere değmemiş tayfasında pek görülen bir başını alıp gitme isteği sayılmıştır. Onun başını alıp gitme dilekleri belli toplum ilişkileri içindeki insanların ona verdiği bir duygudur. Oysa, hikâyesini kurduğu, anlatmayı değerli bulduğu, yeğlediği insanlara gösterdiği yakınlık apaçıktır. Halktan yana bir yazardır Sait Faik.” (Füruzan)

 

***

 

“Öykücülüğümüzdeki ‘yer’ine baktığımız takdirde birkaç büyük hikâyecinin (Ömer Seyfettin, Memduh Şevket Esendal, Sabahattin Ali) önünde yer alıyor. Bunun nedeni şu: Bir san’at adamını, bir yazı adamını değerlendirirken üç kritere göre davranıyoruz. Bunlardan biri çağı ve bulunduğu yer açısından değerlendirme. İkincisi çağını aşan yazar... Üçüncüsü çağlar boyunca dünyaya açılan yazar... Bizim edebiyatımızda çok az yazar bu üçüncü değerlendirmeye girebilir. Mesela Yunus Emre birse, Sait Faik ikidir bu konuda.” (Tahir Alangu)

 

***

 

“Sait Faik’in öykücülüğümüzdeki yeri bence, öykülerindeki bu insancıl içerikle belirlenmiştir (...) bu humanizmadan ister bireysel anlamda, ister toplumsal anlamda olsun kötü dönüşümlere varan bir felsefeyi temellendirmeye geçebilmiş midir? Bu sorunun yanıtı ‘hayır’ olsa gerek. Onu, Camus’dan ayıran da, felsefe anlamında bu dünya görüşü eksikliğidir.” (Hilmi Yavuz)

 

***

 

“Elli yıl sonra toplum sorunlarına daha bir hoşgörüyle bakıyorsak, bunu hazırlayanlardan birisidir Sait Faik. Bile isteye değil, içinden gelen coşkuyla, dilindeki aldırışsız savruklukla, yüreğindeki iyilikle. Basmakalıp öykünün sınırlarını aşarken çağdaş öyküye ışık tuttuğunun ayırımında bile değildi. Kendini pek önemsemiyordu ama, mangalda kül bırakmayan eleştirmenlere de öfkeleniyordu. Sait Faik’in bir küçük öyküsünden dünyaya kapı açmak gerekiyor. İmgelem gücündeki gerçeğin gizlerini görebilirsek o kapıdan geçmek zor olmayacak...” (Mustafa Şerif Onaran)

 

ESERLERİ:

 

Hikâye:

 

Semaver (1936), Sarnıç (1939), Şahmerdan (1940), Lüzumsuz Adam (1948), Mahalle Kahvesi (1950), Havada Bulut (1951), Kumpanya (1951), Havuz Başı (1952), Son Kuşlar (1952), Alemdağda Var Bir Yılan (1954), Az Şekerli (1954), Tüneldeki Çocuk (1955).

 

Şiir:

 

Şimdi Sevişme Vakti (1953).

 

Roman:

 

Medarı Maişet Motoru (1944, Bir Takım İnsanlar adıyla 1952), Kayıp Aranıyor (1953).

 

Röportaj:

 

Mahkeme Kapısı (1956). 

 

Söyleşi-Mektup-Diğer:

 

Balıkçının Ölümü (1977), Açıkhava Oteli (1980), Yaşasın Edebiyat (1981), Müthiş Bir Tren (1981), Sevgiliye Mektup (1987).

 

Çeviri: 

Yaşamak Hırsı (Georges Simenori’dan, 1954)

 

Yazarın eserleri sonraki yıllarda Bilgi Yayınevi'nce "Bütün Eserleri" başlığı altında on iki ciltte toplandı (1970-82). 2003’te Yapı Kredi Yayınları tarafından bütün eserleri yeniden basıldı.

 

KAYNAKÇA: Tahir Alangu / Sait Faik İçin (derleme, 1956), Tahsin Yücel / Havada Bulut (Varlık, Temmuz 1951)-Sait Faik (Varlık, Aralık 1954)-Gene Sait Faik (Varlık, Ocak 1956)-Büyükler (Varlık, Haziran 1956), Yaşar Nabi/ Varlık (S: 418, 1951; Sayı 430, 1956), İnci (29 Aralık 1952), Behçet Necatigil / Sait Faik’in Kahramanlarında Kılık ve Ruh (Varlık, Aralık 1954), Nurullah Ataç/ Türk Dili Dergisi (Haziran 1954), Muzaffer Uyguner / Sait Faik'in Hayatı (1959, Sait Faik Abasıyanık adıyla,1964), Sami N. Özerdim / Sait Faik Bibliyografyasına Ek (Varlık, Mayıs 1966), Mustafa Kutlu / Sait Faik'in Hikâye Dünyası (1968), Adnan Binyazar/ Türk Dili (Eylül 1970), Sait Faik’le Toplum Sorunları Konusunda Bir Konuşma (Halkın Dostları, Haziran 1970), Derleyen: Sennur Sezer/ Soruşturma (Cumhuriyet Sanat, Edebiyat eki, Mayıs 1970), Düzenleyen: Mahmut Alptekin/ Soruşturma (Varlık, Ağustos 1973-Mayıs 1974-Temmuz 1974), Mehmet Kaplan / Cumhuriyet Devri Türk Şiiri (1973, s. 121-129), Mahmut Alptekin / Sait Faik (1974), Muzaffer Uyguner/ Varlık (Sayı: 801, 1974), Mahmut Alptekin / Bir Öykü Ustası Sait Faik Abasıyanık (1976), Fethi Naci / Bir Hikâyeci: Sait Faik - Bir Romancı: Yaşar Kemal (1990), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007, 2009) -  Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Fomous People (2013), Ahmet Miskioğlu / Sait Faik -Yaşamı, Kişiliği, Sanatı, Yapıtları (değerlendirmeler, şiirler, 1992), Ömer Lekesiz / Yeni Türk Edebiyatında Öykü - 1 (1997), Perihan Ergun / Sait Faik 90 Yaşında (1996), Fethi Naci / Sait Faik’in Hikâyeciliği (1998), "Mahalle Kahvesi" Öyküsünde Tragedya Yapısı ve Özellikleri (Türk Dili Dergisi, Ocak-Şubat 2000), Feridun Andaç / Edebiyatımızın Yol Haritası (2000), Radikal Kitap (29.9.2002), Sadun Tanju / Eski Dostlar (Ara Güler'in fotoğraflarıyla, 2002), Renk Renk Kartpostallar: Sait Faik (Hece-Türk Oykücülüğü Özel Sayısı, sayı: 46-47), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), Şinasi Gülaçtı / Güler Yüzlü Yazılar III (Bizim Külliye, Ekim 2002), Semih Gümüş / Öykülerde İstanbul (2002), Orhan Okay / Büyük Türk Klâsikleri 14 (2002),Bir Usta Bir Dünya Sait Faik Abasıyanık (2003'teki bir sergiden fotoğraflar, mektuplar, belgeler, 2003), Kemal Atakay / Sait Faik’in Öykülerinde Deniz (Kitap-lık, Mart 2004), Mustafa Şerif Onaran / Sait Faik Öykülerinin İmgelem Gücündeki Gerçek (Varlık, Mayıs 2004).

DÜLGER BALIĞININ ÖLÜMÜ

Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlı iken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına, kadın göğüslerine takılmaya değer. Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar?..

Mümkünü olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şanüşeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez, öyle ki üzülmüş bebeklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle pırıltılı, yanar döner pulları yoktu. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil renkte esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır; sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır da bir daha kapanmaz.

Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim? Yamyassıdır demiş miydim. Tam ortalık yerinde, her iki yanda sağlı sollu iki baş parmak izi diyebileceğim koyu lekeler vardır, demiş miydim?...

Rum balıkçıların Hrisopsaros (Hristos balığı) dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel Akdeniz’e dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, Beniisrail balıkçı kayığının sayısı sayılamazmış. Keser, biçer, doğrar, mahmuzlar, takar, yırtar, koparır, atar, çeker parçalarmış. Akdeniz’in en gözü pek; insandan, hayhuydan, fırtınadan, yıldırımdan, yağmurdan, belâdan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş.

İsa, günlerden bir gün deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. “Ne oluyorsunuz?” diye sorunca balıkçılara: “Aman demişler balıkçılar, elaman! Elaman, bu canavardan! Sandallarımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız.”

İsa yalın ayak, başı kabak; dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin baş parmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş...

O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, destereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı bunlardan ötürü ona takılmış olmalı.

Bütün bu âlâtü-edevatın dört yanını şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmektedir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır.

Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kimbilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya, sesini! Bir o, bir. de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir, dülger balığının.

Bir gün balıkçı kahvesinin önündeki yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamanki esmer renkte idi önce. Vücudunda hiçbir kımıldama yoktu. Taş kadar cansızdı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak zarları oynaşıp duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez, iç rüzgârının oyunu idi. Vücutta, görünüşte hiçbir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm dansı idi. Sanki dülger balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamacasına.

Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte öyle bir cazip titreme idi bu. İnsanın içini zevkle, saadetle dolduruyordu. Ancak, balığın ölmek üzere olduğu düşünülürse bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama insan yine de bu anlam’a almamaya çalışıyordu. Belki de bu harikulade tatlı bir ölümdü. Belki de balık hâlâ suda, derinliklerde bulunduğunu sanıyordur. Karnı tok, sırtı pektir. Akşam olmuştur. Deniz dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta, dişi yumurtaları, yukarılarda erkek tohumları sallanıyor, dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde, ağır ağır ağarmaya, rengini atmaya, bembeyaz kesilmeye giden bir hal almaya başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeye, dikkatli bakmaya lüzum kalmadan yanılmadığımı anladım.

Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmaya, balık da gitgide saniyeden saniyeye, pek belli bir halde beyazlanmaya başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.

Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak, ne karanlık sulara koyu yeşil yosunlara gömülmek... Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ile yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru fırlamak... Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarda aletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkanmak vardı. Her şey bitmişti.

Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık şu hava dediğimiz gaz suya alışmaya çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa alışması bile mümkündür gibime geldi.

Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz saate,sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyoruz.

Onu atmosferimize (suyumuza) alıştırdığımız gün bayramlar edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek, onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan birisi yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek. Canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa’nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini, mahmuzları, kelpeteni, eğesi, desteresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar hâlini bulacak.

Bir kere suyumuza alışmaya görsün. Onu canavar haline getirmek için hiçbir fırsatı kaçırmayacağız.

 

ŞİMDİ SEVİŞME VAKTİ

Çıplak heykeller yapmalıyım,

Çırılçıplak heykeller

Nefis rüyalarınız için

Ey önümden geçen ak sakallı kasketli,

Yırtık mintanından adaleleri gözüken

Dilenci

Sana önce

Şiirlerin tadını

Aşkların tadını

Kitaplardan tattırmalıyım

Resimlerden duyurmalıyım, resimlerden...

 

Şu oğlan çocuğuna bak

Fırça sallıyor

Kokmuş manifaturacının ayağına

Dörtyüzbin tekliğinden,

On kuruş verecek.

 

Seni satmam çocuğum

Dörtyüzbin tekliğe

Ne güzel kaşların var

Ne güzel bileklerin

Hele ne ellerin var, ne ellerin.

 

Söylemeliyim,

Yok

Yok... meydanlarda bağırmalıyım

Bu küçük güllerin buram buram tüttüğü

Anadolu şehri kahvesinde

Kiraz mevsiminin

Sevişme vakti olduğunu.

 

Resimler seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım

Baygınlık getiren şiirler

Kiraz mevsimi, kiraz

Küfelerle dolu Pazar.

Zambaklar getiriyor bir kadın,

Bir kadın bir bakraç yoğurt götürüyor

Sallıyor boyacı çocuk fırçasını

Belediye kahvesinde hâlâ o eski, o yalancı

0 biçimsiz Bizans şarkısı.

Sana nasıl bulsam, nasıl bilsem,

Nasıl etsem nasıl yapsam da

Meydanlarda bağırsam

Sokak başlarında sazımı çalsam

Anlatsam şu kiraz mevsiminin

Para kazanmak mevsimi değil

Sevişme vakti olduğunu...

 

Bir kere duyursam hele güzelliğini, tadını,

Sonra oturup hüngür hüngür ağlasam

Boş geçirdiğim, bağırmadığım sustuğum günlere

Mezarımda bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğunun

Oğlu bir şiir okusa

Karacaoğlandan

Orhan Veli’den

Yunus’tan, Yunus’tan...

 

Sait Faik

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör