Said Halim Paşa

Osmanlı Sadrazamı, Devlet Adamı, Siyasetçi, Yazar

Doğum
19 Şubat, 1864
Ölüm
06 Aralık, 1921
Burç
Diğer İsimler
Mehmed Said (asıl adı)

Siyaset ve devlet adamı, sadrazam, yazar (D. 19 Şubat 1864, Kahire – Ö. 6 Aralık 1921, Roma / İtalya). Asıl adı Mehmed Said olup, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın torunu, vezir Halim Paşa’nın oğludur. Küçük yaşta ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Özel öğrenim alarak yetişti; Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca öğrendi. Kardeşi Abbas Halim ile birlikte İsviçre’de science politique (siyasî bilimler) dalında yüksek öğrenim gördü. Üniversite öğrenimini tamamlayınca İstanbul’a döndü ve devlet hizmetine girdi. “Mirmiran” rütbesinde Şûrâ-yı Devlet (Danıştay,1888) üyeliğine seçildi. 1900 yılında Rumeli Beylerbeyliği rütbesini aldı. Zararlı yayın ve silâh bulundurmakla suçlanarak hakkında soruşturma açılınca, ülkeyi terk etti. Önce Avrupa’ya, sonra Mısır’a gitti. 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyet îlân edilince, tekrar İstanbul’a döndüğünde Şûrâ-yı Devlet üyesi olmak istediyse de, kadrosuzluk nedeniyle bu isteği mümkün olmadı.

 Said Halim Paşa, bunun üzerine İttihat ve Terakki Partisine girerek politikaya atıldı. Bu partinin adayı olarak belediye seçimlerine katıldı ve Yeniköy Belediye Dairesi Başkanlığına seçildi. Cemiyet-i Umûmiye-i Belediye İkinci Başkanlığına, daha sonra da Âyün Meclisi (Sehato) üyeliğine getirildi. Seçildiği Şûrâ-yı Devlet Başkanlığı görevinden kısa bir süre sonra (1912) ayrıldı. İttihat ve Terakki Partisi Genel Sekreteri oldu. 1913’te Mahmud Şevket Paşa Hükümetinde Şûrâ-yı Devlet Başkanı ve üç gün sonra da Hâriciye Nâzırı (Dışişleri Bakanı) oldu. Sadrâzam Mahmud Şevket Paşa’nın, 11 Haziran 1913’te Divanyolu semtinde otomobilinin içinde öldürülmesi üzerine Sadâret (Başbakanlık) Kaymakamı oldu. Ancak İttihat ve Terakki Partisinin, Sultan Reşad’a yaptığı baskı ile 12 Haziran 1913’te Sadrâzam (Başbakan) oldu ve Dışişleri Bakanlığını da kendi üzerine aldı. Ancak bu görevleri Enver, Talât ve Cemal Paşa’ların istekleri doğrultusunda yürütmesi söylentilere yolaçtı.  

 Balkan Savaşı’nın son yılları ile Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında Sadrazam ve Hariciye Nazırı olarak, Osmanlı Devletinin Dünya Savaşı’na katılmaması için gösterdiği gayretler sonuç vermedi. Kendisinin haberi olmadan İttihatçılar tarafından karar verilerek savaşa girildiğini sonradan öğrendi. Zadrazam’lıktan ayırılmasına karşın, ısrarlar üzerine istifa etmekten vazgeçti. Fakat kendisinden habersiz olarak yasalar çıkarıldığını görünce, önce Hariciye Nazırlığından, 3 Şubat 1917’de de Sadâretten ayrıldı. Mütâreke’de yurtdışına kaçmayı reddetti. İttihat ve Terakki Partisinin iktidardan düşmesi üzerine ise savaş suçlusu olarak yargılanmak üzere kendisi müracaat etti ve yargılandı.

Said Halim Paşa, İstanbul’un işgalinden sonra 10 Mart 1919’da tevkif edildi. 22 Mayıs’ta İngilizler tarafından, öteki siyasî mahkûmlarla birlikte Malta adasına sürüldü. Burada da iki yıl kadar kaldıktan sonra 29 Nisan 1921’de serbest bırakıldı. Ancak İstanbul’a kabul edilmediği için Roma’ya gitti. Roma’daki evinin önünde bir Ermeni komitacı tarafından vurularak öldürüldü. Cenazesi İstanbul’a getirilerek, 30 Aralık 1921’de Sultan Mahmud Türbesinin bahçesinde toprağa verildi. Çeşitli nişanlarla ödüllendirilmişti.

Uzun makaleler halinde Fransızca olarak kaleme aldığı ve hepsi tefekkür eseri olan sekiz kitabı vardır. Ayrıca anılarının bir bölümü ile birkaç mektubu bilinmektedir. Kitapları, yerli ve yabancı araştırmacılar tarafından, İslâmcı fikir akımının temel eserleri olarak kabul edilmiş bulunmaktadır. Eserleri sonraki yollarda yeniden düzenlenerek, 2003 yılında da Bütün Eserleri adıyla tek cilt olarak N. Ahmet Özalp tarafından hazırlanarak yayımlandı.

Sadrazam Halim Paşa, bir düşünür olarak oldukça önemli bir isimdir. İmparatorluğun çöküş nedenleri üzerinde kafa yormuş, bu sebeplerin İslam dünyasının geri kalış nedenleriyle ortak noktalarını isabetle belirlemiş ve hatta yeni bir silkiniş için yapılması gerekenlere ilişkin çok değerli görüşler ve öneriler ortaya koyabilmiştir.

İslam kültürü ve medeniyeti ile Batı kültürü ve medeniyetinin ikisini de iyi bilen ve tahlil edebilen ender aydınlarımızdan biri olan Sadrazam Halim Paşa, o dönemde abartılı bir biçimde kendini gösteren Batıcı anlayışların peşine takılmadan, kendisi yeni gözlemlerde bulunma ve yeni fikirler üretebilme başarısını göstermiştir. Geri kalmışlıktan kurtulabilmek için Batı dünyasını taklit etmenin bir fayda getiremeyeceğini, kendi kimliğimiz ve kültürümüzü koruyarak ileriye gitmenin ve çağı yakalamanın mümkün olduğunu söylemiş; o dönemde ve sonraki dönemlerde işin kolaycılığına kaçan aydınların Batıcı yönelişlerine büyük bir sorun olarak işaret etmiştir.

Said Halim, döneminin batıcı aydınlarını eleştirerek batı teknolojisini almak için sosyal yapımızı değiştirmenin ve Batıdan kanun kopyalayıp uygulamanın yanlış olduğunu; bunların yerine milli planda ve İslam dünyası bağlamında sosyal dayanışma, sosyal evrim, ekonomik evrim kavramlarını önemsemek gerektiğini söylemiştir. Said Halim Paşa’nın, önemli sorunlarımız arasında aydın-halk ikilemine işaret etmesi ayrıca önemlidir.

Said Halim Paşa’nın eserlerinde sık sık altını çizdiği Müslümanlığın içinin doldurulması, “Müslümanların yeniden Müslümanlaşması” hususu, onun Said Nursi ve Sezai Karakoç’la en belirgin ortak söylemleridir diyebiliriz. Halim Paşa, Türkiye için, bugün bile yararlanabilecek yeni bir siyasal sistem önermiştir.

Kendisine özgüveni sağlam, önemli bir Müslüman fikir adamı olarak, hem kendi dönemi için hem gelecek zamanlar için parlak fikirler üretmiş olan Sadrazam Halim Paşa, devlet adamı olarak aynı başarıyı gösteremedi. İmparatorluğun en kötü zamanında sadrazam olmuştu ve ne yazık ki çevresine aklı başında ve vizyon sahibi devlet adamları yerine hayalci, sorumsuz, entrikacı, batı hayranı ve ırkçı bir İttihatçı paşalar grubu vardı. “Birinci Cihan Savaşı” onun sadrazamlığı döneminde patlak vermişti. Said Halim Paşa, Türkiye'­nin bu savaşa girmesine taraftar olmadığı halde İttihatçıların türlü entrikalarına engel olacak kudret ve iradeyi gösteremedi. İttihatçı paşaların oldu bittiye getirerek ülkeyi Almanların safında savaşa sokmalarına engel olamadı. Tarihçiler kabine toplantılarının bile ona haber vermeden yapıldığını, önemli kararlar alındığını, bu karar­lardan Sadrazama olarak sonradan haberi olduğunu yazmışlardır. Halim Paşa, bu yüzdendir ki bu dışlanmaya daha fazla dayanamayarak, nihayet 13 Şubat 1917’de istifa etmiştir.

Said Halim Paşa içtimai şartların önemini belirtmesine karşın aydınla­rın ve tecrübelilerin dışında liderlerin toplum sorunlarının halledilmesinde önemli sorumluluklar taşıdığı düşün­cesindedir. Bu nedenle de, değişik dönem liderlerini sadece içtimai şart­ların bir unsuru olarak değerlendirme­miş, onların işlevleri konusunda da genellemeler yapılabileceğini göster­miştir. Çıkardığı sonuçlardan bağım­sız olarak Said Halim Paşa’nın son dö­nem tarihini yorumlama açısından ba­zı önemli saptamaları olduğunu kabul etmek gerekmektedir.” (Prof. Kurtuluş Kayalı)

ESERLERİ:

İNCELEME-ARAŞTIRMA: İslâm’da Teşkilat-ı Siyasiyye (Aslı Fransızca olan eseri Mehmet Akif Türkçeye çevirdi, Sebilürreşad dergisinde tefrika edildi, 1911); Buhranlarımız (1919, eser önce Sebilürreşad dergisinde tefrika edilen şu 7 bölümden oluşmuştur: Meşrutiyet, Mukallitlerimiz, Buhran-ı Fikrîmiz, Buhran-ı İçtimaîmiz, Taassub, İnhitat-ı İslâm Hakkında Bir Tecrübe-i Kalemiyye, İslâmlaşmak. Bu eser, M. Ertuğrul Düzdağ tarafından sadeleştirilerek, Buhranlarımız adıyla “Tercüman 1001 Temel Eser” dizisinden, ayrıca Ahmet Özalp tarafından sadeleştirilerek Toplumsal Çözülme adıyla, 1983), Bütün Eserleri (Haz: N. Ahmet Özalp, 2003).  

KAYNAKÇA: İbrahim Alaeddin Gövsa / Türk Meşhurları (1946), İdris Küçükömer / Düzenin Yabancılaşması-Batılılaşma (1969), Tarık Zafer Tunaya / İslâmcılık Cereyanı-Meşrutiyetin Siyasî Hayatı Boyunca Gelişmesi ve Bugüne Bıraktığı Meseleler (1962), İbnülemin Mahmut Kemal / Son Sadrazamlar (IV, 1982), Kurtuluş Kayalı /  “Said Halim Paşa” (Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, 1985), İsmail Kara / Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi Metinler – Kişiler (c. 1, s. 73-158, 1986), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), TYB Akademi – Said Halim Paşa (Yıl: 1, sayı: 3, Eylül 2011).

 

 

 

İSLÂM HUKUKUNUN EGEMENLİĞİ İLKESİNİN SONUÇLARI

            İslâm hukukunun egemenliği ilkesinin sonuçları esaslı bir önem taşımaktadır. Çünkü bunlar, kendini mevcut diğer toplumlardan çok açık bir şekilde ayıran yeni temeller üzerine kurulmuş ve büsbütün yeni bir toplum oluştur­muştur.

            İslâm'ın toplumsal yapı üzerinde gerçekleştirdiği iş, ke­limelerin en doğal anlam ve ruhuyla adalet ve özgürlük temellerine dayalı bir toplumsal düzen kurmuş olmasın­dan ibarettir. Öyle bir toplumsal düzen ki, sınıf ve parti rekabetleri kesin biçimde sürülüp  çıkarılmış, özgürlüğe ve eşitliğe karşı hiçbir tepki yükselmemiş, bunun neticesi olarak insani dayanışmayı en gerçek ve samimi bir şekilde tanımış, bu dayanışma bir kavimden diğer kavme kol atarak, aralarında o eşi görülmemiş “İslâm kardeşli­ğini tesis etmiş, dünyanın değişik bölgelerinde, çeşitli kıtalarında yaşayan muhtelif ırklara mensup dörtyüz mil­yona yakın bütün bir dünyayı büyük bir İslâm ailesi ha­linde birleştirmiştir.

             İslâm, bundan başka, İslâm kavimlerini öyle ortak ve sabit bir idealle donatmıştır ki, bu ideal onların sü­rekli evrimini öngörmekte, emretmektedir. Bu sayededir ki, binüçyüz yıldan fazla bir zamandan beri, bütün İslâm kavimleri, gerek güçlü ve üstün dönemlerinde, gerek çö­küş zamanlarında, Şeriat'ın emir ve öğütlerine uygun ha­reket etmekten, ona canla-başla hizmet etmekten başka bir amaç beslemediler. Kendi esenliklerini yalnız ondan beklediler ve bu esenliğin gerçekleşmesini, yalnız onun yüksek gerçeklerine boyun eğmeye bağlı gördüler.

            İslâm'ın toplumsal yapı üzerindeki fiili etkileri, dev­lete o zamana kadar görülmemiş öyle bir mevki ve nü­fuz kazandırdı ki, bu mevki ve nüfuz devletin hem korku verici (heybetli), hem sevimli, hem de saygın görülmesini sağladı.

            Evet, devlet kendini sevdirdi. Çünkü o, Şeriat'a hiz­met etmek, ona saygı gösterilmesini sağlamak amacıyla, yine Şeriat'tan doğmuştu. Çünkü, bu şekilde, hiç söz gö­türmeyecek öyle bir yasallık, meşruiyet kazanmış bulu­nuyordu ki, bu yasallık, kendini her türlü gasb ve tahak­küm kuşkularının üstünde tutuyordu. Korku verici ve saygın olmasına gelince; bu da her türlü yanlış ve eksik­likten arınmış olan kutsal kaynağından aldığı külli kud­retten; bir de, kendisinin ahlaki ve toplumsal gerçekle­rin ilkesi olmasından ileri geliyordu.

            Hatta, kendi adına yapılan bütün yolsuzluklar, ne onun gözlerdeki mevkiini, ne de ruhlara vermiş olduğu güveni kesinlikle sarsamadı.

            İslâm kavimleri şu kanıyı her zaman muhafaza et­mişlerdir: Gerek adaletsizlik, gerçek zorbalık ve baskıcı­lık bunların ne devletlerinde, ne yasalarında ve ne de kurumlarındadır. Fakat bunlar, yalnızca kudreti ellerine ge­çirerek yasa adına hareket ettiklerini iddia eden kişiler­den kaynaklanmaktadır.

            Bu nedenle Müslümanlar, Şeriat tarafından tesis edi­len devletin yasallığına (meşruiyet) karşı ne itiraz etme­yi, ne de hangi şekilde olursa olsun, devleti yıkmayı dü­şünmedikleri gibi, yapılan adaletsizliklere, yolsuzluklara son vermek için de işleri, devleti temsile ve yasaları uy­gulamaya en ehil kabul ettikleri ellere tevdi etmekten başka yol aramamışlardır.

            O halde, Şeriat'ın egemenliği ilkesi denilen bu mut­lak gerçek, olaylarla öyle kesin ve görkemli bir şekilde ku­rulmuş bulunuyor; bu ilke, öyle bir toplumsal düzen oluşturuyor ki, insana bireysel ve toplumsal planda ger­çek bir mutluluk temin etmek için mümkün olan şartla­rın tümünü ihtiva ediyor. Öyle bir toplumsal düzen ki, o zamana kadar insanın kararları önüne dikilip onu tam bir özgürlük içinde evrimden, gelişmekten alıkoyan bin­lerce engel, şaşırtıcı bir biçimde devrilip gidiyor. Öyle bir toplumsal düzen ki, az bir zaman içinde ve hiç yoktan hayret verici bir uygarlık oluşturarak yüzyıllarca insan­lığı bilimin, hikmetin ve adaletin bereketli nurlarıyla ay­dınlatıyor ve onu ahlaki, toplumsal ve maddi bakımdan benzeri görülmemiş bir mutluluk içinde yaşatıyor.

(İslâm ve Batı Toplumlarında Siyasal Kurumlar, 1987)

 

 

SAİD HALİM PAŞA

 

  Mehmed Said Halim Paşa eski Mı­sır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın toru­nu ve Halîm Paşa’nın oğludur. 1863’te Kahire’de doğdu. Özel hocalardan Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransız­ca eğitimi gördü. İsviçre’de üniversi­te düzeyinde siyasi ilimler okuduktan sonra İstanbul’a geldi ve 1888’de Şura-yı Devlet Azalığına tayin edildi. Jön Türk hareketiyle ilişki kurarak onlara maddi yardımda bulundu. Bu bağlantı yüzünden önce Mısır’a oradan da Av­rupa’ya gitmek zorunda kaldı. II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine ülkeye dönerek .Meclis-i Âyan’a girdi. 1912 Temmuzunda İttihad ve Terakki Cemiyeti umumî kâtibi oldu. 1913 Haziranı’nda da sadrazamlığa tayin edildi. Sadra­zamlığı sırasında Hariciye nazırlığını da uhdesinde bulunduran Said Halim Paşa 1915’te bu görevi Şura-yı Dev­let Reisi Halil Bey’e (Menteşe) devret­ti. 1917 Şubatı’nda sadrazamlıktan azledildi.  Mütareke döneminde ise Malta’ya sürüldü. Oradan ayrıldıktan sonra Roma’ya yerleşti ve bir Ermeni tedhişçinin suikasti neticesi 6 Ara­lık 1921’de öldü.

  Said Halim Paşanın yaşantısı siyasi i hareketlerle bağlantısının esnek oldu­ğunu göstermektedir. Birkaç kişinin yazdığına göre üst düzeyde siyasetle uğraşmış, gündelik siyasal gelişmeleri teferruat olarak görmüştür. Devlet adamlığı tecrübesi ve olaylara belli bir perspektiften bakabilme yeteneği onu döneminin diğer düşünürlerinden önemli ölçüde ayırmıştır. Devlet adamlığı tecrübesi olaylara tümüyle soyut bir şekilde bakmasını ve sadece pragmatik hal çareleri aramasını önlemiş­tir. Siyasal yaşantısı ve soyutlama gü­cü bazı somut sorunlarda taraf tutma­masına yol açmıştır. Temel sorunu İs­lâm ve Batı sorunudur. Sosyal şartla­rın belirleyiciliğini kabul etmesi çoğu konuya anlamlı yanıtlar getirmesi so­nucunu doğurmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun sorunları üzerinde du­rurken bazı hususlarda hassas dav­ranmıştır. Batı ve İslâm konularını esas alması Osmanlı toplumunun so­mut sorunlarını ve genelde İslâm dün­yasının karşı karşıya kaldığı sorunla­rı çözmek amacıyladır.

Osmanlı toplumunun sorunlarını çözümlemeye çalışırken bazı genelleme­ler yapmıştır. Bu genellemelerinde ta­rihsel ve toplumsal konular sürekli ola­rak gündemde olmuştur. Anayasa ko­nusunu değerlendirirken siyasi geliş­melere nasıl baktığı da ortaya çıkmak­tadır. 1969’da bir yazarın altını çizdi­ği “Sultan Hamid yaşamasaydı bile çağdaşları bir Sultan Hamid yaratırlar­dı” şeklinde özetlenebilecek düşün­cesini daha geniş bir bağlamda yo­rumlamak denenmelidir. Said Halim Paşa İttihat ve Terakki’ye ilişkin ola­rak da benzeri bir değerlendirme yap­maktadır. Said Halim Paşa’nın düşün­celerini açıklığa kavuşturmak için sö­zü edilen nitelemesinin ayrıntılı olarak bilinmesi gerekmektedir: “Bir idare yalnız bir adamın veya bir partinin de­ğil, bütün bir neslin eseridir. Sultan Hamid kendi adıyla yâdedilen ‘İdare-i Hamidiye’nin tek âmili ve kurucusu değildi. Belki bu idarenin mühim âmillerindendi, fakat Sultan Hamid dünyaya gelmemiş olsaydı, muasırları başka bir Sultan Hamid’in meydana gel­mesine sebep olacakardı... İdâre-i Hamidiye’den dolayı yalnız Sultan Ha­mid değil, muasırları da itham ve me­suliyet altında oldukları gibi, meşruti­yet idaresinden dolayı da en fazla it­ham ve mesuliyet altında bulunanlar İttihat ve Terakki değil, bugünkü ne­sildir. Çünkü her iki idare sırasında da muasırları en tabiî dönemini aşan si­yasal gelişmeleri açıklamakta bile ipuçları sunabilecek bir yorum yap­mıştır.

Yakın dönem tarihini değerlendirir­ken zorunlulukların siyaset ve devlet adamlarının davranışlarını bütünüyle belirlediği şeklindeki kolaycı bir anla­yışa da yönelmemiş her devrin en önemli sorumlularının en çok yetkiyi taşıyanlar olduğunu öne sürmüştür. İçtimai şartların yanında yöneticilere ve aydınlara önemli görevler yüklemiş­tir. En fazla sorumlu olanlardan bah­sederken “en aydın ve en tecrübeli geçinenler” nitelemesini kullanmıştır. Bu düşüncesini daha iyi anlamak için sonraki tarih kesitinde de etkinliğini sürdüren bir anlayışın üzerinde dur­mak yararlıdır: “Tarih ile sabittir ki, en ileri milletler, istek ve düşünceleri li­derleri tarafından en güzel anlaşılan ve yerine getirilen milletlerdir.” Demek ki, Said Halim Paşa içtimai şartların önemini belirtmesine karşın aydınla­rın ve tecrübelilerin dışında liderlerin toplum sorunlarının halledilmesinde önemli sorumluluklar taşıdığı düşün­cesindedir. Bu nedenle de, değişik dönem liderlerini sadece içtimai şart­ların bir unsuru olarak değerlendirme­miş, onların işlevleri konusunda da genellemeler yapılabileceğini göster­miştir. Çıkardığı sonuçlardan bağım­sız olarak Said Halim Paşa’nın son dö­nem tarihini yorumlama açısından ba­zı önemli saptamaları olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Hele İslamcı yazarların son dönemdeki yeni görü­nümlü çoğu düşüncelerinin vaktiyle Said Halim Paşa tarafından telaffuz edilmiş olması da ilginçtir.

İçtimai şartların bir sonucu olarak gördüğü değişime her yeniliğin olumlu olarak nitelenemeyeceğini belirterek yaklaşan Said Halim Paşa anayasa konusunda da eleştirel bir açıdan de­ğerlendirme yapmıştır. Ancak mutlakiyet idaresinin olumsuzluğu üzerin­de dururken anayasaların amaçlanan değişiklikleri gerçekleştirememesini ülke şartlarının kavranılamamasına bağlamıştır. Meşrutiyet idaresinin so­mut olumsuzluklarına karşın Osman­lı toplumunun artık mutlakiyet idare­sine dönemeyeceğine, dönmemesi gerektiğine işaret etmiş, meşrutiyet idaresinin ülke şartları çerçevesinde vazgeçilemez bir idare tarzı olduğunu savunmuştur. Zaten II. Meşrutiyetin ilânını Osmanlı toplumunun öğünülecek vakaları arasında görmüştür. Ana­yasa üzerinde düşüncelerini açıklar­ken Türkiye’de gerçekleştirilmeye ça­lışılan değişikliklerin siyasal düzeyde de eleştirisini yapmıştır. Son dönem­de Batı sorununun kapsayıcı bir biçim­de kendisini gösterdiğini, diğer toplum sorunlarını ikinci plana ittiğini öne sür­müştür. Batı’nın ve Batılılaşmak eği­liminin gündeme gelmesiyle İslâmi ku­rumlar üzerinde en yıkıcı tesirlerin saptanabileceğini belirtmiştir. Nitekim uzun süre İslamcıların en önemli ko­nusu Batı ve Batılılaşma olmuştur.

                                                                                   (TCT Ansiklopedisi, 1985)

 

Yazar: Kurtuluş Kayalı

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör